Yeni Üyelik
25.
Bölüm

25. Bölüm

@sagetaylors

"Geçmiş olsun Bay Andersson."

Madison Nick'i tekerlekli sandalyeyle oturma odasından içeri sokarken Romano ultra mini hizmetçi üniformasıyla girişte onları hazır bekliyordu.

"Haberi duyunca sizin için ne kadar endişelendiğimi tahmin edemezsiniz."

"Seni çıplak yerine alçılı bir bacakla fantezilerine malzeme etmesi zor olacağı içindir." diye mırıldandı Madison. Nick gülüşünü öksürüğünün altında gizlemeye çalıştı.

"İyi misiniz Bay Andersson?" Rus hizmetçi telaşla yanına koştu.

"İyiyim. Teşekkürler Mano."

"Sadece ciğerlerine biraz toz kaçtı Mano. Endişelenecek bir şey yok."

Nick'in nazikçe gülümsemesine karşılık Romano hayranlıkla iç geçirince Madison gözlerini devirdi.

"Sizin için güzel bir bitki çayı hazırlamamı ister misiniz?"

Genç adam hızla yüzünü buruşturdu. "Bitki çayı mı? Aslına bakarsan..."

Madison, "Bitki çayı harika bir fikir." diyerek hızla araya girdi.

"Hey! Burada hasta olan benim." Nick kızmış gibi döndü. "Bir ayrıcalığım olmalı."

"Var zaten." diyen genç kadın ona tatlılıkla gülümsüyordu.

Corine, Troy ve Bianca hemen arkalarından içeri girmişlerdi.

Bianca çaktırmadan Troy'un yanına yanaştı ve kulağına eğilip, "Seninle konuşmamız gerek." diye fısıldadı. Ardından şaşıran adamın cevap vermesine fırsat tanımadan , "Hemen." diye ekledi ve parke zeminde tıkırtılar çıkararak yürümeye devam etti.

"Sen dinlenirken çalışma odanda ufak bir işim var Nick."

"Keyfine bak anne."

Nick Madison ile tartışmaya devam ederken, Bianca ve Troy'un arasındaki gerginliği tek fark eden Corine'di. Bu yüzden ikili odadan ayrıldıktan sonra çaktırmadan peşlerinden gitti.

B.B. çalışma odasına girip doğruca masaya doğru yürümüştü. Troy'un ayakları ise geri geri gidiyordu. Daha küçük yaşlardan itibaren bu kadından ödü koptuğunu şimdi bile kendine itiraf ediyordu.

Kadının oyunculuğuna diyecek lafı yoktu. O ve Nick'in filmlerine tek kelimeyle bayılıyordu. Fakat Bayan Brooklyn'de onu tedirgin eden, bakışlarından bile ürpermesini sağlayan bir şeyler vardı. Belki de sebebi kadının fazla dominant olmasıydı.

"Benimle hangi konuda konuşmak istiyordunuz Bayan Brooklyn?"

"Kapıyı kapat Troy!"

Troy kadının kullandığı sert tutumdan hoşlanmasa da denileni hemen yaptı. Fakat kapattığı kapının yakınında durmaya devam etti.

"Düşünüyordum da..." diye başladı Bianca, bakışlarını pencereden dışarı dikmişti. Ne düşündüğünü tanrı bilirdi.

Troy ise o sırada kadının üzerindeki kemik rengi elbisede ütü izi dışında tek bir çizgi görünmediğini düşünüyordu. Bianca Brooklyn işi kadar şıklığına da önem veren bir kadındı ve daima iki dirhem bir çekirdek giyinirdi. Kıyafetinin kusursuzluğunu şu anda parmaklarıyla oynayıp durduğu boynundaki tek sıra inci kolyeyle tamamlamıştı.

"... Neden burada olduğunu bir türlü anlayamıyorum?"

"Los Angeles’ta mı?"

"Nickholas'ın yanında."

Bianca konuşurken yüzüne bakmak yerine dışarıdaki ağaçları seyretmeyi tercih ettiği için Troy'un gerildiğini fark etmedi.

"Bunda anlaşılmayacak bir şey yok hanımefendi. Nick benim en iyi arkadaşım..."

"Arkadaşındı."

B.B. aniden arkasını döndüğünde gözleri çakmak çakmaktı.

"Seninle açık konuşmamı ister misin?"

"Öyle yaptığımızı sanıyordum."

"Eskiden de aramızın çok iyi olmadığını biliyorsun Troy. Haylazlıkta sınır tanımaz bir çocuktun. Nickholas'ı ayartmaya bayılırdın. Geçmişte onun başını birçok sefer belaya soktuğunu sende benim kadar hatırlıyorsundur. Tüm bunlara göz yummamın tek nedeni henüz birer çocuk olmanız ve Rupertlarla olan güçlü bağımızdı. Artık birer yetişkin olduğunuza ve şeyden sonra..."

"Kocanız en yakın arkadaşınızla yattıktan sonra."

Bianca’nın gözleri bu beklenmedik çıkış karşısında önce kocaman açıldı, ardından bir yırtıcının avına saldırmadan önceki anı gibi iyice kısıldı. Troy kadının damarına bastığını anladı ama pişman değildi.

"Evet. Annenin bana olan ihanetini savunmayacak kadar akıllı olduğunu varsayıyorum."

"Hayır. Asla böyle bir niyetim olmadı hanımefendi. Hem o yalnızca size ihanet etmedi. Söylemeye çalıştığım, ihanetin tek taraflı bir şey olmadığı."

"Sakın bana kendince hayat dersi vermeye kalkışma çocuk!"

Troy sıkılmış gibi kollarını göğsünde kavuştururken sinirden gülümsüyordu. Ağırlığını bir ayağından diğerine verdi.

"Beni buraya geçmişin tartışmasını yapmak için çağırmadığınızı biliyorum Bayan Brooklyn. Şimdi lütfen, sadede gelin."

Bianca sonunda öfkesini dizginlemeyi başararak soğuk bir sesle, "Evet." dedi. "Seni buraya çağırdım çünkü artık oğlumun etrafında dolaşmanı istemiyorum."

"Buna siz karar veremezsiniz."

"Oğlumla ilgili ne istersem yapabilirim."

"Bakın, size karşı saygısızlık etmek niyetinde değilim ama bu Nick ve benim aramda. Biz geçmişi unutup arkadaşlığımızı sürdürmeyi seçtik."

Bianca takındığı soğuk maskesini bozmamaya çalışırken dudakları hafifçe titredi. Sonra birden gülmeye başladı. Öyle ki, maundan yapılmış masanın arkasındaki sandalyeye çöktüğünde artık resmen kıkırdıyordu.

En sonunda," Bu palavralara inanacağımı mı sanıyorsun?" diye sorduğunda artık gülmüyordu. "Buraya Nickholas'dan para sızdırmak için geldiğini biliyorum."

Troy midesine yumruk yemiş gibi irkildi. Kolları iki yanına düşerken sertçe yutkundu. Az önceki dik başlılığından eser kalmamıştı artık. Kahretsin!

"Öğrenemeyeceğimi mi sanmıştın?"

"Bakın ben sadece..."

"Sen sadece, eski dostunu görmeye dünyanın öbür ucundan gelen ve çok geçmeden oğlumun tüm ısrarlarıma rağmen reddetmekte direttiği bir projeyi kabul etmesini sağlayan, anlaşma için Las Vegas'a uçtuktan sonra da aldığı avansı aynı gün kumar masalarında kaybettiren yakım bir arkadaşsın. Ve şu işe bakın ki oğlumun kaybettiği beş yüz bin dolar, ertesi gün bu yakın arkadaşının babasının Avustralya'daki hesabında beliriyor."

Genç adam ne diyeceğini bilemiyormuş gibi bakışlarını pahalı olduğunu tahmin ettiği halının desenlerine dikti. O anda aklından geçen en komik şey, bu halının beş yüz bin dolar edip etmediğiydi. Bu kendince belirlediği bir SBEY'ydi. Yani stresle baş etme yöntemi. En bunaldığı anlarda aklından komik bulduğu şeyleri düşünmeye çalışarak ruh halini düzeltmeye çalışırdı. Ne yazık ki şu anda pek işe yaramıyordu.

"Bir şey söylemeyecek misin?"

B.B. pes etmiş gibi görünen, omuzları gerçeklerin ağırlığı altında çöken adamın peşini kolay kolay bırakmaya niyetli değildi anlaşılan.

"Ne demeliyim bilmiyorum. Ne desem bana inanmayacaksınız nasıl olsa, ama gerçek şu ki, bu benim fikrim değildi."

Bianca bu kez gerçek bir kahkaha patlatınca, iyi diye düşündü Troy. En azından içimizden biri bu durumdan kendine eğlenecek bir şey çıkarabiliyor.

"Bu gerçekten komikti Troy. Şimdi de sana yardım etmeye çalıştığı için oğlumu mu suçluyorsun? Demek Nick durup dururken sana beş yüz bin dolar vermeyi teklif etti, öyle mi?"

"Onu hiç bir şeyle suçlamıyorum. Yani, bu parayı ondan borç olarak istemiştim. Tek suçu olsa olsa bana yardım etmekti. Ama avansını kumar masasında kaybetmiş gibi görünmesini ondan ben istemedim. Buraya gelirken Nickholas'ın tüm mal varlığını sizin yönettiğinizden ve oğlunuzun sizden habersiz tek bir kuruş harcayamadığından haberim yoktu."

"Buna mecburdum. Eğer Nickholas'ın gerçekten dostu olsaydın, onun nasıl bir bataklığa sürüklendiğini görüp onu kurtarmak için burada olurdun."

"Bakın bu konuda haklısınız." Troy'un sesi azaldı. "Onu asla yalnız bırakmamalıydım."

"Söylesene bana Troy, bir adamı annesine yalan söylemeye teşvik eden biri sence nasıl iyi bir arkadaş olabilir?"

"Bu yalnızca borçtu. Geri ödeyeceğim."

"Elbette geri ödeyeceksin." derken kadının sesi de bakışları kadar sertti. "Aksi halde üzerinize öyle bir avukat ordusu salarım ki, alkolik babanla ikiniz ömrünüzün geri kalanını parmaklıklar ardında, dünyayla bağınız kopmuş halde bulursunuz."

"Sakın babamı bu işe karıştırmayın!"

Troy yumruklarını öyle sıkıyordu ki eklem yerleri bembeyaz olmuştu. Kolay sinirlenen biri değildi ancak şimdi öfkesi tüm bedenini ele geçirmişti.

"Neden? Tüm bunlar, baban ve onun kumar borçları yüzünden değil mi? Kötü alışkanlıkları sır değil."

"Bu kadarı yeter. Babam arada sırada içmeye devam edebilir, ama uzun zamandır kumar oynamıyor!" Yoksa oynuyor muydu? Kadının yüzündeki bilmiş ifadeyi görünce birden şüpheye kapıldı.

Hızla masaya gelerek sıktığı yumruklarını sertçe masaya indirince Bianca irkilerek geri çekilmek zorunda kaldı. Genç adam hızlı hızlı soluyor, içinden ateş saçan gözlerle gözlerinin içine bakıyordu.

"O adam kocanızın ve o kadının...." Troy babasının yıkılışını gözleriyle gördükten sonra bir türlü anne kelimesini söyleyemiyordu. "...paramparça ettiği hayatını yoluna sokmaya çalışıyor sadece. Tıpkı hepimizim bir şekilde yapmaya çalıştığı gibi."

Bianca korktuğunu belli etmemeye çalışıyordu ancak yavaşça yerinden doğrulurken yutkundu. Ellerinin titrediği anlaşılmasın diye masaya koyarak öne doğru eğildi.

"Başka bir yol bulun öyleyse. Beni ve oğlumu işlerinize karıştırmayın. O aileyle yıllar önce bağlarımızı kopardık biz. Yeniden onarabileceğini düşünme sakın!"

"Lanet olsun!" Troy iki elinin ayasını sertçe cilalı masaya çarpıp geri çekildi. Hayatının en kötü döneminde bile bir kadına el kaldırmak istememişti ama bu kadın onun sabrını zorluyordu.

"Bizden neden bu kadar nefret ediyorsunuz Bayan Brooklyn?"

"Çünkü bana anneni hatırlatıyorsun. Ve baban da karısına sahip çıkamayan pasif biriydi."

Troy sessizce başını salladı. Arkasını dönüp kapıya doğru yürüdü ve tam açmak üzereyken durdu. Son anda bir şeyi hatırlamış gibi omzunun üzerinden kadına baktı. Kibirli duruşuyla dimdik ayakta duruyor, soğuk gözlerle onu izliyordu.

"Ne var biliyor musunuz Bayan Brooklyn. Babam pasif bir koca, pis bir kumarbaz, hatta alkolik bir adam olabilir. Ama en azından ona ihanet eden kadından ayrılacak kadar onurluydu."

Bianca, seğirmeye başlayan çenesini dikleştirirken duruşunu bozmamak için çaba sarf ettiği belliydi.

Troy başka bir şey söylemesine fırsat vermeden çıktı ve kapıyı arkasından sertçe çarptı.

Arkadaşına görünmeden arka bahçeye oradan da basket sahasına doğru yürümeye devam etti. Hava çok sıcaktı. Fakat bedeninin alev alev yanmasının asıl nedeni, içinin öfkeden kaynamasıydı. Yakıcı güneşe aldırmadan topu yerde sektirmeye başladı. İçindeki enerjiyi bir şekilde boşaltması lazımdı.

Attığı beşinci atış da basket olmayınca küfretti.

"Berbat bir oyuncu olduğunu söyleyen olmuş muydu?"

Dönüp baktığında tel örgülerin arkasında onu izleyen Corine'i gördü.

"Yalnızca ısınmaya çalışıyordum." dedikten sonra tekrar atış yapmak için yerinde zıplamaya başladı.

Corine alıcı gözle adamı süzüyordu. Altında eski görünen bir kot pantolon, üzerinde de gri renkli bir tişört vardı. Bir kaç dakikadır top oynuyordu fakat şimdiden terden sırılsıklam olmuştu. Koyu renk saçları alnına, ensesine yapışmış, esmer teni nemden parlamaya başlamıştı.

Tişörtü kısa kollu olmasına rağmen, kollarını kıvırmıştı. Bu haldeyken pazılarının ne kadar şişkin ve sert olduğu dikkatinden kaçmıyordu. İtiraf etmek gerekirse, karavanın önünde onu şaşırtıp kucağına tırmandığında bile adamın yumuşak tek bir kası olmadığını anlamıştı. Adamın kolları, göğsü her yeri taş gibi ve sıkıydı.

Orada sırf onu kızdırmak için Joseph Morgan'ı çekici ve seksi bulduğunu söylemişti. Tamam, Morgan yakışıklıydı. Üstelik sarışındı ve başarılı bir aktördü. Ancak Troy ile karşılaştırıldığında adamın daha vahşi bir cazibeye sahip olduğunu kabul etmeliydi.

"Bana biraz daha ısınırsan buhar olup havaya karışacakmışsın gibi geliyor."

Troy gülmemek için başını iki yana salladı.

"Senin peşinden koşman gereken aktörler yok mu?"

Corine iğnelemeyi görmezden geldi. Tembelce omuz silkerken atlet biçimindeki tişörtünün omuz askılarından biri aşağı kaymıştı. Troy'un gözleri bu anı yakaladı.

"Gazeteci olmaya çalışıyorum ben, paparazzi değil. Onları aşağıladığımdan değil elbette. Her mesleğe olduğu gibi onlara da saygım var. Sadece gerçeklerin peşinde olmayı ve onları ortaya çıkarmayı olayları abartıp, süslemekten daha çok seviyorum diyelim."

Troy top sektirmeye devam ederken kızın yanı başına geldiğini fark etmemişti. Geri çekilirken az kalsın üzerine çıkıyordu.

"Benden ne istiyorsun Corine?"

"Belli değil mi? Sadece oyun oynamaya çalışıyorum."

Topu elinden alıp yerde bir kaç kez sektirdikten sonra potaya attı. Basket!

"İyi atış ha?" Elini güneşe siper ederek topun gittiği yöne baktı.

"Sadece şans." diye homurdandı Troy.

"Eğer sana şans olmadığını ispatlarsam senden istediğim her şeyi yapacak mısın?"

Troy topu yeniden atış yapmak için hazırlarken, "Hayır." diye kestirip attı hemen. "Git kendine oynayacak başka birini bul ufaklık."

Corine ne olursa olsun sinirlenmeyeceğine dair kendi kendine söz vermişti. Az önce adamın Bianca ile ne kadar sert bir konuşma yaptığını kulaklarıyla duymuştu. Yaptığı yanlış bir şeydi belki ama artık pişman olmak için çok geçti. Buraya onunla konuşmaya geldin, inatlaşmaya değil, diye hatırlattı kendine.

"Kısa boyumla barışık olduğum için bu yorumunu görmezden geliyorum. Yetişkin bir kadın olduğumu göstermek içinse seni yeniden öpecek değilim."

Troy, kızın aniden kucağına zıplayıp onu bir kaya gibi sertleştirecek öpücüğünü dudaklarına yapıştırdığı anı hatırlayınca küfrederek bir atış daha kaçırdı.

Sonra o dolgun öpülesi dudaklara bakıp, hafif bir tebessümle, "Kabul ediyorum." diye itiraf etti. "Ufak tefek bir kıza göre gayet iyi öpüşüyorsun."

Corine yanına biraz daha sokulup kirpiklerinin altında ona seksi bir bakış atarak, "Ayrıca çok da iyi sevişirim." dedi meydan okurcasına. Sonra da topu afallamış halde ona bakan adamdan alıp koşmaya başladı.

Troy testislerinin kot pantolonuna sığmadığını hissediyordu. Harika. Bu kadar öfkeliyken sertleşebildiğine göre gerçekten yokluk içinde olmalıydı. En son ne zaman seks yaptığını hatırlamaya çalıştığında haklı olduğunu anladı.

"Ne var biliyor musun?" dedi Corine, topla birlikte olduğu yerde zıplarken güzel atkuyruğu da onunla birlikte hareket ediyordu.

"Bence sen korkuyorsun."

Topu atmak için yukarı fırlayınca Troy'un gözleri anında kalçalarını saran pantolonuyla tişörtü arasındaki muhteşem açıklığa kaydı ve aklı birden Corine ile terli ve çırılçıplak görüntülerle dolmaya başladı. Lanet olsun!

"Korkmuyorum." derken bile sertçe yutkunması gerekti çünkü resmen boğazı kurumuştu.

Corine ona dönüp en tatlı gülümsemelerinden birini gönderdi.

"Kanıtla."

Genç kız iki elinde tuttuğu topla ona doğru yürümeye başladığında Troy'un yüreği ağzına geldi. Kızın teni güneşten pembeleşmişti. Tepesinde topladığı saçları ince ve narin boynunu süpürüyor, öpülmek için yaratılmış dudakları aralık duruyordu. Troy dudaklarını saçlarının dokunduğu yere ve daha başka yerlere bastırdığını hayal etti. Kızın enerji veren ferah kokusu burnuna dolduğunda Corine burnunun dibindeydi.

"Eğer ben kazanırsam bana güzel bir akşam yemeği ısmarlayacaksın Troy Rupert ve sana soracağım her soruya doğru cevap vereceksin."

Troy'un çapkın gülüşü ağır ağır esmer tenine yayılırken, bakışlarını kızın girdap gibi içine çeken gözlerinden bir an olsun ayırmamıştı.

"Bu bir çıkma teklifi mi Kara Dul? Eğer öyleyse cevabım..."

"Ve eğer sen kazanırsan..." Corine şimdi biraz daha yaklaşmış, tek elini onun sığ nefeslerle inip kalkan terli tişörtünün üstüne koymuştu. Koyulaşmış bakışlarını dudaklarına indirince Troy'un kalbi deli gibi çarpmaya başladı.

Genç adam hevesle dudaklarını yaladı. "Eğer ben kazanırsam?"

"Yemekten sonra seninle istediğin yerde istediğin şeyi yaparım."

Troy'un şu anda ve daha sonra onunla yapmak istediği tek bir şey vardı. Öfkesinin altında yanan bedeni seks diye haykırırken bu fırsatı asla kaçıramazdı.

Bir anda, "Kahretsin, kabul." derken buldu kendini.

Corine tembelce gülümsedi ve geri çekilmeden önce topu sertçe genç adamın göğsüne çarptı.

"O halde top sende!"

.....

Madison örtülerin iyice düzgün olduğundan emin olduktan sonra Nickholas'ın arkasına bir yastık daha yerleştirdi. Genç adam her ne kadar hareketleri kısıtlanmış ve kendini yatalak bir hasta kadar kötü hissediyor olsa da Madison'ın ilgisinden oldukça memnundu.

Hastanede kaldığı süre boyunca ve buraya gelene kadar Madison onun her şeyiyle yakından ilgilenmişti. Yemeği, ilaçları, doktor randevuları, gelen çağrıları cevaplama ve tüm geçmiş olsun mesajlarını yanıtlamak dışında Nickholas'ın bakımını da üstlenmişti. Nickholas'ı asıl memnun eden, Madison'ın tüm bunları yalnızca görev icabı yapmadığını düşünmesiydi.

Günlerdir aralarında değişen bir şey olduğunun farkındaydı. Kazadan sonra ise bu şey her neyse daha da güçlenmişti. Nick bazen bunun evlilik bağından kaynaklandığını düşünüyor ve bu yüzden vicdan azabı duyuyordu. Ancak Madison'ın duygularından emin olduğunda rahat bir nefes alabilecekti. Madison o geceyi hatırladıktan sonra ve hisleri ne yönde olursa olsun Nick onu sevmeye devam edecekti. Ve onun aşkını kazanmadan asla pes etmeyecekti.

"Böyle daha iyi mi?"

Sırtına yeni bir yastık daha koymaya çalışırken genç kadının saçları göğsünü süpürünce Nick derin bir çekti.

"Bence gayet iyi." Sesi boğuk çıkmıştı. Madison fark ettiğinde sırıtışı tüm yüzünü kapladı.

"Dinlenmen gerek Nick."

Kadın geri çekilmek üzereyken Nick belinden tutup onu kucağına çekti.

"Sen buradayken de dinlenebilirim."

“Hasta bir adam olduğunu söylememiş miydin?”

"Yalnızca bacağım kırıldı bebeğim, aletim değil."

Madison kalçalarına baskı yapan sertliği hissedip gülümsedi.

"Belli oluyor."

"Gerçekten belli oluyor mu?" Nick dudaklarını kadının nabzını attığı yere yapıştırırken sesli şekilde soluk aldı.

"Nick."

"Sana olan arzumu gerçekten hissedebiliyor musun Madison?"

Adamın dudakları boynunda ıslak bir yol çizmeye devam ederken Madison inlemesini bastıramadı. Nickholas'ın bir eli boynunu sabitlemek için sıkıca kavrarken diğeri kalçasını sıktı.

"Tanrım Nick."

Nickholas'ın sesi iyice kısılmıştı. "Şu anda seni nasıl istediğim hakkında en ufak bir fikrin yok bebeğim."

Elleri yavaşça tişörtünün içine süzülüp sırt çizgisini okşayınca Madison'ın göğüs uçları kabarmaya başladı ve lanet olsun ki, Nick bunu hemen anladı. Ve eli otomatik olarak o sert tepecikleri buldu. Uçları büzülünceye kadar onlarla oynadı.

"Hey, şu işe bak, arzudan sertleşen sadece ben değilmişim."

Nick boynunun üzerine gülümseyince Madison adamın saçlarını sıkıca kavradı. Bu defa inleme sırası Nickholas'ındı.

"Eğer istersen sana hemen şuracıkta hızlı bir orgazm yaşatabilirim Maddie."

Adamın eli kotunun üzerinden onu avuçlayınca Madison elini elinin üstüne kapatıp keskin bir soluk aldı.

"Yapma."

Nicholas susturmak istercesine dudaklarına usulca bir öpücük kondurdu. Ardından öpücüğünü ateşli, nefes kesici bir şeye çevirdi.

"Biliyorum. Benim de asıl istediğim bu değil." dedi nefes nefese geri çekilirken. "İlk seferimizde ağırdan alarak, yavaş yavaş ve tadını çıkararak sevişmek istiyorum seninle."

Oh Tanrım!

Dilini ağzının içine sokarak onu iştahla öpüyordu. Elleri ustalıkla okşamaya, kulağına edepsizce şeyler söylemeye devam ederken Madison boşalmanın eşiğine gelmişti.

Kapı vurulunca ikisi de hızla geri çekildi. Dudaklarını ve ellerini ondan güçlükle ayıran Nick sıkıntıyla küfretti. Madison kucağından kalkarken neredeyse kendine hâkim olamayıp onu yeniden sertliğinin üzerine çekecekti.

"Girin!" diye bağırdığında sesinin sinirli çıkmasına engel olamamıştı.

Neyse ki gelen Romano'ydu.

"Bitki çayınızı getirmiştim efendim." dedi kadın ve ikisinin yüzüne de bakınca ortada garip şeyle döndüğünü anladı.

Madison sivrilen ve tişörtünde iki delik açmakla tehdit eden göğüs uçlarını gizlemek için kollarını göğsünde birleştirmişti. Ayrıca durakları öpüşmekten şişmişti. Ve Nickholas'ın saçları darmadağınıktı.

"Buraya bırak Mano."

"İstediğiniz başka bir şeye var mı Bay Andersson?"

Nick, "Var ama senden değil." deyince kadın ona afallayarak baktı.

Madison kendini tutamasa kıkırdayacaktı. Nick toz kondurmadığı hizmetçisine boğazlamak ister gibi bakıyordu.

Madison genç kadını kapıya doğru yönlendirirken, "Sen ona aldırma Mano." dedi. "Sinirleri biraz bozuk."

Romano Nick'e alınmış gibi baktıktan sonra düşmanca bakışlarını Madison'a çevirdi. Sonra da kalçalarını bir bayrak gibi sallayarak odayı terk etti. Madison kadının çalımından hiç bir şey anlamamıştı. O anda telefonu çalmaya başlayınca da umursamadı.

"Madison! Hemen buraya gelir misin lütfen?"

"Sen dinlen sert çocuk. Buna bakmam lazım."

Odadan çıkıp kapıyı ardından kapatırken Nickholas'ın ağzından şimdiye dek hiç duymadığı küfürler dökülüyordu.

Madison tanımadığı numarayı gülerek açtı.

"Evet?"

"Madison."

"Ta kendisiyle görüşüyorsunuz. Kimsiniz?"

"Ben Harrison."

Adamın sesini duyar duymaz gülüşü yüzünde solmaya başladı. Hızla koridoru kontrol edip yalnız olup olmadığına baktı.

"Ne istiyorsun Harry?"

"Seni Corine ve Amber hakkında konuşmak için aramıştım. Eminim olanları duymuşsundur."

"Üvey kızının öz kızımı öldürmeye kalkışmasından mı bahsediyorsun? Ah, evet haberim var."

"Yapma Maddie! Corine de pek masum sayılmaz. Amber’in yüzünün halini görmedin."

"Masum sayılmaz mı? Eğer son anda biri onu o arabanın önünden çekmeseydi, belki de Corine şu an hayatta değildi. Sence kim masum söylesene?"

"Abartıyorsun Mad. Amber bunun küçük bir şaka olduğunu söylüyor."

"Ve sende öz kızın dururken onun sözüne inanıyorsun öyle mi?"

"Amber benim de kızım sayılır Mad."

Bu söz Madison'ın göğsünü bir kor gibi yakmıştı.

"Biliyor musun, ikinizin de canı cehenneme. Ayrıca sakın bir daha bana Mad deme!"

"Anlaşılan hâlâ çok sinirlisin. O halde kısa kesiyorum. Amber ve Diana'yla konuşup onları ikna etmeyi başardım. Diana kızına yapılanları unutmaya hazır. Şikâyetlerini geri çekecekler. Bir kaç gün içinde okul yönetiminden haber gelir. Corine yeniden okuluna dönebilir."

Madison tatsız bir şekilde güldü.

"Gerçeği söyle Harry, bunu neden yaptığını bilmek istiyorum. Kızını umursamadığını biliyorum çünkü."

Kısa bir eşsizliğin ardından telefonun ucundaki adam iç geçirdi.

"Tüm bunları seninle yüzü yüzeyken konuşmak isterdim canım. Fakat ulusal bir kanalda yayınlanacak yeni bir Talk Show'a başlamak üzereyim. Bu seferki farklı. Programı tek başıma sunacağım anlıyor musun? Kısacası bu program benim için bir mihenk taşı."

Madison'ın gözleri hissettiği hayal kırıklığıyla bulanıklaşırken kontrolünü kaybetmemeye gayret ederek kıkırdadı.

"Anlıyorum. Demek her şey kızım yüzünden medyaya kötü reklam olmamak içindi."

"Bak Maddie. Sen her zaman ailenin en akıllı ve sağduyulu çocuğu oldun. Şimdi bu işin içinde de olduğuna göre benim neler yaşayacağımı biliyor olmalısın. Corine ile konuş. Amber ve Diana bu konuda beni destekliyorlar. Bende daha fazla sorun çıkmasını istemiyorum."

Bu adamın onların babası olduğuna gerçekten inanamıyordu. Adam kendi hayatına öylesine odaklanmıştı ki, Corine'in durumunu sormak bir yana, kızına geçmiş olsun bile dememişti. Ne türden bir babaydı bu böyle?

Madison yanaklarından süzülen yaşları silerken burnunu çekti.

"Merak etme. Hiç bir sorun çıkmayacak. Sadece Amber'a söyle eğer bir daha kız kardeşime bulaşacak olursa karşısında beni bulur. İşte o zaman ne sen umurumda olursun ne de o aptal televizyon programın."

Rahat bir nefes alan adamın ses tonu yumuşamıştı. "Tamam. Merak etme. Anlayışın için teşekkürler Madison. Sen harika bir kızsın."

"Ve sende berbat bir babasın. Eğer söyleyecek başka bir şeyin yoksa işime geri dönmem gerek."

"Tabi. Elbette. Sadece ikiniz de kendinize..."

Madison adamın cümlesini tamamlamasına fırsat vermeden telefonu yüzüne kapattı. Az evvel bir adamın kollarında bulutların üzerinde uçmak üzereyken, nasıl oluyor da başka bir adam gelip onu alt üst edebiliyordu. O adamın bunu yapmasına izin vermeyecekti.

Nickholas'ın yattığı odanın kapısına baktı. Bu haldeyken onun yanına gidecek olursa çok fazla soru sorardı. En iyisi gidip Corine'i bulmak ve onunla konuşmaktı.

.....

Günü çok kötü geçiyordu. Fotokopi makinesi bozulmuştu ve bugün yapılacak yarım düzine toplantı için, vaktinin çoğunu dört kat aşağıdaki bir makinanın başında geçirmek zorunda kalmıştı. Üstelik asansörler dolu olunca, onca katı kucağında kâğıtlarla inip çıkmak zorundaydı. Gün bittiğinde ayakları topuklu ayakkabılarının içinde resmen su toplamıştı.

Sonunda mesai saati bittiğinde ve Gena'nın fotokopi makinesiyle savaşı sona erdiğinde, duvara yaslanmış soğuk su makinelerinden birinden kana kana su içiyordu. Koridorun sonundan yüksek sesler gelince birden dikkat kesildi.

Sesler bir grup kadına aitti. Gena çok geçmeden merakına yenik düşüp sesin geldiği tarafa yöneldi. Bu kat fotoğraf ve medya bölümüne aitti. Koridorun bu ucunda ise Drake ve yeni patronu Charlie'nin çalıştığı stüdyo vardı ve sırf bu yüzden bile oraya gitmek için can atıyordu.

Ağır ağır seslere doğru yaklaştığında gördüğü şey birden onu şoke etti.

Bir grup genç manken bir adamın çevresini sarmış, onunla şakalaşıp, gülüşüyorlardı. Ajansa pek çok manken gelirdi ve sağda solda erkeklerle flört etmeleri yeni bir şey değildi. Asıl şaşırtıcı olan flört ettikleri adamın Drake olmasıydı.

Üstelik genç adam her zamanki o mahcup hallerinden uzak, oldukça rahat ve flörtöz görünüyordu. Gena gözlerine inanamadı. Bu adam değil ajans içinde birileriyle, azgın çiftlerin doluştuğu barlarda bile bu şekilde kadınlarla ilgilenmezdi.

Peki, şimdi ne değişmişti?

Bir yanı aksini savunurken, diğer yanı sırf bu yüzden onun Gay olabileceği ihtimalini kulağına fısıldamıyor muydu? Şimdiki gördükleri ise...

Kadınlar onunla gülüşür hatta ona dokunurken bile Drake halinden oldukça memnundu.

Gena'nın içine birden saçları kadar kızıl bir öfke doldu. Zaten kafası Dom yüzünde bozuktu. Adamı terk etmişti fakat sanırım adam bunu onun kadar kolay kabullenmeyecekti. Üstüne bir de onu öperek aşk dünyasını allak bullak eden Drake vardı. Ve adam kalkmış şimdi başka kadınlarla oynaşıyordu.

Topuklarını özellikle ses çıkmasını sağlayacak şekilde zemine sertçe vurarak yürümeye devam etti. Ayaklarının ağrıdığını çoktan unutmuştu. Göğsüne bastırdığı dosyayı kolunun altına sıkıştırarak sırtını dikleştirdi. Sutyenini eliyle doğrultup dekoltesini düzeltti. Yürürken kalçalarının sallanmasını ve buz mavisi kloş eteğininim dikkat çekecek şekilde sağa sola savrulmasına istiyordu.

Ve istediği olmuştu.

Drake'in bakışları anında onun geldiği yönü buldu. Yoğun bakışları baştan aşağıya üzerinde gezinince Gena kendisiyle kadınlara has bir gurur duydu. Ancak adamın etrafındaki hemcinslerinden hâlâ rahatsızlık duyuyordu.

Drake daha önce de burada çalışmıyor muydu?

Neden onu yeni fark etmiş gibi davranıyorlardı? Neredeyse adamın üzerine çıkacaklardı.

Gena yaklaştıkça Drake'in dikkati dağıldı. Kadınların sorularına seyrek cevaplar vermeye, ilgilerine karşılık vermekte gecikmeye başlamıştı. Gena gelip tam karşılarında durunca merakla ona baktı.

"Burada önemli bir şey oldu da benim mi haberim yok." diye sordu Gena.

"Hayır," dedi kızlardan biri onu tepeden tırnağa inceleyerek. "Biz... Yalnızca laflıyorduk."

"Ah, sahi mi?"

Gena inanamıyormuş gibi Drake'e baktı.

"Kadınlarla aranın iyi olduğunu bilmiyordum Drake."

"Nasıl olmasın ki?" dedi Drake bilmiş bir sırıtışla. "İş yerinde, evde, etrafım onlarla çevrili."

Kızlar kıkırdadı. Drake sırıttı. Gena ise sadece elindeki dosyayı hepsinin suratına teker teker çarpmak istiyordu.

"Bu doğru. Hanımlar! Drake ile aynı evi paylaştığımızı biliyor muydunuz?"

"Bu ufak tefek kızıl senin karın mı yoksa?"

Uzun boylu ve sarışın olan hayretle sormuştu. Drake'in Gena'ya bakan gözleri bir an parlar gibi olduysa hızla alaycı şekillerine geri dönünce Gena hayal gördüğünden kuşku duydu.

"Hayır, değil. O benim... ev arkadaşım."

Yaa!

İşte bu Gena'yı şaşırtmıştı. Tek kaşını sorgularcasına havaya kaldırdı. Ev dışında daha fazla şeyi de paylaştıklarına inanmıştı. Belki de Drake onunla aynı fikirde değildi. Galiba artık dost olmaları kesin olarak imkânsızdı.

"Demek sadece ev arkadaşı? O halde aranızda duygusal bir şey yok?" diye sordu arkadan yeni gelen biri.

Esmer kadının manken olmadığı ilk bakışta anlaşılıyordu. Diğerlerinden daha çarpıcı ve egzotik bir güzelliğe sahipti. Yaş olarak da onlardan bir kaç yaş büyük olduğunu söyleyebilirdi. Çıkık elmacık kemikleri ve kusursuz bir cildi vardı. Kadın ona Gena'nın bin bir zahmetle gizlemeye çalıştığı çillerini sanki görebiliyormuş gibi bakınca birden kendini kötü hissetti.

"Seni yeni patronumla tanıştırayım Gena. Charlie. Charlie bu ev arkadaşlarımdan biri olan Gena."

"Ah." Ah! "Charlie demek? Patronunun erkek olduğunu sanıyordum."

"Çoğu insan öyle sanıyor. Yoksa bu senin için bir sorun mu Gena?"

Ne? "Hayır, değil elbette."

"Güzel. Drake senden yani sevimli ev arkadaşından çok sık bahsediyor. Benden bahsetmemene doğrusu üzüldüm Drake?"

Sevimli mi? Iyy. Güzel evet. Seksi belki. Ama sevimli.

"Ah, şey evet. Yani sanırım hiç fırsat olmadı. Üzgünüm Charlie."

Üzgünüm Charlie. Demek ilişkileri birbirlerine ilk isimleriyle hitap edecek kadar samimiydi.

"Sorun değil Drake. Arkadaşınla konuşacağın başka bir şey yoksa işimize bakalım ne dersin. Seninle tanıştığımıza memnun oldum Gena."

Kadının hevesli sorusuna, Drake bu soruya sen cevap vermek ister misin dercesine baktı.

Gena, bir anda bu kadının Drake'in etrafını sarmış kız topluluğundan daha tehlikeli olduğunu düşünmeye başladı. Kızların hepsi de birbirinden güzel, alımlı ve seksiydi. En son çekecekleri kot pantolonu reklamı için geldikleri için vücut ölçüleri de idealdi. Drake'e duydukları bu ani ilginin sebebini bilmiyordu ancak kendini onlarla kıyaslamayacak kadar özgüvene sahipti.

Oysa patronu olacak kadın çok farklıydı. Daha olgun bir vücuda ve dikkatli gözlere sahipti. Drake gibi adamları tek lokmada yutuverecek tiplerdendi.

Elbette Gena buna karışamazdı. Diğer yandan ikisini birlikte düşünmek bile midesine taş gibi oturmuştu. Eğer Drake'in istediği buysa ona engel olamazdı değil mi? Buna hakkı yoktu.

O halde neden yüreği ateşlerde yanıyormuş gibi hissediyordu. Kızları onun yanında ilk gördüğü andan itibaren hepsini ve dahası Charlie denen şu kadını elleriyle parçalamak istemesinin nedeni kıskançlık mıydı?

Yüce Tanrım! Drake'i kıskanıyordu. Bu da adamı kendine istediği anlamına geliyordu. Ne zaman olmuştu bu? Gena Drake'e ne zaman âşık olmuştu?

Parmaklarının ucuna bakmaya devam ederken görüşü bulanıklaşmaya başladı.

Gena'nın dengesini sağlayamadığını fark eden Drake, kadınların arasından hızla sıyrılıp yanına koştu. Omuzlarından kavradığı kadını kendine bakmaya zorladı.

"Gena! Sen iyi misin?"

"Ben..." Gena bir anda içine düştüğü aptalca durum yüzünden öyle çok utanmıştı ki, söyleyecek tek bir kelime bulamadı. Hisleri yüzünden allak bullak olmuştu. Şaşkınlıkla ona bakan topluluk belli ki ne olduğunu anlamaya çalışıyordu.

"Ben sanırım bugün çok yoruldum." dediğinde Drake'in endişeyle çarpılmış yüzüne bakmamaya çalışıyordu.

"Biz de bir an bayılacağını sandık." dedi Charlie. "Senin için taksi çağırmamızı ister misin tatlım?"

"Gerek yok, onu ben götürürüm."

"Emin misin Drake. Hep birlikte partileyecektik. Bize söz vermiştin, unuttun mu?"

Drake birden ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi Gena ile göz göze geldi.

Gena anlamıştı. "Sen git," diyerek başını sağa sola salladı. "Sorun yok Drake. Eve kendim dönebilirim."

"Emin misin?" diye ısrarla sordu genç adam.

"Tabi." Gena titrek bir şekilde gülümsedi.

"Gördün mü sorun yok, hazırlanın kızlar. Bu gece tüm içkiler benden."

Charlie'nin çağrısına hepsi coşkuyla karşılık verdi.

Drake sessizce Gena'nın gözlerinin içi araştırmaya devam ediyordu. Yanıtı sanki onun gözlerinde arar gibiydi. Eğer kal derse, bir saniye bile tereddüt etmeyecekti. Eğer iyi olduğunu söylemese ve yeni patronuna söz vermeseydi onu böyle bitkin haldeyken bırakıp gitmek aklının ucundan bile geçmezdi.

Tam itiraz etmek üzereyken Gena birden kollarından sıyrılıverdi. Tıpkı Drake'in elleri gibi uyuşukluğunu da hızlı silkinip üzerinden atmıştı şimdi. Yüzüne aniden Drake'in aklını başından alacak bir gülücük yerleştirdi.

Normal zamanda böyle bir gülücük Drake'in kalbini eritirdi. Ama şimdi korkutuyordu.

"Gerçekten hiç bir sorun yok Drake." dedi Gena neşeyle. "Amerika özgür bir ülke. Ve sen de özgür bir adamsın. Ayrıca bende başımın çaresine bakabilecek kadar büyük bir kızım." diye ekledikten sonra alev alev yanan gözlerini Drake'e dikti. "Öyle değil mi arkadaşım?"

Genç adam hızla yutkundu. Gena'nın böyle bir cevap vermesini hiç beklemiyordu. Gerçi kadının dudaklarından dökülenlerle, bakışları kesinlikle birbiriyle çekiliyordu. Belli ki, Gena bir oyun oynuyordu.

Drake sırf sonunun ne olacağını merak ettiği, "Tamamen haklısın," dedi. Kadının şaşkınlıkla açılan gözlerinin dudaklarına kaymasından aldığı zevkle gülümseyerek, "Sen başının çaresine bakacak büyük bir kızsın, arkadaşım."

İkilinin bakışları bir süre daha çarpışırken Charlie içinden gülmeye devam etti. Tıpkı kalp atışları gibi solukları da aynı ritimdeydi. Aralarındaki çekimi dışarıdan gören biri bile fark ederdi.

Artık düşünmek değil ilk önce harekete geçenin kazanma vaktiydi.

Bakalım aşk mı kazanacaktı yoksa dostluk mu?

 

 

 

Loading...
0%