@sagetaylors
|
Hayatında bundan daha berbat bir yolculuk yaptığını hatırlamıyordu. Yarım saatlik uçuşun tam anlamıyla bir işkenceye dönüşmesi elbette First Class biletle yolculuk etmesi değildi. Hayır, sebebi sadece; uzun zamandır görüşememiş kırk yıllık ahbaplar gibi birbirlerine anlatacak fazlaca hikâyesi olan en yakınındaki samimi çiftti. Madison ve Troy'u bir çift olarak hayal etmek bile beyninde tehlike çanlarının çalmasına neden oluyordu. Görünüşe göre ikisi epey sıkı fıkı olmuşa benziyordu. Sol çaprazındaki cam kenarında Madison ile çiftli koltukta oturan Troy, yarım saat boyunca hiç susmadan bir şeyler anlatıp durmuş, dahası adam Madison'ı kıkırdatana kadar da durmamıştı. Kıkırdamak? Madison Goldberg'in lügatinde böyle bir kelime olduğundan bile haberi yoktu Nick'in. Fakat belli ki vardı ve her beş dakikada bir onu kullanmada kendine engel olamayarak Troy'un kulağına fısıldadığı alakasız şeylere bile kahkaha atmayı alışkanlık haline getirmeye başlamıştı. Ortaya çıkan sesin hoş olmamasından değildi elbette. Bilakis, Madison'dan gelen sesler rüzgâr çanlarını anımsatan ahenkli bir müzik gibi geliyordu kulağa. Tuhaf olan onu hiç bu şekilde sık gülerken görmemiş olmasıydı. Genç kadının, ona bu kadar yakışırken, neden daha çok gülmediğini düşünmeye başladı birden. Madison; on yedinci yüzyıldaki mürebbiyeler gibi asık suratlı biri değildi fakat nedense onu gülerken anımsamakta zorlandığını hissetti. Bunun sebebi kadının ortada gülecek bir sebep bulamaması mı, yoksa kendini buna zorlaması mıydı, emin olamıyordu. Emin olduğu tek bir şey vardı, bu ses artık onu deli ediyordu. Troy'da bu kadar komik olan ne vardı tanrı aşkına? Nick bu ses yüzünden, ne okuduğu metinlere, ne dinlediği müziğe ne de içtiği içkiye bir türlü konsantre olamıyordu. Lanet uçak bir an önce yere inse de, bu eziyet artık bitse diye düşündü. Önceki gün Madison ile yüzleşmesini hatırlıyordu. Onunla o gün öğleden sonrası için sözleşmişlerdi. Tanrı biliyor ya, Nick ona bu yemeği kabul ettirebilmek için çok uğraşmıştı. Hiç bir kadını ikna etmek için böylesine bir çaba harcadığını hatırlamıyordu ama yapmıştı. Bunu Madison için yapmıştı. Peki, Madison karşılığında ne yapmıştı? Liseli bir ergen gibi onu ortada bırakmıştı. Nick bütün gün ondan gelecek bir haber bekleyip durmuştu. Kadının sözüne o kadar güvenmişti ki, aksi bir şey düşünmek aklının ucuna bile gelmemişti. Ekilmek. Nick bu kelimenin anlamını unutalı çok oluyordu. Daha önce en son ne zaman ekildiğini hatırlamıyordu. Bu yüzden gurur yapmayıp kadını telefonundan defalarca kez aramaya çalışmıştı. Sonuç; telefonu kapalıydı. Yani kadın, Nickholas'ı bir bahane uydurmak için bile aramaya layık görmemişti. Daha da kötüsü, karşısına yüzsüzce özür dilemek için çıktığında ise arkasına saklanabileceği elle tutulur bir bahanesi bile yoktu. Bu doğruydu... Madison'ın ona verebileceği tek cevabı vardı, o da randevularının aklından tamamen çıkmış olmasıydı. Hah. Aklından çıkmış-mış. Nick gibi bir adam hemde. Kadının bunu bilerek yaptığını düşünüyordu Nick. Egosuna bundan daha büyük bir darbe indiremezdi. Şundan emindi ki, Madison bundan kadınca bir zevk duymuştu. Hedefi Nickholas'ı sinirden öldürmekti. Şimdi de, şen kahkahalarıyla tabutunun üzerine çivi üstüne çivi çakmakla meşguldü. Nick onu asla affetmeyecekti. Bundan sonra Madison'ı umursamayacağını ve onu elde etme fikrini kafasından atacağını aklının bir köşesine not etti. Bir anlık sarhoşluğa kapılıp kadını öpmüş olabilirdi. Tamam, dudaklarının tadının hoş olduğunu ve Nick'i serseme çevirdiğini de kabul ediyordu. Fakat dünyadaki son kadın Madison değildi. Ona sahip olma arzusunun bir anlık delilik olduğuna karar verirse bu saplantısından kolaylıkla kurtulabilirdi. Kesinlikle. Bundan sonra Madison Goldberg, Nick için hiç bir şey ifade etmeyecekti. Bu kararı kesindi ve hiçbir şey bunu değiştiremeyecekti. Bir kahkahayla daha, kafasına balyozla vurulmuş gibi irkilip gözlerini sıkıca yumdu Nick. Şu anda kendini bol kahkahalı lanet bir Sit-Com’da gibi çaresiz hissediyordu. Kahretsin. Bu sesi duyamayacağı kadar uzakta olduğunda, sanırım aldığı kararı uygulaması çok daha kolay olacaktı. Uçak sonunda inişe geçtiğinde Nickholas rahat bir nefes aldı. Troy ve Madison'a göz ucuyla baktığında nihayet ikilinin sessizliğe bürünmüş, kemerlerini takmakla meşgul olduklarını görüp soluğunu bıraktı. Koridorda bekleyip, uçak indiğinde omuz çantasıyla onlardan önce inmek için hareketlenmişti. Merdivenlerin başında, "Yolculuğunuzda bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz Bay Andersson. Yine bekleriz." diyen güzel hostese o meşhur N.A. gülümsemelerinden birini gönderdikten sonra, "Hiç şüphen olmasın tatlım." deyip göz kırptı. Kadının karşılık olarak kızarıp, gözlerinde parlayan şehvet ateşiyle ona hayran hayran bakması bir parça hoşuna gitmişti. İşte bu, yara alan egosuna iyi gelmişti. Hissettiği yepyeni enerjiyle kulaklarındaki uğuldamaya rağmen merdivenleri üçer beşer inmeye devam etti. Öyle ki, arkasından seslenip duran Troy'u bile son anda fark edebilmişti. Bilerek yavaşlamadı ve çıkışa doğru sert adımlarla yürümeye devam etti. "Kulakların duymuyor mu senin? Deminden beri sana sesleniyorum." Troy nefes nefese halde yanına geldiğinde Nick hiç oralı olmadı. "Pardon. Seni duyamadım." "Beni duymadıysan nasıl olup da yavaşladın?" "Hava basıncı yüzünden olmalı. Biraz sersem gibiyim." "Bak bu konuda haklısın işte. Tam bir sersem gibi davranmaya başladın. Konuşurken neden yüzüme bakmıyorsun peki? Basınç yüzünden yüzün felç filan mı geçirdi?" "Seni gerçekten hiç anlamıyorum Troy. Neden esprilerini anlayabileceğin birileriyle sohbetine devam etmiyorsun." "Bu ne şimdi? Nickholas Andersson'ın ünlü tripleri filan mı? Başka bir şehre ayak basınca birden meşhur olduğun mu aklına geldi?" "Sana trip attığımı düşündüren nedir?" dedi Nick, valizlerin döndüğü platforma doğru yürürken. "Çünkü bana doğru düzgün cevaplar vermiyorsun ve konuşurken yüzüme bakmıyorsun." "Ah, sanırım uçaktayken yeni arkadaşınla sizin tatlı sohbetinizden öylesine sıkılmıştım ki, başımı diğer tarafa çevirmek zorunda kalırken boynumdaki kasları incittim." "Ne arkadaşı?" Nickholas banttan valizini çekerken dudaklarını birbirine sıkıca bastırıp tek kelime etmedi. Troy'un anlamasını bekledi. Genç adam ise hâlâ tepesinde ciddiyetle dikiliyordu. Sonra birden kahkahalara boğulmaya başladı. "Tanrım," dedi gülüşünün arasında. "Bunu nasıl da tahmin edemedim." Nick ona ters bir bakış atıp, farkında olmadan, "Neyi?" diye sordu. "Tüm bu ucube hallerinin sebebinin Maddie olduğu gerçeğini." Nickholas burnundan güler gibi bir ses çıkardı. Çantasını sürükleyerek çıkışa doğru yürümeye devam ederken Troy da çantasını alıp arkasından yetişti. "Ona şimdi de Maddie mi diyorsun? Samimiyeti ilerletmenize senin adına sevindim dostum." "Bırak şimdi araya laf kalabalığı sıkıştırmayı. Madison'la iyi vakit geçirdiğim için bana kızgınsın sen." "Ne olmuş? Suratsız bakıcımın yüzünü güldürebildiğin için biraz şaşkınım o kadar." "Madison'a haksızlık ediyorsun Nick. Aslında o çok samimi ve sıcakkanlı bir kız. Senin iddia ettiğin gibi sivri dilli veya despot falan değil." "Ah, sahi mi? Yarım saat içinde benim aylarca göremediğim ne görmüş olabilirsin onda merak ediyorum." "Onu bana anlatırken fazlasıyla abarttığını düşünüyorum. Bence sen onu gerçekten tanımaya hiç çalışmadın. Görmek istediğini görüyorsun o kadar. Madison o kadar tatlı bir kız ki, onun bu yönünü keşfedememeni cidden anlayamıyorum. Üstelik oldukça zeki ve çalışkan biri. Üniversiteyi onur belgesiyle bitirdiğini biliyor muydun? Anne ve babası yıllar önce ayrılınca küçük yaştan itibaren kız kardeşine o bakmak zorunda kalmış. Kendisi söylemedi ama iki işte birden çalışmak zorunda olmasının son sınıfta okuyan kız kardeşiyle bir ilgisi olduğunu düşünüyorum." "Gerçekten gözlerim yaşardı. Troy Rupert bir kadının eteğinin altına girebilmek için duygusal konuşmalara girebilecek kadar alçaldı demek. Ne o, kızı kahkahalara boğmak yeterli gelmedi mi?" "Saçmalıyorsun." Troy öfkelenmişti. "Madison için başta farklı fikirlerim olduğunu kabul ediyorum ama sırf basit bir ilişki kadını değil diye onunla arkadaş olma şansını geri tepmek istemiyorum." Troy güldü. "Bence didişip duracağına bir ara sende onunla arkadaş olmayı denemelisin." "Denemediğimi mi zannediyorsun!" diye kendi kendine mırıldandı Nick. Troy duyduğunu sandığı şeye öyle şaşırmıştı ki, bir an ne diyeceğini bilemedi. "Sadece bir tavsiyeydi adamım." "Sağ ol, ama almayayım. Sana yeni dostunla mutluluklar dilerim." Nick bu kez iyice sinirlenmişti. Troy'un Madison ile bu kadar ciddi meselelerden bahsedeceği aklının ucundan bile geçmemişti. Hangi ara sırdaşa dönüşmüştü bu ikisi. "Havada kıskançlık kokusu alıyorum." dedi Troy neşeyle. "Yalnızca ben mi yoksa Maddie mi ondan emin değilim." deyince Nick bir an olduğu yerde çakılıp kaldı. Bu gerçek genç adamın üzerine bir anda fırtına bulutları gibi çökmüştü. Siniri alev alev tutuşan saf öfkeye dönüştü. Tehditkâr bir şekilde güneş gözlüklerini yavaş yavaş çıkarttı ki ve en iyi arkadaşı gözlerindeki nefreti iyice görebilsin diye ona yanaştı. Troy'un yüzündeki gülümseme yavaş yavaş solmaya başladığında amacına kısmen ulaşmıştı. "Yüzüme bak ve bunu yeniden söyle!" dedi Nick. Sesi, kızgın güneşi bile dondurabilirdi. Troy yavaşça yutkundu ve boştaki elini kendini savunur gibi havaya kaldırdı. "Boş ver. Unut gitsin dostum. Sadece şakaydı." Nick, arkadaşının bu şekilde sinmesinden hoşnuttu, fakat adamın sebep olduğu sıkıntının içinde giderek büyümesine bir türlü engel olamıyordu. Yüzünde allak bullak olan ifadenin bir kısmını gizlemek için güneş gözlüğünü kullandı ve sessizlik içinde park alanında onları bekleyen beyaz limuzine yöneldi. Uzun boylu siyahi şoför, klasik siyah takım elbise giymiş, kapıyı açmak için onları hazır bekliyordu. Nick hiç tereddütsüz valizini bagaja yerleştirmesi için şoförün yanına bıraktıktan sonra arka koltuklardan birine yerleşti. ... Aynı anda Madison arkalarından iki adama yetişmek için acele ediyordu. Valizi bir türlü gelmemişti ve gelecek gibi de görünmüyordu. O sırada telefonu çalınca kol çantasıyla küçük bir savaş vermek zorunda kaldı. "Selam bebeğim!" "Gena! Selam." "En pahalı koltuklarda uçuş nasıldı?" "Fena sayılmaz. Yeni indik sayılır, döner bantta valizimi bekliyorum." "Yanında iki tane yakışıklı adamla Las Vegas'a uçuyorsun ve valizini kendin mi taşıyorsun?" "Troy ve Nick ortalarda görünmüyor. Onlar benden daha şanslı olmalı." "Bu kabalıklarına bir mazeret olamaz." "Nickholas için kabul edilebilir bir gerçek ama Troy için aynı şeyi düşünmek istemiyorum. Sanırım yeniden Nick'in etkisi altına girdi." "Yeniden Nick'in etkisi altına girdi de ne demek? Öncesinde nasıldı ki?" "Uçakta bana gayet iyi davranmıştı. Ondan beklemediğim kadar sıcak ve hoş sohbetti. Eski yeni birçok şeyden konuştuk. Beni güldürdü. Birlikte epey iyi vakit geçirdik diyebilirim. Cidden Gena, onunla iyi anlaşacağımızı hiç düşünmemiştim." "Sen ve Troy mu?" Gena birden çığlık atınca arkadan Drake'in, "Gena iyi misin?" diyen panik dolu sesi duyuldu. "Ben iyiyim, asıl sen Madison'ın aşk hayatındaki gelişmeler için endişelen." diyerek Drake'i yatıştırdı Gena. "Ben Nickholas'ın ilgisini çekmeye çalıştığımızı düşünüyordum tatlım, şimdi bir de Troy mu çıktı başımıza." "Nickholas'ın ilgisini çekmeye çalışmak mı, ne saçmalıyorsun sen tanrı aşkına. Troy ile arkadaş olduk hepsi bu. Nickholas ile de farklı bir sonuç planlamamıştım ama görünen o ki, adamın bu konuda hiç bir yeteneği yok. Anlayışsız, kaba ve tıpkı küçük bir çocuk gibi mızmızlanmaktan başka bir şey yapmıyor." "O-ooo! Bu ifadeye göre adamımız hâlâ seninle konuşmuyor demek?" "Konuşmak mı?" dedi Madison öfkeyle. "O günden beri yüzüme bile bakmadı." O esnada gelen valizini platformdan tek elle çıkartmak zorunda kaldığı için öfkesi daha da artmıştı. Telefonu boynuna sıkıştırıp iki elini de kullanmaya çalıştı. "Bu valizi bu kadar ağır hazırlamadığıma oldukça eminim ben. İçine benden habersiz bir şeyler koymuş olabilir misin acaba?" Sessizlik. "Olabilir. Her neyse, konumuz şimdi bu değil. Nickholas seni hâlâ affetmedi ve hepsinin suçlusu benim. Randevunuzu mahvettim. Diğer yanda sen adamın en yakın arkadaşıyla samimiyeti ilerlettiğine göre, hmmm." diye bir ses çıkarttı sonunda. Bu Gena'nın şeytani planlar yapmasından hemen önce çıkardığı 'hmmm' sesiydi. "Kimsenin suçu filan yok. Kendini bu konuda sakın kötü hissetmeye çalışma. Ayrıca randevu filan değildi, yalnızca basit bir öğle yemeğiydi." "Hayır, merak etme. O ufacık bir suçluluk hissiydi sadece ve inan bana çabucak geçti. Aslına bakarsan bu iyi olmuş. Yani Troy ile yakınlaşmanız diyorum. Onun üzerinden yürüyerek adamı çıldırtman ve dizlerinin üzerine çökmesini sağlaman çok daha kolay olabilir. Sonuçta Bay Mükemmel ‘in Vegas'ta seni bulma ihtimali ne kadar ki? Ama hiç belli olmaz tabi. Bakarsın beklemediğimiz bir anda ortaya çıkıverir. O zamana kadar Troy işimize yarayabilir." "Lütfen kes artık! Şu oyunlarına bir son ver Gena. Bunun hiç bir faydası yok anlamıyor musun? Nick ile uğraşmaya değmez. Adam, adam kalın kafalının teki." "Ve bende bir marangozun kızıyım tatlım. Odun yontmak baba mesleğim. Hem kim demiş değmez diye, oyun daha yeni başlıyor bebeğim! Alacağın intikamı ne çabuk unuttun! Peki ya kadınlık gururun, o ne olacak? Ona vereceğin dersi ertelediğin her gün üzerine gelmeye devam edecektir, bunu sakın unutma." "Tamam, tamam. Anlaşıldı. Nick'den bu kadar söz ettiğimiz yeter artık, sen nasılsın? Hâlâ ağrın var mı?" "En ufak bir berem bile kalmadığı halde sevgili Drake tarafından kraliçeler gibi titizlikle bakılıyorum canım, sen bizi düşünme. Şu anda salondaki koltukta uzanmış, elimin erişebileceği mesafede envai çeşit yiyecek ve içeceklerle kutsanmış durumdayım. Drake arkamda sihirli parmaklarıyla omuzlarıma masaj yapıyor ve ekranda en sevdiğim Frends dizisinin yeni bölümleri oynuyor. Bundan iyi daha nasıl olabilirim söylesene! " "İyi olmanıza sevindim. Hey, bekle bir saniye hatta başka biri var." Telefonun ekranına bakınca arayanın B.B olduğunu görüp içinden bir küfür salladı Madison. "Büyük Patron arıyor, seni daha sonra ararım Gena." "Iyyy, bu kadından hiç kurtuluşun yok mu senin tanrı aşkına? Adeta lanet bir karabasan gibi sürekli tepemizde." "Sana katılıyorum. Haklısın ve sonra görüşürüz." "Otele vardığında, kaldığın muhteşem süitten ve mümkünse köpüklü küvetten canlı bağlantı istiyorum senden unutma." "Unutmam." Madison hattı kapatmadan önce kıkırdadı. "Bir şeyler ayarlamaya çalışırım." Gena keyifle inlerken Madison diğer hatta geçti. "Bayan Brooklyn?" "Madison! Her seferinde açman neden biraz daha uzun sürüyor. Uçağınız yirmi dakika önce inmiş olmalıydı. Dedikodu yapmak için, hiç vakit kaybetmiyorsun değil mi?" Vay canına, diye düşündü Madison. Görünüşe göre uçaklar iniş için kuleden önce B.B'den izin almak zorunda kalıyorlardı. Kadının her şeyden böyle dakikası dakikasına haberi olmasına neden şaşırıyordu ki sanki. "Size dedikodu yapmadığımı söyleyemem efendim, tam olarak bunu yapıyordum çünkü." Telefonun ucunda kısa bir sessizlik yaşanınca Madison kadının bir anlığına afalladığını düşündü. Ve bu görüntü kafasında canlanınca içi tatminle doldu. "Başka birisi olsa bu dürüstlüğün yüzünden seni ödüllendirebilirdi Madison ama benim öyle bir niyetim yok. Geçerli bir açıklaman olmamasına şaşırmadım zaten." "Ama geçerli bir açıklamam var. Valizler efendim, onlar uçaktan çok daha geç geliyorlar." "Her neyse." dedi kadın boğazını temizleyerek. "Şimdi çene çalmanın sırası değil." Sesindeki sert tonlamadan kadını bu sefer de alt ettiğini fark ettiği için dudağının bir ucu keyifle yukarı kıvrıldı. İki de iki diye düşündü Madison. Bugün tam formundaydı. "Harold sizi alması için bir limuzin gönderdiğini söyledi. Nickholas'la uçak inmek üzereyken haberleştik. Bu zarif davranışına karşılık olarak hemen başka bir şıklık düşünmeliyiz Maddie. Masrafları sakın düşünme ve yapabileceğinin en iyisine odaklan." "Rengârenk balonlara balkonlarının altında serenat yapmamıza ne dersiniz?" "Yüce Tanrım. Ne saçmalıyorsun sen?" "Bağışlayın, gerçekten saçmalıyorum." diyerek gözlerini devirdi Maddie. Çıkışa neredeyse ulaşmak üzereydi. "Nick nerede?" "Bilmiyorum. Sanırım şu anda bahsettiğiniz şu limuzinde olmalı." Neden onu kendin telefonundan aramak yerine bana sorup duruyorsun. "Sen neden onunla birlikte değilsin?" Çünkü oğlunuz kadınlara nasıl davranacağını bilmeyen bir geri zekâlı, diye geçirdi içinden Madison. Onun yerine, "Çıkışta birbirimizi kaybettik efendim, ama merak etmeyin birazdan oğlunuzun tasmasını, yani onu bulurum." diye düzeltti hemen. "Pekâlâ, otele giriş yaptıktan sonra şu şıklık konusuyla ilgilen hemen. Şimdi bir toplantıya girmem gerekiyor. Bana ulaşamazsanız Laurell'e not bırakırsınız." Madison çıkışı bulmaya odaklanıp cevap vermeyi unutunca, telefonda uzun bir sessizlik yaşandı. Madison sonunda, "Evet, elbette efendim." dediğinde ise telefon çat diye suratına kapandı. Elinde kapanan telefona hayretle bakarken yeni düzelen sinirlerinin bozulmayacağına dair kendi kendine yemin ediyordu. Bu kadına dünyanın kaç bucak olduğunu bir gün önünde sonunda gösterecekti. O lafları ona tek tek yedireceği günü iple çekiyordu Madison. Bunu kesinlikle yapacaktı. Ve o güne kadar kadının suratının alacağa şeklin hayaliyle avunacaktı. Dudaklarında pis bir sırıtış belirdiğinde beyaz limuzini nihayet bulmuştu. Otoparkta fark edilmemesi bile imkânsızdı. Tanrım, gerçekten çok lüks ve göz alıcıydı. Kaportası fabrikadan yeni çıkmış gibi gıcır gıcır parlıyordu. Jantları adeta gümüş kaplamaydı. Karartılmış, parlak siyah camlarında isteyen her kadın makyajını rahatlıkla tazeleyebilirdi. Madison arabaya yanaşarak, ayna parlaklığında camlarda dağılan görüntüsünü bir parça düzeltmeye çalıştı. Uçaktan indiğinden beri nasıl bu kadar berbat hale gelebilmişti? Dudaklarının kenarında birikmiş ruj kalıntısını işaret ve başparmağıyla temizlemeye çalıştığı sırada cam birden aşağıya kayınca, Nickholas'ın yakışıklı ve sert yüz hatlarıyla burun buruna kalmıştı. Adamın delici bakışları bir süreliğine dudaklarına takılı kaldıktan sonra gözlerine yükseldi. "Güzelleşme seansın bittiyse, artık gidebilir miyiz Madison? Geç kalıyoruz." Madison boşta bulunduğu için başta irkilmişti. Ama hemen sonra kendini toparladı ve hissettiği boşluğun yerini öfke aldı. "Geciktiğimin farkında değildim. Siz burada rahat koltuklarınızda otururken ben valizimin seyahatini tamamlamasını bekliyordum." Nick ondan bir an bile gözlerini ayırmazken, omzunun üzerinden uzanan Troy, "Bizi affet Maddie!" diye neşeyle seslendi. "Gelebildiğine sevindik." "Bende Troy! Şansa bak, limuzini benden önce bulmuşsunuz. Keşke benim de bundan haberim olsaydı." derken suçlayıcı bakışlarını yeniden Nick'e çevirdi. "Sanırım bahsetmeyi unuttun?" Bu bir soruydu. Nick dudaklarını bükerek, güneş gözlüğünü takarken hiç bir anlama gelmeyen şekilde omuzlarını silkmişti. Madison doğruldu. "Dur da valizini bagaja koymana yardım evdeyim." Troy tam kapıyı açmak üzereyken Nickholas kolundan tutup genç adamı durdurdu. Ön koltukta hareketlenen şoförü de öyle. "Madison halleder. Öyle değil mi Maddie?" Bunun ne anlama geldiği ortadaydı. Nick ona tüm dişlerini göstererek pis pis sırıtıyordu. Genç kadın savaş baltalarının saklandığı yerden çıkma vaktinin geldiğini anlamıştı. Gena haklıydı. Alacağı kahve intikamı bir kenara bu adama verilmesi gereken büyük bir ders vardı. Aksi halde Nick, şımarık bir çocuk gibi aklına her eseni yapmaya devam edecekti. Bunu nasıl olup da aklından çıkarabilmişti. Hiç bir şey olmamış gibi gülümseyerek, "Elbette," dedi. "ben hallederim." Valizini uzun süren uğraşlardan sonra (bilerek) bagaja yerleştirip, arabaya bindi. Tam karşılarındaki koltuğa oturduğunda Nick sıkılmış gibi oflayıp duruyordu. Troy ise ona sevimli bir halde gülümsüyordu. İçinden bir ses adamın bilerek Nickholas'ın oyunlarına alet olduğunu söylüyordu. Bir başka ses ise her şeyden habersiz olduğunu. Fakat Madison hangisine inanmasını gerektiğini bilmiyordu. Limuzin asfalt yolda kayarcasına ilerlemeye devam ederek, yaklâşık on beş dakika sonra ultra lüks bir otelin önündeki kaldırımda durmuştu. Şoför inerek büyük bir özenle kapılarını açtı. Otelin mimarisi karşısında Madison'ın resmen dili tutulmuştu. Oasis (vaha) Otel genel yapısı itibariyle şehirdeki emsallerine taş çıkartacak kadar gösterişliydi. Ön kapıda üç büyük yapay süs havuz gerçek palmiye ağaçlarıyla çevrelenmişti. Altın sarısı toprak yol, üzerinden geçenlere çöl kumlarını anımsatıyordu. Hiç bir masraftan kaçınılmamış, otel inşa edilirken resmen su gibi para akıtılmıştı. Bunu bir bakışta anlamak mümkündü. Bazı detaylar antik kent kalıntılarını andırıyordu. Örneğin dev piramitler. Ve elbette çölün olmazsa olmazı develer, nadir bulunan kaktüsler. Madison binanın dışından öyle çok etkilenmişti ki, içeri girdiğinde yaşadığı şaşkınlık yüzünden bir anlığına nefesinin kesildiğini hissetti. İçeride, dışarıdan bakıldığında hiç umulmayacak bir lüks ve şaşaa sizi bir anda içine alıyordu. Atmosfer özellikle sessiz ve hoş kokularla korunuyordu ki, içeriye girdiğiniz anda burada huzur bulacağınızı hissedebilesiniz. Tüm duvarlar, tavan ve zemin, damarlı siyah parlak mermer üzerine altın sarısıyla dekore edilmişti. Üç adam boyunda ahşap bir avize girişi süslüyordu. Duvar oyuklarında canlı meşalelere benzer aplikler vardı. Görünmeyen kolonlardan akustik müzik sesi ortamı dolduruyordu. Her köşeye altın tozu serpilmiş gibiydi. Otelin büyülü bir havası vardı sanki. Ve bir anda hepsini içine çekmişti. İçlerinde en az etkilenen kişi Nickholas'mış gibi görünüyordu. Zira Troy bile etrafı incelerken açık kalan ağzını kapatmakta güçlük çekiyordu. Resepsiyondaki iki güzel kadın onları saygı ve güler yüzle karşıladı. Bay Harold ve Bayan Fanny'nin özel konukları olduklarını öğrendiklerinde ise gösterdikleri ilgi daha üst ve samimi bir havaya bürünmüştü. Üç bel boy ve onlardan daha kıdemli olduğu belli olan bir kat sorumlusu valizlerini alarak, yirmi kişilik dev asansörle onlara en üst kattaki süitlerine kadar eşlik etti. Kendi katlarına geldiklerinde soylular gibi siyah zemin üzerindeki altın rengi halıdan geçirilerek odalarına götürüldüler. Troy ve Nickholas, Madison'ın karşısındaki bitişik odalarda kalacaktı. Madison daha kapıdan girmeden kendi odasının onlarınki kadar lüks olmadığını anlamıştı. Otel broşürlerinde güney kanadındaki odaların bahçeli ve özel havuzları olduğunu görmüştü ancak bunu kafasına takmadı. Odalarına girmeden hemen önce kat görevlisi Nickholas'a, saat tam altıda Bayan Fanny'nin akşam yemeği için onları restoran katında bekleyeceğini bildirdi. Üzgün olduğunun iletilmesini isteyen kadın, söylediğine göre önemli bir toplantısı olduğu için onları karşılamaya gelememişti. Aman ne büyük kayıp. Madison tek kişilik saray yavrusu odasına girdiğinde, önce gözlerinin bayram etmesine izin verdi. Oturma odası neredeyse üç kişi yaşadıkları evin tamamından büyüktü. Yumuşak tonlarda döşenmiş oda, televizyon, oyun konsolları, masaj koltuğu, mini bar ve daha pek çok ihtiyaca yönelik eşyalarla doluydu. Büyük giriş alanındaki çift kanatlı kapılardan geçerek bir kaç basamakla dev gibi yatak odasına girdi. Odasında giyinme odası dışında iki kapı daha vardı. Bunlardan biri dört kişilik küveti olan dev bir banyo... Diğeri ise... Off.. Tanrı aşkına kendine ait bir saunası mı vardı? Etrafını saran lüksten başı dönmüş vaziyette kuş tüyü yumuşacık yatağa kendini sırt üstü bırakmadan evvel, daha şimdiden bu kadar zenginlik ve saltanatın içinde yaşayan birilerine ne türde bir şıklık yapabileceğini düşünüyordu. Aklına gelen bir kaç fikre bakmak için hemen başucundaki komodinden otelin hizmetlerinden biri olan tabletten yararlanmaya başladı. Bu insanları şaşırtabileceği bir kaç şey muhakkak olmalıydı. Kısa süreli gezintisine ara vererek saatine baktı. Araştırma biraz bekleyebilirdi. Öncelikle duş alıp yolculuktan arta kalanları üzerinden atma vaktiydi. .... Saat tam on yedi kırk beşte karşılıklı iki kapı aynı anda açıldı. "Madison!" "Nickholas!" "Neden odanda değilsin?" "Acıktığım ve akşam yemeği vaktinin geldiğini düşündüğüm için olabiliri mi?" "Şey, Troy odasındaki konforun keyfini çıkarmak için yemeği odasında yiyeceğini söyledi. İstersen sen de aynısını yapabilirsin." Madison, kalçalarına oturan beyaz keten bir pantolon, beyaz Nike'lar, üzerine gözlerinin mavisini daha da ortaya çıkaran turkuaz renkli bir gömlek giyen adamı baştan aşağıya süzdü. Koluna en pahalı saatlerinden birini takmış, karamel rengi saçlarını özenle taramıştı. Tıraş losyonunun hoş kokusu tüm koridoru kaplamıştı. Şüpheyle kaşlarını kaldırdı. "Saat tam altıda akşam yemeği programımız yok muydu?" Nick ona aldırmayarak kapısını çekti. "Fanny ile ben ilgilenebilirim." "Sahi mi? Daisy ile ilgilendiğin gibi mi?" dedi birden Maddie. Nick kıvılcımlar saçan gözleriyle arkasını hışımla döndüğünde Madison'ı kollarını kavuşturmuş halde ona bakarken buldu. Genç adam ona doğru yaklaşırken, adeta bir yırtıcının atikliğine sahipti. "Gerçekten burada dakikası dakikasına her hareketimi rapor edebileceğini mi sanıyorsun?" "İş tanımımda tam da bu yazıyor. Ayrıca annenin ne dediğini duydun." "Annemin canı cehenneme Madison. Azrail gibi sürekli nefesini ensemde hissetmek istemiyorum, anlaşıldı mı?" "Neden anneni arayıp bunu ona da söylemiyorsun?" Genç adam bir küfür savurduktan sonra, anahtar kartı cebine atıp ikiz asansörlere yöneldi. Hiç istemediği halde Madison da hemen peşindeydi. Asansör kapıları kapanırken ikisi de gözlerini kapıya dikmişti. Aşağı inerken aralarında kısa süren bir sessizlik yaşandı. "Bu işten gerçekten sıkılmaya başladım artık." diye mırıldandı Nick. "Al benden de o kadar." "O zaman neden istifa edip ikimizi birden bu eziyetten kurtarmıyorsun?" "Çünkü bu işe gerçekten ihtiyacım var. En azından kısa bir süreliğine daha." "Troy bahsetti. Üniversitede okuyan bir kız kardeşin varmış." "Arkadaşının ağzı baya sıkıymış." "Ona kızma. Ben zorladığım için anlattı. Bana neden hiç söylemedin?" Nick şimdi ona dönmüştü. Tek omzu duvara yaslıydı ve elleri ceplerindeydi. Madison göz ucuyla genç adamı izledi. Konuşanın gerçekten Nickholas olup olmadığını merak ediyordu. Adamın sesinde bir anda beliren şefkatli tonun bir tuzak olabileceğini düşündü. "Sorduğunu hatırlamıyorum." "Haklısın." Nick başını eğdi. "Senin hakkında hiç bir şey bilmiyorum değil mi?" Adamın ses tonunda ne vardı? Acı mı? Madison kulaklarının ona bir oyun oynadığını sandı. Nickholas Andersson rol yapmadığı zamanlarda asla acıklı konuşmalar yapmazdı. "Şimdi de çok geç Nickholas. Neden yalnızca iyi geçinmeye çalışıp işimize bakmıyoruz." Nick başını yeniden kaldırdığında bebek mavisi göz bebekleri bir anda yumuşaklığını yitirmişti. Yeniden o soğuk, cam parçaları halini almıştı şimdi. "Doğru. Artık çok geç." diyen Nick bir anda asansörü durdurma düğmesine bastı. "O yüzden üzgünüm ama..." dedi kapılar bilmediği bir katta açılırken. "Sen kendine yemek yiyecek başka bir arkadaş buluyorsun." Nick asansörden indiğinde Madison öyle şaşkındı ki, kapılar adamın ardından kapandığında yalnızca gittikçe kaybolan genç adamın yüzüne bakmakla yetindi. Sonra da yumruğunu sertçe kapılara geçirdi. "Bunu ödeyeceksin Nick! Beni duyuyor musun? Sana yemin ediyorum ödeyeceksin." Hırsını alamadığı için derin soluklar alıp vermeye başladı. Sonra da kollarını kavuşturarak öfkeyle arkasındaki duvara yaslandı. Nickholas'ı bu yaptığına pişman edecekti. Bir plan yapmalıydı...
|
0% |