Yeni Üyelik
32.
Bölüm

32. Bölüm

@sagetaylors

Drake uyandığında Gena duştan yeni çıkmıştı. Kadının kışkırtıcı vücut hatlarına bakarken iç geçirmemeye çalıştı.

Geceyi çoğunlukla kendi yatağında geçirmek yeni alışkanlıklarıydı. Şimdiki gibi sırf değişiklik olsun diye bazen Gena'nın odasında sabahladıkları oluyordu ancak aralarındaki bu sessiz anlaşma çok nadiren bozuluyordu. Drake'in yatağı hem daha büyük hemde daha rahattı. Üstelik odası diğer odalara göre daha az ışık aldığı için çabucak sabah olmuyordu. Drake o yatakta Gena'sız geçirdiği geceleri telafi etmek istiyordu. İşte asıl sebep buydu.

Diğer taraftan Gena'nın o daracık yatağında birbirine kenetlenmiş halde uyumak da çok iyi hissettiriyordu. Yanında Gena varken hiç bir şey neşesini kaçıramazdı. Özellikle o böyle karşısında iç çamaşırı kadar minicik bir şort ve yarım bir atletle dolaşırken. İçine sutyen takmadığına bahse girebilirdi. Drake aynadan sivrilen tepecikleri göz ucuyla fark ettiğinde nabzının hızlandığını hissetti.

Gena saçlarına doladığı havluyu çıkartıp makyaj masasının başına oturmuştu. Drake'in uyandığından ve onu izlediğinden habersizdi. Tarağı eline alıp aynadaki aksine baktı ve gördükleri karşısında gözleri yuvalarından fırladı. Aman Tanrım! Saçlarına ne olmuştu böyle? Gena'nın en nefret ettiği şey düğümlenmiş saçlar ve yüzünden eksilmeyen çillerdi. Drake'in onları sevdiğini biliyordu, ama Tanrım bu haldeyken değil! Adam uyanmadan bir an evvel saçlarının icabına bakılması gerekiyordu.

Drake uyuyor numarası yapmaya devam etti. Bir süre sonra izlediği saç tarama girişiminin vahşi bir savaşa dönüştüğünü fark ettiğinde -ki Drake kadından çıkan seslere ve aynadaki yüzünün haline bakarak tam da böyle olduğunu düşünmeye başlamıştı- daha fazla dayanamayarak dirseklerinin üzerine kalktı.

"Sana yardım etmemi ister misin?"

"Ne?" diyerek olduğu yerde sıçradı Gena. "Uyandığını fark etmemiştim. Ne kadar zamandır orada durmuş sinsice beni gözetliyorsun?"

"Saçlarını köklerinden yolmaya başlamadan çok önceden beri."

Drake oturmuş, kollarını kendine doğru çektiği dizlerine dolamıştı. Beline kadar gelen beyaz örtüler dışında üst bedeni çıplaktı. Kendi yatağının ortasında, örtülerin altındaki adamın tamamen çıplak olduğunu bilmek Gena'nın içinde bir heyecan dalgası yaratıyordu. Yine de onun sabahın erken saatinde o darmadağınık haliyle bile bu kadar seksi görünmesinin haksızlık olduğunu düşünüyordu.

"Bu tamamen saçmalık." dedi tarağın dişlerini saçlarına saplarken. "Sen nasıl o saçlarla bu kadar muhteşem görünebiliyorsun? Bu işin bir sırrı varsa bilmek istiyorum."

Drake güldü. Tüm yüzünü aydınlatan, hatta güneşli Kaliforniya sabahını kıskandıracak güzellikte gözlerinin kısılmasını sağlayan, insanın içini titreten bir gülüştü. Gena, adamın kahkahasının odanın içinde çınlarken, en mahrem yerlerine bir sıcaklık dalgası yollamasına mani olamayınca, hırsını yeniden saçlarından çıkarmaya başladı.

"Kes şunu! Bunların hepsi senin suçun. Sana gülmeyi kes dedim. Sabah ne hale geleceklerini bildiğimi sana söylemiştim. O tokaların sevişirken kafamda kalması gerekiyordu."

Drake kendini yatağın ayakucuna kadar kaydırırken hâlâ sinir bozucu bir şekilde gülmeye devam ediyordu. Bunu yaparken örtülerin kaymaması ve herhangi bir yerinin açılmaması da ayrıca sinir bozucuydu. Tarağa daha kuvvetli asıldığı sırada altındaki tekerlekli tabureyle birlikte bir anda geriye doğru çekildiğini hissetti. Boşta bulunan Gena bir çığlık koparttı.

"Hey! Dur!"

"Şşşt. Yavaş olsana biraz. Herkesi uyandıracaksın." diye uyardı Drake. Kulağının dibindeki sesi ensesindeki tüyleri diken diken etmişti. "Saçlarının yatağıma dağılmasını seviyorum."

"Drake!"

"Yastığıma, boynuma, her yerime yayılan kızıl bir ateş gibi." Adamın dudakları boynunda ıslak bir yol çizerken Gena inlemesini bastırmaya çalıştı.

"Mademki tüm suç benim..." Tarağı onun elinden çekip alan adam, parmaklarını yavaşça saçlarını arasına daldırdı.

"Ne yapıyorsun?"

"Bırak da sana yardım edeyim. Yoksa kel kalacaksın."

Gena saçlarının arasında dolanan eller sayesinde vakit kaybetmeden gevşemeye başlamıştı. Drake onu açtığı bacaklarının arasına çekerek kendine yaklaştırdı. Şimdi de marifetli elleriyle saçlarını bölümlere ayırıyordu.

"Kel kalırsam beni artık sevmez miydin?"

"Saçmalama. Seni en şirret halinle bile seviyorum ben. Beni bu tehditlerle korkutamazsın."

Gena sebepsiz yere gülümserken buldu kendini. "Bu iltifat mıydı yoksa hakaret mi?"

Drake yanağına bir öpücük kondurdu. "Sence?"

"Of. Saçlarımdan nefret ediyorum."

"Çok yazık."

"Çok fazla asiler, üstelik rengi de sandığının aksine alev rengi değil turuncu. Neden kızıl veya sarı değil? Ailemde büyük annem dışında kimsenin saçları böyle değil. Annemin boyamadığı zamanlar dışında koyu kestane rengi saçları vardı. Babam ise sarışındı. Bir tek ben ve büyük annem bu saçlarla lanetlenmiş olmalıyız. O öldüğüne göre laneti taşımak bana düşüyor."

"Nesi varmış saçlarının? Bence oldukça nadir bir renk?"

"Sorun da bu ya. Çok fazla dikkat çekiyorlar. Okuldayken saçlarım yüzünden ne kadar dalga konusu olduğumu biliyor musun?"

"Hayır ama tahmin edebiliyorum. Eminim sana 'Havuç Kafa' filan diyorlardır. Ya da 'Portakallı Kek'."

"Ha. Ha" Gena dirseğini hafifçe Drake'in karın boşluğuna geçirince genç adam inleyerek geri çekildi. "Beni tahrik etme."

Drake güldü. Gena'nın incitmek için vurmadığını biliyordu ama İsa aşkına, ufak tefek bir kadına göre sağlam vuruyordu. Saçlarını taramaya devam ederken, "Bende Balkabağım diyorum sana. Buna da bozuluyor musun yoksa?" diye sordu.

"Hayır." dedi Gena iç geçirdikten sonra. "Neden bilmiyorum ama sen söylediğinde kendimi o kadar kötü hissetmiyorum. Hatta..." Başını çevirip genç adamla bakıştı. "Hoşuma bile gidiyor.

Drake'in bakışları sıcacıktı. Adamın ona her seferinde dünyanın en güzel varlığıymış gibi bakması içini inanılmaz bir coşkuyla dolduruyordu. Drake uzanıp dudaklarını omzuna bastırdı. Burnunu saç diplerine gömüp, içine derin bir soluk çekince Gena'nın aniden nefesi kesiliverdi.

"İnan bana çok güzelsin Gena." dedi Drake. "Ve eşsizsin."

"Bu-bu takıntılarım çok eskidendi tabi." dedi Gena hızla toparlanarak. Daha fazla zayıf görünmek istemiyordu. "Artık kendime güvenim yerinde."

"Öyle mi? Bu yüzden mi çillerini gizlemek için her sabah tonla kapatıcı sürüyorsun."

"Şey, aslında onlar koruyucu. Daha fazla çoğalmalarını önlemek için. Bir yandan da görünmemelerini sağlıyorlar işte fena mı?"

Drake saçlarını taramayı bitirmişti. Onları güzelce örüp başının tepesinde topladı. Gena aslında ondan atkuyruğu yapmasını isteyecekti ama son anda vazgeçti. Adamın saçlarında gezinen elleri terapi gibiydi ve bu anın bitmesini hiç istemiyordu. Sanki bir mutluluk balonunun içinde hapsolmuştu.

"Seni gayet iyi anlıyorum aslında. Gözlük taktığım ilk zamanlar bende kendimi çok kötü hissetmiştim. Yazılılardan sürekli A alınca okulda inek damgası yemeyen yoktur herhalde. Ama sonra göz numaram hafifleyince, o kadar sık kullanmam gerekmemişti."

"İkisi aynı şey değil. Gözlükler seni seksi gösteriyor."

"Sahi mi?" Drake şaşırmıştı.

"Evet. Tıpkı Clark Kent gibi. Kadınlar ona nasıl da ölüp bitiyor düşünsene."

"Vay canına. Bir gün yalnızca gözlük takarak seni etkilemeyi deneyeceğim."

"Üzerinde başka bir şey olmadan mı?" diye atıldı Gena. "Ben varım."

"Anlaştık." Drake ellerini üzerinden çekti. "İşte oldu."

"Bitti mi?" Gena sesinin hayal kırıklığıyla kısılmasına engel olamamıştı.

Genç adam taburesini döndürüp onunla yüz yüze geldi.

"Evet, ama hoşuna gitmediyse bozup tekrardan yapabilirim."

Aslında bu harika bir fikirdi ancak bunu söyleyip adamı incitmek istemiyordu. Gena aynaya baktı. "Gayet hoş görünüyor." dedi ki bu doğruydu. Eliyle örgü topuzunu yokladığında gülümseyince Drake onu bacaklarının arasına çekerek kollarının arasına aldı.

"Bütün gün dokunma. Akşama onu kendi ellerimle çözmek istiyorum."

Bu basit istek neden Gena'yı bu kadar heyecanlandırıp ateşlemişti? Adamın her cümlesi resmen vaat yüklüydü sanki. Gena sonunda konuşabilmek için kuruyan boğazı yüzünden bir kaç kez yutkunmak zorunda kaldı.

"Tamam."

Drake parmak uçlarıyla kulağının arkasındaki minik saç tutamlarını okşarken bakışlarıyla adeta onu içine çekiyordu. "Saçların, çillerin," boynuna doğru eğildi. "kokun... Hepsi o kadar güzel ve baştan çıkarıcı ki. Seni sen yapan şeyler bunlar Gena. Georgia Harrison yapan şeyler. Benim Gena'm."

"Benim Gena'm ha? Bak bu hoşuma gitti."

Gena dönüp adamın boynuna sarıldı. "O kadar müthiş bir adamsın ki Drake. Her zaman bana duymaya ihtiyacım olan şeyleri söylüyorsun."

"Seni sevdiğimi söylememe de ihtiyacın var mı peki?"

Gena çenesini ellerinin içine aldı ve parmaklarıyla adamın kirli sakalını okşamaya başladı. Yüzünün çoğu yerinde sakal çıkmıyordu ancak çıkan yerlerde acayip hoş görünüyordu.

"Her zaman." dediğinde Drake'in gözlerinin ışıldamasını seyretti. "Sanırım bunu duymaktan asla sıkılmayacağım."

Drake dudaklarını birbirine değecek kadar yaklaştırıp bir santim kalası fısıldadı. "O halde," Gena'nın kalp atışları beklentiyle hızlanmış, göğsünde kuş gibi çırpınmaya başlamıştı. Midesinde kanat çırpan kelebekleri saymasına imkan yoktu. "seni her şeyden çok sevdiğimi sakın aklından çıkarma Gena. Benim küçük, lezzetli balkabağım."

Drake onu ateşli bir şekilde öptü. Dudakları buluşmadan yalnızca bir saniye önce kadının dudaklarının ufak bir gülümsemeyle kıvrıldığını hissetmişti. Gözleri çoktan kapanmış, kendini kadının sıcak ağzında kaybetmeye başlamıştı. Diliyle dudaklarını araladı ve hevesle içine daldı. Bu kadın ona aitti. Ve ona asla doyamayacaktı.

Kapının önünde bir tıkırtı duyduklarında Gena çoktan tabureden inmiş, örtülerin üzerinden adamın kucağına yerleşmişti. Dudakları öpüşmenin yoğunluğuyla birbirine kenetlenmiş, odayı ıslak nefes sesleri ve iç çekişler doldurmuştu.

Genç kadın birden dikkat kesildi. "Bu ses de ne?"

"Maddie ya da Corine’di gel buraya. Ben senin bozduğun saçlarını düzelttim şimdi sıra sende."

Sesler dış kapıya yöneldiğinde Gena hızla harekete geçti.

"Söz veriyorum seninle ve canavarınla daha sonra ilgileneceğim." diyen Gena, Drake'in dudağına çabucak bir öpücük kondururken eliyle bahsettiği canavarı örtülerin üzerinden sıvazlayarak yataktan çıktı.

Drake hayal kırıklığıyla inledi. "Hey! Bunun hesabını çok kötü ödeyeceksin."

Gena kapıdan çıkmadan önce genç adama havadan bir öpücük daha gönderdi. "Seve seve."

Drake kapanan kapıya şaşkınlıkla baktıktan sonra başını iki yana sallayıp kendini yatağa bıraktı. İşin en sinir bozucu yanı tatmin olmamış ve uyandığından daha sert olmasına rağmen aptal aptal sırıtmasıydı.

Gena Corine'i tam da kapıdan çıkmak üzereyken yakalamıştı. Arkasından çekiştirdiği tekerlekli valizi gürültünün kaynağını açıklıyordu.

"Orada dur bakalım ufaklık!"

Corine arkasını dönmeden bekledi.

"Demek bir veda bile etmeden gidiyorsun?"

"Madison gece eve dönmedi. Sizi de, şey sizi rahatsız etmek istemedim."

"Vay be. Amma da düşünceliymişsin."

"Benimle dalga geçme."

"Düzgün konuşulmasını istiyorsan, seninle konuşurken insanların yüzüne bakmalısın tatlım."

Corine dediğini yaptı. "Şimdi oldu mu?"

"Önemli bir şey olmuş." Bu soru değil bir tespitti. Corine'in yüzünden acı çektiği belliydi.

"Seninle tartışacak havamda değilim Gena. Beni rahat bırak."

"Aman ne güzel. Oysa ben bu sabah duştan çıktıktan sonra kuş yuvası gibi saçlarıma bakarken tam da kavga etme havasında olduğumu düşünüyordum. Ama ne oldu biliyor musun? Drake'in muhteşem elleri devreye girdi ve savaşı muhteşem bir seviş..."

"Ah, lütfen. Şu anda ikinizin yatakta ne yaptığınızı duymak istediğimden pek emin değilim."

"Zaten ayrıntıları anlatmaya niyetli değildim. Şimdi hemen o valizi yere bırak ve peşimden gel bakalım. Senin yüzünden sabah seksinden mahrum kaldım. Şimdi libidomu kafein yardımıyla yenmeye çalışırken bana katılmak zorundasın."

"Ama neden? Ne güzel kahrolası okuluma geri dönmek üzereydim."

"Üç gün sonraki Bianca Brooklyn’nin partisine davetiyelerimiz varken mi?" Gena mutfağa doğru yürürken, "O halde kaçarken daha az ses çıkarmayı denemeliydin." diye duyurdu.

Corine hızla gözlerini devirdi. Kendi kendine homurdanarak valizini yere bıraktı ve Gena'nın peşine takıldı.

Mutfak tezgahında karşılıklı oturarak kahvelerinden ilk yudumu almışlardı ki Gena sessizliğe, daha doğrusu Corine'in sessiz kalışına dayanamadı.

"Madison yüzünden mi? Onunla tartıştığınız için mi erkenden gidiyorsun? Bu partiye gitmek istediğini sanıyordum."

"Artık bir önemi kalmadı. Her neyse. Zaten gitmem gerekiyordu. Sadece biraz ağırdan alıyordum hepsi bu."

"Dinle Corine. İstersen bana kızabilirsin ama Madison'a hak veriyorum. O yalnızca senin iyiliğini istiyor. Hep istedi. Kendini bildi bileli hayatındaki en önemli şey sendin. Bunu asla inkar edemezsin değil mi?"

"Hayır." diyen Corine fincanına bakıyordu. "Beni ne kadar umursadığını bilmediğimi mi sanıyorsun? Hatta bazen öyle çok ki, hayatını benim yüzümden yaşayamadığını düşünüyorum. Her zaman bir şeyleri feda eden taraf o oldu."

"Böyle düşünme. O senin ablan. Bunu severek yapıyor.. Seni sevdiği için."

"Biliyorum." Corine iç geçirerek fincanıyla oynamaya devam etti. Kahvesinden bir yudum bile içmemişti. "Belki de bu dünya da beni sevebilecek tek insanı kırdığım için kendimi berbat hissediyorum. Bu yüzden kendimden nefret ediyorum. Her zaman haklı çıkacağını bildiğim halde burnumun dikine gitmeye devam ediyorum."

"Saçmalıyorsun. Üstelik seni seven sadece Madison değil. Ben varım. Drake var." Gena uzanıp kızın elini tuttu. "Kendini yalnız hissetmemelisin."

"Beni Madison'ın kardeşi olduğum için seviyorsun. Drake de sen onun arkadaşı olduğun için."

"Ah Corine!"

"Bu doğru ama öyle değil mi? Ebeveynlerimiz bile bizi istemediğinde yalnızca ikimiz vardık. İkimizin de birbirimizden başka kimsesi yok aslında. O bana tüm sevgisini ve şefkatini sunarken ben ona nankörlük etmekten başka ne yaptım söylesene?"

Gözünden bir damla yaş süzüldüğünü görünce Gena birden paniğe kapıldı. Ağlayan insanları teselli etme konusunda başarısızdı.

"Ah tatlım lütfen ağlama. Bu konunun Madison ile ilgili olduğuna emin misin?"

Corine başını inatla sallasa da Gena yalan söylediğini anlamıştı. Genç kızın elini daha sıkı tutmaya çalıştığı sırada Corine aniden geriye çekilip ayağa kalktı. Gözlerindeki nemi çabucak kurularken,

"Gitmeliyim." dedi. "Bir saat sonra kalkacak otobüse yetişmem gerek."

"Neden uçakla gitmiyorsun? Eğer istersen sana millerimden bir bilet alabilirim."

"Buna gerek yok. Otobüsle gidebilirim."

"Ablana veda etmeden mi gideceksin?"

"Ona okula döndüğümü söylersin. Duyduğunda sevinecektir."

Gena'nın tüm itirazlarında rağmen genç kız valizini alarak kapıdan çıkıp gitti. Drake üzerinde bir şort ve tişörtle koridorda belirdiğinde Gena'nın yüzü endişeliydi. Drake olan biteni anlamak için merakla kapanan kapıya ardından Gena'ya baktı. Genç kadın sadece omuzlarını havaya kaldırdı.

.....

"...yanında bir misafiri mi var?"

"Hayır hanım efendi, yani bildiğim kadarıyla yoktu ama..."

"Güzel."

Yatakta uzun bir süre daha elleriyle bedenlerini keşfederek öpüşmeye devam ettikleri sırada dış kapıdan gelen sesler yüzün Madison öpüşmeyi bıraktı.

"O konuşan Romano muydu?"

Nick dilini çenesinden boynuna doğru kaydırırken, "Romano da kim?" diye sorunca Madison kıkırdayarak gözlerini devirdi.

"Sana âşık olan kaç Romano tanıyorsun?"

"Romano bana âşık filan değil."

"Şu anda bunu mu tartışmak istiyorsun gerçekten?"

Nick başını gömdüğü boynundan kaldırmadan göğüslerini sıkarak uçlarına masaj yapmaya başlayınca Madison az kalsın hissettiği haz yüzünden haykıracaktı.

"Boş ver şimdi onu." dedi inleyerek. Dudakları hevesle daha da aşağılara kaydı. "Selam kızlar. Benim için başkaldırmanıza bayılıyorum."

"...odası ne tarafta demiştin?"

"Koridorun sonundaki kapı."

"Tanrım, Nick!"

"Hmmm."

"Kalk çabuk üzerimden."

Nick bir küfür savurarak geriye çekildi. "Yine ne oldu?"

"Romanı biriyle birlikte buraya geliyor."

"Of. Bana hatırlat da o kızı bir an evvel kovayım."

"Sen ciddi misin?"

Nick ona ters bir bakış attı. "Daha iyi yemek yapan birini bulduğumda olacağım." Madison bu anı fırsat bilerek ona dil çıkardı ve yataktan çıktı.

"Hey! Çabuk yatağa geri dön kadın, yoksa senin için çok fena olur."

"Ne olur? Beni alçılı bacağına yatırıp popoma şaplak mı atarsın?"

Lanet olsun. Görüntü zihninde canlandığı an Nick anında daha taş kesildi.

"Daha kötüsünü de yapabilirim ama bu da fena fikir değilmiş." derken pis pis sırıtıyordu.

"Çok korktum Kaptan Hook. Seni sapık." Madison da kıyafetlerini aramaya çalışırken gülümsedi.

"Sana topal bir adamla dalga geçmek neymiş göstereceğim."

Madison seslerin yaklaştığı kapıya bir bakış atarak, "Sanırım misafirlerimiz gelmek üzere." diyerek onu duymamış gibi yaptı. "Romano da olabilir. Yine de giyinsen iyi olur. Kimsenin senin seksi kıçını görmesini istemiyorum."

Nick yatakta gerinirken günahkarca gülümsüyordu. "Demek kıçımı seksi buluyorsun? Kimmiş sapık?"

"Kapa çeneni de giyin hadi?" Madison ona bir tişört fırlattı.

"Bakın Hanımefendi, Bay Andersson'ın odasına bu şekilde giremezsiniz."

"Beni kim engelleyecek peki? Sen mi?"

"En azından haber vermeme izin verin lütfen. Müsait olmayabilir."

"Buna gerek yok. Takdim edilmeden de geldiğimi haber verebilirim. Hem onu senden daha fazla çıplak gördüğümden eminim."

"İyi ama..."

Nick sesleri duyduğu anda ardı ardına sıraladığı küfürlerle aceleyle yataktan çıkmaya çalıştı. Alçısı yüzünden pek kolay olmamıştı. "Aman Tanrım. Bu o. Çabuk bana pantolonumu ver."

"Ne? Kim?"

"Soru sorma da ver şunu. Ya da dur, pantolon zaman kaybı olur. En iyisi bir şort bul bana. Hemen!"

Nick'in hızla giyinmesine yardım ederken, kendi gece elbisesinin içine girmek yerine Nick'in ona bol gelen tişörtlerinden birini üzerine geçirdi. Adamın kalıbı devasa olduğu için dizlerine kadar inen kıyafet içinde bir çocuk gibi görünse de en azından artık çıplak değildi.

"Bana neler olduğunu anlatacak mısın?"

Nick tam da, "Vakit yok" demişti ki kapı aniden açılıverdi. Ve elinde bastonuyla yetmişlerinde bir kadın, hemen yanında şaşkınlıkla gözleri yuvalarından fırlamış Romano'yla eşikte belirdi.

"Nickholas Andersson?"

Nick kadını gördüğü an olduğu yerde donup kalmıştı. "Büyük anne." derken boğazında bir yumru varmış gibi zorlukla yutkunabilmişti.

"Hizmetçin yalnız olduğunu söylemişti ama görüyorum ki meşgulsün." Kadın Madison'ı tepeden tırnağa tartarcasına süzdü. Gördükleri karşısında hoşlanmadığını açıkça belli etmişti.

Romano, "Ben hizmetçisi değilim." diye mırıldanmaya kalkıştıysa da, kadın elinin tek bir hareketiyle onu anında susturmuştu.

"Sen çekilebilirsin. Gerisini ben hallederim."

Romano önce ona emir veren kadına, ardından Madison'a ölümcül bakışlar attıktan sonra onay beklercesine Nickholas'a baktı.

Nick yumuşak bir sesle, "Çekilebilirsin Mano. Teşekkürler." dedikten sonra da topuklarının üzerinde dönerek odayı hızla terk etti.

"Büyük anne. Ne zaman döndün Tanrı aşkına? Neden geleceğini önceden haber vermedin? Seni karşılaması için birilerini gönderirdim." Nick üstüne başına son bir çeki düzen vererek, Madison'ın uzattığı bastonla yaşlı kadına doğru aksayarak yürümeye başladı.

"Torunumu görmek için önceden izin almam gerektiğini bilmiyordum. Üstelik o kız, bana yalnız olduğunu söylemişti."

Kadının bakışları torununun üzerinden Madison'ı delip geçiyordu. Madison nazikçe gülümseyerek karşılık verirken buldu kendini. O sırada birden saçlarını ve kıyafetini düzeltme gereği hissetti. Tuhaf bir şekilde utanmıştı.

Nick topallayarak yanına yaklaştıktan sonra büyük annesine sarıldı. "Seni özlemişim."

"Bende öyle canım." diyen kadın genç adamı kucakladı. "Duydum ki, sende benim gibi tek bacaklı olup çıkmışsın. Seni daha önce ziyaret esemediğim için üzgünüm. Kazayı yeni öğrendim."

"Hiç sorun değil." Nick geriye çekilip gülümsedi. Kadının elindeki metal baston tartışmasız çok havalı bir şeydi. Yıllar evvel dizlerinde oluşan rahatsızlıktan ötürü kullandığını söylüyordu ancak Nick onu insanların içine korku salmak için kullandığından şüpheleniyordu. Ve bastonun sertçe yere vurduğunda bu konuda haklı olduğuna ikna oldu.

"Peki bu genç hanım kim? Romalı mı adı her neyse, onun gibi birinin gözünden kaçtığına göre önemsiz biri olmalı. Bir an evvel gönder onu. Seninle konuşacaklarım var."

Madison kadının im ettiği şeye bozuldu. Nick'in hayatındaki gelip geçici kadınlardan biriyle karıştırılmak gururuna dokunmuştu. Dahası, Nick aksini düşündürecek bir şey söylememişti.

"Ah, o mu şey. Sizi tanıştırayım. Bu Madison. Madison Goldberg. Kazadan beri giyinmemde bana yardımcı oluyordu."

"Giysilerini önce kendi üzerinde mi deniyor?" kadın Madison'a döndü. "Küçük hanım yanılmıyorsam o üzerinizdeki torunuma ait."

Madison'ın yanakları utançtan kıpkırmızı olmuştu. Genelde böyle konuşmalara aldırmazdı fakat o an aşağılandığının farkındaydı ve bu hiç hoşuna gitmemişti. Hızla yanlarına yaklaştı. Nick'in tanıştırma merasimini yetersiz bulmuştu. O sıradan bir kadın değildi. Nickholas Andersson'ın karısıydı. Bundan daha iyisini hak ediyordu.

"Memnun oldum Bayan Andersson." diye gülümseyerek elini uzattı. Amacı hak ettiği saygıyı geri kazanmaktı. Kadının da aynı şekilde karşılık vereceğini sanmıştı. Fakat yaşlı kadın uzattığı ele yabancı bir cisimmiş gibi bakmaya devam ediyordu. Sessizlik uzayınca Nick araya girerek Madison'ın havada asılı kalan elini kendi avuçlarının arasına aldı.

"Büyük annem de seninle tanıştığına memnun oldu. Öyle değil mi büyük anne?"

Yaşlı kadın buna cevap vermedi. Bembeyaz saçlarını ensesinde sağlam bir topuzla birleştirmişti. Buna rağmen yüzünde beklenenden daha az kırışıklık vardı. Gözleri Nick'inkiler kadar olmasa da koyu bir maviydi. Kemikleri ince ve zayıftı. Cildi neredeyse saydamdı. Üzerindeki bej rengi, şık keten pantolon-ceket takımının içinde tıpkı bir hayaleti andırıyordu. Bir elinde tuttuğu bastonun Kartal başı saf gümüşten yapılmış olmalıydı. Yaşlı kadın mağrur bir ifadeyle çenesini havaya kaldırdı.

"Eğer işinizi bitirdiyseniz torunumla baş başa kalabilir miyim artık?"

Ona küçümsercesine bakıyordu. Kibri Madison'ın içindeki ilkel bir şeyleri harekete geçirmişti.

"Benimle böyle konuşamazsınız." Birden göğsünü şişirerek kollarını meydan okurcasına kenetledi. Birinin bu yaşlı cadıya haddini bildirmesi gerekliydi.

Nick’den, “Maddie!" diye uyarıcı bir ses yükseldiyse de Madison onu duymazlıktan geldi.

Yaşlı kadının kalem kadar ince kaşları havaya kalktı. "Ben istediğimle istediğim şekilde konuşurum küçük hanım. Şimdi derhal bu odayı terk edin ve... ve üzerinize bir şeyler giyin."

"Adım Madison Goldberg. Küçük hanım değil. Biraz daha nazik olamaz mısınız? Emir vermek yerine rica etmiş olsaydınız bunu çoktan yapardım zaten.

Kadın gözle görülür şekilde irkilmişti. Belli ki, kendisine kafa tutulmasına alışık değildi. Nick tek elini sırtına koyunca Madison bir parça daha rahatladığını hissetti. Bu dokunuş ona aradığı gücü vermişti.

"Benimle ne cüretle böyle konuşursun. Sende kim oluyorsun?"

"Bir konuda anlaştığımıza sevindim efendim çünkü bende benimle bu şekilde konuşulmasına tahammül edemem. Kim olduğuma gelince, ben Nickholas'ın ka-"

Nick aniden avucunu sıkıca ağzını kapatınca Madison bir çığlık kopardı fakat sesi boğuk çıktı.

"O herhangi bir kadın değil. Uzun zamandır benimle birlikte." dedi birden Nick. "Madison kızmakta haklı büyük anne. Onu sana biraz eksik tanıttım sanırım. Madison benim asistanım. Ayrıca sağ kolum. Her şeyim." derken genç kadının gözlerinin içine umutla baktı. "Bu şekilde tanışmanızı istemezdim." Nick elini çekmeden Madison'ı kendini çevirip uzun uzun gözlerinin içine baktı. "Şimdi gitsen iyi olur tatlım. Büyük annem adına senden özür dilerim."

"Benim adıma kimseden özür filan dilemen gerekmiyor delikanlı."

"Lütfen büyük anne!"

Nick yeniden Madison'ın bir parça kırgınlık taşıyan öfkeyle kararmış gözlerine baktı. "Bunu daha sonra konuşuruz tamam mı?" Dudaklarıyla sessizce özür dilerken, gözleriyle uzatmaması için adeta yalvardı.

Elini yavaşça çektiğinde Madison tek kelime bile etmeden yüzüne bakmaya devam etti. Ciğerlerine hapsolan havayı sessizce bıraktı. Geriye dönüp yatağın etrafına saçılan kıyafetlerini ve ayakkabılarını hızlıca toplayarak odadan çıktı.

Kapı kapandığında öfkeden köpürüyordu. Nickholas'ın az önce onu odasından sepetlediğine inanamıyordu. Tamam, tek gecelik ilişkilerinden biri gibi davranmadığını kabul ediyordu -çünkü aralarında bundan çok daha fazlası olduğuna emindi- yine de ona daha fazlasıymış gibi de davranmamıştı. Neden bir kaç hafta öncesine kadar tüm dünyaya ilan etmekte tereddüt etmediği evliliklerini en yakınına itiraf etmekten kaçınmıştı.

Asansöre doğru yürümeden önce kapıya son bir sinirli bakış attı. Onu kolay affedebilir miydi bilmiyordu ama az önce yaşananlar yüzünden incindiğini hissediyordu. Nickholas'ın büyük annesiyle bu şekilde tanışmayı beklemiyordu ama olan olmuştu bir kere. Üstelik kadına elinden geldiğince nazik ve kibar davranmaya çalışmıştı. Ama o yaşlı cadı, onu ucuz bir kadın gibi göstererek aşağılamaya devam edince daha fazla dayanamamıştı. Nick buna mı kızmıştı? Belki de onu ailesiyle tanıştırmaya henüz hazır hissetmiyordu kendini. O halde ne halt etmeye onunla evlenmişti?

Asansörle doğruca kendi odasının bulunduğu kata indiğinde, koridorda Romano'yla karşılaştı. Genç kadın da ona tıpkı Nick'in büyük annesi gibi dik dik ve aşağılarcasına bakıyordu. Bu kadarı da yetmişti artık!

"Sen burada ne arıyorsun? Mutfakta işlerin yok mu senin?"

"Bende aynı şeyi sana soracaktım." diyen kadın çalımla yürüyerek burnunun dibine kadar girdi. Nick'in tişörtüne tiksintiyle bir bakış attıktan sonra yüzünü buruşturdu.

"Bay Andersson'ın bu kadar zevksiz olduğunu hiç düşünmemiştim."

Madison gözlerini devirmemek için kendini zor tuttu. "Benimle birlikte oluncaya kadar berbat bir zevki olduğunu kabul ediyorsun demek." dedi aynı aşağılayan bakışlarla genç kadını süzerek. "Belki de artık daha zeki kadınlardan hoşlanıyordur"

Romano burnundan sesli bir nefes verdi. Onu kızdırmayı başarmıştı.

"Bu söylediklerine pişman olacaksın Madison." dedi yanından geçerken. "Çok yakında." Sinsice gülümsediğinde Madison'ın midesinde düğümlenir gibi oldu. Kadın omzuna bilerek çarparak yanından yürüyüp gittikten sonra bile o kötü his içinden gitmemişti.

Odasına girip kapıyı ardından sertçe çarptı. Romano'ya, Nickholas'a, hatta büyük annesine de lanet olsundu. Çabucak üzerini değiştirdi. Bir an evvel kendini bu evden dışarı atması gerekiyordu. Elbisesi kırışmıştı ama yapacak bir şey yoktu. Onu ve topukluları bir poşete tıkıştırıp çantasını omzuna takarak dışarı çıktı.

Tam kapısını kapatmıştı ki, Nick'in koridorda olabildiğince hızlı topallayarak ona doğru geldiğini gördü. Madison adam ona doğru yürürken yüzünü ifadesiz tutmaya çalışıyordu.

"Madison gerçekten çok üzgünüm." Nick ona ellerini uzattı ama Madison karşılık vermek yerine adama buz gibi bir bakış attı.

"Büyük annen gitti mi?"

"Hayır. Ona bahçeye inmesini söyledim. Uçağı bu sabah inmiş ve beni rahatsız etmemek için bir otele yerleşmiş."

"Ne kadar da düşünceliymiş."

"Şimdi birini gönderip eşyalarını aldırmayı teklif ettim. Başta itiraz etti ama sonunda kabul etti."

"Buna sevindim. Bugünlük izin almamda bir sakınca yok öyleyse. Büyük annen yanındayken bana ihtiyacın olacağını zannetmiyorum."

"Böyle yapma Maddie." diyen genç adam uzanarak ona tekrar dokunmaya çalıştı. Madison tepki vermeyince cesareti kırılmıştı. "

"Bir şey yapmıyorum. Sadece evde halletmem gereken bir kaç işim olduğunu hatırladım. Sonra da ofise geçmem gerekiyor. Tüm hayatım sizden ibaret değil Bay Andersson."

Nick ona kırgın bir bakış attı. "Oysa benim tüm dünyam sensin Madison." Genç adam bu uzaklığa daha fazla dayanamayıp ona sokuldu. Alnını alnına dayayarak soluğunu dışarı bıraktı. "Lütfen bana böyle davranma. Henüz aramızda açıklayamayacağım şeyler varken büyük anneme her şeyi öylece anlatamazdım."

"Demek aramızda hâlâ açıklanamayan şeyler var? Vay canına. Dün gece bacaklarımın arasındayken her şey oldukça açık zannediyordum." Madison bir adım geri çekilerek adamın acı çekermiş gibi bakan yüzüne dik dik baktı. "Birbirimize aşkımızı ilan ettik Nick. Geriye ne kaldı söylesene?"

"Bunu daha uygun bir zamanda konuşabilir miyiz? Lütfen! Büyük annem kahvaltı masasında beni bekliyor."

Madison burnundan ses çıkararak güldü. Tatsız bir gülüştü. Başını hızlıca salladı.

"Elbette. Küçük Prens'imiz nasıl emrederse." diyerek abartılı bir reverans yaptı. Sonra da tıpkı Romano'nun ona yaptığı gibi genç adama sert bir omuz atarak yürüyüp gitti.

Koridoru döndüğünde sessizce oflayarak ağrıyan omzunu ovaladı. Nickholas ile çarpışmak kesinlikle Romano ile olduğundan daha can acıtıcıydı. Her anlamda.

Arabasına binene kadar soluğunu tuttuğunu fark etmemişti. Bu yüzden kontağı çalıştırmadan önce başını direksiyona yaslayarak bir kaç derin nefes alıp verdi. Sinirden elleri titriyordu. Tanrım. Kendini gerçekten berbat hissediyordu. Bu şekilde nasıl araba kullanacağını hiç bilmiyordu. Corine ve Gena onu böyle gördüğünde soru yağmuruna tutacaklardı üstelik. Eve dönmeden önce bir an evvel toparlanması gerekiyordu.

Kontağı çevirdi. Park alanındaki çakıl taşlarını etrafa sıçratacak hızlı bir manevrayla geri geri çıktı. Ardından gaza bastı. Güvenlik görevlisi Sammie'i her şey yolundaymış gibi selamladıktan sonra dış kapılardan çıktı ve doğruca Starbucks'a sürdü.

Madison'ın motorunun boğuk kükremesi duyulduğunda Nickholas pencereden bakarak kadının ardından gidişini izliyordu. Bu şekilde çekip gitmesine izin verdiği için kendinden nefret ediyordu. Geçirdikleri inanılmaz gecenin ardından, üstüne bir de onun ağzından aşk itirafı koparmayı başarmışken böyle davranılmayı hiç hak etmiyordu fakat o anda yapabileceği en doğru şey buymuş gibi gelmişti. Kahretsin. Belli ki yanılmıştı.

Arkasından gelen baston tıkırtısını işittiğinde hareket etmedi.

"Doğruyu söyle Nick. Kimdi o kız?"

"Sana söylediklerim doğruydu büyük anne." Arkasını dönmeden boş yola bakmaya devam etti. "O benim her şeyim."

'Ve onu asla kaybedemem' diye geçirdi içinden. İşleri düzeltmesi gerekirken daha da beter etmişti. Fakat eğer büyük annesine evlendiklerini söylemesine izin verseydi, büyük ihtimalle yaşlı kadının yüreğine inerdi. Üstelik gerçekten evli bile değillerdi. Henüz.

Loading...
0%