Yeni Üyelik
28.
Bölüm

28. Bölüm

@sagetaylors

 

"Hey! Mutfakta kim var? Corine?"

"Evet. Buradayım."

"Corine mutfakta mı? Dünyanın sonu gelmiş olmalı."

"Sanırım haklısın."

"Sizi duyabiliyorum."

Gena ve Madison gülüşerek mutfağı salondan ayıran tezgâha doğru yürürken Corine karton kutuları çöp kutusunu tıkıştırmakla meşguldü.

"Evet, bu işte bitti."

"Ne yapıyorsun burada küçük kardeş?"

"Ta daaa!" Corine özenle hazırladığı bardak ve peçetelerden oluşan sofrayı göstermek için kollarını açınca ikili gülümsedi.

"Çin yemeği mi?"

Tavana bakıp, “Teşekkürler Tanrım." diyerek inledi Gena. "Bir an yemek pişirdi diye ödüm koptu."

"Benim de."

Corine kaş çatarak somurttu. "Hey, mutfakta o kadar kötü değilim."

"Tatlım, sen mutfakta ablandan daha kötüsün." diyerek fikrini açıkça belirtti Gena.

Madison itiraz edecek gibi olduğunda ona uyaran bir bakış attı. Sonra da Corine'e dönerek, “Ee? Söyle bakalım. Bize yemek hazırlama zahmetine neden katlandın?"

"Öncelikle yemek değil "Çin Yemeği", dedi parmaklarıyla tırnak işareti yaparak. "Ve de şarap."

"Ve şarap." Gena sırıtarak tekrarladı.

Madison Gena'ya ters ters baktı. "Tamam. Anlaşıldı. Ama neden?"

"Neden şüpheli kıçınızı kaldırıp önce gidip ellerinizi yıkamıyorsunuz. Dışarıdan geldiniz."

"Anne kaz konuştu. Yürü gidelim Maddie." Gena kolundan tutup banyoya doğru çekiştirirken Madison iki parmağıyla önce gözlerini ardından Corine'i işaret etti. Gözüm üzerinde bebek.

Corine karşılığında omuz silkti ve dolapta soğuttuğu şarabı almak için buzdolabına yöneldi.

Bir kaç dakika sonra üçü tezgâhın etrafındaki taburelerde oturmuş kırmızı şarap eşliğinde Çin yemeği yiyordu.

"Tanrım bu tavuklu böreklerin tadı bir harika!" Gena zevkle inledi. "ama sanırım daha fazla yiyemeyeceğim."

"Bende öyle." dedi Madison. "En azından Corine bize bu jestinin nedenini açıklayana kadar olmaz."

"Tanrım. Ne kadar kuşkucusun." dedi Gena.

"Kardeşimi yeterince iyi tanıyorum." Sonra da yemeğin başından beri sessizce oturan genç kıza döndü. "Sorun ne?"

Corine ellerini meşgul etmek ister gibi panikle şarap kadehine uzandı sonra da parmaklarının arasında döndürmeye başladı. "Bir şey olmak zorunda mı? Bugün burs paramın hesabıma yattığını gördüm. Sonra da Drake yemeğe gecikeceğini haber verince kız kıza bir şeyler yaparız diye düşündüm. Bu arada onun hakkını da buzdolabına sakladım."

"Sahi. Drake'den bahsetmişken..." dedi Madison. "O nerelerde? Son zamanlarda ikinizi bir arada hiç göremiyorum."

"Bu aralar biraz meşgul." diyen Gena boğazını temizleyip bakışlarını hızla kaçırdı. "Yeni patronu onu çok zorluyor olmalı."

"Charlie mi?"

"Onunla tanıştın mı?"

"Evet. Hoş biri. Ve değişik. İşini bilen bir kadına benziyor."

Gena homurdandı. “Ne demezsin."

"Bir şey mi söylemeye çalışıyorsun?"

"Kim? Ben mi?"

Corine konunun kendinden uzaklaşmasından memnundu ve ikisini izlerken sırıtmamak için kendini zor tutuyordu.

"Bir şey ima ettiğini sandım. Drake ile aranız hâlâ düzelmedi mi?"

Gena'nın içtiği içki boğazına kaçınca öksürmeye başladı. "Konu ne ara bana geldi Tanrı aşkına? Beni değil onu sorgulaman gerekiyordu." İşaret parmağıyla karşısında oturan genç kızı işaret edince, Corine gözlerini kısıp Gena'ya kötü kötü bakarken

"Hain."

Gena o sırada tavan boyasını inceliyordu. Sonunda pes bir nefes verdi.

"Tamam. Anlatacağım. Ama önce biraz daha şarap istiyorum."

Madison'un buna bir itirazı yoktu. Kadehini tazeledikten sonra minik bir yudum almasını izledi. Tüm ilgisi Gena'nın üzerindeydi.

"Seni dinliyorum."

Gena nereden başlayacağını bilemiyordu. Son bir kaç günü ve geceyi Drake'in ateşli kollarında geçirdiğini, iş yerinde karşılaştıkları her kuytu köşede birbirlerini yiyip bitirircesine öpüştüklerini, eve döndüklerinde ise gizli saklı birbirlerine dokunmaya çalıştıklarını, Drake'in hafta boyunca ona küçük sürprizler hazırlamak için her iş çıkışı otoparkta beklediğini ve saatlerce arabadaki tek sesin zevk inlemeleri ve çığlıklar olduğunu onlara nasıl anlatabilirdi ki? İşin en şaşırtıcı yanı aralarındaki ilişkinin hangi ara bu kadar ilerlediğini anlayamamasıydı. Adam yatakta bazen fırtına gibi çılgın ve gözü kara, bazen de bir yaz rüzgârı kadar sakin ve şefkatliydi. Ona her türlü zevki vermek için programlanmış bir armağan gibiydi sanki. Kırk yıl düşünse Drake ile kimyalarının bu kadar uyuşacağı aklının ucuna dahi gelmezdi. Kendisi bile en yakın arkadaşıyla sevgili olduklarına hâlâ inanamazken, onlara ne söyleyecekti?

"Bize geri dön Gena." Madison'ın elini yüzünün önünde sallarken görünce daldığı rüyadan uyandı.

Corine, "Nerelerdeydin?" diyerek onunla dalga geçti.

Gena en iyisinin bir anda söylemek olduğuna karar verdi. Daha fazla uzatmanın bir anlamı yoktu. Aynı evde yaşıyorlardı. Önünde sonunda öğreneceklerdi. Şarabından büyük bir yudum almadan önce, "Biz Drake ile yatıyoruz." dedi ve olacakları izledi.

Ev bir anda sessizleşmişti. Duvardaki saatin tik takları dışında kimse nefes bile almıyordu sanki. Gena yüzlerine bakamıyordu ama ikisinin de ağızları bir karış açık halde onu izlediklerinden hiç kuşkusu yoktu. Sakin bir nefes alıp bardağını masaya bıraktı. Kadehin ince sapı hâlâ parmaklarının arasındaydı.

"Bir şey söylemeyecek misiniz?"

"Yatmak derken, yan yana yatıp uyumaktan bahsetmiyoruz değil mi?" diye bir soru ortaya attı Corine. Gena başını olumsuz anlamda salladı.

"Ah."

Madison derin bir nefes alırken Corine aynı anda soluğunu bıraktı.

"Vay canına. İşte buna içilir."

Kız kardeşi kadehini kafasına dikerken Madison sessizliğini koruyordu. Düşüncelere dalmıştı. Gena'nın bedeni birden endişeyle gerildi. En yakın arkadaşının en yakın arkadaşıyla ilişkilerini onaylamayacağı fikri bir anda midesine yediği yemekten bile ağır gelmişti. O ana kadar, eğer onların birlikteliği hakkında olumsuz düşünürse bunun ilişkilerini ne kadar etkileyeceğini düşünmemişti. Soran gözlerle Madison'ın yüzünü inceledi. Arkadaşı hâlâ bir tepki vermemekte ısrar ediyordu.

"Yalvarırım bir şey söyle Mad." Madison dönüp ona bomboş gözlerle bakınca Gena kendini birden hasta gibi hissetti. En son annesinin ölümünden iki sene sonra babasının üç erkek çocuğu olan bir kadınla evlenme kararıyla eve geldiği gün kendini böyle kötü hissetmişti. Üvey annesi kötü biri değildi ancak Gena annesinin yerine henüz birini koymaya hazır değildi. Hiç bir zaman hazır olamayacağını o zamanlar bilemezdi tabi.

Yediği Çin yemeği midesinden yukarıya tırmanmak üzereydi ki Madison birden, "Şey, bu biraz tuhaf oldu." dedi.

Gena nefesini tutup bekledi.

"Diğer yandan bu... Muhteşem bir haber." Kollarını açıp Gena'yı hiç beklemediği bir anda kucaklayınca ikili kahkaha atarak çığlık çığlığa bağırmaya başladı.

"Aman Tanrım, aman Tanrım o kadar kötüsün ki. Bana bir anlığına kendimi kötü hissettirmeyi başardığın için kendinle gurur duymalısın."

"Bunu hak etmiştin. Sen ve Drake ha? Şaşırmadığımı söyleyemem ama lanet olsun kızım, ikinizden daha şahane bir şey düşünemiyorum."

Gena'nın gözleri dolmuşu. "Sen, sen bu konuda ciddi misin? Beni rahatlatmak için söylemiyorsun değil mi?"

"Bunu neden yapayım ki?"

Corine, "Hem eminim Drake bunu yeterince yapıyordur." diyerek muzırca göz kırpınca Gena alt dudağını ısırıp kıkırdadı.

"Hem de nasıl."

"OH hayır. En yakın iki arkadaşımın seks hayatlarını dinleyerek kulaklarıma kirletmek istemiyorum. Bunu sakın yapma!"

"Neden? Onun çıplakken nasıl göründüğünü merak etmiyor musun?"

Madison kulaklarını sıkıca kapatıp bağırmaya başladı. "Yüce Tanrım. Kapa şu çeneni!"

"Ben merak ediyorum." dedi Corine sırıtarak ve karşılığında ikisinden de ölümcül bakışlar kazandı. "Hey! Şaka yapıyordum."

"Pekâlâ, bu nasıl oldu?"

Madison sorunca Gena tüm olan biteni anlatmaya başladı. Drake'in onu yıllarca platonik olarak sevdiğini ve sırf onun yaptığı küçücük bir aptallık yüzünden bunca zamandır bekleyerek acı çektiğini, şimdiyse ikisinin pembe bulutların üzerinde kanatsız uçmanın nasıl bir his olduğunu deneyimlediklerini bir bir anlattı. Söyleyecekleri bittiğinde tebrikleri yeniden kabul ederek onlara sarıldı.

Madison kalkıp buzdolabına gidip yeni bir şişe çıkardı.

"Kutlama için yeterince içmedik mi?"

"Az önce en yakın arkadaşlarımın birlikteliğini kutladık ama bu şişe benim için." dedi. İki kadın onu izlerken uzanıp bardaklarını tazeledi. "Aslında bu şişeyi özel bir güne saklıyordum ama mademki bu bir itiraf gecesi, bundan daha özel bir gece olamaz değil mi?"

Gena, “Nihayet." diyerek gülümseyince Corine ona tuhaf tuhaf baktı.

"Neyi kaçırıyorum?"

"Sen yılın birlikteliğinin Drake ve benimki olduğunu mu sanıyorsun? Bir de gazeteci olacağını söylüyorsun. Asıl bomba haber yanı başında duruyor tatlım."

Kız kardeşi şüpheyle kıstığı gözlerini bu kez ona dikmişti. "Mad. Neden bahsediyor?"

Madison dirseklerini Corine'in yanında tezgâha yasladı ve tıpkı Gena gibi birden söylemenin en doğrusu olacağına karar verdi. Eğilip kulağına bir şeyler fısıldadı.

Corine, "Aman Tanrım!" diye ciyaklayarak birden yerinden fırlayınca, elindeki şarabı üzerine sıçrattı ama bunu umursuyor gibi görünmüyordu. Gözleri yuvalarından fırlayacak gibi açılmıştı. Ağzı bir karış açık önce Gena'ya sonra Madison'a baktı.

"Nickholas Andersson ile evlendim mi dedin az önce?" Madison yalnızca gülümsedi. Gena'nın ağzı kulaklarına varıyordu.

"Bunu nasıl yaparsınız? Böyle inanılmaz bir haberi benden nasıl olup da saklarsınız? Yüce Tanrım!" Corine odanın içinde deli danalar gibi dolanmaya başladı. Kulaklarına inanamıyordu. Ablası evlenmişti. Üstelik seksi, yakışıklı, dünyanın bir numaralı film yıldızı Nickholas Andersson'la. Bu bir rüya olmalıydı.

Sonunda masaya döndüğünde, "Bu kadarı çok fazla." diyerek kadehinden kalanları bir dikişte bitirdi. "Bu nasıl oldu peki? Ve ne zaman? Bütün detayları bilmek istiyorum."

"Bir buçuk ay kadar önce. Vegas’ta. Nasıl olduğunu sorma çünkü bende bilmiyorum. Bir gecede oluverdi işte."

"Tanrım, çok romantik. Sana nasıl evlenme teklif etti peki? Nikâhınızı Elvis Presley mi kıydı? Orada bu kılıkta dolaşan bir nikâh memuru olduğunu duymuştum. Bir dakika, senin yüzüğün neden yok?" Parmağını şaklattı. "Ah tabii. Medyanın öğrenmemesi için düğün yapılana dek herkesten gizliyorsunuz. Peki, ne zaman dünyaya duyurmayı planlıyorsunuz? Dur, hiç birini anlatmadan önce kadehimi yeniden doldur."

Madison dediğini yaptı. Doğrusunu söylemek gerekirse onun da bütün bu soruları sindirmek için bir parça zamana ihtiyacı vardı. İşin en kötü yanı bütün bu sorulara verecek doğru düzgün bir cevabı olmamasıydı. Nasıl ve ne şekilde evlendiklerini hatırlayamazken olanları ne şekilde anlatacağını hiç bilmiyordu. Hafızasında açılan o kocaman boşluğu ve bu boşluğu dolduran tek şeyin Nickholas'ın aşkı olduğunu onlara nasıl itiraf edecekti. Konuşmadan önce kendini bir kaç yudum şarapla cesaretlendirdi.

"O gece ne olduğunu inan bilmiyorum. Tek hatırladığım sabah uyandığımda Nick'in odasında ve çıplak olduğum." İkilinin çıkardığı garip sesler eşliğinde Madison o gece ve sabahında olanları anlatmaya çalıştı. Ne o gece, ne de daha sonrasında birlikte olmadıklarının altını özellikle çizmişti.

"Bir insan nasıl olup da düğün gecesini hatırlamaz aklım almıyor bir türlü." dedi en sonunda Corine. "Öncesinde madde filan mı kullandınız siz?"

"Bilmiyorum. Hatırlamıyorum."

"İyi de bu çok tuhaf. Sen olmasan da Nick bir şeyler hatırlıyordur muhakkak. Ona sormadın mı?"

"Defalarca hemde. Sürekli o geceyle ilgili kaçamak cevaplar veriyor ama bana ne olduğunu o da tam olarak bilmiyor."

"Neden kaçamak cevaplar?" diye sordu Gena. "Gizlediği bir şeyler mi var?"

"Gena haklı. Ne gizliyor olabilir?"

"Bir şey gizlediğini zannetmiyorum. Tamam, bende başta öyle düşünmüştüm ama konuyu her açtığımda onun incindiğini görebiliyordum. O gece aramızda her ne yaşandıysa çok özel olduğunu söylüyor ve hiç birini hatırlamamam onu üzüyor. Sanırım o gece birbirimizin hayatlarına hiç olmadığı kadar çok dokunduk. Bunu bilmek bile beni onun karşısında oldukça savunmasız bırakıyor. Yani düşünsenize, daha önce hiç bir şey hissetmediğim bir yabancının önüne tüm hayatımı bir gecede sermişim ve aynısını o da bana yaptığını söylüyor. Şimdi ben hiç bir şey hatırlamazken o benim hakkımdaki her şeyi biliyor. Bir kez daha bunu yapmaya ikimizin de cesareti olmadığı için sadece doğru zamanının gelmesini bekliyoruz."

"Hafızanın geri gelmesini yani. Ne zaman olacak peki bu?"

"Bilmiyorum Corine."

"Ya hiç hatırlayamazsan ne olacak?"

Madison'ın dudakları gerginlikle düz bir çizgi halini aldı.

"Tatlım." dedi Gena uzanıp elini sıkarak. "Eğer ona bir defa içini döktüysen yine yapabilirsin. Bundan korkmana gerek yok. Ayrıca ona bu kadar güvendiysen pek de yabancı sayılmazmış senin için."

"Ya her şeyi yalnızca sarhoş olduğum için yaptıysam? Ya bir anlık hislerime kapıldığım için pişman olursam?"

"Pişman olmayacaksın." diyerek sözünü kesti Gena. "Eğer o gece hissettiğin şekilde hissetmiyor olsaydın bu itirafı asla yapmazdın. Neden hâlâ bir avukat tutup ondan boşanmadığını anlatmak ister misin?"

"Onu seviyor değil mi?" Corine birden bir aydınlanma yaşamış gibi ablasına baktı. "Ona âşık oldun?"

Bu bir soru değildi. Madison daha önce kendine itiraf ettiği şeyi şimdi onların önünde gizleyecek değildi. Sadece bunu başka birinden duyması daha gerçekçi olmasını sağlamıştı. Az evvel Gena'nın gözlerine dolan yaşlar şimdi onun kapısını çaldı. Göz kenarlarını elinin tersiyle silerken, " Evet." dedi. "Sanırım onu seviyorum."

Islıklar, çığlıklar ve kucaklaşmalarla dolu bir kaç dakika ardın kadehler yeniden dolduruldu. Gecenin sonunda üçü de mutluluk sarhoşu olarak kanepelerin ayrı köşelerine dağılmıştı. Bu kez şarap kadehleri yerini ellerinde kahve fincanları vardı.

"Eğer bir an önce kendime gelmezsem sabah müthiş bir baş ağrısıyla uyanacağım."

"Dert ettiğin şeye bak. Eminim Drake seni seve seve kendine getirir."

"Kapa o lanet çeneni." Gena Corine' bir yastık fırlattı. Genç kız sırt üstü düştüğü yerde kahkahalara boğulurken Madison, "Tam isabet!" diyerek arkadaşına bir beşlik çaktı.

"Bu gece çenesi çok fazla düşmüştü zaten. Üstelik asıl itirafı onun yapması gerekiyordu."

"Ne itirafı?"

Gena kendine küfrederken Madison ona sertçe baktı.

"Özür dilerim tatlım. Bunu senin söylemen gerekiyordu."

"Neyi?" diye sordu Madison bir ona bir kız kardeşine bakarken. "Benden ne saklıyorsunuz siz?"

Gena'nın üzüldüğünü fark eden Corine, "Boş ver." dedi. "Nasıl olsa öğrenecekti."

"Burada ne haltlar dönüyor?"

Corine ikiliye sırayla baktıktan sonra, "Ben bir kara verdim." dedi.

"Ah, hayır olamaz. İşte korktuğum başıma geldi."

"Ne oldu? Kız daha lafını bitirmedi ki!"

"İnan bana bu cümlenin sonunun hiç iyi bittiğini görmedim ben. En son bu cümleyi kurduğunda, kız arkadaşlarıyla külüstür bir minibüse doluşup dünyayı dolaşacağını söylüyordu."

"Bunda ne kötülük var?"

"On dört yaşında."

"Oh." Gena oturduğu koltukta büzüştü.

Corine bıkkınlıkla araya girdi. "Biraz abartmıyor musun?"

"Abartıp abartmadığımı sen o cümleyi tamamladığında göreceğiz. Eğer haksız çıkarsam senden özür dileyeceğim."

Corine cevap vermek yerine yutkundu.

"İşte, gördün mü?"

"Hadi Corine!" Gena yumuşak bir sesle konuştu "Ne kadar kötü olabilir ki?"

Corine'in kolları kendini korumak ister gibi inatla göğsünde bağlı duruyordu. Dudaklarını birbirine sıkıca bastırmıştı. Madison kendini gelecek habere hazırlamak için kahvesinden sıcak bir yudum aldı. Duyacağı şey her neyse ayık olmalıydı.

"Bir süreliğine okulu dondurmaya karar verdim."

"Ne?" Çığlık kanepede yatan Gena'dan gelmişti. Madison gözlerini hızla devirip, ona sana söylemiştim bakışı attı. "Bir dakika sen bilmiyor muydun?"

"Okulu donduracağını değil. Sadece gitmeyi ertelediğini biliyordum. Tanrım Madison haklıymışsın. İyi ama neden tatlım? Okulunun bitmesine bir kaç ayın kalmıştı."

"Biliyorum haklısın. Ama kendimi şu anda oraya dönmeye hazır hissetmiyorum. Bugün okuldan gelen telefondan sonra bunu yapamayacağıma karar verdim. Babamın üvey kızı şikâyetini geri çekmiş olabilir. Fakat düşünsenize, o yine orada olacak ve ben onun yüzünü her gördüğümde başladığım işi bitirmenin yollarını arayacağım."

"Hayır, öyle bir şey yapmayacaksın."

"Gerçekten mi? Beni kim durduracak peki? Sen mi, yoksa Madison mı?"

"Sen. Bunu sen yapacaksın Corine. Çünkü sen öyle biri değilsin."

"Nereden biliyorsun? Belki de tam da öyle biriyimdir."

Gena şaşkınlıkla yanında sessiz oturan arkadaşına baktı. "Sende bir şey söylesene Tanrı aşkına."

Corine ablasıyla göz göze geldi. "Okulu bırakmıyorum Mad. Yalnızca bir süre daha yanınızda kalmak istiyorum. Okulu dondurmasam bile ne bileyim rapor filan alabilirim mesela. Ders notlarım gayet iyi. Herkesten ilerideyim. Burada, yanınızdayken bitirme ödevime daha iyi çalışabilirim. Arkadaşlarım ders notlarını benimle paylaşacağına söz verdi. Lütfen bana öyle bakma. Burada kalmam ve Nickholas'a bunu yapanların kim olduğunu öğrenmemiz gerekiyor. Sonra Troy ile birlikte bulduğumuz şu ofis var..."

Madison, "İşte!" diye hiddetle yerinden fırladı. "Tüm mesele aslında bundan ibaret öyle değil mi?" diyerek ileri atılınca Corine susmak zorunda kaldı. "Troy." diye devam etti Madison. "Bu kararı almandaki asıl sebep o."

"Şey, onun burada bir iş kurmaya karar vermesi ve yardımıma ihtiyacı olduğunu inkâr etmiyorum ama..."

Madison'ın boğazından boğulur gibi bir ses çıktı. Fincanını sehpanın üzerinde duran tabağına sertçe çarparak, "Daha fazla dinlemek istemiyorum." dedi.

Gena uzanıp gitmek üzereyken koluna yapıştı. "Yapma Maddie!"

"Bırak, yoksa kalbini kırarım. Burada oturup kız kardeşimin hayatını bir adam yüzünden mahvetmesini izlemek istemiyorum." Corine'e öyle bir bakış atmıştı ki, genç kız olduğu yere kıvrıldı. Madison sözlerini, "Yine." diye bitirdi ve arkasını dönüp gitti.

......

Bianca ofisin dış kapısından girdiği anda sekreteri ayağa kalkıp yanına koştu.

"Günaydın Bayan Brooklyn."

"Günaydın." Bianca çantasından minik bir parfüm şişesi çıkarıp bileklerine sıktı. Sonra da şişeyi sekreterine attı. Genç kadın tıpkı bir labrador gibi şişeyi havadayken yakaladı.

"Bu şişenin aynısından ısmarlamanı istiyorum senden. Fiyatı için onay alman gerekmiyor."

Genç kadın Bianca yürürken peşine takıldı. Elindeki minicik şişeye bakarken sertçe yutkundu. Bu parfüm neredeyse onun bir yıllık maaşı kadardı. Bir an şişeyi kırdığında başına geleceklerden korkup şişeyi avucunda sıkıca tuttu.

"Şey, bu markanın pahalı olduğunu duymuştum." dediğinde Bianca hızla arkasını döndü. Kadınla göz göze geldi ve anında sözlerini geri alabilmeyi diledi. "Fiyatı elbette önemli değil Bayan Bianca ancak bu markanın yurt dışından ithal edildiğini duymuştum. Yani bulmak biraz zor olabilir."

"Sence ben bunu bilmiyor muyum?"

"Ben öyle demek..."

"İşini yapacak mısın, yoksa bahaneler sıralamaya devam mı edeceksin? Eğer işinden memnun değilsen senin yerine çalışabilecek bir dünya insan bulabilirim."

"Hayır efendim! Yani işimden memnunum demek istedim." Kadın şimdi gerçekten paniklemişti. Daha fazla saçmalamamak için çenesini kapattı.

Bianca yeniden yürümeye başladı.

Genç kadın işini doğru yaptığından emin olduğu her seferinde bile bu kadının karşısında gerginliğini gizlemeyi beceremiyordu bir türlü. Bianca Brooklyn istisnasız çevresindeki herkeste bu etkiyi yaratıyordu.

"Az kalsın unutuyordum. Bay Andersson geldi. Odanızda sizi bekliyor."

Bianca duraksadı. "Ander mi? Geleceğini haber vermiş miydi?"

"Hayır, Bay Nickholas efendim."

Bianca hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı. Nasıl da birden aptal gibi heyecanlanmıştı. Ander asla ona böyle küçük sürprizler hazırlamazdı. Dedikodu çıkmaması için göstermelik çıktıkları bir kaç yemek olmasaydı, baş başa vakit geçirdikleri son zamanı hatırlamakta zorlanırdı. Sahi kocası en son doğum gününde ona ne almıştı? Ah evet, sevgililerinden birine alıp cebinde unuttuğu bir çift küpeydi sanırım. Pırlanta küpeler Tiffany'dendi. Pahalıydı ama araştırdığında fatura tarihinin çok eskiye ait olduğunu öğrenmişti. Belki alınıp sonra da beğenilmediği için geri verilmişti. Veya kadınla ilişkisi o kadar kısa sürmüştü ki, verecek fırsatı hiç olmamıştı. Sahi, o küpeleri ceketinin cebinde bulmuş olmasaydı ona hediye etmeyi düşünecek miydi? Nedeni ne olursa olsun Bianca o küpeleri hiç takmadı. Sonra da bozdurup onun yerine bir çift İtalyan derisi çizme aldı. Üzerine her bastığında defalarca çiğneyip durduğu kadınlık gururunu hatırlayacaktı.

Derin bir nefes aldı ve kapıyı açtı. Nickholas'ı masasının başında evraklara gömülmüş halde görmeyi hiç beklemiyordu. Bu yüzden kafasını kaldırıp ona bakınca sarsıldı. Oysa onu asıl sarsan oğlunun giderek babasına daha çok benziyor olmasıydı. Duruşu, bakışı, nezaketi ve bir kadını nasıl etkileyeceğini iyi bilen ses tonu ve gülümsemesiyle, Nick tıpkı Ander'in otuz sene önceki hali gibiydi.

Bianca Ander'a ilk gördüğü anda vurulmuştu. O zamanlar bir erkeği tüm benliğiyle sevmenin onunla birlikte olmak için yetebileceğini düşünecek kadar aptal ve toydu. Oysa sevgi ve sadakat karşılıklı olmadıkça tek tarafa acı vermekten başka hiç bir işe yaramıyordu. Ah, elbette Ander onu sevmişti. Bu konuda ciddi olduğundan bir gün bile şüphesi olmamıştı. Ne yazık ki Ander bütün kadınları severdi. İşte çözmeleri gereken ve en tehlikeli sorunları da buydu. Nickholas'ın babasından almasını istemediği tek özellik... Ne yazık ki çapkınlık Andersson erkeklerinin genlerinde vardı ve Bianca ömrünün sonuna kadar onların arkalarını toplamakla lanetlenmişti.

Nick onu kapıda görünce gülümsemişti. "İçeri girmeyecek misin?"

"Şaşkınlığımı üzerimden atmam için bana bir dakika ver."

Bianca önce sekreterinden sabah kahvesini getirmesini istedi. Sonra da oğluna bir şey isteyip istemediğini sordu.

"Ben az önce içtim, teşekkürler."

Bianca halı kaplı zeminde sessiz adımlarla ilerleyip, Paris moda haftasından aldığı şık Porte imzalı şapkasını başından çıkardı ve Nick kendi masasında oturduğu için karşısındaki misafir koltuklarından birine oturdu. Nickholas'ın koltuk değnekleri koltuğunun yanındaki duvara dayalıydı. Doktorlar geçici bir süreliğine kullanması gerektiğini söylemişti ancak Bianca yeniden o berbat hisse kapıldı. Nick'in sette kaza geçirdiğini duyduğu anda göğsünü sıkıştıran ağrı, onu yoklamaya başlamıştı. Haberi aldığında bir toplantıdaydı. Hastaneye nasıl ulaştığını hangi vasıtayı kullandığını hatırlamıyordu bile. Nick'in müdahalesi bitinceye ve onu yeniden sağlıklı görünceye kadar zaman hiç akmamış, durmuştu sanki.

Bianca oğlunu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya bırakan kazanın en büyük hatırlatıcısı olan koltuk değneklerine bakmamaya çalışarak gözünü masasındaki taze lalelerin süslediği cam vazoya dikti. Her sabah masasında bu çiçekleri görmek onu kendine getirirdi.

"Sabahın bu erken saatinde ziyaretini neye borçluyum?"

"Senin en iyi bildiğin şeye anne. İş."

"Bir sorun mu var?"

"Ne?"

"Evrakları incelediğine göre, bir problem olduğunu düşünmeli miyim?"

"Ah hayır." Nick önündeki dosyayı kapatıp sırıttı. "Muhasebe kayıtlarını incelemek istemiştim sadece". Bir de yıllık anlaşmaların olduğu dosyayı görmek istedim ama sanırım sekreterin hâlâ onu bulamadı." Öne doğru eğilip, "Biraz şaşkın bir kız." dedi ve göz kırptı.

Bianca sekreterinin biraz şaşkın olduğunu kabul ediyordu. Kaldı ki işini düzgün yaptığı sürece bu özelliğini görmezden gelebilmesi mümkündü. Bu zamanda dikkatli ve sadık bir çalışan bulmak oldukça zordu. Kız günün hangi saatinde arasa işinin başındaydı ve Bianca için bu kadarı yeter de artardı. Öte yandan kızın Nick'in karşısında hiç şansı yoktu elbette. Bianca sekreterinin neden bu sabah elinin ayağının birbirine dolaştığını şimdi daha iyi anlıyordu. Oğlu üzerinde en iddialı gülümsemelerinden birini kullanmış olmalıydı. Zavallıcık.

"Eğer bu kadar önemliyse, dosyalar evimde. İstersen birini gönderip aldırabilirim."

"Kalsın. Onlara daha sonra bakarım."

O sırada kapı vuruldu ve yardımcısı elinde tepsiyle içeri girdi. Bianca yanılmamıştı. Kız Nick'in boş fincanını almak için masanın çevresinden dolanırken az kalsın halıya takılıp düşecekti. Nick gülmedi. Bianca tepkisiz kaldı ama zavallı kız saç diplerine kadar kızarmıştı. Özür dileyip dışarı çıkana kadar hiç kimse konuşmadı.

"Her neyse." dedi Nick. Kibar davranarak kötü bir yorum yapmadığı için bir kez daha Bianca'nın takdirini kazanmıştı. Bunu pek sık yapmazdı.

"Buraya seninle özel bir mesele hakkında konuşmak için geldim."

"Şu kutlama partisi mi? Hâlâ davetlilerle ilgili fikrimi değiştirmedim."

"Onu da konuşacağız. Daha öncesinde söylemek istediğim bir şey var."

"Seni dinliyorum." Bianca kahvesine hafifçe üfleyip bir yudum aldı.

"Bunu nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum anne ama artık menajerim olmanı istemiyorum."

Eğer dikkatli olmasaydı, içtiği kahve boğazını yakacaktı. "Ne dedin sen?"

"Bak bunu kişisel algılamanı istemiyorum. Yardımların için sana minnettarım ama artık kendi ayaklarım üzerinde durmak istiyorum. Menajerlikle birlikte şirketteki hisselerim ve tüm haklarımı da geri istiyorum. Biliyorum kötü günler geçirdim ama artık akıllandım anlıyor musun? Gittikçe daha iyiye gittiğimi hissediyorum."

"Şu anda ise tam tersini düşünmeme sebep oluyorsun."

"Hayır anlamıyorsun. Yüzünün şeklinden beni ciddiye almadığını görebiliyorum. Ama ben ciddiyim anne. Bu konuda avukatlarımıza bir devir protokolü hazırlamaları için çoktan görevlendirdim bile."

"Ne yaptım dedin?"

"Anne dinle."

"Asıl sen beni dinle. Bir menajerin olmadan her şeyi kendi başına halledeceğini sanıyorsan çok yanılıyorsun. Senin işlerin için kaç kişiyi seferber ettiğimden haberin var mı senin? Burada bir ajans yönetiyorum. Bir şirket Nick. Diğer yandan senin geleceğine en iyi şekilde yön vermeye çalışan bir ekibi kontrol etmeye çalışıyorum. Bunun için bile dünya kadar danışmana başvuruyorum."

"İyi ya işte, artık tüm bunların hiç birini yapman gerekmeyecek."

"Peki ama nasıl? Tek başına tüm bunlarla nasıl başa çıkmayı planlıyorsun?"

Nick sessiz kalınca Bianca iç çeker gibi gülerek arkasına yaslandı. "Kafandaki tilkileri görebiliyorum Nick ama olmaz. O kız olmaz."

"Madison'ı hafife alıyorsun. O çok yetenekli bir kız."

"Onu asla hafife almıyorum. Yeteneklerinin farkında olmasam onu işe alır mıydım sanıyorsun? Ama menajerlik başka şey. Tanrım Nick, sırf sen istedin diye daha yeni onu basın danışmanın yaptım."

"Biliyorum. Şimdi de menajerim olmasını istiyorum."

"İşler o şekilde olmuyor."

"Ama ben olmasını istiyorum."

"Bunu senden o mu istedi?"

"Ne? Elbette hayır. Henüz bu fikrimden haberi bile yok."

"Güzel. Bırak öyle kalsın."

"Ah, yapma anne."

"Nick asıl sen yapma. Ne yapmaya çalıştığını görmüyor muyum zannediyorsun? Önce Troy sonra Madison."

Nick, "Anlamadım." diye diklenince Bianca yerinden kalkıp Los Angeles manzarasını tepeden izleyen pencerelerden birinin önüne gitti.

"İkisine de değer verdiğini görebiliyorum ve anlıyorum da."

"Bunu demek istemedin. Durma, dilinin altındaki neyse çıkar hadi!"

Nick'in sesi sertleşmişti. Bianca onu inciteceği için söyleyecek olduğu sözlerden daha şimdiden pişman olmuştu. Oğlu duygusaldı ve her zaman kalbinin onu yönlendirmesine izin veriyordu. Ama birinin ona gerçekleri söylemesi gerekiyordu. Ve her seferinde olduğu gibi babası ortalarda olmadığı için bu iş yine ona düşüyordu.

"İnsanların ne kadar çıkarcı oldukların, menfaatleri söz konusu olduğunda neler yapabileceklerini bu sektörde çalıştığın için en iyi sen biliyor olmalısın Nick."

Bianca arkasını döndüğünde Nick ağırlığını sağlam bacağına vermiş ayakta güçlükle duruyordu. Masaya tutunduğu ellerini yumruk yapmıştı. Odanın diğer ucundan öfkesinin dalga dalga ona doğru geldiğini hissedebiliyordu. Adamın gözleri adeta ateş saçıyordu.

"Aklımdan geçen şeyleri düşünmediğini söyle bana!" Nick birden bağırınca Bianca irkildi.

"Nick..."

"Hayır. Onlar bana değer veriyorlar anlıyor musun? Sakın onları çevrendeki kan emici sülüklerle karıştırayım deme."

Bianca yüzünü ifadesiz tutmaya çalışıyordu ama oğlu karşısında her an dağılacakmış gibi tepeden tırnağa titrerken sakinliğini korumakta zorlanıyordu.

"Madison için erken konuşmuş olabilirim ama Troy konusunda haklı olduğumu biliyorsun."

"Ne demek şimdi bu?" Bianca bekledi. Oğlunun yüzündeki ifadenin farkındalıkla değiştiği anı gözlemledi. Şimdi artık onun bildiklerini bildiğini fark etmişti.

"O mesele başka. Kahretsin anne, Troy gerçekten zor durumdaydı. Bu parayı yalnızca borç olarak aldı. Yoksa abasını öldüreceklerdi."

"Ve sende buna inandın öyle mi? Bana açıklamak için harcadığın enerjiyi keşke onu sorgulamakta kullansaydın. Nick ben her şeyi biliyorum. Troy'un bundan haberi var mı yok mu bilmiyorum ama babasının bu parayı kumarda kaybettiğini çok sağlam kaynaklardan öğrendim."

"Hayır."

"Ne yazık ki doğru ve sırf senin hatırın için bu seferlik olanları görmezden gelmeye çalışacağım. Tek bir şartla..." diyen kadın masanın yanına kadar yaklaşıp elini kâğıt yığınının üzerine koydu. "aynısını Madison için de yapmana izin veremem."

Nick ağız dolusu küfretti. Bianca oğlunun bacağı kırıldığında perişan olmuştu. Şimdi onun kalbini kırdığı için daha da berbat hissediyordu. Ama onu korumak istiyorsa bunu yapmaya mecburdu. Bir gün Nick'in onu anlayacağını ummaktan başka çaresi yoktu. Bu yüzden Nick topallayarak odasından çıkana kadar dimdik ayakta bekledi. Ardından sandalyesine çöktü.

.........

Nick eve döndüğünde öfkeden köpürmek üzereydi. Romano koşarak yanına gelip bir şeyler söylediğinde onu pek fazla dinlemedi. Troy'un evde olmadığını duyduğuna sevindi. Bu kadar öfkeliyken onunla yüzleşmek istemiyordu. Laf kalabalığı arasında duyduğu tek bir isime odaklanabildi.

"Madison nerede dedin?"

"Aşağıda. Spor salonunda. Eve bir saat önce geldi ve geldiğinden beri orada."

Nick daha fazlasını dinlemedi. Asansöre binip doğruca alt kata indi. Koridorun sonundaki camla kaplı oda, yemyeşil çimenliğe bakıyordu. Yüz metre kare büyüklüğündeydi ve bir spor salonunda bulabileceğiniz her türden profesyonel makinelerle donatılmıştı.

Madison ise, ringin ortasında üzerinde şeytanı bile baştan çıkaracak kadar dar bir tayt ve sporcu sutyeniyle durmuş bir kum torbasını yumrukluyordu. Atkuyruğu yaptığı saçları terden ensesine yapışmıştı. Suratı kıpkırmızıydı. Fakat bu haldeyken bile dünya üzerindeki en çekici kadındı. Nick ona doğru yaklaşırken aynı anda hem sakinleşip, hem de kalp atışlarının hızlanmasına şaşırdı. Üstüne üstlük acı verecek derecede sertleştiğini hissediyordu.

Madison yumruklarını art arda sıralamaya devam ediyordu. Ardından yumrukların yerini tekmeleri almaya başladı. Tekme ve yumruk kombinasyonunu seri halde yapmaya başladığında Nick artık onun kendisinden daha sinirli olduğunu anlamıştı.

"Sakin ol şampiyon." dedi ringin dibinden

Madison o kadar ani dönmüştü ki, geri gelen kum torbasının darbesine karşı hazırlıklı olamadı ve bir anda kendini yerde buldu.

"Hey hey!" Nick olabildiğince hızlı yanına çıkmaya çalıştı. Madison yerde nefes nefese, kolları ve bacakları açık halde bir denizyıldızı gibi yatıyordu.

Nick tepesinde dikilerek, "Sen iyi misin?" diye sordu.

"Plakasını alabildin mi?"

"Hı hı. Neredeyse onu haklamak üzereydin ama son anda yaptığı atakla seni nakavt etmeyi başardı."

"Sabah sabah çenen düştü yine."

Nick kalkması için elini uzatınca Madison tereddüt etmeden tuttu. Adam sakat bacağına rağmen onu sıkıca tutup havaya kaldırmıştı. Sonra da onu kendine çekti

"Terliyim."

"Bu bana engel olur mu sanıyorsun."

Madison güldü ve adamdan küçük bir inleme çıkıncaya kadar onu uzun uzun öptü. Tuhaftır ki, geri çekildiğinde bu öpücüğün saatlerdir yaptığı spordan bile daha iyi hissettirdiğini fark etti.

"Söyle bakalım seni zavallı bir kum torbasından öç almaya itecek kadar sinirlendiren ne?"

"Boş ver. Aile meseleleri."

"Şimdi kalbimi kırdın işte. Artık aileden olduğumu sanıyordum."

Madison ona sıcacık bakan mavi gözlerde resmen eridiğini hissediyordu. "Şey, öylesin tabi." diye kekeledi. Birden ne diyeceğini bilememişti.

Nick terli bir saç tutamını kulağının arkasına sıkıştırırken sersem edici gülümsemesi hâlâ yüzündeydi.

"Kahvaltı yaptın mı?"

"Hayır. Sen?"

"Hayır."

"Erkenden nereye gittin?"

"Bende seni özledim Maddie."

"Laf kalabalığında üstüne yok."

"Ajansa gitmiştim. Annemle konuşacaklarım vardı."

"Kötü mü gitti?"

Her zamanki gibi, diye düşündü Nick.

"Tamam. O halde sen terin soğumadan gidip duş alırken bende kahvaltıyı bahçeye hazırlaması için Romano'ya haber vereyim."

Nick gitmek için arkasını dönünce Madison bir terslik olduğunu anlayıp koluna yapıştı.

"Nick?"

"Evet."

"Beni şaşırtıyorsun. Benimle duş almayı teklif etmeyecek misin?"

"Hayır. Alçının ıslanmaması gerek, unuttun mu?"

"Bu daha önce seni durdurmamıştı." Nick gitmek isteyince onu yeniden durdurdu. Kahretsin, bu kez gerçekten onunla duş almak istiyordu ama.

"Bir sorun mu var?"

"Acele etsen iyi olur. Terin soğuyacak."

Nick bunu söyledikten sonra gitmişti. Madison onun neden bu kadar mesafeli olduğuna bir anlam veremedi. Kesin annesiyle aralarında olumsuz bir şeyler geçmişti. Tanrı aşkına, bu kadın ne zaman oğluna eziyet etmekten vazgeçecekti?

Hızlı bir duş alıp olabildiğince çabuk hazırlanarak bahçeye çıktı. Nick çoktan masaya oturmuş havuzdaki berrak sudaki gölgelere dalmıştı. Onu fark ettiği an göz göze geldiler.

"Selam."

"Selam. Beklemene gerek yoktu."

"Sorun değil. Her saniyesine değdi. Harika görünüyorsun."

Madison üzerine basit kolsuz bir bluz ve kot şort giymişti. Saçlarını gelişi güzel toplamış, yüzüne makyaj dahi yapmamıştı. Yine de bu adam ona dünyadaki en güzel şeymiş gibi bakıyordu. Sıcak ve biraz da heyecandan yüzüne ateş bastı.

"Teşekkürler. Sende oldukça iyi görünüyorsun." Sırf nabzını yoklamak için sormuştu. Adamın cevap vermek yerine yemeğe giriştiğini görünce de tahmininde yanılmadığını anlamış oldu.

"Ne olduğunu anlatacak mısın artık?"

"Beni boş ver. Sen anlat. Sorun annen mi yoksa baban mı?"

"Hayır. Bu sefer sorun Corine." dedi Madison ve tabağına bir pastırma dilimi çekti. "Rapor alıp okula gitmeyi ertelemeyi düşünüyor ya da okulu dondurmayı. Her neyse işte. Bahane olarak babamızın üvey kızı da dâhil bir sürü saçma şey sıraladı ama ben asıl meselenin hiç biri olmadığını biliyorum."

"Sebep neymiş peki?"

"Troy."

Nick ona dik dik batığında Madison bakışlarını kaçıramadı. Keşke bu güneşli sabah, kuş cıvıltıları eşliğinde kahvaltı yaparken daha güzel şeylerden konuşabilselerdi. Mesela erteledikleri balayı, yüzük, düğün gibi şeylerden. Ne yazık ki mesele ciddiydi.

"Bak, Troy'un arkadaşın olduğunu biliyorum. Onu bende çok seviyorum ama..."

"Aması ne? İyi biri olması birini sevmek için yeterli bir özellik değil mi?"

"Ben öyle bir şey söylemedim. Kardeşim... nasıl söylesem o aşırı duygusaldır. Karşısındaki insana değer verdiğinde mantığını bir kenara bırakıp ona apansızca bağlanır. Bir keresinde liseden mezun olan âşık olduğu bir çocuk yüzünden onunla gidebilmek için şehri terk etmeye kalkıştı. Sırf onunla aynı okulda okuyabilmek için az kalsın kendi hayallerinden vazgeçiyordu. Üstelik adam uyuşturucu kullanıyordu. Sonra son sınıftan bir kız arkadaşı kanser olunca tüm ilgisini ona adadı. Kız sırf daha iyi hissetsin diye günün on iki saati onunla hastanede yaşıyordu."

"Ona kötü günlerinde destek olmuş. Bunda ne kötülük var?"

"Elbette yok. Hatta bunu takdir bile ediyorum. Üstelik zor durumda olan kızın hastane masraflarını karşılayabilmek için okulda bir kampanya başlatmasına destek bile verdim. Ama Corine kendini her zaman olduğu gibi olaylara öyle çok kaptırdı ki, günlerce uyku uyumadı. Dersleri kaçırdı ve sınavların birçoğuna girmedi. Girdiklerinden ise kötü notlar almaya başladı. O kadar berbat bir haldeydi ki, onun da hastalanacağından korktum. Tanrım Nick, etrafta tıpkı bir zombi gibi dolaşıyordu."

"Arkadaşına ne oldu peki?"

Madison adamın yemek yemeyip onu dinlediğini o an fark etti. Nick çatık kaşlarının altından tüm dikkatiyle ona bakıyordu.

"Kim?"

"Şu kanser olan kız. Ona ne oldu?"

Madison bakışlarını tabağına indirdikten sonra cılız bir sesle, "Öldü." dedi. Nick karşılığında derin bir nefes aldı.

"Bu anlattıklarından Corine'in mantıksız değil, duyarlı bir kız olduğunu çıkarıyorum sadece."

"Tüm meselede bu ya zaten. Bu yaşına kadar onu tek başıma büyütmek zorunda kaldım ben. Başımızda bir anne ya da baba olmadan. Neyin doğru neyin yanlış olduğunu göstermek için ağır bir misyon yüklendiğimin farkındayım ama başka çarem yoktu. Çünkü birinin bunu yapması gerekiyordu. Hadi ama Nick. Resmin tamamını göremiyor olamazsın."

"Sana neyi gördüğümü söyleyeyim." Nick yavaşça öne doğru eğilip gözlerinin içine öyle bir öfkeyle baktı ki, Madison bu bakışların ağırlığı altında ezildiğini hissetti. "Bazı insanlar gerçekten sevmenin ne demek olduğunu bilmiyorlar. İzninle. Yorgunum. Dinlenmek istiyorum."

"Ama..."

Madison bir şey söyleyemeden Nick yavaş yavaş uzaklaştı. Oysa ona başka bir şey söylemek istemişti. Corine gibi kendini kaybedecek kadar mı bilmiyordu ama kalbinde bir şeylerin ağırlığını hissedebiliyordu. Nick ona her baktığında böyle oluyordu. Artık Nick'in de bunu bilmesi gerekiyordu. Daha da iyisi, göstermeliydi.

 

 

Loading...
0%