Yeni Üyelik
29.
Bölüm

29. Bölüm

@sagetaylors

Fotoğraf stüdyosu üç ana bölümden oluşuyordu. Duvarları beyaza boyanmış çekimlerin yapıldığı büyük salon, soyunma odası, ki içinde çeşitli kostüm ve aksesuarların bulunduğu iki ayrı bölüm daha vardı ve bir de resimlerin tab edildiği karanlık oda. Drake buraya "Kırmızı Oda" adını vermişti ve dijitale geçiş yapıldığından bu yana amacına uygun olarak kullanılmadığından yakınırdı. Ölümsüzleştirdiğin fotoğrafların suyun içinde yavaş yavaş belirmesini izlemek bambaşka bir zevkti çünkü.

Neyse ki yeni patronu Charlie de onunla aynı kafa yapısına sahipti. Dijital dünyanın bahşettiği nimetlerden faydalanmayı sevmenin yanı sıra eski geleneklere de bağlı biriydi. Drake'in eski patronu karanlık odayı sadece geç saatlere kadar çalıştıklarında dinlenebilmeleri için kullanırdı. Bu yüzden oraya açılabilir küçük bir kanepe, mini bir buzdolabı ve müzik çalar koydurmuştu. Charlie odanın bu halinden pek hoşlanmamış, neyse ki karşı da çıkmamıştı. Onun için işine engel olmadığı süreçte bir sorun yoktu. Kanepe ve diğerleri odada kalmıştı ve şu anda birbirine tutkuyla dolanmış çifte ev sahipliği yapıyorlardı.

İçerisi mantarlı pizza, elma suyu ve buram buram seks kokuyordu. Yanan tek ışık odayı kan kırmızısı bir renge boyuyorken, radyoda hafif bir Ed Sharen şarkısı çalıyordu.

Örtüler kıpırdadı. Tıpkı anne rahmindeki bir çocuğun sağa sola ve yukarı aşağı salınımı gibiydi. İki baş yüzeye çıktığında ter içinde ve nefes nefeselerdi.

Drake her zamanki sevişme sonrası olduğu gibi onunla uzun uzun öpüştükten sonra, "Ben mi abartıyorum yoksa sen bu işte giderek daha mı iyi olmaya başlıyorsun?" diye sordu Gena.

Tanrım bunu nasıl yapıyordu? Nasıl her seferinde seks için bir dünya efor sarf ettikten sonra dakikalarca öpüşecek enerjiyi kendisinde bulabiliyordu?

Drake dudaklarını büzerek kurnazca güldüğünde yüzünü avuçlayarak adamı bu kez meydan okuyarak kendisi öptü. Drake'in öpüşü anında daha tutkulu bir hal almaya başlayınca da ciğerleri oksijen ihtiyacıyla yandığından hızla geri çekildi.

"Bunu bu kadar sık yapmamız sence de biraz sakıncalı değil mi?"

İşte şimdi adamı şaşırtmayı başarmıştı. Merakla bakan gözlerinin üstüne, tüm gece Gena'nın parmakları sayesinde birbirine girmiş olan kahverengi saçları seksi tutamlar halinde dökülmüştü. Hafifçe bronzlaşmış teni loş ışıkta parlıyor, ona bakan gözleri adeta ışık saçıyordu. Gena'nın bakışları kirli sakalının süslediği yanaklarından Drake'in aralık duran seksi dudaklarına
kaydı ve sorduğu soruyu anında geriye alabilmeyi diledi. Bu delilikti ama Tanrım, Gena onu yeniden istiyordu.

"Neden sakıncalı olsun ki?"

"Bilmiyorum ben...eee...hayatımda hiç bu kadar sık orgazm olduğumu hatırlamıyorum. Yatağın içinde bir yerlere yumurtalıklarımı düşürmüş olabilirim."

Drake başını arkaya atıp gülünce Gena onu dirseğiyle dürttü.

"Hiç komik değil. Yeni patronun Charlie bu odayı kendi kırmızı acı odamız olarak kullandığımızı öğrenirse yalnızca benimkiler değil seninkiler de tehlikeye girebilir üstelik. Katı kuralları olan bir kadın olduğunu söylememiş miydim?"

"Evet öyle demiştim. Stüdyoda alkol ve sigara kullanılmasından ve dağınıklıktan nefret eder. Fakat seks için bir kuralı olduğundan hiç bahsetmedi. Sence neden bu kanepeyi attırmadı dersin?" Drake biri onları duyabilecekmiş gibi sesini bir kaç ton alçaltarak kulağına tahrik edici bir şekilde fısıldadı. "Bazı geceler bu odayı kendi amaçları için kullandığından şüpheleniyorum."

"Aman Tanrım. Patronunu mu gözetliyorsun?"

"Elbette hayır. Bir kaç manken aralarında konuşurken duymuştum."

"Yine de yakalanmak istemiyorsak burada daha fazla oyalanmayalım."

"Şikayet mi ediyorsun?"

Drake pozisyonunu değiştirerek Gena'nın yanına uzandı. Başını tek koluna yaslamış diğer eliyle Gena'nın pembe göğüs uçlarına yayılan ve kızıl ışıklarla daha da koyulaşan saçlarıyla oynamaya başlamıştı. Gena onun yanında böyle çırılçıplak yatarken kendini bir mucizenin içinde gibi hissediyordu. Onunla seks bir mucizeydi ama ondan sonra hâlâ ona sahip olabilmek ayrı bir hediyeydi. Dolayısıyla bazen birliktelikleri ona inanılmaz geliyordu.

Gena inanılmazdı. Yüzüne dikkatle baktığında yarı şaka yarı ciddi çarpılan suratını öpücüklere boğmamak için kendini zor tuttu. Belki de Gena haklıydı. Onu fazla zorluyor olabilir miydi?

Birlikte olmaya başladıkları günden bu yana onunla bulabildikleri her fırsatta sevişmişlerdi. Bunun için zaman veya mekan fark etmemişti. evin girişinde başladıkları işi kolaylıkla yatağa, iş yerinde asansörde ateşlenen bir öpücüğü doğruca arabaya, oradan da arka koltuğa taşıyabiliyorlardı. Aralarındaki çekim o kadar fazlaydı ki koridorda karşılaştıklarında ve Gena ona tıpkı şimdiki gibi ateşli bakışlar yolladığında soluğu mola odalarından birilerinde alabiliyorlardı. Hızlı ve sert veya yumuşak ve ağırdan olması ikisi içinde fark etmiyordu. Sanki biri görünmez parmaklarını aralarında şıklatıyor ve olanlar oluyordu. Gena söyleyene kadar Drake için bu anlar cennetten çalınmış güzel zamanlardı. Şimdi ise...

Yattığı yerde hafifçe doğrulup, saçları gözlerini tavana dikmiş kadına baktı. Tanrım, bu anı ne kadar çok hayal ettiğinden haberi var mıydı?

"Seni zorladığımı düşünmüyorsun değil mi? Yani ben, bu işten benim kadar zevk aldığını düşünmüştüm."

Gena birden paniğe kapılmış gibi koyu yeşil gözlerinde telaşla ona doğru dönüp yüzünü avuçlayınca göğüsleri tenine yapıştı. Drake başını eğip bu görüntüye bakmaktan kendini alamamıştı.

"Hayır, hayır! Asla! Yani beni zorladığın filan yok. Yemin ediyorum her saniyesinden zevk alıyorum."

"Nedense bunun sonrasında bir ama gelecekmiş gibi hissediyorum."

"Hayır." Evet, ne yazık ki itiraf etmekten korktuğu kahrolası bir ama vardı.

Drake o kadar özenli bir sevgiliydi ki, o her genç kızın rüyalarındaki nazik, şefkatli adamdı. En azından kendi hayali böyleydi. İlişkileri daima dengeliydi. Kimse kimseye üstünlük taslamaya kalkışmıyor, daima birbirlerinin isteklerine özen gösteriyorlardı. İş böyle olunca Gena'nın içini bir panik duygusu kaplamıştı çünkü Gena hayatı boyunca asla mükemmel bir ilişki yaşamamıştı. Bir ilişkiye hep mükemmel olacağına inanarak başlar, ancak bir süre sonra birlikte olduğu adamlar patlayan araba lastiği gibi onu yarı yolda bırakırlardı. Sonunda onların ya bencil olduklarını keşfederdi, ya iyi birer yalancı ya da megaloman. Yanına tek kar kalan, bir kaç düzgün gece ve eğer iyiyse seks olurdu ki, bunları Drake ile kıyaslaması mümkün değildi. Çünkü Drake rüyalarında bile göremeyecek kadar tutkulu ve sevecen bir erkekti.

"O halde sorun ne Gena?"

Evet. O halde sorun ne Gena?

"Gena bana bak."

Drake iki parmağıyla çenesini tutup yüzünü kendine çevirince ona bakmaktan başka çaresi kalmadı. Bacaklarının arasındayken çılgınca bir ihtirasla yanan gözler, şimdi bir anne şefkati kadar nazik ve duygusaldı.

"Neyin var söyle hadi?"

"Ben..." Gena'nın omuzları aldığı derin nefeslerle yükseldi. "Sanırım sorun bende."

"Anlayamadım."

Genç kadın acı bir gülüşle iç çekince Drake'in kaşları daha çok çatıldı.

"Biliyorum sana saçma gibi gelecek ama sen o kadar kusursuzsun ki, ben bazen sana yetip yetemeyeceğimi düşünmeden edemiyorum."

Drake gözlerini kısıp muzipçe sırıtınca Gena daha çok gülmeye başladı. "İşte tam olarak bu bakıştan bahsediyorum. İste dünyayı ayaklarına sereyim bakışı."

"Sahi mi? Hiç böyle bir vaatte bulunduğumu hatırlamıyorum. Daha çok iste sana daha fazlasını vereyim bakışı olmasın sakın?"

"Aynı kapıya çıkar." Gena ona yumruk atınca Drake'in boğazından bir inleme kaçtı.

"Ufak tefek birine göre sıkı yumrukların var Balkabağım."

"Hmmm. İste sana daha fazlasını vereyim."

Drake'in kahkahası kulaklarında çınladığında göğsündeki ağırlığın bir kısmı kalkmıştı. Bir kısmı.

"Gülme. Ben ciddiyim."

"Bende öyle. Tanrı aşkına Gena. Kırk yıl düşünsem Georgina Harrison'ın yatakta kendine güveni olmayan bir kadın olacağı aklımın ucundan bile geçmezdi."

Adam onu örtülerin üzerinden sanki çıplakmış gibi süzünce Gena teninin karıncalandığını hissederek örtülere daha çok sarınma isteği duydu.

"Üstelik bu kadar mükemmel olduğu halde." dedi Drake daha boğuk bir sesle.

Gena yutkundu. "Konu o değil. Yatakta kendime güvenirim."

Kadının kırgın çıkan sesi Drake'i kendine getirmişti. Gena'ya biraz daha sokularak saçlarının kokusunu içine çekti. Sonra da şakağına minik bir öpücük kondurdu.

"Şaka yaptığını sanmıştım ama sen gerçekten endişelisin."

Gena, "Hayatıma ne kadar boktan adamların girip çıktığını en iyi sen biliyorsun." diye başladığında Drake hafiften gerilmiş, neyse ki o farkına varamadan çabucak kendini toparlamıştı.

"Ne olmuş onlara?"

"Sanırım en başından anlatmayı denemeliyim. Biliyorsun annem ben küçük yaşta öldükten kısa bir süre sonra babam başka bir kadınla evlendi. Kadını sevip sevmediğini bilmiyorum. İyi biriydi ama sanırım daha en baştan kendime onu asla annemin yerine koyamayacağımı öğütlemiştim. Üstelik onun da bana annelik konusunda yeterli gelmeyeceğini hissediyordum. Kadının önceki evliliğinden yaşları birbirine yakın üç erkek çocuğu daha vardı. En küçüğü benden yalnızca bir kaç yaş büyüktü."

Drake yorum yapmadan dinlemeye devam etti. Ona bunları zaten bildiğini söylemek yerine iş yerinde kaçamak yaptıkları gecenin teri henüz üzerlerinde soğumamışken sevdiği kadın hangi konuda konuşmak istiyorsa, onu dikkatle dinleyecekti.

"Erkek çocuklarını bilirsin, sende bir erkeksin."

"Öyleyim sanırım."

Gena güldü. "Üvey annem onların dertleriyle o kadar meşgul olurdu ki, benimle ilgili şeylere pek vakit ayıramazdı."

"Bir dakika. Üvey annen sana iyi davranmıyor muydu yani? Bana bundan hiç bahsetmemiştin."

"Bana kötü davrandığını asla söyleyemem. Daha çok ihmal ediliyor gibi hissediyordum. Anlatmaya çalıştığım şey kızsal sorunlarımı asla onunla paylaşamadığımdı. Başta buna cesaretim olmamıştı. Kararlı olduğum anlarda ise babam ve o, oğlanların dertleriyle boğuşmakla meşgullerdi. Hemen her gün evimizden olaylar eksik olmazdı."

"Kendini epey yalnız hissetmiş olmalısın."

"Bir süreliğine öyle hissettiğim doğru. Aralarında sanki görünmezdim. Bu yüzden bir süre sonra kendimi dış dünyaya açmaya karar verdim. Liseye başladığım ilk günler her genç kız gibi oğlanlarla flört etmeye başladım. Bazılarıyla çıktım, yattım ve sonunda kendi gücümün farkına vardım. En azından vardığım sonuç buydu. İlk kalp kırıklığımı yaşadığımda on beş yaşındaydım. Hoşlandığım bir çocuk vardı. Onunla dört ay kadar çıkmıştık ama sonra benimle yapamayacağını söyleyip beni terk etmişti. İlişkimizi tek düze bulduğunu söyledi. On beş yaşındayken tek yaptığımız şey hafta sonları sinemaya gidip, pizza yemekten ibaretti. Everest'e tırmanmamızı filan bekliyordu herhalde."

Gena kendi yorumuna gülse de Drake ortada gülünecek komik bir şey bulamamıştı. Şu anda aklından Gena'nın kalbini kıran çocukla ilgili farklı türden cinayet planları geçirmekle meşguldü. Parmak uçlarıyla genç kadının çıplak omuzlarında minik daireler çizerken sinirini sesine yansıtmamaya çalıştı.

"İlişkisinde heyecan aramadan önce keşke biraz ereksiyon olabilmeyi deneseymiş." dedi.

Gena kollarında iki büklüm oluncaya dek gülünce, Drake'in de sonunda yüzüne şeytani bir sırıtış yayıldı.

"Ne?" dedi masum numarası yaparak. "Yalan mı?"

"Neden seninleyken on dakikadan fazla ciddiyetimi koruyamıyorum?"

Drake onu yatağın içine biraz daha çekerek, "Çünkü ben eğlenceli bir adamım." dedi. Sonra da dudaklarına Gena'yı yatay konumdayken bile ayaklarını yerden kesebilecek ateşli bir öpücük verdi. Şey, bu teknik olarak imkansızdı belki ama Gena yattığı yerden bir kaç santim havalandığına yemin edebilirdi. Ve Drake onu öpmeyi bitirdiğinde yeniden kucağına düşüvermişti.

Gena kollarında olduğu adama başka bir gözle baktı. Yüzündeki eğlenen ifadeye bayılıyordu. Neredeyse bu konuyu açarak keyfini kaçırdığı için kendinden nefret etmek üzereydi.

Avucunu yanağına bastırdı. Adamın yeni çıkmaya başlayan sakallarının avucunu gıdıklamasının tadını çıkardı. Drake gülümseyince yanakları gerildi ve gizli gamzesi ortaya çıktı. Dönüp Gena'nın avucunu öptüğünde Gena da aynı şeyi o gamzelere yapmak üzereydi. Sıcacık dudaklar yüzünden Gena resmen adamın kollarında eridi.

Sırf merak ettiği için parmağını ağzına kaydırınca Drake onu hafifçe ısırdı. Bu Gena'nın bedenindeki tüm sinir uçlarının titreşerek uyarılmasına neden olmuştu. Bir anda kilometrelerce koşmuşçasına nefes nefese kaldı. Büyülenmiş gibi gözlerini adamın dudaklarından ayıramıyordu.

"Sana karşı koyamıyorum Drake."

"Bu konuda yalnız değilsin Balkabağı."

"O gün, on beşimdeyken kalbim kırılmıştı. Ondan sonra da bu defalarca tekrarlandı. Her seferinde farklı sebeplerden ama bir şekilde oldu işte. Şimdiye kadar kusurun hep karşı tarafta olduğunu düşünmüştüm ama şimdi senin karşında kendimi hiç olmadığım kadar güçsüz ve yetersizmişim gibi hissediyorum."

"Seninle aynı korkuları paylaştığımızı söylersem kendini daha iyi hisseder misin?"

Gena başını iki yana salladı. "Hâlâ göremiyorsun değil mi? Ben felaket ilişkiler kadınıyım. Şimdiye dek hep sorunlu adamları bulduğumu sanıyordum. Adeta bela mıknatısı gibi hissediyordum kendimi. Ama ya asıl sorun onlarda değil de bendeyse. Ya ben belanın ta kendisiysem?"

"Bak bu konuda sana hak verebilirim işte."

"Sahi mi?" Gena'nın ağlamamak için zorladığı gözleri hayretle açılmıştı şimdi.

"Evet. Bence sen takıntılı, turuncu kafalı, küçük, şirin bir baş belasısın. Fakat bilmediğin bir şey var... " Burnunu kadının boynuna gömüp hassas derisini diliyle tattı. "ben bu türden belaya bayılırım."

Gena, "Ciddi olsana biraz." dedi, ama çoktan yattığı yerde kıvranmaya başlamıştı. Bu yüzden Drake geri çekildiğinde az kalsın hissettiği yokluk yüzünden ağlayacaktı.

"Olamam çünkü saçmalıyorsun. Şu andan itibaren bu konuşmanın gidişatına el koyuyorum."

Gena oflayarak bakışlarını kaçırdı. Drake onu inatla yeniden kendine bakmaya zorladı.

"Anlattıklarının her birini sırf seni kırmamak için dinledim Gena. Evet kalabalık bir ailede gelmene rağmen yalnız bir çocukluk geçirdiğini biliyorum. Hatta üniversitede ben ve Madison karşına çıkıncaya dek doğru düzgün bir arkadaşın olmadığını da biliyorum. Bu erkek arkadaşların için de geçerli ki, eski erkek arkadaşlarının yaptığı dangalaklıkları dinlemekten cidden nefret ediyorum."

"Özür dilerim." dedi Gena. Sesi mahcup olmuş gibiydi.

"Özür dileme. Boktan heriflerle karşılaşman senin suçun değildi. Bildiğim tüm ilişkilerinde senin de yaptığın hatalar oldu tabi ama bu senin bir ilişkiyi yürütemeyecek kapasitede olduğun anlamına gelmez. Bunu şimdi sorguluyorsun çünkü şimdiye dek belki de gerçekten sevildiğini hiç hissetmedin ve şu anda nasıl karşılık vereceğini bilemiyorsun. Benim gibi bu işi batırmaktan korkuyorsun. Biliyorum çünkü bende korkuyorum bebeğim. Ama yapmayacağız Gena. Bu işi batırmayacağız. Eğer korkuyorsak yaşadığımız şey gerçek demektir. Şimdiye kadar yaşananlar Beta sürümdü."

"Beta sürüm ha?" Gena kıkırdamaya başladı. "Bu gerçekten iyiymiş."

"Ve şimdi," diyerek eğilip öpmeden önce yüzünü avuçlarının arasına aldı Drake. "Aşkı güncelleme zamanı." Adam ona çapkınca göz kırpınca Gena'nın kalbi iki katı hızla çarpmaya başladı. Onu uzun zamandır hiç kimse bu kadar heyecanlandıramamıştı. Kollarını adamın beline dolayıp onu kendinde doğru çekti.

"Galiba haklısın." dedi. "Sanırım mutluluktan saçmalıyorum."

Drake boğuk sesiyle kulağına, "Haklısın. Peki nerede kalmıştık?" diye sorunca Gena'nın erojen bölgeleri hazla kasıldı. Bir anda kendine olan güveni tazelenmiş, kafasındaki tüm saçma sapan sorular silinip gitmişti. Drake haklıydı. Sürekli başarısız olması bu kez de olacağı anlamına gelmezdi. Hem bu kez farklıydı. Drake ile farklıydı. Gena bunu içinde bir yerlerde hissediyordu.

"Sanırım burada." dedikten sonra adamı uzun uzun öptü. Sonra bir anda yer değiştirip üste çıkarak, çıplak kasıklarına oturdu. Drake inlediğinde ve Gena bacaklarının arasındaki sertliği hissettiğinde kendini oldukça yeterli hissediyordu.

.......

"Size daha önce de söylemiştim hanım efendi. Buraya gelip insanları rahatsız etmeyi bırakmalısınız."

"Yalnızca bir kaç soru soruyordum. Kolumu bırakır mısınız artık?"

Pazıları; neredeyse ufak tefek bir kadının kalçaları ebadında olan iki metrelik adam ona çatık kaşlarının altında bakıyordu ve uzun boylu olduğu ve Corine de minyon bir kız olduğu için onu bir mağara adamı gibi rahatlıkla peşinden sürükleyebiliyordu.

"Neden burada bir güvenlik elemanı var ama tek bir güvenlik kamerası bile yok anlamıyorum. Hem ben kimseyi rahatsız filan etmiyordum."

"Setlerde güvenlik kamerası olmaz. En azından bizimkinde yok. Burada gerçek kameralar kayıttadır ve onların görüntülerini de izni olmayanlar asla göremez."

"Bu nasıl bir saçmalık böyle. İnsanların özel eşyaları çalınsa kimin yaptığını nasıl bulacaksınız peki?"

"Burada o tür olaylar da yaşanmaz."

"Bundan bir kaç hafta önce kaza ile ilgili de aynı şeyi söylerdiniz eminim."

"Sizin de az önce söylediğiniz gibi hanım efendi. O Yalnızca bir kazaydı."

"Ya değilse? Ya birileri gerçekten Nickholas Andersson'a zarar vermek istediyse? O zaman konunun üstünü örtmeye çalıştığınızı için siz de suçlu durumuna düşeceksiniz."

Güvenlik şefi Corine'den sıkılmış gibiydi. Güneşin altında yanmaktan siyaha dönen teni, öfkeden iyice kararmıştı. Adam sosis gibi parmaklarıyla kolunu biraz daha sıkı tutarak onu çıkışa doğru daha hızlı sürüklemeye başlayınca Corine acıyla çığlık attı.

"Sana yavaş ol dedim. Canımı acıtıyorsun?"

"Daha fazla bu saçmalıklarınızı dinlemeyeceğim hanım efendi. Hemen burayı terk edin ve lütfen bir daha gelmeyin."

"Ama... Ah! Hey! Sana beni bırak dedim lanet olası."

Corine adamın tuttuğu kolunu kurtarmaya çalışırken etraftakiler durmuş onu seyrediyordu. Sonra birden belinden kavrayan eller onun adamdan kopartarak, yerden havalanmasını sağlayıp bir kaç adım geriye savurdu.

"Sana onu bırak dedi duymadın mı?"

Sert sesin sahibi ve aynı sertlikle onu kavrayan kollar Troy'a aitti. Onu arkasına gizleyerek sanki iki metrelik çam yarmasıyla kafa tutabilirmiş gibi adama diklenmişti. Bu halleriyle tıpkı boynuzlarını tokuşturmak üzere olan iki kızgın boğayı andırıyorlardı. Şaşkın, canı yanmış ve bir o kadar da kızmış olmasaydı Corine bu hallerine gülebilirdi.

"Ah!" Troy koluna dokunur dokunmaz Corine acıyla yüzünü buruşturdu.

"Sen iyi misin?"

Troy sesiyle tutuşunu aynı anda yumuşatınca, "Evet. Daha iyiyim." dedi.

"Bay Rupert üzgünüm, ama bu genç hanım laftan anlamıyor. Ayakaltında dolaşmaması için onu defalarca uyardığımız halde insanları taciz etmeye devam ediyor."

Troy, "Özür dilemesi gereken biri varsa o ben değilim Josh." dedi ölümcül bir sakinlikle.

"Kimseyi taciz ettiğim filan yoktu. Yalnızca sohbet eder gibi kendi çapımda ufak bir soruşturma yürütüyordum."

"Siz polis değilsiniz küçük hanım? Ekipteki herkes kaza yüzünden yeteri kadar sorgulandı zaten. Daha fazla sorun istemiyoruz."

"Gözden kaçırdıkları bir şeyler olamaz mı? Size bir adam gördüğümü söylüyorum. O asma köprünün altından çıktıktan bir kaç dakika sonra her şey yerle bir oldu."

"Tarif ettiğiniz adamı hiç kimse görmemiş. Bence siz hayal görüyorsunuz. Kaliforniya güneşi böyledir işte. İnsanı fena çarpar."

"Bu kadarı yeter!" Troy dayanamayıp patladı. "İkinizde susun artık!"

"Ama..."

"Corine yeter dedim."

Genç kız dudaklarını sertçe birbirine bastırıp öfkeyle homurdandı. Onu böyle çocukmuş gibi azarlaması zoruna gitmişti.

"Evet bence de yeter. Onu hemen alıp buradan götürün Bay Rupert. Ve bir daha da geri dönmemesini sağlayın."

"Hadi gidelim buradan Corine."

"Ama Troy..."

"Sana gidelim dedim."

Corine bir an tam tersini yapacakmış gibi görünse de, sonunda pes edip sert adımlarla yürümeye başladı. Troy arkasından gitmeden önce, "Bu yaptığını unuttum sanma sakın." diyerek adama çıkıştı. "Bir daha ona elini sürecek olursan seni doğduğuna pişman ederim, beni anladın mı?"

Adam kızgın olduğu halde tek kelime etmeyerek yalnızca başıyla onaylayınca, Troy 'en azından laftan anlamayacak kadar man kafa değilmiş' diye düşünerek, adama tehdit dolu bakışlar atmaya devam ettikten sonra Corine'in peşinden gitti.

Genç kız kumsalda olmasına rağmen o kadar hızlı yürüyordu ki, Troy ona yetişebilmek için bir süre sonra koşmaya başlamıştı

"Hey Corine! Bekle!" diye bağırdı ancak genç kız onu duymamış gibi yaptı. Sonunda kızı durdurabilmek için uzanıp kolundan yakalayınca Corine bir ciyaktı kopardı.

"Özür dilerim, çok özür dilerim canını mı yaktım?"

"Derdiniz ne sizin?"

"Sadece durmanı istemiştim. Neden benden kaçıyorsun?"

"Sen neden işlerime burnunu sokuyorsun?"

"Orada başın dertte gibi görünüyordu."

"Neden? Yalnızca ufak tefek bir kadın olduğum için o çam yarmasıyla başa çıkmayacağımı mı sandın?"

Troy omuz silince genç kız dişlerini sıkarak hırladı ve yürümeye devam etti.

"Ben öyle bir şey demedim. Dur da şu koluna bir bakayım. Eğer morardıysa yemin ederim geri dönüp o adama bunun hesabını sorarım."

Corine adamın yalnızca onu korumaya çalıştığını anlıyor, sahiplenici halleri nedendir bilinmez hoşuna gidiyordu. Ancak onca insanın gözü önünde bir adam tarafından hırpalanmış, bir başkası tarafından ise gururu kırılmıştı. Troy'un kurtarıcısı rolünü üstlenmesini istemiyor, buna alışmayı kesinlikle reddediyordu. O bir Goldberg'di. Hayatlarının her döneninde daima kendi başının çaresine bakabilmeyi bilmişti.

"İzin ver de bir bakayım."

Bu sözler üzerine Corine biraz olsun yumuşadı. Troy kısa kollu gömleğinin kolunu sıyırınca üst kolundaki kızarıklık ortaya çıktı.

"Sadece kızarmış. Önemli değil." dediyse de Troy'un bakışları tam aksini söylüyordu.

Corine ondan kolunu kurtardığında genç adam yavaşça nefesini saldı.

"Sen öyle diyorsan."

"Burada olduğumu nasıl bildin?"

"Sabah Madison uğradı."

"Bu sıralar çok sık uğruyor ha?"

"Öyle. Sanırım Nickholas ile araları bir kaç gündür açık."

"Onunla da mı tartışmış?"

"Başka kiminle tartışmış ki?"

"Ah. Hiç kimseyle Boş ver. Eee? Ablama sordun ve o da sana nerede olduğumu söyledi öyle mi? Şaka mı bu? Hangi kameraya el sallıyoruz?"

Corine ellerini sallayarak komik hareketler yapıyordu fakat bir süre sonra Troy'un gülmediğini fark edip durdu.

"Seninle konuşmam gerekiyordu. Bu yüzden ben sordum o da söyledi."

"Anladım." Genç kız atkuyruğundan kurtulup yüzüne çarpan saçı başıyla geriye itti. Troy'un gözleri zarif boynunu saran mavi fulara takılmıştı. Belindeki minicik bir düğümle bağlanan gömleğinin çiçekleriyle aynı renkteydi. Altında kot şort ve beyaz keten ayakkabılar vardı.

Corine, "Ne konuşacaksın benimle?" diye sorunca dikkatini yeniden ona vermek zorunda kaldı.

"Biraz yürüyelim mi?"

"Tabi."

Genç kız durumun ciddiyetini kavrayınca daha uysal bir ruh haline bürünmeyi seçmişti sanki. Sahil boyunca düşünceli görünen adamın yanında sessizce yürümeye devam etti. Adam her zamanki neşeli tavırlarından oldukça uzaktı. Corine kuruntu yapıyor olabilirdi fakat ona karşı bile mesafeli yürümeye çalışıyormuş gibiydi.

Bir süre sonra uzayan sessizlik kızın canına tak etti.

"Konuşacak bir şeylerin olduğunu söylemiştin."

"Haklısın."

"Seni dinliyorum."

Troy ağır ağır yürümeyi bırakıp, suç işlemiş küçük bir çocuk gibi spor ayakkabılarını sıcak kumların üzerinde sürüklemeye devam etti. Açık kahve tonlarında bir kapri ile önünde "Gamer" yazan soluk sarı bir tişört giymişti. Tişört üst bedenini saracak kadar dar ve esnekti. Corine sırf adamın vücut hatlarını izlemek için geride kaldığını düşününce kendine kızdı ve adımlarını hızlandırdı.

Yanına yaklaştığında adam durdu ve ona baktı. Corine bu bakışın ardından duyacaklarından korkmaya başlamıştı.

"Kötü bir şey mi oldu Troy? Babanla mı ilgili? Aman Tanrım. Kaza filan mı geçirdi yoksa? O iyi mi?"

"Sakin ol biraz Corine. Hemen felaket senaryoları yazmaya başlama. Babam iyi. En azından bıraktığımda öyleydi. Öğrenmem uzun sürmeyecek zaten."

"Ne demek bu?" d.ye sormuştu Corine ama daha sormadan cevabı tahmin etmişti.

Troy bir anda, "Avustralya için bilet aldım." deyince Corine yerin ayaklarının altından çekildiğini hissetti.

"Avustralya mı?"

"Bu akşam Sydney'e uçuyorum."

Genç kız tepki olarak yalnızca gözlerini kırpmıştı. Rüzgar saçından bir tutamı daha alıp ağzına doğru savursa da kıpırdayamadı. Troy sıkıntıyla ensesini ovuşturarak ağırlığını bir ayağından diğerine veriyordu. Şimdi gözlerini ufka dikmişti. Yeniden döndüğünde bakışları kederliydi.

"Bir şey söylemeyecek misin?"

"Ben... Ne diyebilirim ki? Ben..." Neden konuşamıyordu? Kahretsin. Sanki dilini ağzının içinde istediği gibi hareket ettiremiyordu. "Şaşırdım sadece. Burada kendine yeni bir hayat kurmaya çalıştığını zannediyordum. Kendine ait bir ofis, yenilenmesi gereken mobilyalar. Bunlar benim değil senin hayalindi, yanılıyor muyum?"

"Elbette öyleydi, hâlâ da öyle ama Avustralya'ya dönmem gerektiğini fark ettim. Orada yarım bıraktığım bir hayatım var. Babamı öylece bırakıp geldim. Ne durumda olduğunu kendi gözlerimle görmek istiyorum. Onunla ilgili bazı endişelerim var."

"Anlıyorum." Corine güldü. Zorlama bir gülüştü. "Aslını istersen pek anladığımı sanmıyorum. Bir baba için nasıl endişelenir pek bilmiyorum ama sana hak veriyorum, inan bana..."

Corin daha fazla konuşamayacağını hissedip bakışlarını yere indirince Troy'un boğazı düğümlendi. Genç kızın bağırıp çağırmasına, hatta ona lanetler yağdırmasına hazırlamıştı kendini. Böyle durgunlaşmasına değil. Ve şimdi onunla ne yapacağını bilemiyordu.

"Buraya seni bulmaya geldim. Sana veda etmeden gitmek istemedim. Hem sende yakında okuluna geri döneceksin, öyle değil mi?"

Genç kız iri gözlerini ona kaldırıp başını aşağı yukarı sallayınca Troy için her şey çok daha zor olmaya başlamıştı. Corine'in gözleri buğulanmıştı ve buna sebep olduğunu düşünmek genç adamı kahrediyordu.

"Ben yokken buralarda başını belaya filan sokma olur mu?"

Corine, "Beni merak etme sen." dedi gülümseyerek. Konuşurken dudakları titriyor, Troy ona masumca bakan gözlerin arkasında yatan hüznü görebiliyordu. Bu yüzden daha fazla dayanamadı ve yapmaması gereken bir şey yaptı.

"Gel buraya."

Kızı aniden kendine çekip sıkıca sarılınca burnuna dolan deniz tuzuyla karışık saf kokusunu dolu dolu ciğerlerine çekti. Tanrım, bu kokuyu özleyecekti.

Corine adama öyle sıkı yapışmıştı ki, tırnakları tişörtünden sırtını delmek üzereydi. Burnunu adamın göğsüne gömüp kokusuyla başının son kez dönmesine izin verdi. Onun neden gittiğini anlıyor ama bunu bir türlü kabullenemiyordu. Üstelik bir günde karar vermesi hiç adil değildi. Ona doya doya veda bile edemeyecekti.

"Beni sakın unutma olur mu, Kara Dul." dedi Troy.

Corine yeniden başını salladı. Boğazı konuşamayacak kadar yoğun duygularla tıkanmıştı. Sonunda başını kaldırdı ve adamla göz göze geldi. Ona bakan gözler öyle içten ve şefkat doluydu ki,

"Sende beni unutma." dediğinde neredeyse hüngür hüngür ağlayacaktı.

Troy gözlerine yansıyan içten bir gülümsemeyle, "Asla." diye fısıldadığında Corine dudaklarını birbirine sımsıkı bastırdı.

Adamın bakışları bu hareketi kaçırmamıştı. Corine daha fazla kendine hakim olamadı ve uzanıp adamı yumuşakça öpmeye başladı.

Troy'un elleri onu ensesinden ve belinden kavradığında kollarını adamın boynuna dolayıp onu kendine daha çok çekti. Masum başlayan öpücük giderek şiddetlenmişti. Adamın dudaklarından hem acının hem şehvetin tadını aldığı halde duramıyordu. Troy'dan ufak iniltiler gelmeye başlayana dek onu öpmeye devam etti. Kim bilir belki de çıkan sesler kendisine aitti.

En sonunda uzaklaştığında ikisi de birbirine ihtiras yüklü bir sis perdesinin ardından bakıyor gibilerdi. Troy ona yeniden uzanmak istediğinde Corine kendini geri çekti.

"Hoş çakal Troy."

Corine gitmişti. Troy gözden kaybolana dek, yokluğunun içinde kocaman bir delik açtığının farkında olmadığı kadının ardından uzun süre bakmaya devam etti. Sanki yüreği bir av bıçağıyla oyulmuş gibi hissediyordu. Bir süre sonra dalgalar ayak izlerini de silip süpürdü ve Corine'den hiç bir iz kalmadı. Troy gitmesi gerektiğini biliyor ama bir türlü hareket edemiyordu.

Önce elinde tuttuğu minik mavi bez parçasına sonra da kızın gözden kaybolduğu son noktaya baktı. Corine bunu onun iyiliği için yaptığını asla anlamayacaktı.

Tıpkı genç kızın o görmeden akıttığı tuzlu gözyaşları gibi.

 

Loading...
0%