@sagetaylors
|
"Kimse var mı? Baba? Evde misin?" Genç adam sırt çantasını antrede bırakıp, anahtarlarını girişteki çanağın içine attı. "Hey?" Salona açılan kısa holü geçer geçmez içerideki ağır koku yüzüne çarpınca neredeyse midesi ağzından çıkacaktı. Evin içine kül tablası, alkol ve ağır ter kokusu hâkimdi. Üstelik pis ve dağınıktı. Babasına ait kıyafetler koltukta ve yerlerde rastgele saçılmıştı. Televizyon hâlâ açıktı. Cips paketleri ve bir kaç dondurma kutusunu teperek ilerledi. Perdeler kapalıydı. Bu da günlerdir evin güneş görmediğinin ve havalandırılmadığına kanıtıydı. Troy perdeleri çekip camları açarak temiz havanın içeriye dolmasını sağladı. On beş saatlik uçak yolculuğundan sonra bundan daha iyi bir karşılama bekliyordu doğrusu. Üstelik jet-lakın etkisini henüz üzerinden atamamıştı. Merdivenlerden üst kata doğru bir kez daha seslendi. Cevap olarak birisi bir şeyi devirdi. Bir kapıdan geçerek mutfağa yürüdüğü sırada ayak seslerinin oradan oraya koşuşturmasını duymuştu. Birisi yukarıda dolanıyor, sürekli bir şeylere çarpıp duruyordu. Troy başını sallayıp salondan daha kötü durumda olan mutfağın halini görünce iç geçirdi. Ellerini beline dayamıştı. Yüce tanrım, buradan bir dinozor sürüsü geçmiş olmalı. Lavabo ve tezgah bulaşık doluydu. Ocakta yanmış bir ızgara tavası vardı, ocak ve çaydanlık ise yağdan görünmüyordu. Gidip buzdolabını açtı. Elbette içinde yenecek doğru düzgün sağlık bir şeyler bulamayacaktı. Babası yemek pişirmekten ne anları ki? Günler evvel alınan hazır gıdalar da ya bozulmuş ya da kokmuştu. Şimdi bunların hepsinin atılması, tezgahın ve bulaşıkların yıkanması, kısacası evin mikroplardan arındırılması gerekiyordu. Salonu da elden geçirmeliydi. Üst katta neler olduğunu ise Tanrı bilirdi. Bir gürültü daha işitince buzdolabının kapağını sertçe kapattı. Geri dönüp merdivenlerden çıktı. Tam babasının yatak odasının kapısını açmak üzereydi ki, içeriden telaşlı bir kadın dışarı fırladı. Kadın yapay sarışınlardandı. Gözünde takma kirpikler vardı. Uzun boylu ama zayıftı. Muhtemelen kırıklarını sonlarındaydı ancak yaptığı ağır makyaj yüzünden daha yaşlı gösteriyordu. Onu görür görmez gözleri koskocaman açıldı. "Merhaba. Sende kimsin?" "Bende aynı soruyu sana soracaktım. Adım Troy." "Ah merhaba. Yakışıklı çocukmuşsun. Koca Adam senden çok bahsetti. Şu okul takımındaki resimlerini, hatta yıllığın için yazılan yazıları bile gösterdi. Kumsaldaki bazı resimlerini gördüm. Demek boş zamanlarında sörf yapıyorsun. Yine de çıplak yüzmemelisin. Kadınların akıllarını kaçırmalarına neden olabilirsin." "Çıplak yüzmek mi? Ama o fotoğraflar... Unut gitsin." "İşte o biraz zor. Neyse. Ama itiraf etmeliyim fotoğraflarından çok daha iyiymişsin." Kadın gömleğinin düğmelerini iliklemeye çalışırken Troy sabır dileyerek ona bakmamaya çalıştı. Mini parlak eteği uykularını zar zor kapatıyordu. Ve Tanrı aşkına, babası bir yabancıya yarı çıplak fotoğraflarını mı göstermişti? "Babam nerede?" "Um. O içeride. Sanırım hâlâ uyuyor. Sabaha karşı geldik ve bilirsin, biz biraz yorucu şeyler yaptık." Tanrım. "Onu sormadım. Bir dakika. Seni bir yerden tanıyor muyum ben?" "Adım Eveleyn ama herkes bana Eve der." "Tanıştığımıza memnun oldum Eve." "Bende. Uyandığında Koca Adam'a gittiğimi söylersin değil mi? Hakkımda yanlış düşünmesini istemem. Paramı gecenin başında ödemişti zaten. İsterse beni nerede bulacağını biliyor." Kadın sırıtarak ona göz kırptığında Troy ne yapacağını bilememişti. Neyse ki bir şey yapmasına gerek kalmamış, kadın çantasını omzuna taktıktan sonra topuklu ayakkabılarını da eline alıp hızla merdivenlerden inmeye başlamıştı. Gören de yangından mal kaçırıyor sanırdı. Az sonra aşağıdaki kapı kapanmış ve kabus sona ermişti. Troy öfkeyle soluğunu koy verip babasının odasına daldı. "Uyan hadi ihtiyar, seninle acilen konuşmamız gerekiyor." Yaşlı adam yatakta adeta ölü gibi yatıyordu. Bir kaç kez dürtüp onu uyandırmayı denedi ancak kalkacak gibi görünmüyordu. Troy gidip perdeleri açtığında parlak güneş ışıkları sadece adamın homurdanarak bir taraftan diğerine dönmesine sağlamaya yaradı. "Kalk dedim artık baba. Neredeyse akşam oldu." "Troy?" Yaşlı adamın sesi hırıltılıydı. "Başka kim olabilir ki. Uyan hadi." Adam yavaş yavaş doğrulup gözlerini ışığa alıştırmaya çalışırken iki eliyle şakaklarını tuttu. >Eğer akşamdan kalmaysa şu anda müthiş bir baş ağrısı çekiyor olmalıydı. "Saat kaç oldu?" "İki buçuk." "Epey geç olmuş. Eve nerede peki?" "Ateşli sarışınından bahsediyorsan beni görür görmez arkasına bakmadan kaçıp gitti." Yaşlı adam tekrar homurdandı. "Ona kaba davranmadın değil mi?" "Sence böyle bir şey yapar mıyım?" Troy kollarını göğsünde kavuşturarak babasına sertçe baktı. "Elbette yapmazsın." "O kadın batı yakasındaki gece kulüplerinden birinde çalışmıyor muydu?" "Benzettin herhalde." dedi babası, konuşurken yüzüne bakmamasından Troy gerçeği anlamıştı. "Kahvaltı yaptın mı?" "Hayır ama sağ ol. Bozuk sütle mısır gevreği yemektense aç kalmayı tercih ederim." "Geleceğini bilmiyordum oğlum." Adam yataktan çıkmadan önce gözleriyle sağa sola bakındı. Troy yerden aldığı kırış kırış bir pantolonu alıp adamın kucağına fırlattı. Babası ona minnetle baktı. "Bilseydin daha mı iyi karşılardın?" Yaşlı adam pantolonunu giyerken Troy gidip kapakları açık gardıroba bir kaç eşya tıkıştırdı. Çoraplar, tişörtler, gömlekler. Anlaşılan babası yine temiz ve kirli kavramını birbirine karıştırmıştı. "Evle son zamanlarda pekiyi ilgilenemediğimin farkındayım ama-" "Peki ya dükkan?" Troy aniden dönüp babasıyla yüzleşti. "Gelmeden önce uğradım ama kapalıydı." "Sabaha karşı eve döndük, sonra da sızıp kalmışız işte." Troy farklı bir açıklama beklemiyordu zaten ama dükkanın halini kapalı kepenklerin ardından az çok görmüştü. Dahası, çevre dükkanlardan babasının iş yeriyle doğru düzgün ilgilenmediğini, vaktinin çoğunu ya evde ya da gece kulüplerinden birinde geçirdiğini öğrenmişti. Tek niyeti babasına da bunu itiraf ettirmekti. Sonunda kendine oturacak bir yer bulup, yatağın karşısındaki tekli koltuğa yerleşti. Dirsekleri dizinde, başı öndeydi. "Dükkanın içi neden yarı yarıya boş baba?" "Yeni mal alamadım. Toptancıyla son seferinde biraz tartışmıştım." "Sana gönderdiğim parayla ne yaptın peki? O heriflere borcunu ödedin mi?" "Hem de her kuruşunu evlat. Beni nasıl büyük bir dertten kurtardığınız asla bilemezsiniz. Nick'i arayıp bunun için teşekkür etmeliyim." Troy, "Lüzum yok." deyince adam yüzünü buruşturdu. "Bayan Brooklyn durumu öğrendi. Bu artık benim problemim ve kısa sürede o borcu geri ödemeliyim." "Tamam. Üzülme. Hallederiz." "Peki nasıl yapacaksın bunu? Dükkanın hali ortada. Kimsenin oraya alış veriş yapmak için geleceğini zannetmiyorum. Paranın kalanını ne yaptın?" "Şey, ufak tefek borçlarım vardı. Onları hallettim." "Ufak tefek borçlar demek. Sana lanet olası beş yüz bin dolar gönderdim. Borcun dört yüz elli bindi. Diğer elli bini ne oldu?" Ona asıl borcunun yüz bin olduğunu, geri kalanın gecikmeden dolayı ödemek zorunda kaldıkları bedel olduğunu yeniden hatırlatmaya gerek yoktu. Adam, kırışan yüzündeki çizgiler yaşını bir kez daha belli edercesine somurttu. Annesiyle aralarında tam on iki yaş vardı. Gençken bu aralarında hiç problem olmamıştı ama yaşları ilerledikçe ve annesi günlük bakımına dikkat ederken, babası kendini koy verdiğinde bu fark daha bariz bir şekilde göze batmaya başlamıştı. Kim bilir belki de annesi babasını bu yüzden aldatmıştı. Hatta belki Bay Andersson ilk bile olmayabilirdi. Troy bu düşünceleri kafasından hızla silkeledi. Babası karşısında suç işlemiş küçük bir çocuk gibi boynu bükük otururken düşünmesi gereken çok daha önemli meseleleri vardı. "Sana tek bir şey soracağım baba ve bana doğru cevap versen iyi edersin?" Adam başını kaldırıp uykusuzluktan kan çanağına dönmüş gözleriyle ona bakınca Troy şimdiden kendini gelecek cevaba hazırlamaya çalıştı. "Hâlâ kumar oynuyor musun?" Babası sessizce ayakucuna baktı. Troy cevabını almıştı. ....... Soluğu kesilerek uyandı. Bir rüya...Nickholas ile ilgili garip bir rüya görmüştü ve şimdi de kafasını karıştıran bu rüyanın ayrıntılarını hatırlamaya çalışıyordu. Yanında uzanan adama ve aynı çarşafların altına gizlenmiş yarı çıplak bedenlerine baktı. Aman Tanrım. Nickholas'ın odasında ve onun yatağında olduğunu nasıl oldu da unutmuştu? Şimdiye kadar şiddetle kaçındığı şeyin tam ortasına, üstelik kendi isteğiyle düşmüştü. Beklediği pişmanlık hissinin gelip onu vurmasını bekledi ama onun yerine kalp atışlarının güçlü vuruşlarını hissetti. Hissettiği galiba...mutluluktu Kendini yeniden yastıklara bıraktı. Başını çevirdiğinde adamın ona yakın duran yüzüyle, uyurken hafif aralık kalmış ukala ağzıyla karşılaştı. Nick, yatağın kendi tarafında yatmaktansa Madison'a doğru kıvrılmıştı. Ilık nefesi yüzüne çarpıyordu. Saten çarşaflarla zıt renkteki bronzlaşmış tenine güneş ışığı arkadan vuruyor, ağızların suyunu akıtan enfes vücudunun üst yarısını nefes kesici gösteriyordu. Nickholas'ı şimdiye dek pek çok defa çıplak görmüştü ama hiç bu kadar ayrıntılı incelememişti. Boynunda bir tane küçük ben fark etti. Bu adamın çekiciliğinden hiç bir şey kaybettirmemişti. Üstelik göremediği diğer yarısının da en az gördükleri kadar etkileyici olduğunu dün gece keşfetmişti. Nickholas'ın yüzü tanrıları kıskandıracak kadar güzeldi. Çıkık elmacık kemiklerine uzanan saçları şimdi darmadağınıktı. Uzanıp gözüne düşen bir parçayı kenara çekerek, daha detaylı incelemeye devam etti ve ilk defa kadınların onun yatağına girebilmek için neden bu kadar istekli olduklarını fark etti. Nickholas tek kelimeyle; kusursuzdu. Seksiydi. Mükemmeldi. Adeta aşk romanlarından fırlamış gibiydi. Onunla birlikte olmak, o okyanus rengindeki bakışlarına maruz kalmak bir kadının kalbi için en tehlikeli şeydi. Bu tıpkı azgın dalgalarla sörf yapmaya benziyordu. Akıl almaz, çarpıcı ve heyecan doluydu. Dün gece hem çok nazik, hem de vahşiydi. Kesinlikle tek seferle yetinecek bir adam değildi. Madison'ın çıktığı bir kaç adamla kıyas kabul etmezdi. Adrenalinle dolu geceye ait anılar sel gibi beynine hücum etmeye başlayınca çarşafların altındaki bedeni ısınmaya başlamıştı. Etkisinden kurtulabilmek için gördüğü rüyanın ayrıntılarını düşünmeye çalıştı. Nickholas ile bir çatının tepesine oturmuş, mürekkep karası gökyüzünün altında çıplak ayaklarını boşlukta sallandırırken bir şişe Cristal Brut'u paylaşıyorlardı. Markasını bildiği şişeyi otelin balo salonundan aşırmışlardı. Nick sürekli bir şeyler anlatıyor, Madison ise onun her cümlesinin sonunda kahkahalara boğuluyordu. Sanki dünyanın tepesinde oturmuş, görünmez oltalarıyla eğlence şehrinden sınırsız mutluluk ve neşe avlıyorlardı. Ta ki, Madison gülerken ağzından o kelimeleri kaçırana dek... "Biliyor musun babamdan daha iyi bir komedyensin." Nick sadece, "Baban bir komedyen miydi?" demekle yetinmişti. O kadar şaşırmıştı ki. Madison bunu, ardından gelen uzun sessizlikten anlamıştı. Madison'ın o anda yapması gereken tek şey özlerini geri almaktı ama onun yerine nedendir bilinmez kendini bir anda ona açarken buldu. "Muhteşem Harry Gold'u hiç duymadın mı?" "Gold Show programının sunucusu Muhteşem Harry'yi mi kastediyorsun? Ekranların Altın Çocuğu hani? Sen ciddi misin?" Madison anlık bir hevesle başını salladı. "Tanınmış bir adamın kızı olduğumu hiç düşünmemiştin değil mi?" "Doğrusunu istersen hayır. Ben. Yani, yakıştıramadığımdan değil tabi, sadece çok şaşırdım." "Bunu yüzünün aldığı şekilden anlayabiliyorum." Madison kıkırdadı. Gerçekten de adamın yüzündeki sersem ifade hem komik hem de çok tatlıydı. Yargıdan ve kibirden uzaktı. Daha çok anlayış gibiydi. Madison o anda adama karşı içinde bir sıcaklık hissetti. "Neden herkesten gizliyorsun peki? Onun baban olduğunu yani?" Madison, "Çünkü bu onun tercihi." dedi ve Nick'in elindeki şişeyi çekip bir yudum içti. Ardından yüzünü buruşturup elinin tersiyle ağzını sildi. "Alkolik bir kadından iki çocuğu olduğunun duyulmasını istemiyor. Anlamalısın. Annem... O, bir zamanlar âşık olduğu kadından utanıyor. Ve dolayısıyla bizden de." "Bu tam bir saçmalık! Hayatımda bundan daha aptalca bir neden duymadım." Nickholas'ın onları böyle hararetle savunması Madison'ın hoşuna gitmişti. Yeniden gülümsedi. Onunlayken bunu sık yapıyordu. "İnan bana hislerimiz karşılıklı. Bende o adamın babam olduğunu kabul etmektense, boşanmış normal bir ailenin ilk çocuğu olduğum fikrini benimsemeyi tercih ediyorum. Belli ki adam anneme tahammül edemiyordu." "Yine de bu size sırtını dönmesi için haklı bir sebep değil." "Sanırım değil. Ama bununla ilgili ne yapabiliriz ki?" "Annen ne zaman içmeye başladı? Tedavi için hiç bir şey yapılmadı mı?" "Babam bunu defalarca denediğini ama başaramadığını söylüyor. Bende öyle. Bildiğim kadarıyla başlarda bu kadar çok içmiyormuş. Corine doğduktan sonra kadehler şişelere, şişeler de ayık gezemediği günlere dönüşmeye başlamış. Ev ve bizimle ilgilenmeyi bırakmış. Babam eve her döndüğünde onu kanepede sızmış ve evin içini savaş alanından çıkmış gibi buluyormuş. Sonunda dayanamayıp gitmiş işte. Hem neden kalıp savaşsındı ki! Annem ne kendi için ne de bizim için bunu yapmamıştı. Tek bildiğim gün geçtikçe daha çok ve daha çok içtiği ve o adamı hâlâ deliler gibi sevdiğiydi." Nick'in kaşları çatılınca, "Bu doğru." diyerek son söylediklerinin altını çizdi. "Harry Gold ne yapmış olursa olsun, Mary Mercedes hâlâ onun programlarını izleyip, gazete kupürlerini biriktirmeye devam ediyor." "Bu çok-" "Acınası mı? Hastalıklı mı?" Madison hızla bir yudum daha içince Nick şişeyi elinden alıp kendi dudaklarına götürdü. Adamla aynı şişeden içmek biraz tuhaf hissettirmişti. Müstehcen ve hatta biraz da...seksiydi. Nickholas'ın dudak hareketlerini izlerken neredeyse konuştukları şeyi unutmak üzereydi... Aman Tanrım... Madison çok geçmeden hatırladıklarının bir rüya olmadığını, hepsinin yaşanmış fakat hafızasından uçup gitmiş anılar olduğunun farkına vardı. Ve şimdi de bölük pörçük de olsalar aynı hızla geri geliyorlardı... "Nasıl tanışmışlar peki?" diyerek sohbeti uzatmıştı Nick. "Annem bir restoranda çalışan basit bir garsonmuş sadece. Ailesi üniversitenin ikinci senesinde bir trafik kazasında ölünce ,okula devam edememiş ve geçimini bu şekilde kazanmaya başlamış. Sıradan bir kadınmış. Babamı nasıl tavlamış, inan hiç bir fikrim yok ." "Eğer birazcık sana benziyorsa bu pek de zor olmamıştır bence." Nickholas'ın o sırada ona attığı tuhaf bakışları hatırlayınca Madison yatakta kıpırdanmaya başladı. Bu bakışı kadınları bir saniyede kendine âşık etmek için kullanıyor olmalıydı. Bir süre cevap vermeden yalnızca bakışmışlardı. Adamın, her bir ayrıntısını zihnindeki bir tuale aktarır gibi yüzünü incelemesi Madison'ı başta huzursuz etmişti. Bakışları hem derin, hem de öylesine yoğundu ki, çöl havasının sıcak esintisine rağmen vücudunun ürperdiğini hissetmişti. O anda bir dikkat dağıtıcıya ihtiyacı vardı ve paylaştıkları şişe bu iş için biçilmiş kaftandı. Fakat Nick, elini hızla geri çekince eli havada asılı kaldı. "Üzgünüm ama hikayeyi bitirmeden sarhoş olmana izin veremem." "Ben asla sarhoş olacak kadar içmem." Adam başını inatla iki yana sallarken bile çok tatlı görünüyordu. Ya da Madison'a öyle geliyordu. "Önce hikaye sonra ödül." "Pekala. Durum yeterince açık sanıyordum ama madem hepsini dinlemek istiyorsun... " "Hem de hepsini." dedi fısıldayarak Nick. "Seninle ilgili her ayrıntıyı bilmek istiyorum." "Harry Gold bir kaç kez aynı restoranda ve aynı garsonun siparişleri aldığı masada yemek yemiş. Bu bir tesadüf değilmiş elbette. Ve garsonun annem olduğunu da tahmin edersin. Neredeyse her iş toplantısını orada yapmaya başlamış ve annemin anlattığına göre gözünü ondan bir an olsun ayırmıyormuş. Son geldiği sefer ise yalnızmış. Servisi yine annem yapmış ama bu kez ilk defa babam ondan yemekte ona eşlik etmesini istemiş. Annem önce tereddüt etmiş tabi. Bunun mümkün olmayacağını, patronunun buna asla izin vermeyeceğini söylemiş. Babam restoranın sahibiyle bizzat konuşup izin istemiş. İkna etmek için o parlak gülümsemelerinden birini göndermiştim eminim. Her neyse. O gece ve onu takip eden gecelerde Harry kapanışa kadar orada annemi beklemeye ve ona kaldığı tek odalı eve kadar eşlik etmeye devam etmiş. Kısacası birbirlerine tutulmuşlar ve çılgınca bir aşka sürüklenmişler. En azından annemin bize anlattığı buydu. Sonra Harry bir gece, annemin çalıştığı restoranı kapatarak ona hayatının teklifini yapmış. Annem iş arkadaşlarının hayretten ağızlarının nasıl bir karış açık kaldığını, çenelerinin nasıl yerleri süpürdüğünü anlatırken hâlâ keyiflenir. Hemen kabul etmiş tabi. Harry yirmi küsur yıl önce de şimdi olduğu kadar yakışıklı ve ikna kabiliyeti yüksek biriymiş anlaşılan. Annem onun hep çok tatlı dilli olduğunu söyler. Evlenmişler. Ve Corine doğduktan hemen sonra da ayrıldılar. Annemin ilk zamanlar içki problemi var mıydı bilmiyorum. Ama evlendikten sonra işi bırakmak zorunda kalmak ona ağır gelmiş olmalı." "İşi bırakmasını ondan baban mı istemiş?" "Evet. Galiba karısının garson olması onun kariyeri açısından iyi bir şey değildi. Annem çalışmayı özlüyordu. İki çocukla eve kapanmak ve babamın arkasında bir süs köpeği gibi dolanmak ona göre değildi. Onun gibi bir kadının bir zamanlar bir işkolik olduğunu kim tahmin bilebilirdi ki! Hayatının çoğunu başkalarının sırtından geçinmiş ve kendi çocuklarına bakmaktan aciz olan biri, nasıl olur da basit bir garsonluk işini bu kadar özler?" "İnsanların önemsedikleri şeyleri küçümsememelisin Madison. Bazen ufacık bir umut insana hayata bağlayan en temel unsurdur." "Haklı olabilirsin. Annemi hayata bağlayan o tek unsur da işiydi sanırım. Ondan sonraki hayatı Muhteşem Gold'un peşinden setten sete gezmek, partilerde, galalarda boy göstermek ve onun gittikçe artan şöhretine ayak uydurmaya çalışmak olmuştu." "Peki neden daha sonra bir iş bulmadı? Baban sizi terk ettikten sonra demek istiyorum." "Bir kaç kez denedi. Ama çalışmak için önce gündüzleri ayık olması gerekiyordu." "Ve doğal olarak da bunda başarısız oldu." "Evet." "Bana kızacaksın ama anneni anlayabiliyorum Madison. Şöhret dünyasının ne kadar parlak ve ilgi çekici göründüğünün farkındayım fakat içten içe yaşanan ahlaki çöküntüleri, insanın kalabalıktayken bile yalnız hissettirecek sebepleri bilsen eminim sende ona hak verirdin." "Peki ya babam? Onu da anlayabiliyor musun?" "Hayır. Çocuklarım yok ama eğer olsaydı hiç bir neden beni onlardan ayırmaya yetmezdi." "Ama o gitti. Muhteşem Harry Gold kendi muhteşem hayatına geri dönebilmek için bizi terk etti. Ardında bıraktığı kadın içki şişelerinin arasında kaybolurken, çocukları onun sefaletini çekmek zorunda kaldı. Başka bir aile kurmak yerine, yıktığı aile için bir şeyler yapması gerekiyordu. En azından bizim için. Biz buna değmez miydik?" "Tanrım. Elbette değersiniz." diyen Nickholas sıcacık avcunu şefkatle yanağına bastırınca Madison dolan gözlerini hızla kaçırdı. "Ne var biliyor musun? Bence Harry gitmekle en iyisini yaptı. Onun gibi kendinden başka kimseyi düşünmeyen pisliğin tekinin babam olmasını istemezdim." "Maddie!" diyerek yumuşakça uyardı onu Nick. "Sen kabul etmek istemesen de, Harry Gold hâlâ senin baban." Madison başını hızla sallayıp ısrar etmeye devam etti. "Bunu kabul edemem. Babalık iddiasında bulunabilmen için spermlerinden çok daha fazlasını verebilmen gerekir. Corine ve ben yapayalnız büyüdük. Başımızda bir annemiz vardı ama çoğu zaman onun bizden daha çok bakıma ihtiyacı vardı. Babam olacak adam bir tek oturduğumuz evi bize bahşederek, üstüne sadaka gibi bir miktar para bırakarak bizi terk ettiğinde annem gittikçe dibe battı. Önceleri yalnızca evde içiyordu. Sonrasında dışarı çıktı ve eve daha az uğrar oldu. Hangisi daha kötü bilemiyorum. Bazı sabahlar hiç eve gelmezdi. Ne yapar, iki kızı evde aç ve korkmuş halde onu beklerken içki alacak parayı nereden bulur asla bilemezdik. Belki de bilmemek en iyisiydi." "Bütün bunları yaşamış olduğun için gerçekten çok üzgünüm Madison." Madison derin bir nefes aldı. "Bende öyle." dedikten sonra bakışları şehrin rengarenk ışıklarına kaydı. Vegas'ın yanıp sönen parlak neonları zihnini meşgul ederken Nickholas'ın sözlerinin tamamını duyamamıştı. "...sosyal hizmetlerin sizi götürmemiş olması bir mucize." "Emin ol bunu istediler. Fakat her seferinde annem onları kandırmanın bir yolunu buldu. İlk seferinden sonra bizi komşulardan yiyecek almama konusunda sıkı sıkı tembihlediğini hatırlıyorum." "İyi ama... Kendisi de size bakmak için bir şey yapmıyorsa nasıl oldu da-" "Nasıl oldu da hayatta mı kaldık? Bence asıl mucize buydu." Güldü. Buruk bir gülüştü. "Bazılarımız ağzında gümüş kaşıkla doğmuyor Bay Andersson." Madison durumu yumuşatmak için onu omzuyla dürtünce genç adam da onu yalnız bırakmamak için gülermiş gibi yaptı. "Bu laf bana mıydı şimdi?" "Yalan mı?" "Belki. Ama o kaşığın sapının nerelere uzandığı hakkında en ufak bir fikrin yok." "Kes sesini Andersson. Seks hayatını dinlemek istemiyorum." "Saplardan bahsetmek istemiyorsun. Seks konusu açılınca geriliyorsun. Dur bir dakika, yoksa tahmin ettiğim şey misin? Kadınlardan mı hoşlanıyorsun?" "Terbiyesizlik etme." Onu azarlarken bile gülüyordu. "Pekala. Eduardo denen herifin ve şu gizemli Bay Mükemmelin sana kur yapmalarına izin verdiğine göre belki de yanlış düşünüyorumdur." "Ah, Bay Mükemmel diye biri yok!" Aman Tanrım. Bunu itiraf ettiğine inanamıyordu. "Yok mu?" "Hepsi Gena'nın başının altından çıktı. Gena ve bir de Drake benim ev arkadaşım. Onlarla hem aynı işi hem de evi paylaşıyoruz. Ah, ama bu olaydan Drake’in haberinin olmadığına bahse girerim. Hepsi Gena'nın suçu." "İşte bu ilginç bir haber. Peki bu ev arkadaşın neden senin için hayali bir adam üretmek zorunda kalsın söylesene?" "Neden olacak, senin kıçına kaçmış başını dışarı çıkarmak ve o aptal egonu yerle bir etmek için elbette." Ah, hayır! O gece tüm bunları ona bu şekilde itiraf ettiğine inanamıyordu. O gece hafızasını kaybetmekle kalmamış dilinin zembereği de çözülmüş olmalıydı. "Demek öyle." diyen Nick keyiflenmişti. "Eh, ona başardığını söyleyebilirsin o zaman. Sanırım artık başım kıçımın arasında değil." Aynı anda kahkahalara boğulduktan sonra Madison, "Biliyor musun, hıyarın teki olmadığın zamanlar oldukça eğlenceli bir adamsın Andersson." dedi. "Sende hiç fena değilsin Madison." "Keşke seninle başka şartlar altında karşılaşmış olsaydık." "O zaman benimle evlenir miydin?" "Ne? Tanrım hayır tabi ki." "Şansımı denemek istemiştim. Her neyse. zor bir çocukluk geçirenin yalnızca kendin olduğunu mu sanıyorsun?" "Ah bana, bir zamanlar fakirdik palavrasını sıkmaya kalkışırsan o zengin kıçını hiç düşünmeden Vegas otoyolunun ortasına tekmelerim Andersson." "Tanrım amma da sertsin." Adamın sırıtışı tüm yüzünü kaplayınca Madison bir an açık havada nefessiz kaldığını sanmıştı. "Tüm aile geçmişinizden, büyük babandan gelen trilyonluk servetinizden haberim var. Şimdi anlat ama sakın benden sana acımamı bekleme." "Tanrı esirgesin. Bunu aklımdan bile geçiremem." Bunu yapmak çok zordu ama Madison Nickholas'ın karşısında daha fazla gülmek istemiyordu. "Sorun neydi? Aptal espriler yaptığın için ailen seni dışlamayı mı tercih etti?" "Ha ha ha! Sende tıpkı baban gibi bir şovmen olmalıymışsın." Madison dirseğini adamın kaburgalarına geçirmiş ama karşılığında incinen kendi kolu olmuştu. Adamı iki büklüm hale getirmeyi başarmıştı. Ancak Nick acı çekmek yerine kıkırdıyordu. Anılarında gülen adam aynı anda yatakta dönüp ona sarılınca, Madison adamın başını alıp göğsüne yasladı ve usul usul saçlarını okşamaya başladı. Nick uyumaya devam ediyordu. Oysa rahat bir soluk aldığına yemin edebilirdi. "Ne oldu? Annenler sana kızlarla yiyesin diye bolca harçlık vermiyor muydu? Belki de pahalı oyuncak arabalarından istediğin birini satın almadıkları için onlara kızmışsındır. Hayır dur. Bence asıl sebep, hemen hemen her hafta sonu gece yarılarına kadar evlerinde verdikleri partilerde sabaha kadar dinmeyen müzik sesi yüzünden güzellik uykunu alamamışsındır." Madison onunla dalga geçiyordu ve Nick de buna izin veriyordu. Hatta onun da eğlendiğini söyleyebilirdi. Diğer yandan son cümlesinden sonra ona attığı kırılgan bakışların farkına varınca Madison susmak bilmeyen çenesini kapattı. "Özür dilerim. Sanırım haddimi biraz aştım." "Hayır, tam on ikiden vurdun tatlım." dedi Nick. Gülümsüyordu. Ayrıca onu hovarda bir züppe olarak tasvir etmesine hiç de içerlemişe benzemiyordu. Madison biraz olsun rahatlamıştı. "Pahalı oyuncaklar ve bolca cep harçlığı konusunda hayatım boyunca hiç sıkıntı yaşamadım. Hemen hemen her istediğim şey daha ağzımdan çıktığı anda yapılırdı. Lüks okullarda, zengin bir çevrede ve hep kendim gibi ünlülerin çocuklarıyla birlikte büyüdüm." "Nasıl zor bir yaşam ama..." Nick ona uyaran bir bakış atınca görünmez bir fermuarla ağzını kapatırmış gibi yaptı. "Biliyorum. Kulağa fazlasıyla ilgi çekici, hatta ulaşılmaz bir şeymiş gibi geliyor." "Şaka mı yapıyorsun? Büyüdüğüm mahallede bu saydıklarından bir tekine bile sahip olabilmek için vücutlarından bir parçayı seve seve feda edebilecek insanlar tanıyorum ben." "Gösterişli olduğu kadar güzel bir hayat değil, inan bana." Madison'ın bir kaşı şaşkınlıkla havalanmıştı. Adam içki şişesine, birinin boğazını sıkarmış gibi sıkıca yapışıyordu. Koca bir yudum aldıktan sonra, "Şu bahsettiğin hafta sonu partileri var ya?" diye devam etti "İşte onlar gerçekti. Ve uykumu kaçırdıkları da doğruydu. Fakat beni rahatsız eden yüksek sesli müzik değil, gece yarısını geçtikten ve evde herkes usulca bir köşeye çekildikten sonra duvarlar arkasında yaşanan rezilliklerdi." Madison, "Ne gibi rezilliklerden bahsediyoruz burada?" diye aptalca bir soru sormuş, Nickholas'ın yüzünün aldığı ifadeyi görünce de anında pişman olmuştu. "Ah. Tanrım Nick. Yoksa Bianca?" "Annem mi? Hayır asla. En azından bildiğim kadarıyla babamı hiç aldatmadı. Oysa o..." Nick bir süreliğine duraksayıp, derin bir nefes aldı, sonra da gökyüzündeki yıldızları incelemeye başladı. Madison anlatmasını istiyordu. Ona açılmasını. Ancak kolay olmadığını biliyordu. Kendi için kolay olmamıştı. Kollarında tuttuğu adamın saçlarını okşamaya devam etti. Bunun zihnindeki adamı teselli etmeyeceğini biliyordu ancak hatırladıkları Nick'e daha fazla şefkat duymasını sağlıyordu. "Sence annen olanlardan haberdar mıydı?" "Babamın onu aldattığından mı? Hem de hepsini bildiğinden adım kadar eminim. Bianca Brooklyn'den bahsediyoruz burada." "Lanet olsun." "Bu da babamın bir tür bağımlılığı gibi bir şeydi. Bir çeşit hastalık diyebiliriz." "Saçmalık! Kusura bakma ama bu hayatımda duyduğum en aptalca teşhis." Eliyle hızla ağzını kapadı. Tanrım, giderek bu adama benzemeye başlıyordu. "Belki de haklısın." Nick güldü. Az önce onun kelimelerini tekrar ettiğini anlamıştı. Paslanıyor olmalıydı. "Diyelim ki, böyle düşünmek herkesin işine geliyordu. En çok da benim. Başka türlü ondan nefret etmekten korkuyordum. Neden bilmiyorum ama babamı annemden daha çok seviyordum. Bianca her zaman fazla otoriterdi. Disiplinli ve aşırı kontrollü biri olduğunu anlamış olmalısın. Bu babamın ve benim hayatımızı bazen cehenneme çevirirdi. Annemden sıkıldığımız zamanlar babam beni de alır ve yatıyla denize açılırdı. Bir keresinde benim kullanmama bile izin vermişti." "Onunla iyi bir ilişkiniz vardı o halde?" "Başta yoktu. Babamın sıkı çalışıp doktorasını tamamlaması gerekiyordu. Annem de oyunculuk dersleri alıyordu. İkisi de benimle ilgilenemeyecek kadar meşgul olduğunda bana büyük annem bakıyordu." "Baban... Yani onu hiç başka bir kadınla..." Madison devamını getirememişti. "Eğer sormak istediğin buysa onu birçok kez başka kadınlarla flört ederken yakaladım." "Oh Nick!" Madison elini genç adamın omzuna koyup sıkınca acıyla koyulaşan mavi gözler ona çevrildi. "Bunları yaşamak zorunda olduğuna inanamıyorum." "Bende öyle." "Bianca Brooklyn, hayatımda tanıdığım en güçlü ve gururlu kadınlardan birisi, onun göz göre göre böyle bir ihanete seyirci kalabilmesini aklım almıyor bir türlü." "Sanırım gücü de bundan geliyordu. Fazla gururlu olduğundan bir türlü ihanete uğradığını kabullenmek istemiyordu. Onun yuvasını hararetle savunan dişi bir aslan olduğun düşünmüşümdür. Babamla ikisi sosyetede daima en iyi boy gösteren çift olmuştu ama asla senin annenle babanın bir zamanlar sahip oldukları şeyi yaşayamamışlardı. Onların sizinkiler gibi birbirlerine âşık olarak evlendiklerini sanmıyorum. Babam Ander, köklü bir aileden geliyordu. Büyük babam bir profesördü. Oğlunun da sırf onu utandırmamak adına tıp dalını seçmesinde büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Tıpkı benim annemi mutlu edebilmek için oyunculuğu tercih etmem gibi. Bana öyle bakma. İlk başta nedenim buydu ama daha sonra oyunculuğu sevdiğimi ve ciddi olarak yapmak istediğim işin bu olduğunu fark ettim. Sanırım cidden yetenekliydim. Ve büyük babam gibi hırslı. Ben doğmadan evvel öldüğü için onu tanıma şansım olmamıştı. Fakat büyük annem bana onun inatçı ve katı kişiliğinden bahsederdi. Büyük baba Andersson büyük kararların adamıydı. Ölmeden önce aldığı son büyük karar ise babamı annemle evlenmeye zorlamasıydı. İkisi de o sıralar üniversite son sınıftalarmış. Annem güzel sanatlar, babamsa tıp dalında iyi birer kariyer sahibi olmaya yakınmış. Bianca, büyük babamın çalıştığı okuldan sevdiği bir eğitimcinin kızıymış. İyi insanlarmış. Ve büyük babam onların kendi ailelerine katılması gereken doğru kişiler oluklarına karar verdiğinde kimse karşı çıkamamış. Gençler tanıştırılmış. Yüzükler takılmış. Ve kısa zamanda uzun süre dillerden düşmeyecek bir düğünle dünya evine girmişler." "Bana daha çok arkalarından itilmişler gibi geldi." "Öyle de diyebilirsin." "Onlara fikrini soran olmamış mı peki?" "Sanmıyorum."" "Bu çok acımasızca. Tarih dersindeki kitaplarda yazan ulusların birleşmek için yapmak zorunda oldukları evliliklere benziyor. Orada yaşananlar da bana mantıksız gelmiştir hep ama en azından geçerli sayılabilecek bir nedenleri vardı. Annenle babanın evlenmesinden kimin ne çıkarı olabilir anlamış değilim." "Büyük babam babamın çapkınlıklarından bıkıp usanmıştı. Galiba günün birinde sokaktan hamile bıraktığı bir kızla eve gelecek olmasından korkuyordu. Annemi ve ailesinin saygın insanlar olduğunu biliyordu. Babamı en iyi çekip çevirecek olanın ise Bianca Jones olduğunu düşünüyordu." "Annenin asıl soyadı Jones mıydı? Bunu bilmiyordum." Nick güldü. "Brooklyn onun sahne adıydı." "Tahmin ediyordum. Sadece...ilk duyduğunda alışmak biraz zor oluyor." "O soyadını kullanmayalı o kadar uzun zaman oldu ki, eminim kendisi bile unutmuştur." "Andersson soyadının nesi vardı peki?" "Galiba sahne adına pek uygun değildi." "Sen kullanıyorsun ama?" "Evet. Ama annem şöhretini benim gibi aileden gelen bir mirasla değil, kendi azmi ve hırsıyla kazanmasıyla övünür. Her bir basamağını tırnaklarıyla kazıdığını söyler." "Evet. Bunu röportajlarında birçok kez duymuştum." "O kadar çok çalıştı ki ve bunun için o kadar çok şeyden vazgeçti ki bilemezsin. Babam da aynı şekilde tabi. İyi bir plastik cerrah olabilmek için bazen günde yirmi dört saat çalışırdı." "İkisi de sonunda alanında başarılı oldu ha." Nick soluğunu bıraktı ve uzaklara baktı. "Öyle." "Aslında güzel bir evlilikleri olabilirmiş. Babanın şu iğrenç kadınlarla düşüp kalkma huyu olmasaymış." "Babam güzelliğe düşkün bir adamdır. Yaptığı işten de belli değil mi zaten? Güzel kadınları en az onları güzelleştirmek kadar sever." "Kusura bakma ama bu konuda Bianca’nın hakkını kimseye yediremem. Kaç yaşına gelirse gelsin, o kadın hâlâ herkesi imrendirecek güzelliğe ve zarafete sahip." "Doğru. Annemin güzel olmadığını söylemek, güneşi inkar etmek gibi bir şey olurdu herhalde." "Yine de baban için yeterli değildi." "Annem sonunda onu değiştiremeyeceğini anlayıp durumu kabullenmiş olmalı. Babam hastaydı. Ve kendisi de Bianca Brooklyn'di. Ailesine bir söz vermiş, Tanrı huzurunda yemin etmişti. Tüm gözler ailemizin üzerindeyken yenildiğini kabul etmek ona göre bir şey değildi. Kabullenemediği tek şey en yakın arkadaşıyla kocasını aynı yatakta görmek oldu." Madison nefesini sesli şekilde içine çekti. "En yakın arkadaşı mı dedin?" Nick başını salladı. "Kadın aynı zamanda babamın çalıştığı hastanenin başhemşiresiydi. Olayın ayrıntılarını tam bilmiyorum ancak, sanırım her şey annemin seyahatinin erken sonlanmasıyla eve döndüğü sırada yaşanmış. Nasıl bir manzarayla karşılaştığını hiç anlatmadı. O olaydan hemen sonra aileyle ve o ülkeyle tüm bağlarımızı kesip Los Angeles'a taşındık. Annemin kariyeri de bunun için güzel bir sebepti tabi. Tüm işi ve kariyeri buradaydı. Babamsa itiraz edebilecek durumda değildi." "Tanrım. Bu, Bianca için korkunç bir şey olmalı. Bir dakika. En yakın arkadaşı mı dedin? Üstelik babanın hastanesinde hemşire. Troy'un annesi de hemşire değil miydi? Kadını oda tanıyor muydu peki?" diye sormuş ve Nick'in yüzü bu soruyla yine allak bullak olmuştu. "Hayır olamaz!" Madison başını ellerinin arasına alıp, kusacakmış gibi öne doğru eğilince Nick anında müdahale edip onu belinden sıkıca tuttu. "Dikkat et güzellik! Bu kadar yükseklikten düşersen en ufak bir parçan bile sağlam kalmaz." Madison kendini adamın kollarına bırakmıştı. O kadar sarsılmıştı ki, bu kez gözyaşlarını tutmayı başaramadı. Şimdi de aynı tuzlu gözyaşları yanaklarından süzülüp adamın yatağını ıslatıyordu. Nick saçlarını okşayıp onu göğsünde sallarken anlatmaya devam etmişti. "İyi bir çocukluk geçirmiş sayılmazdım. Anne ve babamın ilgisi daima başka şeylerin üzerindeyken kendimi sık sık yalnız hissediyordum. Büyük annem dışında etrafımda yaptıklarımı takdir eden bir kişi bile yoktu. Okuldaki çocuklar şımarık zengin veletleriydi. Onlarla bir türlü anlaşmazdım. Sonra bir gün Troy ve ailesi evimize geldi. Babam onları bizimle tanıştırmak için yemeğe davet etmişti. Başta Troy ile birbirimizden nefret ettik ama sonra aramızdan su sızmaz oldu. Ailemin ilk defa benim için iyi bir şey yaptıklarını düşünmeye başlamıştım. Troy ile zamanla ergenliğe adım attık. Aynı kızlardan hoşlandık hatta bazılarıyla yattık. Ayrı ayrı zamanlarda tabi.." diye hızla belirtti Nick. "Farklı okullarda okumamamız için her yıl babamdan tam burs kazanırdı. Baskette, futbolda bende iyi olmasına rağmen hemen hemen her bilgisayar oyununda onu yenerdim. Çabuk kızar, hızlı pişman olurdu. Parladığı en ufak olaylarda bile sabırla onu ikna etmeye çalıştığım için bu huyumdan hiç hoşlanmazdı. Hiç bir kitabı ya da filmi sonuna kadar götüremezdi. Tez canlıydı. Benim tersime ani kararların adamıydı. Bu yüzden bir doğum günümde bana oyuncak bir eşek satın almıştı. Bir katır kadar inatçı ve sabırlı olduğumu anımsatmak için-" Madison gözyaşlarını silmeye çalışırken Nick yatakta kıpırdanmaya başladı. Sonunda mavi gözleri açılarak onunkileri buldu. "Hey! ağlıyor musun sen? O kadar kötü müydüm gerçekten?" Uzanıp yanağındaki ıslaklığı başparmağıyla silince Madison gülümsedi. "Hayır. Harika bir gece geçirdim." "O halde sorun ne?" "Ben... Bir rüya gördüm sadece." Nick yatakta doğrulmaya çalıştı fakat alçılı bacağı yüzünden pek başarılı olamadı. Yastıklardan birini başının arkasına alarak kolunu Madison'ın omuzlarına doladı. Bu kez o genç kadını göğsüne yatırdı ve az önce onun yaptığı gibi saçlarını nazikçe okşamaya başladı. "Anlatmak ister misin? Seni dinleyebilirim." "Buna gerek yok. Zaten biliyorsun." "Neyi biliyorum?" Madison başını çevirdi ve "O geceyi hatırlıyorum." dedi. Nick'in kollarında kaskatı kesilmesinden adamın gerildiğini fark etmişti. "Hepsini değil ama bazı anılar çok netti." "Ne kadarını hatırlıyorsun?" diye sordu Nick. "Şey, çatıda konuştuklarımızın neredeyse tamamını anımsıyorum. Sanırım bu yüzden ağlıyorum. Tanrım birbirimize bu kadar şeyi anlattığımıza hâlâ inanamıyorum." "Konuşmaya hiç fırsat bulamamıştık ki." "Galiba haklısın." "Başka neler hatırlıyorsun?" "Çatıdan indikten sonra gece boyunca sokaklarda yürüdüğümüzü, bir kuyumcu dükkanının önünden geçtiğimizi," Madison hafızasını daha fazlası için zorlarken Nick nefesini tutup bekledi. "Küçük bir kilise hatırlıyor. Bir şapel. Bir rahip. Tanrım! Elvis Presley kılığındaki rahip gerçekmiş. Bunu Corine'e anlatmam gerek." dedi neşeyle. "Başka? Başka ne hatırlıyorsun Madison?" "Neden bu kadar geriliyorsun anlamıyorum? Yoksa bana ne kadar berbat bir evlenme teklif ettiğini hatırlamamdan mı korkuyorsun?" "Hayır. Sadece...Ne hatırladığını bilmek istiyorum. Belki boşlukları birlikte doldurabiliriz." "Çatıdan önceki ve sonraki anılar çok bulanık. Sürekli olarak sallanan bir cep saati görüyorum." Madison merakla adama döndü. "Senin bir cep saatin var mıydı?" "Bildiğim kadarıyla hayır." "Benim de öyle. İyi ama sonra ne oldu söylesene? o sabah senin otel odanda nasıl oldu da çırılçıplak uyandım. Gerçekten aramızda hiç bir şey olmadı mı?" "Hayır. Sandığın gibi bir şey olmadı." Nick gözle görülür şekilde rahatlamıştı. Şimdi neşeyle gülümsediği için Madison altındaki nedeni kurcalamadı. "Odaya şampanya ve çikolatalı meyvelerden söyleyip sohbet etmeye devam ettik." "Bütün gece yalnızca sohbet mi ettik yani?" "Hayal kırıklığına mı uğradın?" "Kendini beğenmiş şey. Bu pek senin ününle bağdaşmıyor sadece." "Senin sandığının aksine önüme geleni becermiyorum Madison." Madison ona anlamlı bir bakış atınca, "En azından kendileri istemedikleri sürece." diye ekleme gereği hissetti. "Ayrıca üzerime kusan bir kadınla nasıl sevişebilirdim söylesene?" "Üzerine mi kustum?" Madison yatakta hızla doğruldu. "Sende pek romantik biri değilsin ha Madison?" "Ben...Aman Tanrım. Buna inanamıyorum. Kusacak kadar içtiğime yani." "Hayır alkol yüzünden değildi. Buna eminim çünkü bütün gece bir kadehten fazla içtiğini görmedim. Ama neden bilmiyorum birden başın dönmeye ve miden bulanmaya başladı. O kadar çok kustun ki birlikte tuvalette sabahlamak zorunda kaldık." "Biz mi?" "Seni o halde yalnız başına bırakacağımı düşünmedin herhalde? Birinin sen kusarken saçlarını tutması gerekiyordu." Madison hiç bir şey söyleyemedi. Sadece adamın yüz hatlarını inceliyordu. Ona gerçekten âşık olmuştu. Bu düşünceli ve duygulu adama âşıktı ve şimdi bunu ona da itiraf etmenin zamanıydı. "Sana kutsal saydığım her şeyin üzerine yemin ederim ki, üzerindekileri çıkarmana yardım ederken başka tarafa bakmayı denedim." Madison daha fazla konuşmasına izin vermeyip uzanıp onu tutkuyla öpünce adamın cümlesi yarım kaldı. Nick'in dudakları dudakları üzerinde hafif gezintisine devam ederken elleri onu saha sıkı kavradı. Madison kalçalarını kaldırıp adamın kucağına oturduğunda onun arzusunun belirtisini hissedebiliyordu. Nick onu aç öpücüklere boğarken ve nefesini keserken birden geriye çekildi ve adamla göz göze geldi. İkisi de öpüşmeleri yüzünden nefes nefese ve sersemlemişti. "Ben- gerçekten denedim Madison. Ama o kadar güzeldin ki, sana bakmamak günah işlemek gibiydi. Ve ben, yani o anda sen kollarımdayken..." "Seni seviyorum Nick." Madison'ın itirafıyla duraklayan genç adamın gözleri kocaman açıldı. "Ne dedin?" "Dedim ki, seni seviyorum." Nick başını geriye atarak gözlerini kapadı. "Bu- bu gerçek mi?" "Evet." Madison hevesle başını salladı. "Ve bunun hatırladıklarımla bir ilgisi yok inan bana. Sanırım uzun zamandır biliyordum ama kendime itiraf edemiyordum." Nick derin bir soluk vererek yeniden başını kaldırdı. "Tanrım bir daha söyle lütfen." "Seni seviyorum Nickholas Andersson. Ve bu konuda ciddiyim. Galiba sana âşık oldum." Nick kollarını ona dolayarak sımsıkı sarıldı. Burnunu kadının boynuna gömerek kokusunu içine çekti. Uzun zamandır bu anın gelmesini bekliyordu ve şimdi kollarında tuttuğu kadın gerçekti. Onu seviyordu. "Bende uzun zamandır sana aşığım Madison Goldberg. Ve bu aşkı kaybetmemek için yapamayacağım hiç bir şey yok." Genç kadın geriye çekilip gülümseyerek gözlerinin içine baktı. Yüzünü avuçlarının arasına aldıktan sonra da adamı tutkuyla öpmeye başladı.
|
0% |