@sagetaylors
|
Buhar dolu küvetten çıktıktan sonra üzerine bir havlu sararak aynanın karşısında kendini incelemeye başladı. Saçları bozulmasın diye tepesinde minik bir topuz yapmıştı. Teni yeni vücut şampuanı ve şifalı tuzlar sayesinde ışıl ışık ve parlaktı. İyi görünüyordu, ama her geçen günle birlikte zamana karşı olan savaşını giderek kaybettiğini hissediyordu. Kırk altı yaşındaydı. Tüm kıvrımlarının gençlik günlerindeki gibi yerli yerinde durması için ne gerekiyorsa yapmıştı. Kırışık önleyici serumlar, iğneler, her gün spor salonlarına tonla para ödemekten, özel diyetler uygulamaktan hiç vazgeçmemişti. Bazı geceler aç yattığı oluyordu. Sabah kahvaltılarında tadı yosun gibi olan karışımlardan içiyordu. Fakat hiçbirinden bir gün bile şikâyetçi olmamıştı. Tüm bunlar güzellik uğruna ödenen küçük bedellerdi. Hangi kadın güzel ve bakımlı gözükmeyi istemezdi ki? Özellikle de milyonların sevip ilahlaştırdığı bir aktrisseniz. Girdiği her ortamda ona hayranlıkla atılan bakışlar, arkasından kısık sesle fısıldanan tatlı sözler, ıslıklar, iç çekişler, mail kutusunun dolup taşmasını sağlayan binlerce hayran mektupları... Bianca ruhunu besleyen tüm bu flörtler olmadan yaşayamayacağını hissediyordu. Koruması gereken bir ünü ve şöhreti vardı. Tırnaklarıyla kazıyarak geldiği yerde kalabilmek için her şeyi titizlikle yapmıştı ve yapmaya da devam edecekti. Hâlâ en özel projelerde rol alması için gelen yığınla teklif bu işte başarılı olduğunun göstergesiydi. Bianca Brooklyn, üzerinden yıllar geçse de adından söz ettirmeye devam edecek bir kadındı. Çünkü adı da kendi gibi dev bir markaydı artık. Bir zamanlar sinema perdelerinin aranan yüzüydü. Şimdi ise aynı perde için yeni yıldızlar keşfetmek ve yetiştirmek için çabalıyordu. İlk ve en zorlu öğrencisi ise oğlu Nick'di. Bianca milyonların sevdiği bir yıldızı olabilirdi. Erkeklerin arzuladığı, kadınların imrendiği güzel bir yüze ve vücuda da sahip olabilirdi. Onlarca mülkü, sayısını bile bilmediği çalışanıyla başarılı bir Cast ajansına sahipti. Ancak tek ve en büyük serveti biricik oğlu Nickholas'dı. Tüm çabası ona rahat ve iyi bir gelecek bırakmaktı. Bunun için pek vakti kaldığını sanmıyordu. Aynada koltuk altındaki yumurta büyüklüğündeki bezeye bakıp küfretti. "Sence ne kadar zamanın kaldı Bianca?" Gerçeği söylemek gerekirse kendisi de ne kadar vakti kaldığını bilmiyordu. Tek bildiği eğer vakti tükenmek üzereyse kalan zamanının kıymetini bilmek zorunda olduğuydu. Doktorlar kitlenin büyümesini durdurmuşlardı ama iyileşmesi için ilaç tedavisi yeterli değildi. Ameliyat şimdilik tek çözümdü. Kitle olduğu yerde dursa da, doktorlar kanserin bütün bir göğse yayıldığını söylemişlerdi. Yani tüm o yıllar boyunca güzelliği için harcadığı emeği bir çırpıda kesip atmak istiyorlardı. Tanrım. Kollarını gererek lavaboya tutundu. Yaşamak için bir göğsünü feda edebilir miydi? Onu güzel kılan en değerli parçasına veda edebilir miydi? Başını kaldırıp aynadaki zavallı kadına baktı. Hızla dolan gözlerini kırpıştırarak gelen gözyaşlarını geriye itti. Bunları düşünmek istemiyordu şimdi. Bütün olasılıkları başına ağrılar girecek kadar çok düşünmüştü. Dev banyo aynasının etrafını sarmış yüzlerce kozmetik malzemesinin içinden aradığı kremleri ve vücut yağlarını bularak tek tek öne çıkardı. Birçoğu yurt dışından sırf onun cildine ve yaşına göre hazırlanmış çok özel karışımlardı. Hint yağları, tenine bebeksi ve ipeksi bir yumuşaklık katan gül yaprağından üretilmiş losyonlar, yaşlanmayı önleyici kremler ve daha niceleri. Bianca genç ve güzel kalabilmek için servetinin yarısını bu küçücük şişelere harcamıştı. Güzelliğin bir kadın için tarih kadar eski ve etkili bir güç olduğunu kabul ediyordu. Ancak konu kocası olduğunda bu konuda pek de başarılı olduğu söylenemezdi. Ama Bianca bunu çoktan aşmıştı. Ander ile uzun zaman önce yollarını ayırmışlardı. Yalnızca birlikte katılmak zorunda oldukları partilerde ve açılışlarda boy gösteriyorlardı. Evdeki çalışanlar dışında kimse onların ayrı yaşadığını bilmiyordu. Kocası iflah olmaz bir çapkındı. Daha evlendikleri günün ertesi sabahında onu balayına gittikleri otelin müdürüyle aldatmıştı. Bianca bunun ne ilk ne de son olmayacağını o an anlamıştı. Bir tiryakiyle evlenmişti. Bir hastayla. Ander bir bağımlıydı. Tıpkı, içki, kumar ve uyuşturucu gibi o da güzel kadınlara müptelaydı. Bianca çok çabalamıştı, fakat kocasını bir türlü diğer kadınların yatağından koparmayı başaramamıştı. Bu bir kadın için çok onur kırıcıydı. Özellikle de tüm dünya sizin güzelliğinizin peşinde umarsızca koşarken. Ancak onursuz bir kadın kocasının aşağılamalarına sessiz kalabilirdi. Bianca onursuz bir kadın değildi. Çok sefer boşanmayı denemişti. Ancak ne Ander ne de ailesi bu fikre sıcak bakmamışlardı. Kocası bunun itibarına leke süreceğini söylemişti. Ailesi ise onu zenginliğe, paraya ve mülke boğacaklarını vaat etmişti. Karşılığında ise ondan yuvasına sahip çıkmasını istemişlerdi. Tek ve hayırsız oğulları için en büyük dilekleri sadece iyi ve akıllı bir eşti. Bianca hayatının rolünü evli olduğu süre boyunca yakın çevresi de dâhil tüm dünyaya karşı oynamıştı ve nasıl usta bir oyuncu olduğunu kanıtlamıştı. Her şeyden memnun, mutlu ve sadık bir eş. Hayır, kocası ne yaparsa yapsın Bianca onu bir kez bile aldatmamıştı. Buna fırsatı olmadığından değildi elbette. Eline bu konuda yüzlerce fırsat geçmişti fakat Bianca'nın evliliğine ve oğluna sadakati bu dünya da yıkılmayacak tabularından biriydi. Anderssonlar yedi kuşaktır giderek büyüyen bir servetin sahibilerdi. Ailelerine girecek insanları titizlikle seçerler, bunun için büyük özen gösterirlerdi. Bianca da o seçilmişlerden biriydi. Fakat bunun şans mı yoksa talihsizlik mi olduğu tartışılırdı. Evet, Bianca şu anda dünyanın yarısından fazlasında olmayan büyük bir güce ve servete sahipti. Hiçbir şey yapmak için parmağını kıpırdatmasına gerek kalmadan onun için yapacak yüzlerce insanla doluydu çevresi. Yeryüzünde ayak basmadığı toprak, fethetmediği ülke kalmamıştı. Mücevherler, pahalı butiklerden kıyafetler, garajını dolduran arabalar. Her şeyi vardı. Peki ya mutluluk? Bunlar mutluluğu satın alabilir miydi? Başını eğdi. Neden bu kadar melankolikleşmişti şimdi? Oğlunun doğum günü yaklaştığı için mi? Kendi sonu yaklaştığı için mi? Belki de omuzlarındaki bu yük ona artık çok ağır geldiği içindi. Yorulmuştu artık. Tükenmişti. Avucuna döktüğü bir miktar kremi, boynuna, omuzlarına, köprücük kemiklerine ve oradan da kollarına yaymaya devam etti. İçine çektiği tropikal yağların kokularının zihnini temizlemesini izin verdi. Fakat boğazına oturan yumru hiçbir yere kaybolmamıştı. Tam bir bacağını klozetin üstüne atmış krem sürme işlemini üst baldırına uyguluyordu ki, banyo kapısı aniden açıldı. Bianca boşta bulunup küçük bir çığlık attı. "Tanrı aşkına Ander. Yüreğime indiriyordun." Kocası üzerinde beyaz kolalı bir gömlek ve altında güçlü, uzun bacaklarını saran koyu renk kumaş bir pantolonla kapı eşiğinde dikiliyordu. "A-affedersin Bianca. Burada olduğunu bilmiyordum." Bianca, "Gördüğün gibi buradayım." dedi sertçe. "Ah evet görüyorum. Böldüğüm için üzgünüm." Adam olduğu yerde dikilip durmaya devam ediyordu. Sanki bir güç onu orada tutuyormuş gibi kıpırdamadan şehvetle puslanan gözlerini onun üzerinde gezdirmeye başlayınca Bianca huzursuz olup bacağını indirdi. Tanrı aşkına karşısındaki kocasıydı, ama kendini bir anda çırılçıplak ve savunmasız bir bakire gibi hissetmişti. Neden ona bu kadar dikkatli bakıyordu ki? "Ne istediğini söyler misin artık?" Bianca adamın ona doğru kaldırdığı ateşli bakışları görünce bu soruyu asla sormaması gerektiğini düşündü. Bu bakışların ne anlama geldiklerini gayet iyi biliyordu. Tutku dolu sevişmelerinden önce kocasının onu baştan çıkarmak için kullandığı bakışlardı bunlar. Kim bilir kaç kadını daha yatağa atmak için attığı bakışlar. Ve ne yazık ki hâlâ işe yarıyorlardı. Tanıdık bir ateş hızla bedeninden aşağıya doğru yayılmaya başlayınca havlusunu göğüslerinde daha sıkı tuttu. Bedeninin -üst bölgesindeki sertleşme ve alt bölgesindeki kayganlık- tepkilerini görmezden gelmeye çalıştı. Kocasının karşısında ona olan zaafını belli edemezdi. Çünkü Ander bu fırsatı değerlendirmekten bir an bile çekinmezdi. Kahrolasıca adam resmen yıllara meydan okuyor gibiydi. Oğluna miras bıraktığı parlak mavi gözleri bronz teninde iki değerli mücevher gibi parlıyordu. Kumral saçları hâlâ gür ve sıktı. Aralarına serpiştirilmiş beyazlar ise şakaklarında daha yoğundu ve inanması güçtü ama ona ayrı bir seksilik katıyordu. Sporunu bir gün bile aksatmıyordu. Bu giydiği gömleğin kumaşını gerecek kadar sıkı kaslara ve inanılmaz iri bir bedene sahip olmasından anlaşılıyordu. Boyu iki metreye yakındı. Banyoya tam anlamıyla girmediği halde her yeri işgal etmiş gibi görünüyordu. "Ben, şey..." diyerek ağzında bir şeyler geveledi sonunda. Sesi kadife kadar yumuşak ve baştan çıkarıcıydı. Bianca ona ve tanrı vergisi yeteneklerine içinden lanetler yağdırdı. "Yeni bir diş fırçasına ihtiyacım vardı. Sen de yedek var mı diye bakmaya gelmiştim." Yalan söylemiyordu. Diğer elindeki diş macunu tüpünü sözlerini doğrular gibi elinde sıkı sıkıya tutuyordu. Bianca omuzlarını dikleştirdi. Ona arkasını dönerek önce üst dolaplara ardından da eğilip alttakilere baktı. Sonunda aradığını bulup döndüğünde adam burnunun dibine kadar gelmişti. Ander'in aç bakışları çıplak bacaklarından göğüslerine doğru kaydı. Hangi ara içeri girip ona bu kadar yaklaşmıştı? "İşte, istediğin diş fırçası." "Teşekkür ederim Bianca. Her zaman çok tedarikli bir kadın olmuşsundur." "Senin de öyle olmanı umarım. Böylelikle bir daha izin almadan yatak odama girmemiş olursun." Adamın ışıldayan yüzü yavaşça soldu. "Bunu yatak odana girmek için bir bahane olarak kullandığımı mı düşünüyorsun?" "Ne düşündüğüm önemli değil. Sen her zaman aklına eseni yaparsın çünkü." "Bana haksızlık ediyorsun." Adam bir adımda aralarındaki mesafeyi kapatınca Bianca gerginlikle kalçasını lavaboya yasladı. "Hiç sanmıyorum. Seni gayet iyi tanıyorum." "Umarım bu eve senin için geldiğimi bilecek kadar iyi tanımışsındır." "Ve sen de buna izin vermemin tek sebebinin annenin burada kalıyor oluşu olduğunu o kalın kafana soksan iyi olur." "Bana başka şans bırakmadın." "Sen verdiğim tüm şansları kullandın Ander." "Bir tane daha istiyorum." diyen adam nefesini dudaklarına çarpacak kadar yaklaştırdı. "Son bir şans." Bianca'nın boğazına oturan yumru şimdi konuşmasını ve nefes almasını engelliyordu. Göz bebekleri özlemle titreşti. Lanet olsun, yumuşuyordu. Fakat hayır, ona kalan tek şey gururuydu. Bu adamın onu da elinden almasına izin vermeyecekti. Adamı göğsünden sertçe itti. "Git buradan Ander. Hemen." Kocası kısık sesli bir kahkaha patlattığında Bianca'nın en hassas yerleri arzuyla vızıldadı. Bu sadece doyurulamayan şehveti değildi. Kocasına hâlâ aptal bir genç kız gibi âşıktı. Ondan uzak olduğu zamanlar duygularına ve bedenine daha kolay söz geçirebiliyordu. Ama şimdi... Göğüs uçlarını sertleştiren bir tebessümle ona bakan adam biraz daha yaklaştı. "Annem gittiğinde de beni burada bulacaksın Bianca. Sana söz veriyorum. Bundan sonra yanından hiç ayrılmayacağım." Son sözleri söylerken gözlerindeki bakış derinleşti. Bianca bu bakışları daha önce hiç görmemişti. Anlamı neydi? Hasret mi? Pişmanlık mı? Yoksa acıma mı? Kocası başka bir şey söylemeden Bianca'nın elinden diş fırçasını alıp banyodan fırtına gibi çıkıp gitti. Arkasında binlerce soru bırakmıştı. Bianca elleriyle sıkıca tutunduğu lavabodan güçlükle uzaklaştı. Tüm bedeni zangır zangır titriyordu. Boğazı o kadar kurumuştu ki, sanki bir avuç talaş tozu yutmuştu. Adamın açık bıraktığı kapıya baktı. Bu da neydi şimdi? .............. Dükkânın karşı sokağındaki aralıktan kafasını çıkarıp yeniden karşıdaki binaya baktı. Hareket yoktu. Yoldan geçen insanların dikkatini çekmemek için kendini tekrar gölgelere doğru çekti. Lanet herif bugün de gelmezse onu bulmak için başka bir yol denemesi gerekecekti. Drake, o not evlerinin kapısından atıldığı günden beri sakinleşememişti. Gena'nın tehdit altında olduğunu bilmek ve bunu engelleyememek uykularını kaçırıyordu. Günlerdir yeni bir not gelecek mi diye bekleyerek her sabah ondan önce kalkıyor ve koşma bahanesiyle evin etrafında tur atıyordu. İş yerinde de her fırsatta Gena'yı görmek için bahaneler üretiyor, o da olmazsa kısa mesajlarla iyi olup olmadığını kontrol ediyordu. Kahretsin. Eğer şu taciz eden piçi bulamazsa Drake'in kafayı yemesine çok az kalmıştı. Tek bir kişiden şüpheleniyordu. O da son ayrıldığı sevgilisi Dominik’ti. Gena'nın heriften nasıl ayrıldığını bilmiyordu ama eğer bir şekilde Drake ile birlikte olduklarını öğrendiyse bunun için Gena'dan intikam alabilecek bir tipe benziyordu. Zaten gördüğü ilk günden beri o adamı gözü hiç tutmamıştı. Çevreden soruşturmuş ve bir süredir dövme dükkânını açmak için gelmediği öğrenmişti. Neredeydi bu lanet herif? Yoksa peşine düştüğünü anladığı için ondan saklanıyor muydu? Arkasından bir el omzuna dokununca Drake yerinden sıçradı. Döndüğünde en ummadığı insanla karşı karşıya kaldığı için afallamıştı. "C-Charlie. Senin burada ne işin var Tanrı aşkına?" "Ben de sana aynı soruyu sormak üzereydim Drake." Gözünde güneş gözlükleri olmasına rağmen, Drake patronunun meraklı bakışlarını üzerinde hissedebiliyordu. "Ne arıyorsun burada? Senin şu anda yeni taslakları hazırlıyor olman gerekmiyor mu? Yoksa iş sırasında kaytarmak yeni alışkanlıklarından biri mi?" "Yeni alışkanlıklarım mı?" "Hani şu Gena ile her fırsatta bulduğu her kuytuda yiyişmek gibi." dediğinde Drake sertçe yutkundu. "Ah bu yerlerden biri de benim karanlık odam tabi." Kahretsin. Biliyordu. Bu kadının gözünden de hiçbir şey kaçmıyordu. "Ben, şey... Charlie senden izin almadığım için üzgünüm ama bu çok özel ve önemli bir mesele." Kadının yay gibi kaşlarından biri havaya kalktı. Sesindeki sert ton biraz olsun yumuşamadı. "Özel meselelerini mesai saatlerinin dışında halletmen gerektiğini bilecek kadar uzun süredir benimle çalışıyorsun." "Evet, biliyorum. Gerçekten üzgünüm. Bir daha olmayacak söz veriyorum." Charlie uzun bir süre sessizce gölgelerde bekledi. Burası kimsenin onları göremeyeceği bir sokaktı. Sokağın diğer ucu kumsala açılıyordu. Arkalarındaki çöp konteynırı dışında sokak boştu. "Seni tek bir şartla affederim." dedi. Şimdi kaşlarını kaldırma sırası Drake'deydi. "Bana bu daracık sokakta ne haltlar karıştırdığını hemen anlatacaksın. Eğer seni takip etmeseydim, burada olduğunu asla öğrenemezdim." Onu takip mi etmişti? Ne türden bir kadındı bu böyle? Genç adam bakışlarını hızla ondan kaçırdı. "Söylediğim gibi çok özel bir mesele. Sana anlatmam doğru olmaz." "Yıllardır açılamadığın kız arkadaşın hakkında bana onca şey anlattıktan ve yardım teklifimi kabul ettikten sonra mı? Sen ciddi misin? Üstelik o kızla hâlâ coşkulu bir aşk hayatına sahipseniz bunu bana borçlu olduğunu unutuyorsun." Drake yetişkin bir erkekti. Yine de Gena ve tutku kelimeleri bir araya geldiğinde domates gibi kızarmaktan kurtulamıyordu bir türlü. Charlie kollarını göğsünde kavuşturmuş ona dik dik bakıyor ve vereceği cevabı bekliyordu. Drake düşünüyordu. Gena'ya anlatamadığı gerçekleri bir yabancıyla paylaşmasından daha tuhaf bir şey olamazdı. Bu mesele Gena'yı ilgilendiriyordu ve öncelikle onunla konuşması gerektiğini biliyordu. Ancak onun canını sıkacak en ufak bir meselenin düşüncesine bile katlanamıyordu. Gena korkacak, hatta panikleyecekti. Drake'e belli etmeden notun sahibini bulmaya çalışacaktı üstelik. Belki de Drake gibi uykuları kaçacaktı. Hayır, hayır. Sevgilisinin gözlerinin önünde endişeden eriyip gitmesine izin veremezdi. Bu sorunu erkek arkadaşı olarak onun için tek başına çözecekti. "Üzgünüm Charlie. Bu konu benim ve Gena ile ilgili olsa bile sana söylemem mümkün değil." Genç kadın gözlüklerini çıkarıp ona dik dik baktı. "Peki ya sana bunun işine mal olacağını söylersem." "Ne?" Drake hayret dolu bir çığlık attı. "B-bunu yapamazsın." Charlie ona manalı bir bakış attıktan sonra, "Ah hayır, yapabilirsin." diyerek alçak sesle sızlandı. "Şimdi," dedi genç kadın onu elinden tutup kalabalık caddeye çıkarırken, "gidip şu çok özel ve önemli meseleyi konuşabileceğimiz sessiz bir yer bulalım kendimize." Omuzları düşen Drake çaresizlikle kadının peşinden sürüklenmeyi kabul etti. Tam da o esnada Gena'nın sokağın karşısında olduğunu ve onları gördüğünü fark etmedi. .................... "Masa sekizin siparişleri hazır mı?" "Masa sekizin siparişleri hazır. Bir çizburger. Ekstra peynir ve mayonezli. Bir patates kızartması. Bir buzlu çay ve iki soğan halkası." "Tamam, Co," dedi Kaylee. "Sonra da yedi ve beşinkileri almak için döneceğim." "Hemen geliyor." Corine hızla ızgaranın başına döndü. Bugün hava otuz iki dereceydi. Bu da alevli ızgaranın başında çalışanlar için işkence demekti. Üzerindeki askılı beyaz tişört ve siyah penye bir şortla bile sıcaklık cehennem gibiydi. Beyaz lekeli önlüğünün kemerini düzeltti ve aynı renk şapkasının altından taşan nemli saçlarını elinin tersiyle geriye itti. Öğlen saati olduğu için lokanta tıklım tıklımdı. İnsanlar işten ve yakındaki üniversiteden akın akın gelmeye devam ediyorlardı. Amber olayından sonra Corine servis işini bırakıp ızgarada çalışmak istediğini söylemişti. Kız onu okulda görmezden gelmeye başlamıştı fakat işyerinde tacizlerine devam ediyordu. Başka bir iş bulması mümkün değildi. Üstelik bu kaçmak olurdu ve kaçmak asla çözüm değildi. Ayrıca korkaklık olurdu ki, Corine korkak biri de değildi. Servis işini bırakması patronunun pek işine gelmemişti ama neyse ki karısı anlayışlı biriydi. Şimdi de bu isteğinden dolayı pişman değildi. Ama keşke havalandırma sistemi daha iyi bir yerde çalışabilseydi. Göz ucuyla Amber ve çetesinin oturduğu masaya baktı. Arşa yükselen kahkahaları yüzünden yan masalardan kazandıkları tuhaf ve kınayan bakışlar pek umurlarında gibi görünmüyordu. Bir an kızla göz göze gelince Amber ona şeytani bir sinsilikle gülümsedi. Corine çenesini dikleştirdi. Sonra da atkuyruğunu savurarak işinin başına döndü. Çok geçmeden arkasında duyduğu sesle hızla gözlerini devirdi. "Bu hamburgerin köftesi az pişmiş. Patatesler de kızarmamış, haşlanmış. Ayrıca arkadaşımın kolasında hiç buz yoktu. Yani sıcak. İşinizi doğru düzgün yapamayacaksanız bu işletmeyi derhal kapatın." "Bir sorun mu vardı hanımefendi?" Harika. Huysuz patronu Amber'ı duymuştu. "Çalışanlarınızdan şikâyetçiyim bayım. Gelen siparişlere bir bakın. Bir dahaki sefere buraya gelmek yerine yan taraftaki burgerciyi tercih edeceğimizden emin olabilirsiniz." Corine, "Harika." diye sessizce mırıldandı ancak Amber'ın keskin kulakları bu imayı kaçırmamıştı. "Üstelik çalışanlarınız saygısız. Müşteriyle nasıl konuşacaklarını hiç bilmiyorlar." "Bu doğru mu Corine?" Patronu onu sert bir dille uyarınca Corine sonunda ızgaranın başından dönüp onlara baktı. Tezgâhın üzerinde Amber'in şikâyet ettiği sipariş tepsisi duruyordu. Kızın yüzündeki zafer sırıtışını görmemek imkânsızdı. Yanındaki arkadaşı da onunla aynı şekilde gülümsüyordu. Tanrım. Bu kızlar tam bir baş belasıydı. "Sana bu doğru mu diye sordum Corine?" dedi adam sertçe. "Bana cevap ver!" Corine yüzündeki kayıtsız ifadeyi bozmadan öfkeli patronuna döndü. "Şey, saygısızlık ettiğimi düşünmemiştim efendim. Sonuçta insanlar dilediği yerde yemekte özgürdür." "Ama onlar bizim müşterimiz. Ve ilk kural; müşterilerimiz değerlidir." "Ve yerini hızla bir başkaları doldurabilir." "İşte görüyorsunuz. Hem küstah hem de ukala bu kız." Corine sabrının tükenmek üzere olduğunu hissediyordu. Amber'in kafasını tezgâha sürtmemek için içinden ona kadar saymaya başladı. Okula daha yeni dönmüştü. Orada çıkaracağı yeni bir olay bu kez sonu olurdu. İşi de onun için önemliydi ancak gözden çıkarılamayacak bir şey değildi. Yine de... Tezgâha uzanıp, "Şikâyet ettiğiniz siparişler bunlar mı?" diye sordu. İki kızda başlarını evet anlamında sallamıştı. "Hamburger köftesi az pişmiş ve patatesler de kızarmamış?" İkili yeniden kafa salladı. "Kola da soğuk değil demiştiniz değil mi?" Amber ve arkadaşı birbiriyle bakışırken Corine hamburgeri ve patates kızartmalarını kızgın yağın içine attı. "Sen ne yaptığını sanıyorsun?" Amber bir çığlık attı. "Ne yaptığını siz de gördünüz değil mi?" "Daha iyi kızarmalarını sağlayacağım, hiç merak etmeyin." dedi Corine gururla sırıtarak. Kızların yüzünün aldığı şekil sayesinde keyfi yerine gelmişti. Şimdi sıra kolada diye düşündü ve bardağı Amber'in arkadaşının başından aşağı döktü. Kız çığlık çığlığa yerinde zıplamaya başladı. "Aman Tanrım. Çıldırmış bu kız." Amber ona öfkeyle kararmış gözlerle bakarken Corine pişkinlikle gülümsüyordu. "Tanrım Amber donuyorum. Lavaboya gidelim de şu şeyi yıkamama yardım et." "Yapma lütfen, kolanın soğuk olmadığını kendin söylemiştin." diye seslendi kızın arkasından Corine. "Bunun hesabını vereceksin." dedi Amber. Sonra da kız arkadaşının peşinden gitti. Patronunun ağzı resmen bir karış açık kalmıştı. Tam ona kovulduğunu söylemek üzereydi ki, karısı elini koluna koyup onu durdurdu. "Sen ofise geç Josef. Ben durumla ilgilenirim." "Ama Ida, müşterilere ne yaptığını gördün." "Sana içeri geç dedim." Yaşlı adam Corine'e kızgın bir bakış attıktan sonra ofisine gitti ve kapıyı ardından gürültüyle çarptı. Ida Corine'in yanına yaklaştı. Elli yaşlarında sevimli ve anlayışlı bir kadındı. Kocası gibi huysuz ve çekilmez biri değildi. "Her ne kadar o kızların bunu hak ettiğini düşünsem de, yaptığın davranış yanlıştı küçük hanım." diyerek onu payladı. Corine başını eğerek gözlerini kaçırdı. Utanmıştı. "Haklısınız Bayan Young, ama siz de o kızla aramda neler geçtiğinin farkındasınız. O manyak bana kafayı takmış. Görmezden gelmeye çalışmaktan yoruldum artık." "Kim o kızlar? Neden seninle bu kadar uğraşıyorlar." "Elebaşları babamın üvey kızı." diye açıkladı Corine. Bunu itiraf etmek bile oldukça güçtü. "Benimle neden uğraştıklarına gelince, inanın hiçbir fikrim yok efendim." Yaşlı kadın uzun uzun düşündükten sonra ona anlayış dolu bir bakış attı. "Gerçekten yorucu olmalı. Bu mesele ile ilgili seninle bir ara uzun uzun konuşalım, ne dersin? Eminim güzel bir çözüm yolu bulabiliriz." Corine başını sallarken gözlerine yaşlar doldu. Bu kadının her seferinde bir anne şefkatiyle yaklaşması, ona kendi annesinin öyle olmadığını hatırlatıyordu. Genç kızın kötü hissettiğini fark eden kadın, "Biraz mola ver canım." dedi. "Yoksa birazdan sıcaktan buharlaşacaksın." "Ben iyiyim Bayan Young. İdare edebilirim." Ida elinden ızgara maşasını alarak onu tatlılıkla azarladı. "Sana ne diyorsam onu yap küçük hanım." Corine gülümseyerek teşekkür ettikten sonra önlüğünü çıkardı ve hava almak için arka kapıdan dışarı çıktı. İki kişi daha mola vermiş bir köşede sigara içiyorlardı. Ona el salladılar. Corine de onlara el salladıktan sonra çöp kutularının olduğu kısma doğru yürüdü. Cebindeki poşetten biriktirdiği yemek artıklarını çıkardı. "Buradasın demek." Onu gören siyah sokak kedisi başını gazete kâğıtlarının altından çıkartarak acı acı miyavladı. "Biliyorum biliyorum bebeğim, çok acıktın. Daha önce gelemediğim için üzgünüm. İçerisi kalabalıktı ve yine o aptal Amber'la uğraşmak zorunda kaldım. Al bakalım. Kızarmış tavuk patates püresi. Seveceğinden eminim." Kedi yerinden güçlükle kalkarak Corine'in getirdiği yiyeceklere doğru yürüdü ve iştahla yemeye başladı. Kediden çalışan bir motoru andıran sesler çıkmaya başladığında Corine kıkırdadı. "Hoşuna gideceğini söylemiştim." Arkasından gelen ses, "Hamile mi?" diye sorduğunda kedinin tüylerini okşuyordu. "Evet." "Doğuma çok az kalmış gibi görünüyor." "Sanırım birkaç gün içinde gerçekleşecek..." Corine soluğu kesilerek arkasını döndüğünde Troy'un göz alıcı gülümsemesiyle karşılaştı. "Sen." "Selam Corine. Nasılsın?" Nasıl mıydı? Bir de utanmadan nasıl olduğunu mu soruyordu? "Gayet iyi." dedi yavaşça yerinden doğrulurken. Hâlâ gözlerine inanmakta güçlük çekiyordu. Troy buradaydı. Amerika'da. Hayal değildi. Ellerini şortunun kenarlarına silerek, "İzninle, işime dönmem gerek." dedi. Yanından hızla geçmek istediğinde Troy yolunu keserek onu durdurdu. "Mola saatin bu kadar kısa mı?" Corine tam bir şey söylemek için ağzını açmıştı ki, adamın yalvaran bakışlarıyla karşılaşınca susmak zorunda kaldı. O gözler o kadar vaat doluydu ki, Corine bakarken nefesinin kesildiğini hissediyordu. Troy üzerinde basit bir tişört ve kotla insanın aklını başından alabilecek kadar seksi görünebiliyordu. Yataktan yeni çıkmış gibi duran dağınık siyah saçları ve insanın içine işleyen derin kahverengi gözleri vardı. Ve kahretsin, zehir gibi yakışıklıydı. "Lütfen Corine. Sadece beş dakikanı alacağım." "Neden buradasın? Yoksa Denver'a yine anneni görmeye mi geldin? Belki bu arada bir kaç da kızı araba altında ezilmekten kurtarırım filan mı dedin?" "Bence sen kendi işini kendin görmeyi öğrenmişe benziyorsun." dedi az önce yaşanan olaydan haberi olduğunu belli edercesine. Corine şaşırmıştı. "Hem kızlar senin kadar güzel ve tatlıysa neden olmasın?" diyerek çarpık bir şekilde gülünce sinirden kan beynine sıçradı. Corine öfkeyle kaşlarını çattı. Gözleri çakmak çakmaktı. "İyi. O halde sana bol şans." Yeniden gitmek için hareket ettiğinde Troy bu kez kollarından tutarak onu kendine bakmaya zorladı.. "Hiçbir yere gidemezsin. Hâlâ bir kaç dakikam daha var." Corine, "Ne istiyorsun?" diye sordu yeniden. Neden soluk soluğa kaldığını anlayamamıştı. "Konuşmak istiyorum." "Konuşuyoruz ya." "Hayır. Böyle değil. İş çıkışında bir yerlerde oturalım mı?" "Geç çıkıyorum." "Beklerim." "Bugün kapanıştan sonra temizliğe kalma sırası bende. Anlayacağın işim uzun sürer." "Sana yardım edebilirim." "Gece yarısına kadar sürebilir." "Umurumda değil." Corine gözlerini kırpıştırdı. Troy'un ona bakışları öyle yoğun ve kararlıydı ki, kalp atışlarının hızlanmasına mani olamamıştı. Bu adam ne yapmaya çalışıyordu? Kalbini bir kez kırmamış mıydı zaten? Yeniden kırmasına izin veremezdi. Yine de olumsuz bir şey söylemek yerine, "Tamam." derken buldu kendini. "Şimdi izin verirsen işimin başına dönmek zorundayım." Troy'un kollarını tutan parmakları sadece birazcık gevşemiş, onu bırakmayı reddetmişti. Corine dokunduğu yerlerde teninin karıncalandığını hissetti. Başını kaldırıp genç adama baktığında onun da nefes nefese kaldığını fark etti. Heyecanlanmış mıydı? İçinde bir umut ışığı yandı. "Corine." Troy ona çok yakındı. Corine adamın onu öpmek üzere olduğunu anlamıştı. Yüzü yüzüne yaklaştığı anda kollarından hızla sıyrıldı. Aceleyle uzaklaşırken, "Sonra görüşürüz." diye mırıldandı. Yanaklarına ateş bastığını fark etmemesi için acele etmişti. Arkasından, "Görüşürüz." dedi Troy. İçeri girene kadar adamın aç bakışlarını üzerinde hissetmeye devam etti. Eli sanki durdurmaya başarabilirmiş gibi hızla çarpan kalbinin üzerindeydi. Kendi kalbine söz geçiremezken Troy'la bu akşam nasıl buluşacaktı ki? "Tanrım bana güç ver." diye yalvardı. Umarım onun karşısında heyecandan kalp krizi filan geçirmezdi. Troy buradaydı. Denver'da. Ve belli ki buraya kadar onu görmek için gelmişti. Corine'in aptal kalbi bu düşünceyle titredi. Lavaboda yüzüne su çarpıp işinin başına döndükten sonra bu kez çalıştığı ızgara bin kat daha sıcakmış gelmeye başlamıştı. Çünkü Troy gitmemişti. İçerideki masalardan birinde oturmuş onu izliyordu. Bir buzlu çay ve bir dürüm sipariş etmişti. Corine siparişleri hazırlarken ellerinin titremesine engel olamamıştı. Garson kızlardan biri olan Kaylee durumu anlayıp ona muzipçe sırıtıp göz kırptı. Corine siparişini götüren arkadaşına minnetle baktı. Troy garsona teşekkür etti ama gülümseyen gözleri Corine'in üzerindeydi. Sonra bir şey oldu ve Abmer o lanet kıçını Troy'un yanı başındaki sandalyeye koydu. Sürtük kız Troy'a gülümseyerek yanaşırken dönüp Corine'e kibirli bir bakış attı. Ardından göz kırpıp gülümsedi. Kaylee masalarından döndüğünde hem şaşkın hem de kafası karışmış görünüyordu. Amber ona bir not yollamıştı. İkiye katlanmış kâğıtta, "Haklısın. Herkesin yeri doldurulabilir." yazıyordu. Corine notu avucunda buruşturup çöpe attı. Buraya kadardı. Sabrının da bir sınırı vardı.
|
0% |