@sagetaylors
|
Yıldızları ve palmiyeleriyle ünlü rüya şehir Los Angeles... İnsanlar bu şehre, her köşe başından bir yıldızın çıkabileceğinin veya girdiği her dükkânda tanınmış bir yüzle karşılaşabileceğinin hayaliyle gelirlerdi. Şehrin yarı nüfusunun zengin ve lüks içinde yüzen, şanslı tipler olduğu söylenirdi. Aslında durum hiç de öyle değildi. Yani kısmen. Yıldızları topluluk halinde görebileceğiniz tek yer Hollywood Bulvarı'ndaki Şöhret Yolu'nun gri taş kaldırımlarıydı. Ve züppeler; zengin olması gerekmeksizin her yerden çıkabilirlerdi. Yine de insanlar yaşayan ve nefes alan bu şehre hâlâ bin bir umut besleyerek gelmeye devam ediyorlardı. Haksız da sayılmazlardı hani. Kadınları kadar sıcak plajlarıyla çevrili bu metropol şehrin içine bir kez girdiğinizde o umudun içinde kendinizi kaybetmemeniz içten bile değildi. Madison da bu şehre ilk geldiğinde aynı şeyleri hissetmişti. Sahip olduğu sayısız konser ve müze seçenekleriyle tüm sosyal etkinliklere ev sahipliği yaparak içinde kendine has bir kültür barındıran Los Angeles’ta sabahları etrafta koşuya çıkmış bir sürü sıradan insana rastlamanız, kahvaltı için girdiğiniz kafelerdeki menülerin birçoğunu vegan olarak bulmanız kadar kolaydı. Hafta içi yanında bir parça tatlı eşliğinde kahve içmek veya öğle yemeği çeşitleri için insanların uğrak yeri olan yığınla mekân bulabilmek için fazla uzağa gitmenize gerek yoktu. Hamburger için In-n Out ve Ruby's, Pizza için Osteria Mozza, Gjelina, biraz fantastik bir şeyler denemek istiyorsanız uzak doğu mutfağının incilerinden Neo ve Tao en iyi seçeneklerden biri olabilirdi. Fakat kahve deyince Madison için içlerinde en iyisi kesinlikle Starbucks'dı. Madison büyük boy kahve kovasından koca bir yudum daha alarak, klimayı kapatıp camları ve müziğin sesini biraz açtı. Bu güzel yaz havasında arabanın içinde tıkılı kalmak bile yeterince berbattı. Çevresinde iş için koşuşturan insanları seyrederek gaza biraz daha yüklendi. Santa Monica ile Beverly Hills arası, tramvayla otuz, arabayla yaklaşık on - on beş dakika sürüyordu. Sabahların telaşlı sürücülerini ve sabırsız yayalarını da hesaba katarsanız bu süreye ortalama bir on dakika daha eklemeniz gerekiyordu. Fakat Madison'ın yeni patronu işe arabayla gidip gelmesi konusundaki kararını açıklamıştı. Tramvaylar bir seçenek dahi olamazdı. Çünkü yavaştı. Hoş, Bianca Brooklyn - diğer bir adıyla B.B. - (Ev arkadaşı Gena ona Büyük Becerici demeyi seviyor olsa da Madison Büyük Patron demeyi tercih ediyordu) Madison'ın gümüşi Volkswagen marka arabasına da burun kıvırıyordu ama yapacak bir şey yoktu. Madison on yaşındaki arabasını bir kaç ay önce satın almıştı ve hâlâ borcunu ödemeye çalışıyordu. Onun için dayanıklılık lüksten önce geliyordu. Çatlak B.B. neresini istiyorsa kıvırabilirdi. Ona son model yeni bir araba almak istiyorsa o ayrıydı tabii. Madison buna karşı çıkmayabilirdi. Ama işe gidip gelmek dışında o arabayı asla kullanmazdı. Dev ağaçların süslediği asfalt yolların, yeşillendirilmiş park alanlarının ve süslü kaldırımların arasından geçerken Madison bunu bir kez daha düşündü. Hayır, asla! O lanet kadının fazladan tek bir kuruşunu bile istemiyordu. Kendisi gibi çekilmez olan oğlunu başına o sarmıştı ve Madison onu işe aldığı o lanet günü bundan sonra her yıl kendine yas günü olarak ilan etmişti. Mezuniyetten sonra Santa Monica'da kalmaya karar verip, okul yıllarında tanışıp dost olduğu iki arkadaşıyla birlikte küçük bir ev kiralamış, sonra da şans eseri aynı reklam şirketinde iş bulmayı başarmışlardı. Gena pazarlama bölümünde sekreter olarak, Drake fotoğraf stüdyosundaki dekordan sorumlu kişi olarak ve Madison da metin yazarı olarak çalıştığı grubundaki işine başlamıştı. Maaşı iyi olmasa da idare ediyorlardı. Şirket içinde henüz yazılarıyla ön plana çıkamasa da, insanlar onun düzeninde çalışmaya alışmışlardı. Madison disiplinliydi ve iş organize etmeye geldiğinde kendine sonuna kadar güvenirdi. Patronun biricik arkadaşı B.B onun bu yeteneklerini keşfettiği gün ona ucunda iyi para kazanacağı büyük bir iş teklifiyle gelmişti. Madison iş teklifini duymadan önce bebek bakıcılığı yapacağını aklının ucundan bile geçirmemişti. Büyük bir bebeğin bakıcılığı. Evet. Madison'ın yaptığı işin genel olarak tanımı buydu. Ve Tanrı biliyor ya ajansın sahibi Bay Pedro'nun hatırı olmasa bu işi asla kabul etmezdi. Biraz daha ilerlediğinde özel mülklerin yüksek duvarlarla çevrelendiği zengin tepeleri görünmeye başlamıştı. Madison son köşeyi de dönerek, arabasını özel güvenlikli villanın demir kapılarına yanaştırdı. Kapılar kayarak açıldı ve orta yaşlı iki çocuk sahibi güvenlik görevlisi Sammie onu her zamanki gibi gülümseyerek karşıladı. "Günaydın Bayan Goldberg. Bu sabah nasılsınız?" "Teşekkürler Sammie. Nasıl gidiyor?" "Bay Andersson'ın dün gece yine bir misafiri vardı. Daha önce hiç görmediğim biri. Bana zararsız göründü." Burada anahtar kelime yineydi. "Tanrım. Kaç saattir burada peki?" "Gece yarısından sonra geldi ve bildiğim kadarıyla hâlâ gitmedi." "Yani ben gittikten hemen sonra mı?" Bu, bu hafta üçüncüydü. Madison işe başladığından beri sabahları Andersson denen züppenin yatağından attığı kadınların hesabını yapmayı bırakmıştı artık. Yalnızca sırf rapor olarak haftalık kaçamak sayısını tutuyordu. Bıkkınlıkla başını iki yana salladı. Neyse ki siyah güneş gözlükleri sayesinde Sammie, gözlerini yuvalarında döndürdüğünü fark etmemişti. Adama sıkıntılı bir baş selamı vererek, "Tamam, sağ ol. Ben hallederim." dedikten sonra da açılan kapıdan içeri girdi. Arabasını altı araçlık özel park yerine, Andersson'ın birbirinden lüks beş otomobilinin yanına yerleştirmeye çalıştığı sırada telefonu Nicki Minaj'ın - Megatron parçasıyla acı acı çalmaya başladı. Madison kontağı kapatıp büyük patronuna yanıt vermeden önce sesli bir iç çekti. Bu melodiyi telefonuna Gena kaydetmişti. Açar açmaz öfkeyle, "Neden telefonlarıma hemen cevap verilmiyor Madison?" diye başladı kadın. "Nick'i akşamdan beri belki yüzlerce kez aradım ama ev telefonu çalışmıyor. Cebi de kapalı. Seni yığınla işimin arasında bir de bunlarla uğraşmamak için ona göz kulak olasın diye tuttuğumu hatırlıyorum. Günün hangi saatinde ararsam arayayım ikinizin telefonunun da açık olacağı konusunda anlaşmıştık." "Size de günaydın Bayan Brooklyn." dedi sessizce Madison. Kadının hızlı konuşması birden üzerinde ağırlık hissetmesine neden olmuştu. "Henüz geldim. Park yerindeyim. Benim telefonum açıktı değil mi?" diyerek laf çarptıysa da kadın hiç oralı olmadı. "Nicholas'a ulaşamadığınız için gerçekten üzgünüm. Birazdan size dönmesini sağlarım." "İyi olur. Ona iki ayrı prodüksiyon şirketinden tam dört farklı senaryo teklifi yolladığımı söyle. Bu sabah özel kuryemle evine gönderdim. Eline geçip geçmediğinden emin ol ve okuduktan sonra beni mutlaka aramasını sağla. Anlaşıldı mı?" "Elbette. Elimden geleni yaparım." "Elinden gelenden daha fazlasını istiyorum senden. Ve Madison, bu bir rica değil." Telefon suratına kapandığı anda Madison irkildi. Gena haklıydı. Bu kadın tam bir Becerici'ydi. Çantasını, telefonunu ve soğuyan kahvesini de yanına alarak arabadan indi. Kapıları kitlerken üzerindeki beyaz tişörte bir damla kahve sıçradığını görünce canı sıkıldı. Villanın mermer taşlarını geçerek ön kapıya ulaştı. Kemik rengi parlak sütunlardan oluşan sundurmada durup anahtarlarını çıkardı. İçeride şık ve pahalı döşenmiş mobilyalara yakışmayacak şekilde, ağır bir alkol ve sigara kokusu vardı. Burnunu kırıştırarak hole adımını attı ve hızla ilerleyip ana salonu kontrol etti. Burası gelen misafirlerin - eğer önemsizlerse- yalnızca içki ikram edilip gönderildiği yerdi. Ev tam üç katlıydı ve büyük yeşil bir arazinin ortasına yapılmıştı. Kendine ait tenis kortu, basketbol ve mini bir golf sahası bile vardı. Bu civardaki evlerin içinde en gösterişli ve lüks olanı olduğunu söylemeye gerek yoktu. Civardaki en düşük bütçeli evlerin değeri bile bir milyon dolardan başlıyordu. Ve B.B'nin sırf bahçedeki yüzme havuzu için bu parayı harcadığı düşünülürse eve yatırdığı paranın hesabı bile insanın uykularını kaçırıyordu. Villanın üst katında her biri özel banyolu tam sekiz yatak odası ve dört misafir odası vardı. Yalnızca banyoların büyüklüğü bile Madison'ın arkadaşlarıyla paylaştığı evdeki odası kadardı. Orta katta dev bir mutfak, kiler, küçük ve büyük salon, çalışma odası, kütüphane ve fazladan boş olan bir kaç odayı da içinde barındırıyordu. Alt katta ise spor salonu, oyun ve sinema odası, hatta içinde yığınla pahalı müzik aletlerinin durduğu, tam ortasında tek direkli bir dans pisti olan bir de müzik odası bulunuyordu. Nicholas'ın bu evin içinde bir yerlerde olduğunu biliyordu fakat onu bulmak sandığı kadar kolay değildi. Elindekileri büyük boy kanepenin yanındaki cam masaya bırakırken Andersson'ın adına gönderilen paket dikkatini çekti. Bu, B.B'nin bahsettiği senaryolar olmalıydı. Nicholas Andersson da annesi gibi ünlü bir film yıldızıydı. Çocuk yaşta girdiği bu dünya da kendine iyi bir yer edinmiş, oyunculuk yeteneği ve yakışıklılığı sayesinde kısa sürede film ve televizyon dünyasının sık aranan adamlarımdan biri olmuştu. Fakat ne olduysa bir süre sonra işler rayından çıkmaya, çapkın ve hovarda Nicholas skandal haberlerin baş sayfalarında yer almaya başlamıştı. Kariyeri gibi, yaşamı ve kazandığı para da hızla ellerinin arasından kayıp gidiyordu. Sonunda kötü şöhretini engellemek isteyen ve tam bir diktatör olan annesi oğlunu kurtarmak için bir hamle yapmaya karar vermiş ve geçici olarak, istifa eden menajerinin yerine geçmişti. B.B. zaten emekliye ayrıldıktan sonra kurduğu bir Cast Ajansı'na sahipti ve işleri yeterince yoğundu. Bu yüzden o yokken oğlunu kontrol altında tutabilecek ve işlerini takip edecek güvenilir birine ihtiyacı vardı. Madison paketi dikkatle açtı ve içindeki kalın klasörlere şöyle bir göz attı. Taş zeminde duyduğu topuk sesleriyle hızla arkasını döndü. "Ah, sen miydin?" dedi gelen kadın. "Ben de Bay Nicholas'ın misafiri nihayet gidiyor diye seviniyordum." "Ne zaman geldi?" "Gece yarısı gibi. Sen gittikten hemen sonra." "Neden bana haber vermedin?" "Ben nereden bileyim. Adamın kendi evi sonuçta. İstediğini davet etmekte özgür değil mi?" "Yanlış Mano. Bu ev Bayan Brooklyn'e ait ve bizler de onun çalışanlarıyız. Bize oğluna göz kulak olalım diye para ödüyor. Gelen misafirlerine elbette karışamayız ama olabilecekleri düşünmek zorundayız. Geçen ayki polis baskınını hatırlıyorsun değil mi?" Romano mahcup halde bir," Evet." demekle yetindi. "Bay Nicholas gelen misafirleri yüzünden, kullanmadığı halde evde uyuşturucu madde bulundurduğu gerekçesiyle gözaltına alınmıştı. Eğer Bayan Brooklyn ‘in avukatları olmasaydı, emin ol uzun bir süre daha girdiği o delikten asla çıkamazdı. Şöhretli insanların çevresinde onları zehirleyebilecek bin çeşit omurgasız vardır Romano. Bizim görevimiz dikkatli olup, Bay Nicholas'ı onlardan korumak." "Sanırım haklısın. Ben, bunu düşünemedim." Romano gösterişli olduğu kadar akıllı bir kadın değildi ama en azından hatasını itiraf edecek kadar dürüsttü. "Pekâlâ. Şimdi. Neredeler?" "Üst katta değiller. Temizlik şirketi orayı temizlemeyi yeni bitirdi. Bilmiyorum. Gece iki buçuktan sonra hizmet etmem istenmedi. Belki de oyun odasındadırlar." Madison, uzun bacaklarını özgürce sergileyen mini etekli Rus aşçıya temkinli bir bakış attı. Nicholas Andersson ağzında gümüş bir kaşıkla doğmuş, seks düşkünü hergelenin teki olabilirdi ama kesinlikle iyi bir zevke sahipti. Uzun boylu sarışın güzel Romano salına salına yanına yaklaştı. "O elindekiler nedir? Sabahın köründe özel kuryeyle gelmişti. Açıp bakmadım ama..." "İyi yapmışsın." diyerek anında lafı yapıştırdı Madison. "Bu senin işin değil Mano. Sen Bay Andersson'ın kahvaltısıyla ilgilen. Ben onları bulurum." Romano her zamanki gibi bozulduğunu belli edecek şekilde şekilli kaşlarını çattı ama emirlere uymak zorunda olduğunun farkındaydı. Bu evde Madison'dan çok önce işe başlamış olabilirdi ama B.B'nin dediğine göre patron oydu. Tam dönüp gitmek üzereyken, "Ha, bu arada," diyerek onu durdurdu. "öncelikle bana iki ağrı kesici ve bir bardak portakal suyu getirebilir misin?" Romano istediklerini gönülsüzce hazırlarken, ortalıkta durmalarını istemediği için Madison klasörleri Nicholas'ın çalışma odasına bırakıp kapıyı kilitledi. Tişörtünü bir yenisiyle değiştirmek için kendine ait eşyaların bulunduğu diğer odaya geçti, ardından da elinde meyve suyu ve ağrı kesicilerle Nicholas'ı ve gizemli misafirini aramaya gitti. Romano'nun tahmini doğru çıkmıştı. Üst kattakinden daha ağır sigara, alkol ve sağlıksız yiyecekler kokan, ışıkları karartılmış sinema salonundaki koltuklarda iki karaltı uzanıyordu. Madison elindekileri Nicholas olduğunu tahmin ettiği birinin başucundaki sehpaya bıraktıktan sonra ellerini iki kez çırptı ve ışıklar anında ve kör edici bir parlaklıkla yandı. Bir homurdanma ve küfür duydu. Ardından bir yerlere boş bir bira şişesi yuvarlandı. "Hey! Neler oluyor?" "Uyanma vakti Bay Nicholas." "Bu da kim be!" Yabancı sesin bir erkeğe ait olması Madison'ı ilk defa şaşırtmıştı. Doğru yerde tahmin ettiği Nicholas, iyice dağılmış kumral saçlı kafasını yastıklara biraz daha gömerek, "Git başımdan." diye boğuk sesiyle sızlandı. Üstü çıplaktı ve altında yalnızca gri bir baksır vardı. Diğer adam yattığı yerden doğrulmuş kırpıştırdığı gözleriyle Madison'ı inceliyordu. Geceyi, üzerindeki düğmeleri açık kırışmış kısa kollu, havai desenlerinde bir gömlek ve kot pantolonla geçirdiği anlaşılıyordu. "Kimsin güzelim bilmiyorum ama partiye katılmak için çok geç kaldın." Madison ciddiyetle kollarını birbirine kavuştururken, "Ben de seninle aynı fikirdeyim." dedi. "Sakıncası yoksa kim olduğunu öğrenebilir miyim?" Ellerini dağınık siyah saçlarının arasından geçiren esmer adam ona çapkınca gülümseyip göz kırptı. "Nick’in bi arkadaşıyım. Adım Troy. Ya senin?" "Gereksiz." "Hiç böyle bir isim duymamıştım." dedi genç adam gülerek. "Annen ve baban dünyaya gelmenin faydasız olacağını düşündüğü için sana bu ismi koydularsa eğer, inan bana güzelim yanılıyorlar." Madison iş başında olmasaydı eğer bu espriye gülebilirdi ama yalnızca gözlerini devirmekle yetindi. "İsmimi öğrenmen gereksiz demek istemiştim. Çünkü seni bir daha göreceğimi hiç sanmıyorum." "Bense öyle umuyorum." "İkiniz konuşmak için başka yere gidebilir misiniz lütfen? Burada uyumaya çalışıyorum." diye söylendi Nicholas. "Erkek arkadaşının geleceğini neden bana söylemedin?" "Çünkü bu seni ilgilendirmez." Madison eğlenerek, "Cinsel zevklerinin değiştiğinden hiç haberim yoktu." deyince genç adam bir küfür savurup başını hızla yattığı yerden kaldırdı ve ona kaşlarının altından kıstığı mavi gözleriyle ters bir bakış fırlattı. "Ne saçmalıyorsun sen Tanrı aşkına?" "Genellikle yatağından her renk ve beden ölçülerine sahip kadınları ayıklamaya alışkın olduğum için bu kez şaşırdığımı söylemeye çalışıyorum." "Tam bir baş belası olmasaydın eğer bu laflarını sana yedirirdim." "Baş belası, sana taze sıkılmış meyve suyu ve ağrı kesiciler getirdi. İhtiyacın olduğunu biliyorum. Uslu bir çocuk ol ve iç hadi! Ve hayır, lütfen bana teşekkür etme!." Madison alayla gülümsedi. "Bana meyve suyu yok mu?" "Üzgünüm. Davetsiz misafirlere içki servisi yapmıyorum." "Arkadaşıma biraz daha saygılı olabilirsin Maddie." "Ah, ismin Maddie demek." Genç adamın sırıtışı tüm yüzünü kapladı. "Sen de kes sesini Troy!" "Ona aldırma." diyen Madison elini havada şöyle bir salladı. "Yeni uyandığında ne kadar huysuz ve çekilmez bir adam olduğunu biliyorum. Bu arada annen kuryeyle sana bazı dosyalar göndermiş Nicholas. Çalışma odandaki masana bıraktım. İnceledikten sonra senden hemen onu aramanı istiyor. Ev telefonunun fişini çektiğin ve cep telefonun kapalı olduğu için ne kadar kızgın olduğunu tahmin bile edemezsin. Her neyse." Kol saatine baktı. "Kahvaltı neredeyse hazır olmak üzere. Bir an önce duş alıp yukarı gelmeniz için size on dakika veriyorum." Madison kapıdan çıkar çıkmaz Nicholas'ın başı inleyerek yastığına geri düştü. "Vay canına. Bu da neyin nesiydi dostum? Kız tam bir kasırga gibiydi." Bu yüzden lanet kasırgalara kadın isimleri veriliyor ya, diye düşündü Nicholas. "Annemin benim için tuttuğu yaşam koçuyla asistanı arasında bir şey. Ben gardiyanım olduğunu düşünüyorum. Öyle şirin göründüğüne bakma, istediğinde fazlasıyla şirret olabiliyor." diyerek yavaşça doğrulup oturdu. Tanrım, başı müthiş derecede ağrıyordu. Madison şirret bir sürtük olabilirdi belki ama kesinlikle işe yarayan bir sürtüktü. Bazen. Ağrı kesicileri ağzına atıp kuru kuru yuttu. Ardından da soğuk meyve suyunun yarısını tek seferde içti. Troy, "Keşke annemin benim için de böyle şirretler tutacak kadar parası olsaydı." diye yakındı. "Eminim onunla defalarca yatmışsındır ha?" deyince Nicholas, ilaç ağzında acı bir tat bırakmışçasına yüzünü eşitti. "Seni şanslı piç kurusu. Yattın değil mi? Zaten bu fırsatı kaçırmış olacağını düşünseydim, tüm o gazetelerin yazdığı playboy saçmalıklarına hayatta inanmazdım." Troy otuz iki diş birden sırıtıyordu. Eğer seneler sonra kavuştuğu çocukluk arkadaşı olmasaydı adamın yakışıklı yüzündeki tüm dişleri eline tek tek saymak isterdi. "Madison ve ben mi? Sen delirdin mi? Cehennem buz tutarsa belki." "Nedenmiş? O bol giysilerinin altında hoş kıvrımlarının olduğuna bin dolarımın üzerine bahse girerim." "Ve kaybedersin. Hem zaten senin bin doların filan da yok." "Olabilir. Ama ben kör değilim adamım. Bu kız, dün akşam bize hizmet eden şu boyalı hizmetçiden bin kat daha güzel ve doğal inan bana." "O hizmetçi değil benim özel aşçım." "Ama onunla yattın değil mi?" "Bir kaç kez, olabilir. Hem seni neden bu kadar ilgilendirdiğini anlayamadım." "Anlatmak istediğim de buydu işte. O sarışın yosma mutfağa gidip geldikçe kırıtıp duruyordu ve inan bana yanımıza her geldiğinde kızışmış bir köpek gibi ikimize birden sürtünmek için yanıp tutuşuyordu." "Ne olmuş? Hoşuna gitmedi mi?" "Belki. Ama şu Maddie gerçekten daha etkileyici." Nicholas birden gözlerinin önüne sıradan kıyafetli, sıradan bir Amerikalı olan, kahverengi gözlü ve koyu kestane rengi saçlı ortalama boylardaki gardiyanıyla, dolgun göğüslü ve muhteşem kalçalı sarışın afeti yan yana getirdi. Romano cinsel anlamda kızı her anlamda çiğ çiğ yerdi. Öte yandan Madison Hitler'in ayrı yumurta ikizi gibiydi. Onu yatakta çıplak düşünmek bile Nicholas'ın hayalarını büzüştürüyordu. "İnan bana dostum o kızın hayaları var. Gerçek hayalar. Ben onun kadın olduğundan bile şüpheliyim." dedikten sonra yerden spor ayakkabısının tekini bulup ayağına geçirdi. "Yani bu onunla ilgilenmiyorsan, asılabilirim anlamına mı geliyor?" Troy sevinçle şaşkınlık arasında kalmıştı. Yüzü birden daha da aydınlandı. Nicholas tek omzuyla silkinip ayakkabısının öteki tekini giydi. "Zaten sabahtan beri yaptığın bu değil miydi?" "Evet ama..." "Dinle! Eğer onunla gerçekten baş edebileceğini düşünüyorsan, hiç tereddüt etme, al senin olsun." diyerek hızla yerinden kalktı. İkilinin bahçede hazırlanmış sofraya gelmeleri on beş dakika sürmüştü. Madison kahvaltısını yaparken, geniş omuzlarını saran bir T atlet ve kot şort giyen Nicholas ve yeni arkadaşı Troy dışarı açılan sürgülü kapıda göründü. Troy'un üzerindeki tişört ve pantolona bakılırsa Nicholas'ın gardırobundan giyinmişti. "Geciktiğiniz için sizi bekleyemedim." "Sorun değil." diyen Troy eliyle nemli saçlarını düzeltti. Yerine yerleşirken Madison'a bakıyor ve gülümsüyordu. Duş alıp giyinince ikisi de mağara adamlığından insanlığa terfi etmişti. Nicholas aksiliğini üzerinden atmış, sırıtıyordu. "Az önce sana söylediklerim için beni bağışla Maddie. Biliyorsun, uyandığım zaman tam bir hergele olabiliyorum. Sizi tanıştırayım, Troy. Madison. Troy benim çocukluk arkadaşım. Yıllardır görüşmüyorduk. Dün akşam akşam arayıp da Los Angeles’ta olduğunu ve beni görmek istediğini söyleyince hiç düşünmeden onu davet ettim. O bitki çaylarınla uyku düzenime ne kadar önem verdiğini biliyorum ama bu seferlik bizi affedemez misin?" Troy'un ağzı resmen bir karış açık kalmıştı. Madison şu anda adamın bademciklerine bakıyordu. Güldüğü belli olmasın diye ağzını peçetenin arkasına gizlemeye çalıştı. On dakika önce Madison'a sayıp söven, ondan nefret edip bir kaşık suda boğmak isteyen Nicholas'ın birden yumuşak başlı, söz dinleyen ve özür dileyen bir adama dönüştüğünü görünce Troy küçük çaplı bir şok geçirmiş olmalıydı. Oysa Madison bu duruma alışkındı. Nicholas sabahların adamı değilse ne olmuştu yani? Sonrasında isterse pamuk kadar yumuşak ve sakin, hatta şakacı bile olabiliyordu. Ve Madison için bu işin en çekilir yanı da buydu. "Ona getirdiğin ilaçta ne vardı?" "Dostum ne zırvalıyorsun sen?" "Sana verdiği haplar. Sorun onlarda mı yoksa meyve suyunda mı?" "Bana verdiği sıradan haplardı Troy. Hadi kes saçmalamayı da kahvaltına başla." "Sana ne yaptığını bilmeden hiç bir şey yiyip içmek istemiyorum." Troy gerçekten dehşete kapılmış görünüyordu. "Senin gibi yumuşak bir adama dönüşmek istemiyorum." Nicholas dişlerinin arasından, "Yumruğumu kafana geçirmemi ve ne kadar yumuşak olduğumu öğrenmeyi ister misin?" diye tıslayınca Madison dayanamayıp kahkaha attı. Troy bu kahkahadan etkilenerek kendine gelip gülümseyince, Nicholas tek kaşını havaya kaldırdı. "Bir an ona büyü yaptın filan sandım." "Sana uyandığında huysuz olmasına alışık olduğum söylemiştim. Neyse ki kısa sürüyor." Madison bunu söyledikten sonra ağzına bir peynir dilimi attı. Karşısında oturan iki adam da kahvaltılarını etmeye başlamıştı. Tüm dikkatini ikisini izlemeye verdi. Nicholas'ın Avusturya’da doğup büyüdüğünü ancak aslen İsveçli olduğunu biliyordu. Bu da onun, atalarından gelme uzun boyunun ve geniş omuzlarının nedenini açıklıyordu. Nick'in Vikinglere özgü buğday teni, koyu kumral saçları ve masmavi gözleri vardı. Güçlü bir çene, karakteristik bir burun ve muntazam dudaklar... Kadınların çok hoşlandığı geniş alnına dökülen hafif uzunluktaki saçları da parlak ve kalındı. Diğer yandan, yanında oturan Troy onun tam zıttı gibi duruyordu. Esmer, kahverengi gözlü ve siyah saçlıydı. Ama yapı ve boy olarak Nick'le hemen hemen aynı sayılırdı. "Sende Avustralyalı mısın Troy?" "Evet. Doğma büyüme oralıyım. Hâlâ da orada yaşıyorum. Nicki ve ailesi taşınana kadar tam on altı yazımızı birlikte geçirmiştik. Ne günlerdi öyle değil mi dostum?" Lokmalarına gömülen Nick, "Hı hı." diye ses çıkarmakla yetindi. "Nick'in babası o zamanlar bu kadar ünlü bir estetik cerrah değildi ama annemin çalıştığı hastanede görev yapıyordu. Ve babam, o zamanlar bir mağazada satış elemanı olarak çalışıyordu. Ailemiz sürekli ve sık sık görüşüyordu. Biz de Nicki ile aynı okula gidiyorduk. İkimiz de tek çocuktuk ve her zaman müthiş bir ekip olmuştuk." Troy heyecanla anlatmaya devam ederken Nick'in suspus olup, ona katılmaması Madison'ın dikkatinden kaçmamıştı. Yine de genç adamı ilgiyle dinlemeye devam etti. Bu aile hakkında bilmediği çok şey olduğunu fark etmişti. "...Bayan Brooklyn çevirdiği filmlerden iyi para kazanmaya başlayınca, yeni teklifler almaya devam etti. Kısa sürede meşhur olduğunda hiç beklemeden oğlunu da peşinden sürükledi tabii. Sonra da hep birlikte Kaliforniya'ya taşındılar." "O günden sonra birbirinizi bir daha hiç görmediniz mi yani?" "Hayır." "Hayır." İkisinden de aynı anda cevap gelmesi ve cevap verirken birbirlerinin yüzüne bakmaması Madison'a biraz tuhaf gelmişti. Yerinden doğrularak hafifçe gülümsedi. "Siz kahvaltınızı bitirin. Ben gidip Romano'dan çaylarınızı tazelemesini isteyeceğim. Bu arada Bayan Brooklyn ile konuşup, ona senin senaryoları okumakla meşgul olduğunu söylerim. Eminim neden telefonlarını kapalı tuttuğunu öğrenince yumuşayacaktır." Madison tam gitmek üzereyken Nicholas aniden bileğinden sertçe yakalayınca durmak zorunda kaldı. Adamın sert bakışları bir anlığına içine bir ürperti yayılmasına sebep olmuştu. O kadar soğuk ve derin, biraz da yalvaran gözlerle bakıyordu ki Madison onda bu bakışları daha önce hiç görmediği için ne anlama geldiklerini çözemedi. "Anneme Troy'un burada olduğunu sakın söyleme." dedi Nick. Sesi bir fısıltı halinde ama sertti. Troy'un dikleşen sırtından söylediklerini duyduğu anlaşılıyordu. Madison ne tepki vereceğini bilmeyerek gözlerini bir kaç defa kırpıştırdı. Ancak başını evet anlamında salladıktan sonra Nick kolunu bırakmıştı. Madison arkasına bile bakmadan içeri doğru yürümeye devam etti. İki adam arasında ne türden bir sır vardı merak etmişti.
|
0% |