Yeni Üyelik
33.
Bölüm

33. Bölüm

@sagetaylors

Sabahın erken saatlerine rağmen kumsal hareketliydi. Temizlik işçileri altın rengi kumları arındırıyor, sörfçüler tahtalarını cilalıyor, insanlar köpeklerini dolaştırıyor, sokak satıcıları arabalarını park ediyordu. Gökyüzü doğacak güneşi karşılamak için pembe ve turuncu renklere boyanmıştı.

Okyanustan gelen esintiyle birlikte ciğerlerini dolduran kocaman bir nefes aldı. Tuzlu su ve yosun kokusu kilometrelerce koştuktan sonra yanan ciğerlerine iyi gelmişti doğrusu. Henüz güneş bir parmak boyu ancak yükselmişti ki, 17 Numaralı cankurtaran kulesinin yanından hızla geçti.

"Hey! Yavaşla biraz." diye seslendi arkasından Gena. "Telefonun çalıyor."

Madison hız kesmeden, "Kimmiş?" diye sordu. Koşarken atkuyruğu ensesinde kırbaç gibi sağa sola savruluyordu. Corine olması için dua ediyordu. Kız kardeşi ona bir veda bile etmeden çekip gittiği günden bu yana bir kez bile telefonlarına çıkmamıştı. Madison böyle olsun istememişti. Kız kardeşinin iyiliğinden başka istediği hiç bir şey yoktu. Ama belli ki Corine onun hatalı olduğunu düşünüyordu.

"Hı?" Gena ekrana bakarken gözlerini kırpıştırdı.

"Eee? Kimmiş söylesene?"

Götün Teki arıyor...

"Uhh! Sanırım... Immm Nick arıyor. Onu telefonuna "Götün Teki" olarak mı kaydettin? Bu ne zaman oldu?"

"Biraz geç kalınmış bir şeydi ama oldu işte. Önemseme ve koşmaya devam et Gena! Yoksa seni de telefonuma "Koca popolu" olarak kaydederim."

"Popom o kadar büyük değil benim. Bence sen kıskanç kaltağın tekisin."

Madison kıkırdayınca Gena hırlarcasına nefesini dışarı üfledi, sonra da hızlanarak yanından geçti. Madison bir süre sevgili arkadaşının kazandığı minik zaferin tadın çıkarmasına izin verdi. ardından bacaklarına koşmaları için emir verdi.

"Kahretsin." dedi Gena ona yetişemediğinde oflayarak. "Diğer ayakkabılarımı giymeliydim. Bunlar kumda koşmak için hiç ideal değil."

"Biraz daha idare et. Az kaldı." Madison düzenli nefeslerinin arasından konuşmuştu. Koşmak iyi geliyordu. Daha şimdiden bedeninin canlandığını ve yenilendiğini hissediyordu.

"O-oo. Şimdi de bir mesajın var.."

"Corine'den mi?"

"Hayır. Yine ondan."

"Gena!"

"Ne? Neden lanet telefonuna kendin bakıp beni bu eziyetten kurtarmıyorsun? Tam bir saattir yarış atı gibi peşinden koşturuyorum. Üstelik telefonuna bakıcılık yapıyorum. Madem ona bakmayacaksın neden evde bırakmadın. Ya da, daha iyi bir soru: Neden onu ben taşımak zorundayım?"

"Bay Pedro'dan önemli bir haber bekliyorum. O yüzden evde bırakamazdım. Son girdiğimiz sigorta reklamı işinde çuvallamış olabiliriz. Kaçak kardeşimin haber vermeden çekip gittiği günden beri beni bir kez bile aramadığını hatırlatmama gerek yok sanırım."

"Neden onu sen aramıyorsun?"

"Denemediğimi mi sanıyorsun. Cevap vermiyor."

"Ah." Bu bilgi Gena'yı üzmüştü. O gün Corine'in öyle kalbi kırık gitmesine izin verdiği için kendini bir parça suçlu hissediyordu. "Yine de bu, lanet telefonunu neden benim taşımak zorunda olduğumu açıklamıyor."

"Arkadaşlar bu günler içindir. Koşu taytımda bir arka cep olmadığını biliyorsun. Üstelik senin şortunda benimkinden çok daha seksi duruyor."

"Hayır, sadece beni olduğundan daha büyük popolu gösteriyor. O zaman da yan yana geldiğimizde senin kıçın benimkinden daha güzel görünüyor. Niyetin bu değil mi? İtiraf et hadi!"

"Tatlım, inan bana. Seninle yan yana geldiğimizde senden daha güzel görünmem mümkün değil benim."

"Beni bu tür komplimanlarla tavlayamazsın kızım. Yorgun ve terliyim."

"Sahi mi? Drake yapabiliyor ama ben yapamıyorum öyle mi?"

"Senin de onun kadar işlevsel bir aletin olduğunda bir şansın olabilir belki."

"Iyyy! Sakın daha fazla detaya girme. Ev arkadaşlarımla ilgili zihnimde çıplak imgeler canlansın istemiyorum."

Gena bilmiş bir edayla sırıtarak omuz silkti. "Sen bilirsin. Eğer durmamı istiyorsan sen de durmalısın. Çünkü daha fazla dayanamayacağım."

Gena duraksayınca Madison da yavaşlayarak sonunda durmak zorunda kaldı. Gena kendini kumlara bırakmadan önce telefonu arka cebinden çıkartıp ona doğru fırlatınca Madison da ona su şişesini attı. Arkadaşı şişeyi tepesine dikmiş suyundan kana kana içiyordu.

"Yavaş iç, yoksa hiponatremi geçireceksin."

"Sen onu kuruyan boğazıma anlat. Off!"

Sırt üstü yatan Gena uzun ve rahat bir soluk koyuverdi. Göğsü sık nefeslerle inip kalkıyordu. Sporcu sutyeni nemliydi ve spor şapkasının altından ensesine doğru sızan ter damlacıklarını hissedebiliyordu. Tüm vücudu ıslaktı ve şimdi de lanet olası kuma bulanmıştı. Harika.

"Açıkça söyle, bu sabah canımı çıkartmak için beni on kilometre koşturmanın sebebi Corine mi, yoksa Nick miydi?"

"Galiba her ikisi de."

"Öfkeni derecelendirmek gerekirse, ibrenin yukarı bakan ucu hangisinde?"

"Sence?"

"Ben oyumu Nick'den yana kullanıyorum. Erkekler daima affedilmesi güç hatalar yaparlar."

"Katılıyorum."

"Onu affedecek misin yoksa biraz daha süründürmek niyetinde misin?"

Madison o sırada telefonundaki mesajları okumakla meşgul olduğundan son soruyu geçiştirmişti. Bu sabah Nick'den tam on sekiz cevapsız arama ve yirmiden fazla sesli mesaj vardı. Önceki günlere göre sayı epey azalmıştı ama yine de pes etmeye niyetli görünmüyordu. Son mesaj dışında hepsi de öncekilerin aynıydı.

Madison şu telefonunu açar mısın lütfen? Seninle acilen konuşmamız gerekiyor.

Maddie, biliyorum büyükannemin yanında sana biraz kaba davrandım ama açıklamama izin vermek zorundasın.

Hadi ama Mad! Kaç gün oldu. Aç artık şu lanet telefonu!

En azından o güzel kıçını kaldırıp benimle bu öğleden sonraki doktor randevusuna geleceğini umuyorum. Bu halde araba kullanamadığımı biliyorsun. Patronun olarak istediklerimi yapman gerektiğini sana hatırlatmama gerek yoktur umarım.

"Patronum olarak demek. Kıçımı öp serseri."

"Bir şey mi dedin?"

"Ah boş ver. Sevgili patronuma cevap yazıyordum."

Parmakları tuşların üzerinde hızla gezinirken telefon yeniden çalmaya başlayınca birden irkildi.

"Lanet olsun! Hiç vazgeçmeyecek misin sen?"

"Kendi kendine konuşacağına ikimize de cevap versen nasıl olur?" dedi Gena.

"Ben de onu yapmaya çalışıyordum."

"Biliyor musun, bana şu işin detaylarını henüz anlatmadın. Sadece büyük annesi kasıntının teki olduğu için ondan ayrılmadın öyle değil mi?"

Madison arkadaşının anlayışla yumuşayan meraklı yüzüne baktı.

"Elbette böyle bir şey yapmadım. Sence ben insanları yapmadıkları bir şey yüzünden yargılar mıyım?"

Gena başını iki yana salladı.

"O halde suç yalnızca büyük annede değil."

"Hayır. Suç o ahmak herife inanan budalanın tekinde. Yani ben de."

Gena gözlerini kırpıştırınca Madison daha fazla dayanamadı. Ayağa kalktıktan sonra ona kalkması için elini uzattı.

"Tamam sana hepsini anlatacağım, ama önce gidip bir duş alalım. Sonra da kahvaltıda sana en sevdiğin waffle'ı ısmarlayayım mı, ne dersin?"

Gena'nın yüzü birden Waffle fikriyle ışıl ışıl parlamıştı. Üzerindeki kumları silkelerken, "Üzerinde Frenk üzümü ve beyaz çikolata da olacak mı?" diye hevesle sorunca Madison kıkırdadı.

"Poponun büyümesinden endişe etmiyorsan neden olmasın."

"Tabii ki hayır." Gena uzattığı eli tutup kendini hızla yukarı çekti. "Bu arada sana daha önce hiç en sevdiğim arkadaşım olduğunu söylemiş miydim?"

"Gerçekten mi? Kıskanç Kaltak'a ne oldu?"

...............

Lanet olsun!

Yüzüne kapanan telefona bakarken o kadar öfkeliydi ki, bir kenara fırlatıp atmamak için yumruğunu iyice sıkmıştı. Bu kadın resmen onun sonu olacaktı. Son gelen mesajı tekrar tekrar okuyup kendine işkence etmeye devam etti.

Patronum olduğunu hatırlatmak konusunda son günlerde epey başarılısınız Bay Andersson. Ama haklısınız. Başka türlüsü şimdilik mümkün görünmüyor.

Bu muydu yani? Nick hayatında Madison kadar inatçı birini daha tanıdığını hatırlamıyordu. Neden onu anlamaya çalışmak yerine kendince sonuçlara varıp duruyordu ki. Günlerdir ona ulaşabilmek için her yolu denemişti ama lanet kadının gururu hapishane duvarından farksızdı. Zor ve ulaşılmaz. Ev ve iş yerinden ayrı ayrı aramasına, her gün düzenli olarak masasına kırmızı güller göndermesine rağmen bir kez olsun olumlu veya olumsuz tepki göstermemişti. Belki de hepsini üzerindeki özür notlarını okumadan çöpe atmıştı. Bacağı ona engel olmasaydı eğer, çoktan kapısına dayanırdı. Ama bunun da bir sonuç vereceğini zannetmiyordu. Madison inat ettiğinde, iradesi kolay kırılmıyordu. Neyse ki, bugün şu aptal alçılardan kurtuluyordu. Bakalım o zaman Madison ondan kaçabilecek miydi?

Telefonu çalınca birden heveslendi, ama arayan ne yazık ki annesiydi.

"Selam. Nasılsın anne?"

"Nasıl mıyım? O kadının varlığıyla sence nasıl olabilirim?" Bianca hiç de kibar olmayan bir şeyler homurdanmaya başlayınca Nick şaşırdı.

"Vay. Bakıyorum bu sabah yine formundasınız Bayan Brooklyn."

"Benimle dalga geçeyim deme sakın Nick! O kadın evime geldiğinden beri, hayatımın hiç bir günü aydınlık filan değil benim. Dünyanın öteki ucundan sırf beni çıldırtmak için geldiğine adım gibi eminim."

"Büyükannemden bahsediyoruz sanırım."

"Başka kim olacak?"

Nick annesinin göremeyeceğini bildiğinden rahatlıkla gözlerini devirdi. "Anlıyorum. Sorun ne?"

"Partiyle ilgili tüm hazırlıklara burnunu sokuyor. Şimdi de doğum günün yaklaştığı için partiyi o güne ertelememi istiyor benden."

"Doğum günüm mü?" Nick bunu tamamen unutmuştu. Sonra biraz düşününce bunun iyi bir fikir olduğuna karar verdi. Madison'ı partiye gelmeye belki bu şekilde ikna edebilirdi.

"Aslında fena fikir değilmiş."

"Nick!" diye hayret dolu bir çığlık attı Bianca. "Tüm davetiyeler basıldı. Ayrıca basın duyurusu çoktan yapıldı."

"Yeniden yapılandırılabilir."

"Ciddi olamazsın. Zaten alçıların çıkana kadar beklememizi istediğin için yeterince geciktik. Bir erteleme daha hiç iyi olmaz. İnsanlar hakkımızda ne düşünür söylesene."

"Davetiyeler dağıtıldı mı?"

"Hayır. Laurell'den bugün onları postaya vermesini isteyecektim."

"Tamam. Dinle. Davetiyelerin tarihlerini yeniden düzenle ve bir hafta sonrasına ertele."

"Ama..."

"Anne. Böylesi daha iyi olacaktır inan bana. Hem o zamana kadar çekimlere yeniden başlamış, partiden önce basınla aramda ısınma turları atmış olurum."

Telefon sessizleşince Nick annesinin beynindeki çarkların dönmeye başladığını hissetti. Bianca düşünüyordu. Telefonun ucundan bir iç çekme sesi duyuldu.

"O zaman daha, daha büyük bir organizasyon yapmamız gerekecektir. Daha fazla çiçek ve ikram olmalı. Misafirlerin sayısını da iki katına çıkartmalıyız. Deniz kıyısındaki şu yeşil vadiyi kiralarız belki, hı ne dersin?"

"Mükemmel. Halledebileceğinden şüphem yok."

"Evet, evet. Sorun değil." Bianca'nın yumuşayan sesi birden aklına gelen şeyle yeniden tizleşti. "İyi ama ya büyükannen ne olacak? Arden sokağındaki evini tadilata sokmuş. İçerisi işçi ve inşaat malzemeleriyle dolu. İşler bitene kadar bir otelde kalmak yerinde benimle kalmak istediği söyledi. Böylelikle bana parti hazırlıklarında yardım edebilirmiş. Sanki ona ihtiyacım varmış gibi."

"Bence çok iyi bir plan. O koskoca evde babam olmadığı zamanlarda yalnızlıktan sıkıldığını söylemiyor muydun?"

"Bunun anlamı büyükannenle olmak istemem değildi. Hem baban eve döndü." dedi Bianca çekinerek. "Bir kaç gün önce evin güney kanadındaki çalışma odasını yeninden düzenlenmesini istedi."

"Sahi mi?" Nick şaşırmıştı. Babasının en son o evde kalmak istediğinde Nick ilk filmini çevirmek üzere New Orleans'a uçmuştu.

"Her neyse. Anlayacağın evde bir değil tam iki Andersson birden olacak ve ben ne yapacağımı bilmiyorum."

"Ben de bir Andersson'ım unutma?"

"Sen başkasın. Bunu biliyor olmalısın."

Nick annesinin sesindeki kırılganlığı hissedebiliyordu. Asıl sorununun tüm Anderssonlardan nefret etmek olduğunu söyleyemese de Nick her şeyin farkındaydı. Başta Nick'in büyük babası olmak üzere tüm Anderssonlar onun hayatını mahvetmek için adeta sıraya girmişti. Kötü bir evlilik yapmış, yabancısı olduğu bir hayatı yaşamaya zorlanmıştı. Üstelik bunu yaparken kayınvalidesi ve kocası olacak adam hayatı ona zehir etmişti. Üstüne bir de doğduğu günden bu yana Nick ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Neden Andersson soyadını taşımak istemediğini anlamak hiç de zor değildi.

Nick, "Hadi ama anne, ne kadar kötü olabilir ki?" diyecek oldu ve anında söylediklerine pişman oldu. Bianca çoktan kayınvalidesiyle ilgili güçlü tiratlarından birine başlamıştı bile.

Telefonu kulağından uzaklaştırarak sehpanın üzerine bıraktı ve buzlu çayından serinletici bir yudum aldı. Hava iyiden iyiye ısınırken aklı yine Madison'a kaymıştı. Acaba bugün hastaneye onunla birlikte gelmeyi kabul edecek miydi, yoksa patronluk kartını oynayarak çok mu ileri gitmişti?

Kahretsin. Keşke bunu yapmak zorunda kalmasaydı. Fakat mecbur kalmıştı çünkü Madison ona başka çare bırakmamıştı. Eğer sonunda omzuna atıp sürükleyerek onu mağarasına taşıması gerekse bile Nick mutlaka onunla konuşmanın bir yolunu bulacaktı. Gönlünü alması gerektiğini biliyordu. Öte yandan haftalardır içini kemiren karamsarlığı üzerinden atmak istiyordu artık. Madison'a o gece olan her şeyi bir şekilde anlatması gerekiyordu. Fakat bunu doğru şekilde nasıl yapacaktı? Onunla birlikte olduğu her seferinde işleri batırmaktan başka bir şey yapmıyordu.

Onunla geçirdiği son Las Vegas gecesini anımsayınca dudaklarında bir tebessüm belirdi. Öpüşürken yakalandıkları gazetecileri atlatarak bir çatı katına saklanmışlardı. Orada oturdukları süre boyunca sohbet emiş, birbirlerine şimdiye dek kimseye bahsetmedikleri meseleleri anlatmışlardı. Madison ona babasızlığın ve annesizliğin ona ne kadar zor geldiğinden bahsederken gergindi. Babası Corine ve ikisi henüz küçükken onu terk eden duygusuz herifin tekiydi. Annesi ise zavallı bir alkolikti. Tüm ailenin yükü daha küçük yaşta Madison'ın üzerine yıkılmıştı. Kız kardeşi ve annesi için yaptıklarını anlatırken Nick midesinin düğüm düğüm olduğunu, boğazının sıkıştığını hissetmiş, O ise tek damla gözyaşı dökmemişti. Tanıdığı en güçlü kadındı. Nick ise anne ve babasının gölgesinde ama onların sevgisi olmadan büyümeye çalışan zavallı bir çocuktu. Tek başınaydı. Korkuyordu. Sevgiye muhtaçtı. Dünya kadar hata yapmıştı ve hâlâ yapmaya devam ediyordu. Hatalarından ders almadığını iddia edemezdi, ama Tanrı biliyor ya birçoğunu içinde boğulduğu karanlıktan kurtulmak için yaptığını biliyordu.

O gece ne bir film yıldızı ne de disiplinli bir asistanlardı. O gece mutsuz evliliklerin meyveleri olan iki çocuktular sadece. Birlikte aynı şişeden şarap içmek bile Nick için o kadar mahrem bir şeydi ki, birine kendini hiç o zamanki kadar yakın hissetmemişti. Barbara'yla bile.

Gecenin ilerleyen saatlerinde artık konuşacak hiç bir şey kalmadığında sırt üstü beton zemine uzanmış ve yıldızları izlemeye başlamışlardı. Madison hafiften çakırkeyifti. Nick onun bu halini sevmişti. Sarhoş olduğundan kötü olabildiği konusunda onu daha önce uyarmıştı fakat nedense Nick Madison'ın bu neşeli halinden hoşlanmıştı. Madison Goldberg her zaman özgüvenine hayran olunası sıkı bir kadındı. O gece ise, Nick nasıl tarif edeceğini bilemiyordu ama çok... farklıydı. Sanki ona herkesten gizlemeye çalıştığı bir yönünü göstermişti. Ve Nick gördüğü kadın karşısında resmen büyülenmişti. Madison, eğlenceli, şakacı ve komikti. Üstelik hakaret etmediği zamanlarda iltifat etmesini de biliyordu. Onunla devamlı şakalaşmış, gücendirdiğini anladığı zamanlarda ise türlü oyunlarla gönlünü almaya çalışmıştı. Nick Madison'dan daha önce de hoşlanmaya başlamıştı, oysa ilk defa o gece ona sırılsıklam âşık olduğunu fark etmişti. Madison'a sarılmış ve o gülmeye devam ederken dudaklarından şarabı ve sarhoş edici başka bir şeyi daha kana kana içmişti.

İlk defa bir gecenin bitmesini hiç istemiyordu. Sabah olduğunda bir kadının yanında olmak istediği ilk seferdi. Üstelik onunla sevişmemişti ve bu önemli değildi. Sabah olmak üzereydi ve gün doğduğunda her şey sona erecekti. Nick bu duyguyla sarsılmıştı. Ondan ayrılmak istemiyordu. Henüz buna hazır hissetmiyordu. Madison ona fena bir adam olmadığını söylemişti. Hatta başka şartlar altında tanışsalardı onunla evlenebileceğini bile itiraf etti. Nick şok içindeydi. Kadının kendinde olduğunu bilecek kadar içmediğinin farkındaydı. Yani Madison bunları bilinçli olarak ve ciddiyetle söylüyordu. Peki ama neden?

Nick bir anlığına ne yapacağını bilemeden öylece kadının gözlerinin içine bakmıştı. Bir davet mi bekliyordu. İçinden geçen çılgın fantezilerini mi dile getiriyordu. Nick'i onun kendisini arzuladığı gibi arzuluyor muydu? Nick hiç birinin cevabını bilmiyordu. Yine de ona evlenme teklif etmişti.

Madison yalnızca çakırkeyifti, aptal değil. Nick'in ciddiyetle yaptığı teklifi bir şakaymışçasına geçiştirmek isteyince Nick bir parça hayal kırıklığı yaşadığını hissetmişti. Hemen sonra durumu kabullenmeye zorladı kendini. Madison bundan daha iyi bir teklifi hak ediyordu. Ona içki kokulu bir çatı katında cebinde bir yüzük olmadan evlenme teklif edemezdi. Aklına gelen fikirle gülümsedi. Şimdilik nikahları gerçek olmak zorunda değildi. Nick düzgün bir teklif hazırlayana kadar eğer Madison da isterse bir ön evlilik akdi imzalayabilirlerdi. Vegas bu işin tam yeriydi.

Madison sahte nikah fikrini eğlenceli bulup heveslenin Nick, Madison vazgeçmeden evvel onu çatıdan indirdi.

Bu nikah neden onların evlilik provası olmasındı ki?

Şehirde el ele gezerek bu işi sırf şov amaçlı yapan yerlerden birini buldular. Şapelde yan yana yürümek için yüz dolar uyduruk bir duvak ve yüzükler yeterliydi. Nick en azından yüzüklerin gerçek olmasını istemişti fakat Madison itiraz etti. Sonra da oyuncak satan bir hediyelik eşya dükkanından aldıkları iki plastik yüzükle birlikte rahibin -Elvis Presley kılığına girmiş siyahi bir adamdı- önünde mihraba yürümüşlerdi.

O an ikisi de hallerinden oldukça memnundu. Nick, Madison'ı hiç bu kadar gülümserken görmemişti. Kendisi de uzun süredir bu kadar eğlendiğini hatırlamıyordu. Madison gelin duvağıyla adeta göz kamaştırıyordu. Rengarenk ve kabarık etekli elbisesinin içinde gecenin başından beri gözlerini ondan bir an olsun ayıramıyordu. Diğer yandan içki onun daha seksi ve tatlı görünmesini sağlıyordu. Tek kötü yanı sabah olduğunda tüm bunların bir oyun olarak kalacak olmasıydı.

Sahte nikahları kıyılıp, rahip onlara sahte evlilik sözleşmelerini uzatarak, "Gelini öpebilirsin." dediğinde, Nick en azından bu öpücüğün akıllardan çıkmayacak türde bir şey olmasını istemişti. Ve öyle de olmuştu.

Madison'ı kollarının arasına çekip öpmeye başladığı anda kendini durduramayacağını biliyordu. Ayakları bir bulut kümesinin üzerindeydi. Dilleri birbirini ararken heyecanla çekilen nefesler ve iç çekişlerle dolu bir şehvet yumağına dönüşmüşlerdi. Nefessiz kalana kadar öpüşmeye devam ettikten sonra nihayet geri çekildiklerinde Nick Madison'ın puslanan gözlerinde adeta kaybolmuştu. Madison ona o kadar içten ve tutkulu bir şekilde bakıyordu ki, bakışları adeta içine işliyordu. Dudakları çok tatlı ve yumuşaktı. Bir kez daha öpmek için eğildi. İkinci öpücük her anın tadını çıkartacak kadar ağır, daha yoğun ve daha baskın bir öpücüktü. Nick kadının kollarının arasında adeta yeniden şekillendiğini hissediyordu. Bedenleri aşırı şekilde ısınmış ve hazırdı. Nick'in vücudu ve ruhu alarm verircesine kollarındaki kadını arzuluyordu.

Her şey bir yalanmış gibi görünse bile ondan uzak kalamayacağını hissediyordu artık. Nick o gece Tanrı'nın huzurunda yeminlerini ederken kendine hayatının sonuna kadar Madison'la olma sözü vermişti. Ertesi gün pişman olacağı tek şey varsa, o da nikahlarının bir yalandan ibaret olmasıydı. Oysa yaşadıkları mutluluk gerçekti.

Sahte evliliklerini odalarında bir şişe şampanya ve fondüyle kutlamışlardı. Birlikte geçirdikleri süre boyunca -Madison kendini kötü hissederek üzerine kustuğunda ve Nick onu soyup duş aldırarak yatağına yatırdığında- Nick o gecenin her anında tek bir şey dilemişti. Bu kadın onun olmalıydı. Madison'ı istiyordu. Yalnızca bedenini değil, kalbini de ve sevgisini de. Fakat onu kazanmanın hiç de kolay olmayacağının farkındaydı. Yine de ne yapıp edip bir yolunu bulacaktı.

Gün doğana kadar yanında mışıl mışıl uyuyan kadını seyretti. Daha önce kaç kadınla bir yatakta seks yapmadan, yalnızca uzanıp yatmıştı ki? Cevap: koca bir hiçti. Oysa o an zaman dursun ve güneş hiç doğmasın istiyordu. Oysa bu imkansızdı.

Sabah olduğunda duşa giren Nick'in kafasından gelecekle ilgili planlar geçiyordu. Aklında Madison'ı elde etmekle ilgili bir sürü yeni fikir belirmişti. Keyfi yerindeydi. Hatta uzun zaman sonra duş alırken şarkı bile söylemişti. Banyodan çıktığında genç kadının uyanmış ve çarşaflara sarılmış halde karşısında görmeye hazırlıklı değildi. Madison şaşkınlıktan kocaman açılmış gözlerle ona bakıyordu. Ve lanet geceye dair tek bir şey hatırlamıyordu.

"Nick? Alo! Hâlâ beni dinliyor musun?"

Nick parmaklarında döndürdüğü plastik yüzüğü avucundan bırakmadan, telefonu diğer eline alarak, "Elbette dinliyorum." diye yalan söyledi. "Ve söylediğin her konuda sana sonuna kadar katılıyorum. Ne yapmak istiyorsan onu yap."

"Sen ciddi misin? Hiç bir itirazın yok mu yani?"

"Hayır yok." dedi, neden bilinmez sonradan bu cevabına pişman olacağını hissetti fakat o an umurunda bile değildi. "Üzgünüm anne ama şimdi kapatmam gerek. Hastanede bir randevum var."

"Tamam. Kendine dikkat et." dedi Bianca ve telefonu kapattı.

Nick iç geçirerek yüzüğüne yeniden baktı. Bu kadar basit bir şeyin onun için anlamı öyle büyüktü ki, kimsenin bunu anlamasına imkan yoktu.

"Kahvaltı için bir şeyler istemediğinize emin misiniz Bay Andersson?"

Romano'nun tepesinde dikildiğini fark etmemişti. Kadının dik dik elindekine baktığını görünce hızla yüzüğü cebine attı. "Hayır Mano, sağ ol. Buzlu çay yeterli. Birazdan dışarı çıkacağım. Soran olursa tüm gün evde olmayacağımı söylersin."

"Elbette efendim." diyen kız hızla ruh halini değiştirip nazlı nazlı kırıtınca, Nick başını iki yana sallayıp onun kalçalarını savurarak gidişini izledi. Belki de Madison haklıydı. Bu kız gerçekten ona abayı yakmıştı. "Keşke onunla hiç yatmasaydım."

Telefonu son kez kontrol etti ve inatçı sevgilisinden başka bir cevap gelmediğini görünce canı sıkıldı. Ya gerçekten gelmezse? Hayır, hayır. Başını sallayarak bu fikri kafasından hızla atmaya çalıştı. Ne olursa olsun gelecekti. Nick buna her hücresine kadar inanmak istiyordu.

Saatine baktı. Randevu saatine daha vardı. En yakın arkadaşını aramak içinse belli bir saat gerekmiyordu. Sırıtarak rehberindeki numarayı tuşladı. Bir kaç çalıştan sonra karşı taraftan uykulu bir adamın sesi geliyordu.

"Troy?"

Telefondan 'kimsin?' diyen bir ses geldi ancak, kulağa daha çok, "Komson?" gibi geliyordu.

"Benim dostum, Nick?"

"Ahggg!" diye homurdandı aynı ses.

Nick arkadaşının yüzünün yastığa gömülü olduğunu hayal ederken kıkırdıyordu.

"Telefona doğru konuşursan seni daha net duyabilirim."

"Nick?"

"Evet. Sonunda, sesini duymak güzel."

"Seni lanet herif. Saatin kaç olduğundan haberin var mı senin?"

"Bir bakayım. Burada saat 9.15 civarı."

"Burada ise sabahın dördü geri zekalı."

"Kahretsin. Saat farkını unutmuşum."

"Bence gayet iyi hatırlıyorsun. Ne istiyorsun?"

Nick dayanamayıp güldü. "Çok kabasın. Sadece sesini duymak istiyor olamaz mıyım? Beni bırakıp gittiğinden beri perişan halde olduğumu bilmek istersin sanmıştım."

"Beni sevgilinle karıştırıyor olmalısın. Benim yerime Madison'ı aramalıydın."

"Denemediğimi mi sanıyorsun?" Nick iç geçirince Troy’un sesi yumuşadı.

"Ciddi misin sen? Kavga mı ettiniz?"

"Pek sayılmaz. Büyük annem bizi birlikte şey yaparken yakaladı."

"Sevişirken mi?"

"Bir kaç dakika geç gelseydi belki, sadece odamdaydık ve onun üstünde benim tişörtümden başka hiçbir şey yoktu."

"Bu ilk kez olmuyor ya, sorun ne?"

"Sorun büyükannemin Madison'ı diğer kızlardan biri sandığında verdiği tepkilerdi."

"Değil mi peki?"

"Dua et kafanı duvara sürtmem için epey uzaktasın."

"Tamam şakaydı. Peki sonra? Dur söyleme. Büyükannen Madison'ı evden kovdu."

"Ona yakın bir şeydi."

Troy okkalı bir küfür savurdu. "Birden ona kadar derecelendirecek olsan, Madison giderken ne kadar kızgındı?

"On bir."

"Siktir! İşin zor dostum."

"Aynen öyle ahbap. Her neyse, sen de durumlar nasıl? Apar topar gittin ve o günden beri senden haber alamadım. Her şey yolunda mı?"

"Pek sayılmaz." Çarşafların hışırtısını duyan Nick, Troy'un yatakta oturur pozisyona geçtiğini tahmin etti.

"Kısaca özetlemek gerekirse babam ve dükkan bitik halde. Babamın toptancıya bir sürü borcu biriktiği için yeni mal alamıyorduk. Sağdan soldan biraz para bulup durumu şimdilik kontrol altına aldım ama ne kadar dayanırız bilemiyorum. Döndüğümde evin durumu da dükkandan aşağı değildi. Odalara çöken pis koku daha yeni gitti."

"Çok üzüldüm adamım. Senin için yapabileceğim bir şey varsa eğer..."

"Hayır dostum hayır. Zaten benim için gereğinden fazlasını yaptın." Uzun süren sessizliğin ardından, "Peki şey, o nasıl?" diye sormaya çalıştı Troy. "Ondan haberin var mı?"

Nick, Corine'den bahsettiğini adı gibi bildiği halde anlamazdan geldi. "Az önce de dediğim gibi, günlerdir benimle konuşmuyor. O son sabah evi terk ettikten sonra özür dilemek için her yolu denedim ama..."

"Kimden bahsettiğimi anladın Nick, bana eziyet etmekten vazgeç."

Nick sırıttı. "Hayır. Kim?"

"Tamam. Madem işkence etmek istiyorsun öyle olsun."

Nick bu yoruma kahkahalarla güldü.

"Şimdi söyle hadi, o iyi mi?"

"Ablasına ulaşamayınca Corine'i bir kez aradım. Çoktan Denver'daki okuluna geri dönmüş olduğunu ve yardım edemediği için üzgün olduğunu söyledi."

"Sahi mi? Okuluna dönmüş mü yani?" Troy rahatlama dolu bir iç geçirdi. "Bu iyi."

"Evet. Neden? Yoksa bununla ilgili bir şey mi biliyorsun?"

"Hayır dostum, gerçekten bir şey bilmiyorum. Sadece o kızın kendi yoluna gitmesine sevindim. Önünde parlak bir gelecek var."

Nick gözlerini kıstı. Keşke şu anda görüntülü konuşuyor olsalardı. O zaman arkadaşının tepkilerinden doğru mu yoksa yalan mı konuştuğunu bir bakışta anlardı. Ve bu olgun düşünceler hiç de arkadaşından çıkıyor gibi değildi.

"Neden bilmiyorum ama içimden bir ses bana, senin aniden ev hasreti çekmenle Corine'in okula dönüşü arasında bir bağlantı olduğunu söylüyor."

"Saçmalıyorsun." Troy gülmüştü ancak Nick bu gülüşün sahte olduğunu bilecek kadar iyi tanıyordu onu. "Her neyse. Önünde sonunda dönmem gerekiyordu zaten."

"Bu konuyu yüz yüzeyken tartışmayı tercih ederim. Ne zaman geri dönüyorsun?"

"Ben... Bilmiyorum." Troy şaşırmış gibiydi. "Açıkçası hiç düşünmedim."

"Geri dönmeyi mi?" diyerek hayretle sordu Nick. "Bir an evvel düşünsen iyi olur. dostum Oradaki işlerini bitirir bitirmez, kıçını kaldırıp buraya gelmeni istiyorum hemen. Üstelik bu kez kalıcı olarak."

"Kalıcı olarak mı?"

"Ne dediğimi duydun. ama madem bana işkence etmek istiyorsun, öyle olsun. Seni artık yanımda istiyorum adamım. Daima. Los Angeles’taki hayatın oradakinden çok daha iyi olacak güven bana."

Telefonun ucunda sessizlik uzayınca, "Troy?" diye seslendi Nick. Kapattığını zannetmişti.

"Söz vermiyorum," dedi genç adam. "ama düşüneceğim." Nick için bu cevap yeterliydi.

......................

Uyandığında yanındaki boşluğu görür görmez kaşlarını çatmıştı. Yatağın Gena'ya ait tarafı soğuk ve boştu. Bu da yataktan çıkalı epey olduğu anlamına geliyordu. Peki ama Drake nasıl olmuştu da fark edememişti bunu. Tabi ya... avuç içleriyle gözlerini ovuştururken, aklına tüm gece boyunca Gena ile yaptıkları geldi. Onunla o kadar ateşli ve detaylı bir şekilde ilgilenmişti ki, sabaha karşı yorgunluktan sızıp kalmışlardı. Kadınının enerjisine hayrandı doğrusu. Ve kendi içinde de gizli bir şeytan yattığından haberi yoktu.

Drake sırıttı. Telefonunun alarmını kontrol ederken neden çalmadığını merak etti. Sonra saatin ileriye alındığını ve telefonun yanına bir not bırakıldığını fark etti.

Maddie ile koşmaya gidiyoruz. Dönünceye kadar iyi dinlen. oxox

Demek düşünceli sevgilisi birazcık daha uyuyabilsin diye saatin alarmını değiştirmişti. Bu düşünceli hareket karşısında keyiflenen Drake'in yüzüne geniş bir gülümseme yerleşti. Gena hayatının aşkıydı ve şimdi de onun vazgeçilmezi olma yolunda hızlı adımlarla ilerliyordu. Onu seviyordu ve Gena'nın sevgisinden de en ufak bir şüphe duymuyordu artık. Çok yakında ona güzel bir sürpriz yapmayı planlıyordu.

Kollarını iki yana açıp gerindikten sonra yataktan çıktı. Birlikte dağıttıkları çarşafları söküp kirli sepetine tıktı. Yenilerini sermeden önce ise duş aldı. Tıraş oldu. Giyindi. Ve kahvaltı hazırlamak üzere mutfağa doğru ilerledi. Tam dış kapının önünden geçiyordu ki, kapının altından içeri atılmış minik bir zarf dikkatini çekti. Postalar genelde apartmanın girişindeki posta kutularına konurdu. Bu ise özellikle buraya bırakılmıştı.

Zarfı eline alınca özel bir mektup olduğunu hemen anladı. Çünkü üzerinde yalnızca "G." harfi yazıyordu. Ne bir adres, ne pul ne de göndericinin adı vardı. Bu zarfı kim bıraktıysa belli ki şahsen getirmişti. Drake kendini birden huzursuz hissetti. Zarfı açmaya hakkı yoktu. Belli ki Gena'ya ait bir mektuptu. Ama içindeki kötü his açması gerektiğini söylüyordu. Önce zarfı anahtarları koydukları tabağın içine bırakıp görmezden gelmeyi düşündü. Mutfağa giden yolu yarılamıştı ki aniden geri döndü ve son bir kararla zarfı açtı.

İçinde daktiloyla yazılmış tek satırlık bir not vardı. Notu okur okumaz Drake'in vücudundaki tüm kan çekilmişti sanki.

SENİ PİŞMAN EDECEĞİM!

Kahretsin!

Bu bir tehdit mektubuydu. Üstelik Gena'ya gönderilmişti. Bunu yazanı bir eline geçirirse asıl Drake onu doğduğuna pişman edecekti. Belki de tuhaf bir şakaydı, olamaz mı? Ama içindeki his şaka olmadığını söylüyordu. Drake kimin böyle bir şey yapabileceğini düşünürken kapının kilidi yuvasında döndü ve Gena ile Madison söylenerek eşikte göründü.

Drake notu zarfla birlikte hızla buruşturup pantolonunun arka cebine tıkıştırdı. Sonra da kendini gülümsemeye zorladı.

"Selam kızlar. Koşu nasıldı?"

"Sana da selam Drake. Harikaydı." diye cevapladı Madison.

"Selam bebeğim." Gena dudaklarına hızlı bir öpücük kondurup geri çekildi. Kadının yorgun yüz hatları onu görür görmez aydınlanmıştı. "Tek kelimeyle berbattı. Madison kumda kıçımı çıkarıncaya kadar beni arkasından koşturdu."

"Zavallı şey seni." diyen Drake burnunun ucuna nazikçe dokundu, ses tonu değişmişti. Gena'nın yanakları adamın ateşli bakışları altında hafiften pembeleşti.

"Gözümün önünde cilveleşmeyi kesin." Madison gözlerini devirirken ikisi de pek oralı olmamıştı.

"Ben de tam size kahvaltı hazırlamak üzereydim."

"Hiç zahmet etme. Biz Gena ile dışarıda yemeğe karar verdik."

"Öyle mi? Bundan haberim yoktu." diyen Drake Gena'ya bir bakış attı. Tüm bedeni tere ve kuma bulanmıştı. Saçları şapkasının altından kızıl tutamlar halinde her yöne fışkırmıştı. Yüzü yorgunluktan kıpkırmızıydı ve çilleri güneşte daha çok ortaya çıkmıştı. Yine de Drake'e göre yeryüzündeki en seksi kadındı.

"Evet. Bu bir özür kahvaltısı. Anlarsın ya."

"Dedikodumu ben yokken yapın. Ben duşa giriyorum." Madison el sallayarak uzaklaştı.

"Hey! Bende arkandan geliyorum." dedi Gena ama Drake onu kollarının arasına çekince durmak zorunda kaldı.

"Sen burada kalıyorsun."

"Ama... Hey! Dursana." Drake burnunu boyun çukuruna sürtünce genç kadın kıkırdadı. "Ne yapıyorsun tanrı aşkına? Terli ve ıslağım."

"Seni daha önce de terli ve ıslakken öpmüştüm, unuttun mu? Sadece boynundan da değil üstelik."

"Delirmişsin." Gena hâlâ gülümsüyordu ama aynı anda vücudunun ateşe verilmiş gibi alev alev yandığını hissediyordu.

Drake onu kollarının arasında daha sıkı tuttu. "Çok güzel kokuyorsun."

"Sen koca bir yalancısın."

Drake kıkırdadı. "Yalan söylemiyorum."

"Tamam. Madem öyle diyorsun itiraz etmeyeceğim." Genç kadın kasıklarını ona biraz daha bastırınca Drake hafifçe inledi. Gena kollarını boynuna dolamıştı. Sonra da ağzını ağzına yapıştırıp onu tüm arzusuyla öptü.

Drake acı çekiyormuş gibi inledi. Geri çekildiğinde adamı sersemlemiş halde bulmak Gena'nın hoşuna gitmişti.

"Kahvaltıda seni yalnız bıraksam sorun olur mu?"

"Elbette olmaz." dedi Drake. Oysa ses tonu tam tersini söylüyordu. "Zaten pek aç değildim. Üstelik bu sabah erkenden bir işim olduğunu hatırladım. Madison'dan seni işe bırakmasını isteyecektim."

"Sahi mi?" Genç kadının kaşları merakla havaya kalktı. "Önemli bir şey mi?"

Drake konuşurken gözlerinin içine bakamadığından dudaklarını kadının alnına bastırdı.

"Hayır." dedi. "Kesinlikle değil."

Loading...
0%