@sagetaylors
|
"Bir ekstra boy Americano lütfen. Krema ve şeker istemiyorum." "İsim neydi?" "Sersem." "Pardon?" "Af edersiniz, şey. Madison." "Hemen geliyor." "Birileri dün gece yine iyi uyuyamamış anlaşılan." Hemen arkasında vicdanının sesi gibi dikilen arkadaşı pek de haksız sayılmazdı. Madison son zamanlarda sabahları ayılmakta güçlük çekerken onun bu enerjik hallerini kıskanır olmuştu. Gena yine sabahın köründe ultra mini şortu ve fosforlu bluzunun içinde adeta ışık saçıyordu. Kendisi ise... berbat haldeydi. "Bildiğin gibi. Kâbuslar görüp duruyorum. Sonra uyanıyorum ve bir bakıyorum aynı kâbusu yaşamaya devam ediyorum." "Dur tahmin edeyim. Bu seferkinde sen renkli gelinliğinin içinde mihraba doğru ürkek adımlarla yürürken Bayan Becerici karanlık bir iblis gibi tepene binip, oğlunu ondan çaldığın için seni kendi duvağınla boğmaya kalkışıyordu." "Hayır, ama yaklaştın." Madison elini ağrıyan başına götürüp inlerken Gena hızla devam etti. "O halde, Elvis Presley nikâh memuru iken birdenbire bembeyaz sislerin arasından B.B. çıkıyor ve sana mutluluklar dilemek yerine cehenneme kadar yolun olduğunu, hatta orada bile peşini asla bırakmayacağını söyleyerek, tam göğsünün ortasına çatallı bir mızrak saplıyor." "Yüce Tanrı'm. Son zamanlarda televizyonda neler izliyorsun sen?" "Lucifer. Ve sen sormadan hemen söyleyeyim Tom Ellis ile mihraba yürümek için hiç düşünmeden seve seve ruhumu şeytana satabilirim." "Adam dizide zaten şeytan rolünde değil miydi?" "Evet doğru. O halde ruhumla birlikte bedenimi de ele geçirip, dilediğini yapmakta özgür." Gena'nın kirpiklerini kırpıştırarak abartılı iç geçirişine elinde olmadan gülümsedi Madison. "Sen delisin." "Kahveniz hazır efendim." "Teşekkürler." "Ama seni güldürmeyi başardım, öyle değil mi?" Madison tezgâhtan para üstünü alırken, yeniden gülümsediği belli olmasın diye kahvesinden dolu dolu bir yudum alarak çıkışa doğru yürümeye başladı. "Hey bekle!" Gena da kendi siparişini aldıktan sonra koşarak arkasından yetişti. "Kızmana gerek yok tatlım, sadece şaka yapıyordum." "Sana kızgın olduğumu kim söyledi." Asıl kızgın olduğu kişi kendisiydi. Nickholas ile geçen hafta sonu Las Vegas’ta evlenmişlerdi. Evet. Onunla ev-len-miş-ti. Eğer o kâğıdı kendi gözleriyle görmeseydi buna asla inanamazdı. Ama ne yazık ki zorlansa da gerçek buydu. Üstelik daha kötüsü de vardı. Bu deliliğe nasıl kalkıştıklarını hatırlamıyordu. Nedeni; Eduardo ile içtiği tek bir kadeh içki olamazdı değil mi? Bildiği kadarıyla o gece uyuşturucu filan da kullanmamıştı. Adam ona büyü mü yapmıştı, yoksa kafasına silah mı dayamıştı? Aksi takdirde Madison'ı onunla evlenmeye nasıl ikna etmiş olabilirdi? Madison Nickholas Andersson ile evlenmek bir yana bir randevuya çıkmayı bile aklının ucundan geçirmemişti. Tamam, Nickholas yakışıklı bir adamdı. Her kadının rüyalarını süsleyebilecek bir hayata ve kariyere sahipti. Hatta hiç tecrübe etmediği halde yatakta da muhteşem olabilirdi. Belki. Fakat buraya kadardı. Madison'ın biriyle evlenebilmesi için bunlardan çok daha farklı özelliklere sahip olması gerekiyordu. Evleneceği adama öncelikle âşık olmalıydı. Adamın da ona. Ve bir de sadık. Evet, Nickholas'a karşı içinde bir şeylerin değiştiğini inkâr etmiyordu ama bunun aşk olduğunu hiç zannetmiyordu. Sadık olması için de önce âşık olmak gerekiyordu. Off, durumu çok karışıktı. Hislerini ayrıştırmaya geçmeden evvel o gece neler olduğunu öğrenmeliydi. Bunun için de Nicholas'a ihtiyacı vardı. Fakat adam ondan uzak durmak için adeta hiçbir bahaneyi kullanmaktan çekinmiyordu. Ellerinde karton bardaklarla ajansın karşısındaki kaldırımda yeşil ışığın yanmasını beklerken, Madison Gena'nın ona attığı tuhaf bakışları göz ardı etmeye çalışıyordu fakat sonunda dayanamadı. "Karşımda kıvranıp durma da ne düşünüyorsan söyle hadi." "Neredeyse bir hafta oldu Maddie ve sen hâlâ kendine gelemedin. Artık toparlanman gerektiğini düşünüyordum." "Bunu bende çok istiyorum. Elimde değil. Olanları düşünüp duruyorum ve kafamın içindeki milyonlarca soruya yanıt arıyorum ama hiçbir yanıt yok. Sanki birileri o geceyi kafamdan silmiş." "Belki gerçekten öyledir." "Nasıl?" "Bence cevapları yanlış şekilde arıyorsun. Belki de beynin gerçekten şoka girmiş ve hafızanı silmiştir. Olamaz mı?" "İyi de bunu neden yapsın ki?" "Bir filmde izlemiştim. Kadının biri yaşadığı kötü bir kazayı hatırlayamayınca, doktor ona alt benliğinin bir şok yüzünden kendini koruma altına aldığıyla ilgili bir şeyler söylemişti. Belki de adama içten içe büyük bir aşk besliyordun ve bir kaç duble içtikten sonra kendini kaybedip ona evlenme teklif ettin. Kabul edince de şoka girdin." "Onu nasıl ikna ettim peki? Hem bir dakika, bir dakika. Neden ben ona büyük bir aşk besleyip evlenme teklif etmiş oluyorum. Herkesin önünde beni öpen kendisiydi. Bunu da o planlamış olamaz mı?" "Olabilir tabi. O zaman o sana olan büyük ve derin hislerini açtı ki ben bu konuda seni önceden uyarmıştım hatırlıyorsan. Ve sana evlenme teklif etti, sende kabul ettin ve şoka girdin." Madison gözlerini devirmemek için kahvesinden bir yudum daha içti. "Bu hayatımda duyduğum en saçma teori. İnanılmaz." "Bence de. Yani şu haline bir baksana. Bir kaç günlüğüne seni Vegas'a bir iş seyahatine gönderiyorum ve döndüğünde Puf! Medeni halin değişmiş oluyor. Üstelik seks yapmadığı yakışıklı ve sağlıklı bir adamla evlenerek tarihe geçen ilk kadın olabilirsin." Madison tam ters bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki yeşil ışık yanınca karşıya geçmek zorunda kaldı. Sonunda, "Bazı insanlar seks yapmadan da evlenebiliyorlar Gena." diye tersledi onu. "Evet biliyorum. Başka ülkelerde olabilir. Ama Amerika'da pek değil. Hadi ama bu dünyanın sonu değil ya. Ne olmuş yani, yakışıklı ve zengin, üstelik film yıldızı, seksi ve ultra çapkın Nickholas Andersson ile gizlice evlenmişsen." "Şişşt! Sessiz olsana biraz!" Madison onları duyan birileri var mı diye aceleyle etrafına baktı. "Bak işte, sana daha önce de söylemiştim. Korkuyorsun." "Hayır korkmuyorum." "Evet korkuyorsun." "Kahretsin. Evet, korkuyorum tamam mı? Senin gibi keyfini çıkaramadığım için üzgünüm ama istediğimin tam aksi bir adamla evlendim ve bunun nedenini bile bilmezken dünyaya ilan etmek istemiyorum. Ayrıca kayınvalidem olacak kadın benim patronum ve bu olanları duyduğunda sonuçları ne olacak düşünmek bile istemiyorum. O kadınla başından beri yıldızımız hiç barışmamıştı zaten." Gena umursamazca omuz silkti. "Bu konuda yalnız değilsin. O kadından ben de hiç hoşlanmıyorum. Yine de bir teori daha duymak istersen eğer, bence sende ünlü fobisi var. Yanında ek olarak bir de yakışıklı erkek korkusu." "Olabilir. Çünkü babam da çok yakışıklı ve ünlü bir adamdı ve bak sonunda anneme ne yaptı." Gena'nın mimikleri bir anda neşeliden acıklı bir hale büründü. "Annenin bunu hak ettiğini söylemek istemiyorum Madison ama sence ayrılmalarında hiç suçu yok muydu?" "Belki." Madison hızla bakışlarını kaçırdı. Gena ailevi konularda konuşmaktan çekinmediği bir kaç kişiden biriydi. Yine de bu, babasından bahsederken rahatsız olmadığı anlamına gelmezdi. "Belki mi? Bir bakalım. Alkol sorunu var. Sorumsuzmuş ki bildiğim kadarıyla hâlâ öyle. Geçimsizin tekiymiş, üstelik berbat bir aşçıymış, bunu bizzat kendim test ettim. Baban daha iyisini hak ettiğini düşünmüş olmalı. Ve tabi sizin de öyle." "O halde neden bizi onunla yalnız bıraktı?" Gena arkadaşının kırılgan tonda sorduğu bu soruya verecek bir yanıt bulamayınca Madison iç geçirdi. "Tamam. Haklısın. Biliyorum. Ben, sadece..." çantasının kayan kulpunu tekrar omzuna yerleştirirken ellerinin titremesini gizlemeye çalışıyordu. "babam bizi terk etmiş olabilir ama erkeklere karşı güven problemlerim olduğunu kabul etmiyorum." "O zaman senin sadece Nick Andersson'a karşı güven problemlerin var." dedi Gena binanın önüne geldiklerinde cam kapıyı Madison'ın girebilmesi için açık tutarken. "Onun ismini ortalık yerde telaffuz etmekten vazgeç artık. Her an bir yerlerden bir gazeteci karşıma çıkacak diye ödüm kopuyor." Madison'ın rahatsızlıkla yeniden etrafına bakınması Gena'yı gülümsetti. "Hem Nick ile babamı kıyaslamak haksızlık olur. Nicholas'ın nasıl çapkın bir adam olduğunu sen de biliyorsun. Buna rağmen bana onun doğru adam olduğunu söyleyebilir misin?" "Belki artık değişmiştir. Belki değişmek için karşısına iyi bir fırsat çıkmasını bekliyordur ve o fırsat da sensindir." "O dediğin yalnızca kitaplarda ve filmlerde oluyor Gena. Öyle bile olsa sanırım yüzümü bile görmek istemiyor artık." "Vegas'tan döndüğünüzden beri hâlâ yüz yüze konuşmayı başaramadınız mı?" "Deniyorum. İnan bana deniyorum." Madison Nickholas'ın ona görünmezmiş gibi davrandığı anların düşüncesiyle öfkelenince koridorda seri adımlarla yürümeye başladı. "Ve?" "Ve adam iş dışındaki konuşmalardan özellikle kaçınıyor gibi görünüyor." Asansörün çağrı düğmesine sertçe bastı ve ayağını yere vurarak beklemeye başladı. Nick'in onunla konuşmaktan kaçtığını düşünüyordu. Adamın öfkelenmesine de flörtleşmesine de alışkındı. Bazen şımarık bir çocuk gibi davrandığını düşündüğü zamanlar olurdu. Fakat kayıtsızlığı karşısında ne yapması gerektiğini bilemiyordu. Hiç bir suçu olmadığı halde bir şeyleri berbat ettiği hissinden ne zaman kurtulacaktı? "Zavallıcık. Sen yaşananların bir hata olduğunu söyleyince duyguları incinmiş olmalı." "Duyguları mı incindi?" Madison hayretle kaşlarını kaldırdı. "Benim duygularım ne olacak peki? Ya hayatımı mahveden bu gelişme? Çantamdaki kâğıt bomba niteliğinde Gena. Ve hemen bir şeyler yapmazsam elimde patlamasından korkuyorum." "Planın ne peki? Gizlice ayrılacak mısınız?" "Yapılacak en doğru şey bu gibi görünüyor." Madison'ın midesinde bir şey düğümlenir gibi oldu. "Ne yazık ki bir karar verebilmek için önce eşlerin birbirleriyle iletişim kurması gerekli." Gena'nın "eş" kelimesini duyunca pis bir sırıtışla ona göz süzdüğünü fark edince, "Sakın!" diyerek onu sert bir dille uyardı Madison. "aklından geçirdiğin o cümleyi sakın kurayım deme Gena!" "Peki tamam. Sustum." Gena ağzına görünmez bir fermuar çekti. "Neden görüşemediğinizi anlatıyordun." "Yeni başlayan filmin deneme çekimleri yüzünden geç saatlere kadar sette kaldığından onu bu aralar pek sık göremiyorum. Evde olduğu zamanlarda ise etrafımızda sürekli başkaları oluyor. Troy, Mano. Off bilmiyorum Gena. Konuşmak için baş başa kaldığımız o kısacık anlarda resmen gözünün içine bakıyorum ama o benimle arasına görünmez bir duvar örmüş gibi, inatla çabalarımı yok sayıyor." Asansör kapıları açılınca yarısı dolu kabine girip ajansın katını tuşladı. "Üzgünüm ama malum kişiye- adını söylememi istemediğin için ondan bundan sonra toplum içinde bu şekilde bahsetmek zorundayım- hak vermediğimi söyleyemem. Düğün sabahı terk ettiğin yetmezmiş gibi adamın başına eski sevgilisini bela ettin." Bu da diğer bir sorundu. Dünya da başka kadın kalmamış gibi Madison gidip o aptal dergilerden birinden Nick'in eski sevgilisini bulmuş ve annesine öpüştüğü kadının o olduğunu söylemişti. Barbara Collen. Bundan daha büyük bir talihsizlik olabilir miydi? Oysa kadından bahsettiği anda Bianca'nın telefondaki coşkulu sesinden şüphelenmeliydi ancak artık çok geçti. Durumun bu kadar vahim olabileceğini asla tahmin edemezdi. Nick kadının ismini duyduğu andan beri inanılmaz öfkeliydi. Barbara ile Nick bundan yıllar önce, ilk meşhur oldukları dönemde tanışıp çıkmaya başlamışlardı. Barbara o zamanlar yeni yetme bir mankendi. Nick ise, annesinin ışığında parlamak üzere olan bir aktör adayı. Bir Sit-Com’da ve iki aşk filminde beraber oynadıktan sonra yakınlaşmışlardı. İnternet sitelerinde yazan haberlere bakılırsa ikili hızlı ve ateşli bir aşk yaşamış, sonra da taraflardan birinin ihaneti yüzünden ayrılmışlardı. Kimileri aldatan tarafın Barbara olduğunu iddia ederken, birçoğu bu konuda Nickholas'ı suçlu buluyordu. "Barbara'nın onun eski sevgilisi olduğunu nereden bilebilirdim!" Madison'ın sesi hiddetle yükselince dört kadın ve iki adamdan oluşan gruptan kınayan bakışlar kazandı. Hemen özür dilercesine gülümseyerek ses tonunu yeniden ayarlamak için Gena'ya yaklaştı. "Onun eski sevgilisi olduğunu ben nereden bilebilirdim, Tanrı aşkına?" "Biraz magazin okuyarak pekâlâ bakıcılığını yaptığın adamla ve geçmişiyle ilgili bir şeyler öğrenme fırsatı bulabilirdin. Bir zamanların en popüler aşkıydı onlarınkisi. Nasıl bilmezsin?" "İşi almadan önce adamla ilgilenmiyordum bile. Onu evinde gördüğüm sabaha kadar tanımıyordum. Ayrıca biliyorsun ki, ben magazin haberlerini takip etmem. Sen söylemedikçe oyuncuların isimlerini bile hatırlayamıyorum." "Bu da senin işin sayılır. Malum Kişi'nin asistanı değil misin? Onunla ilgili her detayı öğrenmek senin başlıca görevin. Buna eski sevgilileri de dâhil." "Adamın sevgililerinin listesi şehir rehberindekilerden bile daha kalabalık. Hangi birini aklımda tutabilirdim sence? Rastgele bir dergide karşıma çıkan ilk kadınla bile ilişkisi varmış baksana. Adam neredeyse Amerika kıtasındaki kadınların hemen hepsiyle yatmış." "Hepsiyle değil." Gena kaşlarını imayla oynatınca Madison hızla gözlerini devirdi. Asansör bir katta durup son kalan kişi de indiğinde Madison, "Neyse ki hepsi değil." diyerek derin bir nefes verip arkasındaki duvara yaslandı. "Evet, ne yazık ki sen ve ben hariç." Kapılar yeniden kapanırken Madison öfkeyle bakarken Gena kıkırdıyordu. "Neden gülüyorsun sen?" "Senin Malum Kişi'yle evlenmiş ama aranızda o gece hiç bir şey yaşanmamış olmasına." "Öpüşmek bir şeyden sayılmıyor mu peki?" "Oh evet. Nasıl da unuttum." Gena coşkuyla haykırdı. "Çok ateşli bir öpüşmeydi. Vay canına. Uzun zamandır ekranlarda bu kadar gerçeğini görmemiştim. Kaç kere izledim bilmiyorum." "Ama ben bir kaç kez daha izlemek için onu videoya kaydettiğini biliyorum." "En iyi arkadaşımı her zaman ateşli adamlarla öpüşürken seyretme şansı yakalayamıyorum." "Ah lütfen. Duyan da erkeklerden soyutlandığım, rahibe hayatı sürdürdüğümü düşünür." "Malum Kişi'den önce hayatına en son ne zaman birinin girdiğini hatırlıyor musun peki? Ben hatırlayamıyorum şahsen. Veya şu soruya cevap ver. En son ne zaman biriyle öpüşmüştün?" "Ben. Bilmiyorum. Ama bu olmadığı anlamına gelmez. Sadece o kadar fazla şeyle aynı anda meşguldüm ki bir ilişkiye ayıracak vaktim olmadı. Ayrıca karşıma doğru erkek çıkmadı. Neyse. Erkeklerden bahsetmişken Drake ile aranız mı bozuk? Döndüğümden beri pek bir arada göremiyorum sizi." İşte şimdi Gena'nın tüm neşesi kaçmış gibiydi. Birden suratını asıp oflamaya başladı. Ardından soğumak üzere olan kahvesini yudumladı. "Drake ile durumum şu sıralar senin Malum Kişi'yle aranızdakinden pek farklı sayılmaz. Aynı evin içinde birbirimizle resmen köşe kapmaca oynuyoruz. Dom ile buluşmamıza katıldığı geceden bu yana benimle konuşmuyor. Orada ne oldu bilmiyorum. Dom bilek güreşi için Drake'i ikna etmeye kalkıştığında, itiraz ettim. İkisini de yapmamaları için uyardım ama beni dinlemediler. Ben de onları kendi hallerine bırakıp tuvalete gittim. Döndüğümde Drake'in bileği kanıyordu, yüzü ise öfkeden mosmordu." "Bileği mi kanıyor muydu?" Gena başını salladı. "Dom'ın bilekliğindeki demirlerden biri sıyırmış olmalı. Maçı Dom kazandı tabii. Ancak Drake ona mı bozuldu yoksa bana mı bir türlü anlayamadım." "Peki, ona sormadın mı?" "Sordum ama cevap vermedi ki. Bu gece onu biraz daha zorlamayı planlıyorum. Belki en sevdiği yemeği yaparsam biraz yumuşamasını sağlayabilirim." "Peynirli makarna mı?" "Hı hı. Sen ne yapacaksın?" "Peynirli makarnayı kaçıracağım için üzülüyorum ama korkarım sizi yalnız bırakacağım. Şu çocuklarla ilgili reklam projesindeki metinlerin son halini temize çekip Bay Pedro'ya teslim etmem gerek. Sponsorlarla iki ayrı toplantıya katılacağım. Daha sonra Malum Kişi'ye sette minik bir ziyaret planlıyorum. Bugün kumsalda çalışacaklardı. Belki çekimlerden sonra onu yalnız yakalayabilirim. Bakalım bu kez benden kaçmak için hangi bahaneyi kullanacak." "Peki ya sonra?" "Georgina Harrison. O yüzündeki kurnaz sırıtışı sil hemen. Konuşacağız. Onunla sadece oturup iki yetişkin gibi konuşacağız." Gena yeniden somurturken kollarını göğsünde birleştirdi. "Off, çok sıkıcısın." "Ve bu şekilde olmaktan mutluyum." ***** Volkswagen'i kumsalın girişindeki otoparka, set çalışanlarının park yerindeki boş bir araya soktuktan sonra arabadan inerek temiz akşam havasını ciğerlerine çekti. Hava akşamüstü olmasına rağmen hâlâ sıcaktı. Okyanustan gelen tuzlu su ve yosun kokusu, güneşin kavurduğu ağaçların arasından ılık rüzgârla birlikte yüzüne vururken, güneş gözlüklerini başının üstüne iterek, ferahlatıcı etkinin tüm yüzüne yayılmasını sağladı. Malibu'da bir koydalardı. Güneş kumsaldan çekilmiş, parça parça bulutlar kayalıkların üzerinde toplanarak koyu renk gölgeler oluşturmaya başlamıştı. Kumların üzerinde rahat yürüyebilmek için spor ayakkabılarını parmak arası terlikleriyle değiştirdikten sonra, sahile inen dik merdivenlerden aşağı inerek kalabalığın toplandığı yere doğru yürümeye başladı. İnsanların kameralara ve ünlülere olan bu zaaflarını asla anlayamayacaktı. Nerede bir kamera görseler ya meşhur olmak için ya da meşhur birini görebilmek için şekerin etrafına üşüşen karıncalar misali toplanıyorlardı. Güvenlik ekibinin kontrol altına almaya çalıştığı meraklı grubun etrafından dolaşıp, sete giriş kartını görevliye gösterdikten sonra çekim alanına daldı. Kameranın önünde ne kadar az insan varsa, arkasında da bir o kadar fazlası olduğunu yakın zamanda öğrenmişti ancak bunu gözleriyle görmek başka bir şeydi. Işıkçısı, kostümcüsü, makyözü, ses ekibi, görüntü yönetmeni, kameramanlar... Tekerlekli kameraların yürütüldüğü bir rayın üstünden atladı. Bugün tepeden çekim için özel dronlar bile ayarlanmıştı. Madison elini gözüne siper ederek tepelerinde dönüp duran hava kameralarına baktı. Sonra da çekimin yapıldığı alanda dövüşen iki adama çevirdi bakışlarını. Ütopik bir dünya kurularak çekilen fantastik bir film olduğundan kostümler ve detaylar çağlar öncesine aitti. Bu yüzden Nickholas'ı Roma dönemindeki gladyatörler gibi yalnızca alt kısmını ve bacaklarının bir kısmını örten zırh şeklinde bir etek ve bağcıkları baldırlarını saran deri sandaletlerle gördüğünde şaşırmamalıydı. Oysa adama baktığı anda gözlerini ondan alamamıştı. Nickholas'ın güneşten iyice açılmış, yanık teniyle uyumlu saçları, kum, ter ve rüzgârın etkisiyle darmadağınıktı. Yüzüne düşen perçemler koyu renk sakalları gibi hafiften uzamış, nemli halde alnına yapışmıştı. Elinde boyunun yarısına kadar gelen gösterişli ama plastik bir kılıç vardı - çekimlerde çoğunlukla yapay aletler kullanıldığını ve gerçeğinin sonradan montajla filme eklendiği de yeni edindiği bilgiler arasındaydı- ve kendisiyle hemen hemen aynı boyutlardaki bir adamla kıran kırana bir mücadele veriyordu. Sahne çok gerçekçiydi, fakat filmlerde kulağa gelen o gerçek kılıç sesleri olmayınca iki çocuğun oyuncaklarıyla oyun oynamasını andırıyordu sanki. Hoş, Nickholas'ın kaslarla ve terle kaplı ıslak ve vahşi bir doksanlık bedenini bir çocuğunkiyle kıyaslamak ne kadar doğru olurdu bilinmezdi ama neticede erkeklerin hiç büyümediğini ve bazı oyuncaklarından asla vazgeçemedikleri de bir gerçekti. Nickholas rakibinin darbesini seri hareketle savuştururken kollarını havaya kaldırınca düz karnı gerildi. Madison şimdi de adamın V şeklindeki alt karın kaslarına bakarken buldu kendini. Vegas’ta odasında uyandığı sabah banyoda onu bundan çok daha çıplak bir halde gördüğü anın anısıyla yanakları ısınmaya başladı. Belki de hava gerçekten çok sıcaktı. "Biraz daha sert vur Nick. Karşındaki sevgilini kaçıran acımasız bir katil, unutma!" Nick muhteşem bir aktördü. Madison onunla ilgili birçok şey söyleyebilirdi. Bazen kibirli bir pislik gibi davrandığı zamanlar oluyordu, kadın düşkünlüğü ve megalomanlığı da vardı ve bunlar onun en kötü özellikleriydi. Ancak konu iş olduğunda onun oyunculuğuyla yarışabilecek başka birini daha tanımıyordu. Gerçi Madison pek fazla oyuncu da tanımıyordu ama Nick'in rolünü oynamadığını adeta yaşadığını hissediyordu. Şu anda karşısında gerçek bir düşmanı varmış gibi kılıcını hırsla savuruyor, zıplıyor, yuvarlanıyor, aldığı her darbede gerçekten acı çekiyormuş gibi dişlerini sıkıp yüzünü ekşitiyordu. Çıplak teni terden ve büyük ihtimalle sürdükleri bir kremden ötürü parlıyordu. Onu bu haliyle ataları olan Vikinglerden hiç kimse ayıramazdı. Yönetmen Nick'e ölümcül bir yara almış gibi geriye savrulmasını emredince Nick kendini büyük bir ustalıkla yere attı ve bir kaç tur dönerek yuvarlandı. "Tamam kestik. Bir sonraki sahneye geçiyoruz çocuklar. On beş dakika mola verelim." Yönetmenin sesiyle Madison, daldığı rüyadan uyanmış gibi irkildi. Kısacık bir an adamın gerçekten düşüp bir yerini incittiği düşüncesiyle içi cız etmişti ancak Nick hiç bir şey olmamış gibi toparlanıp doğrulunca rahat bir nefes verdi. Rakibi yerden kalkabilmesi için Nickholas'a gülümseyerek elini uzattı. "Sağ ol dostum. Bu şeyin içindeyken hareket etmek epey zor." "Bilmez miyim? Kahve içmek ister misin? Yönetmenden sete bir kahve makinesi getirtmesini istemiştim. Başka türlü kendimize gelemeyiz." "İyi olur." Nick tam ayağa kalktığı sırada bakışları Madison'ı bulunca tebessümü yüzünde yavaşça soldu. Gözlerini genç kadından ayırmadan adamın omzunu pışpışlayarak, "En iyisi sen git Dan, düşündüm de soğuk bir şeyler içsem daha iyi olacak." dedi. "Sonra görüşürüz." Diğer adam Nickholas'ın bakışlarını takip ederek Madison'a anlaşılmaz bakışlar attı, "Sen nasıl istersen," dedikten sonra da gülümseyerek oradan uzaklaştı. Nick sert bakışlarını ayaklarının ucuna dikip karavanına yöneldiği sırada Madison peşine takıldı. "Güzel sahneydi." "Teşekkürler." "Elinizdeki şu plastik kılıçlar olmasa daha inandırıcı olabilirdi." "Ekranda görünmeyecekler." "Biliyorum. Yine de komikler." Nick karavanın kapısını açıp içeri girdi. Madison'ın tereddüt etmeden peşinden geleceğini düşündüğü için ardından kapıyı açık bırakmıştı. Tahmininin doğru çıkmamasına aldırmadan mini buzdolabından bir şişe soğuk su çıkardı. Madison şişeyi bitirene kadar tek kelime etmeden kapıda beklemişti. Davet edilmeyi bekliyor gibiydi. Nick bir şey söylemeyince yavaşça içeri girdi. "Bu son çekilen sahne miydi?" "Hayır, hava karardıktan sonra bir tane daha var." "Ah. Çok sürer mi peki?" "Bilmiyorum." Nick umursamazca omuz silktiğinde kadının yüzüne bakmıyordu. "Anlıyorum." Madison ayakta dikilirken daracık karavanda rahatsızmış gibi kıpırdandı. Aslında bu karavan diğerlerinden daha büyük ve daha konforluydu. Yine de kendini huzursuz hissediyor, sürekli çantasının omuz sapıyla oynuyordu. Nick bir havlu alıp terini kurulamakla meşgulmüş gibi yaparken dikkatini aynı havayı soluduğu kadından uzak tutmaya çalışıyordu. Fakat Madison'ın konuşmak yerine etrafı incelediğini fark edince sonunda dayanamadı. "Bir şey mi vardı Madison?" "Ben, sadece, eğer işin erken biterse belki bir yerlerde bir şeyler içebiliriz diye düşünmüştüm." "Gerçekten mi?" Nick kaşlarını hayretle kaldırıp gülümserken küçük el havlusunu boynuna astı. "Bana çıkma mı teklif ediyorsun?" "Konuşmak istiyorum sadece Nick. Sence de çözmemiz gereken bazı sorunlarımız yok mu?" "Sorunlar..." Nick düşünür gibi yaparken alnı kırışmıştı. Kalın kollarını çıplak göğsünde bağladığında Madison'ın dikkati kısa süreliğine dağıldı. "Sanırım haklısın. Ben hayatında koskocaman bir sorunum değil mi? Peki beni nasıl yok etmeyi planlıyorsun?" "Ben ciddiyim Nick. O geceyle ilgili kafamda hâlâ yerine oturmayan yığınla şey var. Bana yardımcı olabilecek tek kişi sensin." Madison konuşurken sesinin titremesinden nefret etmişti ama kahretsin Nick ona böyle küçümseyen bakışlar atarken kendini çok aşağılık biri gibi hissediyordu. Sanki tüm bu olanların suçlusu oymuş gibi. Belki de öyleydi. Bir öğrenebilseydi. Nick içindeki karmaşayı anlamış gibi kollarını çözerek ona doğru yürümeye başladı. Her adımda neden kalp atışları hızlanıyordu anlayamıyordu ama ayakları bilinçsiz olarak geri geri gidiyordu. Adam tam dibinde durduğunda Madison'ın artık gidecek yeri kalmamıştı. "Benimse o geceye dair tüm anılarım taptaze Madison." dedi alçak sesle, avucunu yanındaki duvara dayayarak. Madison yüzündeki ılık nefesin verdiği garip hisle kesik kesik nefes alıp veriyordu. Başının yanında uzanan iri pazıya bakıp sertçe yutkundu. Nick neden ona böyle tuhaf bakıyordu? "Öğrenmek istediğin nedir?" Kontrolünü yeniden eline almak isteyen Madison hızla boğazını temizledi. "Biz, biz nasıl oldu da..." "Öpüştük? Çıplaktık? Tüm gece aynı yatakta ama sevişmeden durabildik?" Genç kadınını göz bebekleri panikle büyürken Nick bundan sadistçe bir zevk alıyordu. "Evlendik." "Ah, demek evlendiğimizi hatırlıyorsun?" "Ben, odama döndüğümde çantamda bir kâğıt buldum." Nick konuşmayınca, "Bu, nasıl oldu?" diye sordu Madison. "Bir rahip ve iki şahitle." "Ondan bahsetmiyorum, yani buna nasıl karar verdik. Bir dakika, şahit mi? Şahitlerimiz kimlerdi?" Nick ağırlığını bir ayağından diğerine verirken bakışlarını karşısındaki duvara dikti. Diliyle yanağının içine baskı yaparken bu soruya cevap vermek istemiyor gibiydi. Sonra yeniden keskin bakışlarını Madison'a dikti. "Kim oldukları bu kadar önemli mi?" "Sen delirdin mi Tanrı aşkına? Bu duyulursa neler olur hiç düşündün mü?" "Kimin için endişeleniyorsun Madison. Benim için mi, yoksa kendin için mi?" "İkimiz için de elbette." Madison alınmış gibiydi. "Nick eğer annen bu olanları öğrenirse ne tepki verecek hiç düşündün mü?" "Belli ki sen düşünmüşsün." "Evet, çünkü ikimize mutluluklar dilemeyeceğinden eminim." "Evet. Bu yüzden korktun ve anneme gidip öptüğüm kadının Barbara olduğunu söyledin." "Nick ben." Madison o kadar perişan haldeydi ki, Nick ona daha fazla işkence etmekten vazgeçti. "O sabah olanlar için gerçekten çok üzgünüm." Genç adam tam bir şey söylemek üzereyken kapısı vuruldu. "Sahne hazır Nick. Bayan Collen'ın makyajı bitti, seni bekliyoruz." "Hemen geliyorum." "Bayan Collen mı dedi o?" Madison kolunu tutunca gitmek için hareket eden Nick duraksadı. "Barbara Collen mı?" "Görüyorsun ya, sorunları olan bir tek sen değilsin Madison. Şimdi müsaadenle." Nick, dev gibi cüssesiyle yanından sürtünüp geçerken genç kadını donmuş bir heykel gibi arkasında bıraktı. Karavandan çıktığı anda genç kadına olan öfkesine ve başına sardığı onca belaya rağmen dudakları minik bir tebessümle yukarı kıvrılmıştı. Madison o geceye ve evliliklerine dair bir sürü şey söylemişti. Nasıl olduğunu sormuştu. Hatırlamadığını. Üzgün olduğunu. Ama boşanmaktan hiç söz etmemişti. Nickholas'ın kalbi göğsüne çarparken içinde bir umut kırıntısı yeşerdi.
|
0% |