@sagetaylors
|
"Hey Maddie!" diye seslendi sekreterlerden biri. Minyon bedeninde, upuzun güneş sarısı saçları lüle lüleydi. Yüzünde askılı mini elbisesine uygun, kırmızı kedi gözlükleri vardı ve ajansın bir numaraları dedikodu uzmanıydı. Madison'ın masasının yanından geçerken yavaşladı. "Bay Pedro seni odasına istedi. Acil olduğunu söyledi." "Şu metin çıktılarını alır almaz hemen gidiyorum. Bu arada Lola, Gena'yı gördün mü?" "Öğlen paydosundan sonra geri dönmedi. Neden?" "Böyle ortadan kaybolması tuhaf." "Şu fotoğrafçı çocukla çıkmaya başladığından beri her fırsatta ortadan kaybolmak için bir bahanesi oluyor." "Sanırım haklısın." Göz kırpıp uzaklaşan kadına tebessüm etmek zorunda kaldı Madison. Lola haklı olabilirdi ama bu durumun tuhaflığını kesinlikle açıklamıyordu. Gena asla Madison'sız öğle yemeği yemezdi. Ya da yiyeceği zaman mutlaka önceden haber verirdi. Bu konuyu daha sonra irdelemek için zihninin gerilerine atarak, çıktılarını aldı. Daha sonra da onları bir dosyaya koymadan önce kampanya bölümüne faksladı. On beş dakika sonra Bay Pedro'nun ofisinin kapısındaydı. Kapıyı çaldı. "İçeri gel!" "İyi günler Bay Pedro. Beni görmek istemişsiniz." "Ah, evet. Gelsene Madison. Otur şöyle." Madison içeri girerek, saçları alnından arkaya doğru hafif kelleşmeye başlayan patronunun önündeki sandalyelerden birine oturdu. İki sandalyenin arasındaki sehpa üst üste yığılmış aylık magazin dergileri ve reklam broşürleriyle doluydu. Bay Pedro bilgisayarda bir şeyler yazıyordu. Masasının üstünde kağıt yığınları, kalemler, dosyalar, post-itler, fotoğraflar ve ataşlar dışında neredeyse hiç boş yer yoktu. Çocukları ve eşinin resimleri başköşesini süslüyordu. Kumsaldakini bu yaz Thiti'de çekilmişlerdi. "Özür dilerim şu e-postayı bitirmem gerekiyordu." "Önemli değil. Konu neydi?" Adam gözlüklerini tepesine iterek, esmer ellerini üst üste koyup masada öne eğildi. Bu, çalışanlarıyla ciddi bir konu hakkında konuşmadan önce yaptığı bir şeydi. Madison gerildi. "Dinle Madison. Senden ne kadar memnun olduğumu biliyorsundur umarım." Madison suratını ekşitince gülerek, "Sanırım bilmiyorsun. Eh, o halde öğrenmiş oldun. Senden gerçekten çok memnunum." dedi. Bunun peşinden bir ama geleceğini hissediyordu. "Ama..." "Yoksa bu, kovulduğumu söyleyeceğiniz kısım mı?" diyerek araya girdi Madison. Patronu onaylar gibi sessizce bakmaya devam edince de, acı gerçek bir kova dolusu buzlu su gibi tepesinden aşağıya dökülüverdi. "Aman Tanrım. Gerçekten kovuluyorum değil mi? Buraya da beni, eşyalarımı toplamamı söylemek için çağırdınız." "Madison? Lütfen biraz sakin ol." Madison bu tür konuşmaların sonunun nereye varacağını gayet iyi biliyordu. Geçen seneki krizde insan kaynakları bir sürü insanı işten çıkardığında Madison anlatılanları duymuştu. Sıranın bir gün ona geleceğinden korkuyordu ve şimdi o kahrolası zaman gelip çatmıştı işte. "Bay Pedro lütfen," diyerek yalvarmayı denedi. "bu işe herkesten çok ihtiyacım olduğunu iddia etmiyorum ama siz de biliyorsunuz. Üniversitede okutmak zorunda olduğum bir kız kardeşim var. Okulu bitmek üzere fakat mezun olmak için bir kaç ayı daha var. Hatırlıyorsunuzdur eminim. Ona bir kaç dönem burs verilebilmesi için yönetim kurulunda elinizden geleni yapmıştınız. Bunun için size ayrıca teşekkür etmem gerekiyor. Sonra bir de annem var. O... o bir alkolik. Sürekli içen bir bağımlı. Ve kocası da işe yaramazın teki. Anlayacağınız sık sık paraya ihtiyaçları oluyor. Onlara da elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum." "Madison." "Biliyorum biliyorum, son hastane masraflarının ajansın ek sigorta fonundan ödenmesini sağladığınız için size hâlâ minnettarım ve borcumu her ay maaş çekimden düzenli bir şekilde ödemeye gayret ediyorum." "Madison." "Ama siz işime son verirseniz bunu, bunu yapmaya devam edemem Bay Pedro. Ve bir de şu Andersson malikanesindeki işim var." "Ne olmuş ona?" Patronu merakla sordu. Madison'ın telaşı yüzünden elinin ayağına dolaştığını hissetmişti. Sakinleşmesi için konuyu değiştirdi. "Yolunda gitmeyen bir şey mi var? Nick sana kötü mü davranıyor?" Ah, gerçeği bir bilseydi. "Şey, pek sayılmaz. Yani aslında hayır efendim ama iyi anlaştığımızı da söylenemez. Her neyse, sanırım oradaki sürem doldu." "İşi bırakacak mısın yani? Bianca'nın bundan haberi var mı?" "Henüz değil. Partiden sonra onunla mutlaka konuşacağım. Şu sıralar oldukça yoğun. Bakın Bay Pedro, eğer siz de beni işten atarsanız tamamen işsiz kalırım. Bu benim için felaket olur." "Madison." "Size daha ne söylemem gerektiğini inanın bilemiyorum." "Madison, konuşmayı kesip beni dinlersen kovulmak yerine yeni bir iş fırsatının ayağına geldiğini öğrenirsin." "Yeni bir iş fırsatı mı?" Madison şaşırmıştı. "Evet, bir yapım şirketinin senarist kadrosunda açık olduğu haberi kulağıma geldi. İyi bir yazar olduğunu bildiğim ve kendi senaryonu yazdığın için bu işin tam sana göre olduğunu düşündüm. Maaşı oldukça dolgun. İşi kabul edip etmemek senin elinde tabi. Bizimle kalmayı tercih edersen seni yargılamam ve elbette ki seni işten çıkarmama. Yaptığın işte iyisin ve şimdiye dek ekibindeki herkesle oldukça iyi anlaştın. Diğer yandan bu senin geleceğin için çok büyük bir adım. Değerlendirmezsen yeteneğine yazık olur." "Yani beni işten atmıyorsunuz?" Adam tepesindeki gözlüklerle başını sağa sola salladı. "Dilediğin kadar bizimle çalışabilirsin Madison. Az önce saydıklarının hepsi zaten bildiğim şeylerdi. Zor bir hayatın olduğunun farkındayım. Genç yaşta omuzunda tonlarca yük taşıyorsun. Bu yüzden seninle gurur duyuyorum. Bana rahmetli annemi hatırlatıyorsun. O da senin gibi çok çalışkan ve fedakar bir kadındı." Madison bir yandan gülümserken gözleri hissettiği duygularla dolu dolu oldu. "Ne diyeceğimi gerçekten hiç bilemiyorum." "Bir şey söylemeden önce iyice düşünmen gerekiyor. Adamlar altında imzan olan reklam filmlerini izlemiş ve çok beğenmişler. Seni benden özellikle istediler." "Reklam filmlerimi mi izlemişler? Benden haberleri var mı yani?" "Evet. Bu konuda onlar da benim gibi yetenekli olduğunu düşünüyorlar. Aradıkları taze kan sen olabilirmişsin. Kim bilir, belki gelecek dönemin meşhur senaristlerinden biri olur ve beyaz perdeye adını altın harflerle yazdırırsın." "Bay Pedro." Madison hem utanmış hem de umutlanmıştı. Böyle bir şeyin hayalini kurmaya bile cesaret edememişti hiç. Ama şimdi eline bir fırsat geçmişti. "Bianca konusunda kararsızdım ama mademki oradaki işinden ayrılmak istiyorsun onunla ben konuşurum. Bu konuda sana baskı yapacağını zannetmiyorum. Karar senindir. Bu arada şirketin adı Wild West. Bu süre içinde belki kendi araştırmanı yapmak isteyebilirsin." "Şirketin adı Vahşi Batı mı?" "Evet. Az kalsın unutuyordum. Yapım şirketi Illinois’de. " "Şikago'da yani." "Evet. Kararını verdiğinde oraya taşınman gerekecek. Los Angeles'a pek de uzak sayılmaz ha, ne dersin?" Madison durgunlaşmıştı. Taşınma fikri birden kafasını karıştırdığından başını ruhsuzca aşağı yukarı salladı. "Adamlar seninle Anderssonların partisinde tanışmayı hevesle bekliyorlar." Madison'ın gözleri birden şaşkınlıkla fal taşı gibi açıldı. "Nick'in partisine mi davetliler?" Patronu güldü. "Madison. O partiye neredeyse tüm Kaliforniya davetli." Madison afallamış halde izin isteyerek Bay Pedro'nun odasından çıktığında, hâlâ kendine gelebilmiş değildi. Çalışma alanındaki tüm kızların gözleri onun üzerindeydi. Madison irkilerek, labirenti andıran panellerin arkasında olmak yerine neden herkesin odanın diğer ucunda toplandığını ve ona baktığını merak etti. Lola topuklularının üzerinde koşturarak yanına geldiğinde kıpkırmızı ve nefes nefeseydi. "Tanrıya şükür içerden çıkabildin. Biz de seni bekliyorduk." "Neler oluyor Lola?" "Şu devasa çiçek buketini görüyor musun? İşte o muhteşem şey sana gelmiş." Madison kadınların ortasında kalmış kan kırmızısı gül buketini görünce şaşkınlıktan ne tepki vereceğini bilemedi. "Bana mı gelmiş? Kim göndermiş peki?" "Biz de bunu merak ediyoruz. Dahası da var. Getiren çocuk şu yakışıklı aktörün tıpatıp benzeri. Nickholas Andersson'ın kopyası gibi, inanabiliyor musun? Ah Tanrım, hatta ondan daha yakışıklı bile olabilir." Genç kız iç geçirirken Madison'ın gözleri bir kez daha ona doğru yürüyen, daha doğrusu yürümeye çalışan ayaklı çiçek buketine kaydı. Hayatında hiç o kadar devasa bir buket ve o güzellikte güller görmemişti. Sayıları elliden fazla olmalıydı ve buket öyle büyüktü ki onu taşıyan adamı göremiyordu. "Sence bunu sana kim göndermiş olabilir Madison? Yoksa gizli bir hayranın daha mı var? Hani şu Bay Mükemmel gibi. İsa aşkına, kaç adamın kalbini birden çaldın sen söylesene?" Madison kaç tane adamın kalbini çaldığını bilmiyordu. Doğruyu söylemek gerekirse birini bile çalabilmiş miydi, emin değildi. Ama kime sinirleneceğini ve artık onu öldürmek için artık elinde bir fırsat olduğunu biliyordu. Nickholas, çiçeklerin ardından bembeyaz dişlerini göstererek göründüğünde, günlerdir bastırdığı öfkesi geri gelmişti. Nick nihayet kalabalığı aşarak yanına gelebildiğinde buketi yere bırakarak onunla yüz yüze geldi. "Madison Goldberg siz misiniz?" Tanrım nasıl da rol kesiyordu. İş arkadaşlarına ek iş olarak Nickholas Andersson'ın yanında çalıştığından bahsetmemişti. Bunun için önemli ve tek bir geçerli sebebi vardı. O da hepsinin koyu bir N.A hayranı olmasıydı. "Eğer o kabul etmezse ben sizin için Madison Goldberg olabilirim." diye araya girdi Lola. Tüm kadınlar iç geçirip ona katıldığını belli eden sesler çıkardılar. Madison gözlerini devirdi. "Evet benim." Kalabalıktan hayal kırıklığı dolu bir aaa sesi daha yükselirken, Nick ona bir dosya uzattı. Bunlar elbette uydurma formlardı. "Bu çiçekler sizin. Sadece şurayı imzalamanız gerekiyor." Kağıtta "Beni affet" yazısının görünce gülmemek için alt dudağını ısırdı. Madison emin olamadı ama Nick'den inlemeyi andıran bir ses duyduğunu sandı. Adama baktığında şapkasının altından muzipçe parlayan mavi gözlerini görebiliyordu. Dudağının kenarı haylazca yukarı kıvrılmıştı. Üzerinde ucuz bir kot ve sade çizgili gömleği vardı. Gerçek çiçekçi firmasına ait bir gömlekti. Ayağındaki botlar da aleladeydi. Ona dik dik baktığını fark edince adamın yüzündeki gülümseme genişledi. "İmzalamayacak mısınız hanımefendi?" Madison kalabalığın yavaş yavaş dağıldığını bilse de hâlâ bir kaç meraklı gözün onları izlediğinin farkındaydı. En başta da dedikoducu Lola hemen arkasındaydı ve gözlerini Nick'den ayırmıyordu. Madison kağıdı imzalarmış gibi yaparken, "Neden buradasın?" diye alçak sesle fısıldadı. Nick saçlarını kokluyormuş gibi öne doğru eğilmişti. "Açıkça belli değil mi?" diye soluyunca Madison kafasını hızla kaldırıp onunla göz göze geldi. Nick'in ışıldayan yüzündeki gülüşü nefes kesiciydi. "Sana ulaşmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu." diye ciddiyetle devam etti. "Bu saçmalıktan başka bir şey değil." "Saçma ya da değil, bana başka seçenek bırakmadın." Madison ona öfkeyle bakarken Nick yaptığından oldukça memnun görünüyordu. Hatta onu yeniden gördüğü için rahatladığını belli etmek için ona göz bile kırptı. Arkasında dikilen Lola, "Kimden gelmiş?" diye sorunca Madison sertleşen ses tonunu yumuşatmak zorunda kaldı. Kimsenin ondan şüphelenmesini istemiyordu. Nick çiçekçi kılığında bile onlarca kadınla resim çektirmek zorunda kalmıştı. Gerçeği fark ettikleri anda onu akbabalar gibi parçalarlardı. "Ah, şey. Galiba yanlış gelmiş. Ben de şimdi beyefendiden onları geri götürmesini rica ediyordum." "Yüce tanrım. Sen aklını mı kaçırdın? Yanlış veya değil, bu güzel şeyi asla geri çeviremezsin!" "Evet Bayan Madison." diyerek Lola'yı taklit etti Nick, gözlerinin içine bakmaya devam ederek. "Bu güzel şeyi asla geri çeviremezsiniz." "Bana ait olmayan bir şeyi kabul etmem doğru olmaz." dedi Madison inatla. "En iyisi ait oldukları yere geri dönmeleri." "Sen de ona sahip çık o zaman. Kimsenin elinden almasına izin verme." Nick kendine yeni bir sözcü bulmanın sevinciyle gülümseyerek dudaklarını oynattı. "Bence onu dinlemelisin." Madison yeniden gözlerini devirmeden önce herkesin duyabileceği şekilde sesini yükseltti. "Benimle gelin bayım. Gelin de size arka kapıdan nasıl dışarıya çıkılacağını göstereyim. Çiçekleri asıl sahibine geri götürebilmeniz için en kestirme yol burası." Nick'e her an üzerine saldırmaya hazır aç kurtlar gibi bakan iş arkadaşlarına nazikçe gülümsedikten sonra, arkalarından gelen sızlanma seslerine aldırmadan hızla yangın merdivenlerine yöneldi. Kucağında dev buketi taşıyan Nick de hemen peşindeydi. İlk basamakları indikten sonra nihayet yalnız kaldıklarını anladıkları anda Madison öfkeyle ona döndü. "Bu kılıkta buraya gelmeye cesaret edebildiğine göre cidden kafayı yemiş olmalısın. Yukarıda seni tanısalardı ne olurdu bir fikrin var mı? Seni ellerine geçirselerdi, Los Angeles polisi olay yerini incelemeye geldiklerinde mezara koyacak tek bir parçanı bile bulamazlardı." Nick çiçekleri bir kenara bırakıp gülerek ona yanaştı. Şimdi burun burunalardı. "Bir tanesi hâlâ sende olduğu için bütün parçalarım kayıp sayılmazdı." Adamın bakışları çok yoğundu. Madison verebilecek bir cevap bulamadığı için bakışlarını kaçırıp sertçe yutkundu. "Şaka yapmıyorum Nick. Yukarıdaki bir oda dolusu fanatik kadının senden birer parçaya sahip olabilmek için neleri feda edebileceklerini bilseydin, bu kadar rahat davranmazdın." "Peki ya sen? Sen neleri feda ederdin?" "Ben mi? Şey..." "Çok şanslısın ki, sana istediğin parçamı gönüllü olarak verebilirim. Ayrıca bir arena dolusu aslan da olsalardı fark etmezdi. Sana ulaşabilmek için aralarına girmekte bir an bile tereddüt etmezdim." Nick umursamazca omuz silkti. Tanrım, bu hareketi bile öyle seksiydi ki. O ucuz kıyafetlerinin içindeyken bile erkeksi ve çekici görünebilirdi. Çiçekçi armalı şapkasının altından Madison'a bakan gözleri okyanusun üzerindeki güneş ışıkları gibiydi. "Burası antik Roma değil Nick." Madison sesini güçlükle geri kazanabildi. "Ben ciddiyim." "Ben de öyle. Dinle Maddie. Benim için bu kadar endişelenmiş olman çok tatlı." Nick biraz daha yaklaştı. "Ama şimdi asıl meselemize dönmek zorundayız. Neden günlerdir telefonlarıma çıkmıyorsun?" "Çünkü konuşacak bir şeyimiz olduğunu düşünmüyorum." "Elbette var. Sana o gün olanları açıklamam için bir fırsata ihtiyacım vardı. Büyükannemin gelişi çok ani oldu. Seni yatağıma girip çıkan kadınlardan biri zannettiği için sana öyle kaba davrandı." "Ve sen de buna izin verdin. Büyükannen beni küçük düşürürken hiç bir şey yapmadan öylece izledin. Buna ihtiyacım yoktu gerçi. Eğer izin verseydin ben kendimi savunabilirdim." "Bunu yapmanı istemedim çünkü savunulacak hiç bir şey yapmamıştın. Sadece büyükanneme ilişkimizi önce benim açıklamam gerekiyordu. Başka türlü ciddiyetine asla inanmazdı." "Ona evli olduğumuzu söyledin mi?" "Hayır." "Hayır mı?" Madison hışımla merdivenleri inmeye başlayınca Nick ondan hızlı davranıp önüne geçti. "Kaçmaktan vazgeç artık. İlişkimizin sağlığı için iki medeni insan gibi oturup konuşmamız gerekiyor artık." "İki medeni insan gibi öyle mi? Büyükannene evli olduğumuzdan bahsetmedin. Annene veya çevrendeki hiç kimseye de öyle." "Bunun için önce senin bu evliliği hazmetmeni bekledim. Eğer kendini hazır hissediyorsan şu anda tüm gazetecileri binanın önüne toplayıp aşkımızı ilan etmeye hazırım." Madison, "Biliyor musun, aslında o kadar da emin değilim." dediğinde Nick midesine yumruk yemiş gibi hissetti. "Ne demek istiyorsun?" "Bence biz birbirimize o kadar da uygun değiliz demek istiyorum." "Beni terk mi ediyorsun Madison?" Nick Madison'un omuzlarından sertçe tutup onu kendine bakmaya zorladı. "Şimdi hemen gözlerimin içine bak ve beni artık istemediğini söyle!" Madison Nickholas'ın gözlerine uzun süre bakamayacağını biliyordu. Çünkü yalan söylüyordu. Onu hâlâ çılgınlar gibi istiyordu. Nick şimdiye dek tanıdığı hiç bir erkeğe benzemiyordu. Ona bir kez bakması bile ayaklarını yerden kesmeye yetiyordu. Ama o ünlü biriydi. Tıpkı babası gibi para ve şöhret içinde yaşamaya alışkındı. Kadın olsun olmasın hayranları asla peşini bırakmayacaktı. Peki Madison tüm bunların içinde yaşamayı başarabilecek midi? Yoksa o da annesi gibi iki dünyanın arasında sıkışıp kalacak mıydı? Annesi başaramamıştı. Ve babası onu terk ettiğinde de kendini alkolle avutmaya çalışmıştı. Hayatı mahvolmuştu. Madison da onun gibi olmak istemiyordu. Nick babasından farklı olabilirdi ancak paylaştıkları dünya aynıydı. "Ben... ben yakında bir avukata başvurmayı planlıyorum." diyebildi sonunda. Nick yanmış gibi ellerini üzerinden çekince bir an boşlukta savrulduğunu hissetti ancak kendini toparladığında sözlerini tamamlayabildi. "Evliliğimizin Los Angeles’ta geçerli olup olmadığını öğrenmeliyim. Belki, belki de boşanmamız gerekmiyordur." Tabi bunun için önce o kahrolası evlilik belgesini bulması gerekiyordu. Son koyduğu çantası da dâhil her yeri didik didik aramıştı ama sanki yer yarılmıştı da yerin dibine girmişti. "Eğer öyleyse işimiz daha kolay olabilir-" "Yeter! Sus artık!" Madison başını kaldırdığında Nick'in öfkeden çakmak çakmak yanan bakışlarıyla karşılaştı. Adamın göğsü sık nefeslerle inip kalkıyordu ve yumruklarını sıkmıştı. Vay canına. Nick gerçekten çok kızmıştı. "Bu şekilde benden kolayca kurtulacağını sanıyorsan yanılıyorsun Madison. Seni asla bırakmam, beni iyice anladın mı? Şu anda bana çok kızgınsın. Hak veriyorum. Hayatımı gördün. Nasıl olduğunu iyi biliyorsun. Her şey birden sana fazla gelmeye başladı. Sırf gözün korktuğu için geri adım atıyorsun ama ben buna izin vermeyeceğim anlıyor musun?" Nickholas'ın kararlığı Madison'ın yüreğinin çılgınca çarpmasına neden oldu. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Ona korkak olmadığını, şimdiye kadar hiç bir şeyden korkmadığını söylemek istiyordu. Ama Nick bir konuda haklıydı. Hayatında ilk defa korkusu arzularına galip geliyordu. Onunla mutlu olamamaktan korkuyordu. Ailesine, çevresine ayak uyduramamaktan. Nickholas'ın babasına benzemesinden. Sonra da kendi babasına benzemesinden dolayı korkuyordu. Mutsuz bir hayat süren Bianca ve Mary'le aynı kaderi paylaşmaktan. Sırf bir erkeğe âşık olduğu için ileride mutsuz çocuklar yetiştirmekten ödü patlıyordu. "Nick... Ben." "Hayır!" Nick sözünü kesip ona daha çok sokuldu. Sonra da onu hızla kollarının arasına çekti. Madison Nickholas'ın ona sarılmasına izin vermişti. Az kalsın adamın baş döndürücü kokusunu içine çekmemek için kendiyle mücadele ederken gözyaşlarına boğulacaktı. Nick iki parmağıyla çenesini tutup havaya kaldırdı. Gözlerini gözlerine kenetlediğinde Madison bir an tüm ruhunu, ona olan tüm hislerini gözlerinin içinden görebileceğini sandı. Aynı şekilde onun gözlerinden de tüm hislerini ve yaşadığı karmaşayı okuyabiliyordu çünkü. Nick de korkuyordu ama Madison ile farklı sebeplerden. Nick onu kaybetmekten korkuyordu. Aşklarının sona ermesinden. Onu bir daha görememekten. Madison adamın ona olan tutkusunun yoğunluğunu fark ettiği an karın boşluğunda bir ateş yanmaya başladı. Sonra da aynı yakıcı his oradan tüm göğsüne yayıldı. Genç adam avucundan her an kaçıp gitmesinden korktuğu narin bir kuş gibi elini yanağına usulca dayamıştı. "Yapma Maddie!" diye fısıldadı. "Bunu bize sakın yapma! Bana biraz daha zaman ver. Her şeyi yoluna koyacağıma söz veriyorum. İlk başta da şu evlilik meselesini halletmem gerekiyor. Bu yüzden seninle konuşmam gereken şey-." "Madison! Madison, aşağıda mısın?" Üst katın boşluğundan gelen sesle ikili birbirinden hızla uzaklaştı. Nick duvar dibine yanaşırken Madison korkuluklara tutunup yukarı baktı. "Ne var, ne oldu Lola?" "Bugün senin haber güvercinin olduğumu biliyorum ama az önce Barry adında biri aradı. Anneni acilen hastaneye kaldırdıklarını söyledi." "Annem mi? Hangi hastanede peki?" "Hastanenin adını sana mesaj olarak göndermiş. Şey, çiçekçi çocuk hâlâ orada mı?" "Kaybol Lola!" "Tamam tamam, gidiyorum." "Tanrım. Tanrım lütfen ona bir şey olmuş olmasın." Madison kendi kendine mırıldandı. Arabasını Drake'e ödünç vermişti. Gena da tam ortadan kaybolacak zamanı bulmuştu. Mecburen oraya taksiyle gitmesi gerekiyordu. Madison kederle iç geçirip merdivenleri çıkmak üzereyken Nick kolundan yakaladı. "Arabam aşağıda. Bu halde araba kullanmana gerek yok." "Şey, arabam yok zaten. Onu ev arkadaşıma ödünç verdim." "Harika. Seni arka kapının önünde bekliyorum." Madison Nick'in karşısında itiraz edemeyecek kadar güçsüzdü. Az önce yaşadıkları duygusal yoğunluk ve bugün üst üste aldığı haberler yüzünden beyni serseme dönmüştü. "Çantamı alıp hemen geliyorum." dedi ve basamakları aceleyle tırmandı. Beş dakika sonra Nick'in kiralık arabasında yola koyulmuşlardı. Nick geçen sefer restorana geldiğinde olduğu gibi düşük model, dikkat çekmeyecek bir arabayla gelmişti. Ancak arabayı öyle süratli kullanıyordu ki, dikkat çekmemeleri imkansızdı. Dar bir makasa girdikleri sırada Madison ciyakladı. "Beş dakikanın için de tam on altı trafik kuralını ihlal ettin Nick." "Sahi mi?" dedi Nick ona bakmadan. "Hiç farkında değilim." "Ve şimdi de bir kırmızı ışıkta geçtin. Tanrım!" "Yeşil değil miydi o?" Madison sıkı sıkıya tutunduğu yerden ona dişlerini sıkarak baktığında Nickholas'ın yüzünde eğlenen bir gülümseme vardı. "Bizi öldürmeye mi çalışıyorsun sen?" "Sadece seni gideceğin yere yetiştirmeye çalışıyorum." "Eğer mümkünse oraya tek parça halinde gitmek istiyorum." "Merak etme sana bir şey olmasına asla izin vermem." dedi Nick ve ona öyle bir bakış attı ki, Madison tepeden tırnağa ürperdiğini hissetti. Nick yeniden yola döndüğünde direksiyonu tutan elleri gergindi. Madison'ın bakışları önce ellerine sonra da sıvadığı kollarındaki bronz tenine kaydı. Nick'in kol damarları şişmiş ve kabarmıştı. Gömleğin dikişleri omuzlarında gerilmişti. O kollarda olmanın nasıl hissettirdiğini anımsadı birden. Ellerinin tüm bedeninde dolaşmasını ve ona verdiği hazları. Biraz yukarıda o konuştukça boynunda hareket eden âdemelması daha önce de bu kadar muhteşem görünüyor muydu acaba? Madison'ın boğazına özlem dolu bir yumru oturdu. Kadınların bu adamı ünlü olsun olmasın neden çekici bulduklarını artık biliyordu. Nick etrafına adeta güç ve tutku yayıyordu. Madison aniden heyecanlandığını hissetti. Sonra da bunu annesine olan endişesine ve hız yüzünden yaşadıkları adrenaline verdi. Tanrım hormonlarının coşması için hiç de uygun bir vakit değildi. Nick onları sağ salim hastaneye getirdiğinde telefon haberinin üzerinden yalnızca yirmi dakika geçmişti. Nick arabayı park ederken Madison acil kapısından içeri girdi. "Mary, yani Mercedes Goldberg'in kızıyım. Hastanenize getirilmiş." Kayıtları kontrol eden kadın, "Evet. Toksik alkol zehirlenmesi." dedi. "Midesi yıkandıktan sonra yoğun bakım ünitesine alınmış." "Yoğun bakım ünitesine mi? Durumu o kadar ciddi mi?" "Başka bir bilgi vermem mümkün değil hanımefendi. Size doktoruyla görüşmenizi tavsiye ederim." "Peki. Onu nerede bulabilirim?" Kadın yeniden bilgisayar ekranına baktıktan sonra bir isim söyledi. Sonra da ona bulunduğu katın numarasını verdi. Nick tam da o sırada yanına gelmişti. "Ne oldu? Onu bulabildin mi?" "Yoğun bakım ünitesindeymiş. Doktoruyla görüşmem gerekiyor. Tanrım durumu eğer o kadar kötüyse." "En kötüsünü düşünme." diyen Nick tek koluyla ona sarıldı. "Hadi gidelim." Madison görmeyen gözlerle ona baktı. "Bundan sonrasını kendim halledebilirim Nick. Biri tanımadan önce geri dönsen iyi olacak." "Hiçbir yere gitmiyorum. Seninle geliyorum Madison ve bu konu tartışmaya açık değil." Madison hissettiği endişenin adamın sözleriyle biraz olsun hafiflediğini hissetmişti. Zoraki bir şekilde gülümsedikten sonra, Nick'in onu önce asansörlere oradan da koridorlardan sürükleyerek doktorun odasına götürmesine izin verdi. İçerideki hastanın çıkmasını beklerken zaman durmuş gibiydi. Hasta çıktığında Madison aceleyle doktorun odasına girdi. "Doktor Abel siz misiniz?" "Evet benim. Siz kimsiniz?" "Merhaba. Ben bir saat evvel hastanenize getirilen Bayan Goldberg'in kızıyım. İsmim Madison. Annemin durumunu öğrenmek için buradayım. Basit bir toksik zehirlenme için onu neden hâlâ yoğun bakım odasında tuttuğunuzu bilmek istiyorum?" "Biraz sakin olun Bayan Goldberg. Lütfen oturun." Adam hem yaşça olgun hem de hasta yakınlarıyla nasıl konuşması gerektiğini bilecek kadar nazik biriydi. Barry ile aynı yaşta olmalıydı ama ondan çok daha genç ve dinç görünüyordu. "Anneniz buraya getirildiğinde bilinci kapalıydı." diye anlatmaya başladı. "Sebebi kanında bol miktardaki alkol bulunmasıydı. Midesi yıkandıktan sonra onu vakit kaybetmeden MR'a aldık. Ve içtiği alkol miktarına bağlı olarak beyninde ufak çaplı bir hasar tespit ettik." "Hasar mı dediniz? Aman. Tanrım." Madison sendelediğinde Nick onu tutmak için hemen arkasındaydı. Genç kadını yavaşça kendine yasladı. "Peki sizce bu hasarın etkileri ne olur doktor?" Nick üstü kapalı bir biçimde kadının felç kalıp kalmayacağını sormaya çalışmıştı. Doktor ona tanımaya çalışırmış gibi bakınca, "Ben Nickholas Andersson." diyerek boşta kalan elini uzattı. "Aileden sayılırım." "Ah anlıyorum. Sizi hastanemizde görmek büyük şeref Bay Andersson. Sorunuza gelecek olursak, maalesef kalıcı bir hasar olup olmadığını anlamamız için onu gözetim altında tutmamız gerekiyor." "B-Bu ne kadar sürecek peki?" Madison sesinin titremesine engel olamıyordu. Ağlamamak için dudaklarını sıkıca birbirine bastırdı. Doktorun ona acıyan gözlerle bakması içinin daha büyük bir acıyla dolmasına neden oluyordu. "Gereken müdahaleyi yaptık. Kendine geldikten sonra ne olacağını göreceğiz. Şimdilik elimizden beklemekten başka bir şey gelmiyor ne yazık ki." "Onu görebilir miyim?" "Yalnızca beş dakika. Ve tek başınıza." Madison doktorun odasından çıktığında omuzları duyduklarının verdiği ağırlıkla çökmüştü. Kendini çaresiz ve yapayalnız hissediyordu. Annesi o kadar çok içmişti ki sonunda felç olmanın eşiğine gelmişti. Corine. Aklına hemen Corine geldi. Bunu Corine'e nasıl söyleyecekti? Tanrım ne halt edecekti şimdi? O sırada avucunu dokunan parmakların temasıyla irkildi. Nick adeta ben buradayım dercesine yanındaydı ve onun elini tutuyordu. Yoğun bakım ünitesinin olduğu kata gelinceye kadar da elini bırakmadı. Madison annesinin yatırıldığı odayı dev bir cam duvarın ardından seyretti önce. Mary bembeyaz çarşafların arasında nasıl da minik ve savunmasız görünüyordu. Yıllar boyu tükettiği zehir ondan tüm güzelliğini ve yaşam enerjisini adeta çekip almış, geriye boş ve işe yaramaz bir kabuk bırakmıştı sanki. Tüm bunlar onun suçuydu. Babası olacak adamım. Gözlerini yakan yaşlardan hızla kurtularak giyinmek için hazırlandı. Sonra da annesinin yanına, yoğun bakım odasına girdi. Annesi bir yığın tüplere ve makinelere bağlıydı. Onu daha önce de kendinden geçmiş halde görmüştü ancak hiç bu seferki kadar kötü değildi. Uzanıp ufacık elini ellerinin arasına aldı. Sonra da içinde bastırdığı tüm hislerinin gözyaşı olarak yanaklarından akmasına izin verdi. Kısa süre içinde de hıçkırıklara boğuldu. Nick elini cama yaslamış sevdiği kadınına acı çekmesini çaresiz gözlerle izliyordu. Ona yardım edemediği için içinden kendine lanetler yağdırıyordu. Madison perişan haldeydi. Onu hiç bu kadar üzgün ve yıkılmış halde görmemişti. Elinden bir şey gelmeliydi ama neydi? "Sen onun erkek arkadaşı mısın?" Arkasından gelen yorgun ses orta yaşını epey geçmiş bir adama aitti. Belki yaşından daha da gençti fakat yüzü öyle çökmüştü ki, tahmin etmesi güçtü. "Kim soruyor?" "Adım Benjamin. Ama herkes bana Barry der. Mary'nin kocasıyım." "Memnun oldum Bay Barry. Benim adım da Nick." "Soruma cevap vermedin. Onun erkek arkadaşı mısın?" Nick gözlerini Madison'a çevirdikten sonra iç geçirdi. "Daha fazlası olmayı planlıyorum." "Bu iddialı bir laf evlat." Adamın yarı kapalı göz kapakları ya uykulu ya da sarhoş olduğunu gösteriyordu ancak Nick hangisi olduğunu tahmin edemiyordu. Sesi fazla sigara içmekten kalınlaşmıştı. Üzerinde çizgili bol bir eşofman altı ve kocaman göbeğini geren lekeli bir atlet vardı. "Şimdiye kadar Madison'ın hiçbir erkek arkadaşıyla tanışmamıştım ama seni bir yerlerden gözüm ısırıyor sanki." Adamın baykuş gibi bakan gözleri dikkatle kısıldı. "Daha önce karşılaşmadığımızdan emin misin?" "Hayır sanmıyorum." dedi Nick ve hemen ardın huzursuzlukla Madison'la annesine baktı. "Onun bu kadar içmesine izin vermemeliydiniz." "Hah. Sanki beni dinlermiş gibi. Mary her zaman aklına estiğini yapan bir kadındır. Ve inan bana aklında tek bir şey vardı. Eski kocası. Benimle evliyken bile o adamı aklından bir türlü çıkaramadı. Her hafta televizyondaki Talk şovlarından bir tekini bile kaçırmadı. Gizlice gazetelerden kestiği resimlerini biriktirmeye bayılırdı. Bunlardan haberim olduğunu bilmiyordu tabi. Ama ben onu duyuyordum. Her sarhoş olduğunda sayıkladığı isim onunkiydi. Bir erkek için tüm bunların nasıl boktan bir şey olduğundan haberin var mı peki?" "Anlıyorum." Bunun bir benzerini kendi ailesi de yaşamıştı ancak Bianca güçlü bir kadındı. Kocasına ne kadar âşık olursa olsun asla onun yüzünden kendine ya da çocuğuna zarar verecek bir şey yapmazdı. "Her şeyin daha farklı olması için hiç çaba sarf ettiniz mi peki?" diye bir soru sordu birden. Sonra da bu soruyu kendisi yanıtlamaya çalıştı. Peki ya kendisi? Kendisi daha farklı bir yaşam sürebilmek için hiç çaba sarf etmiş miydi? Yoksa kolayına geldiği gibi yaşamak işine mi gelmişti. İlgisiz bir anne ve babayla büyümüştü ve bunun acısını da kendi boktan hayatından çıkarmaya çalışmıştı. Madison ondan daha beter ebeveynlere sahipti fakat kadın kendi yolunu çizmiş, üstelik hem kendisi hem de kız kardeşinin hayatını kurtarmayı becermişti. Nick kendinden utanarak camın ardında duran kadına bir kez daha hayranlıkla baktı. Madison Goldberg'e âşık olmamak imkansızdı. Ve bu tapılası kadın kalkmış ondan ayrılmak istediğini söylüyordu. Nick buna izin verirse hayatının en büyük hatasını yapacağından emindi. Madison'ın düzeltmeye başladığı hayatının. "Bu seni hiç alakadar etmez evlat." diye çıkıştı adam. "Sen kendi işine bak!" Nick'i tersledikten sonra kendi kendine homurdanarak koridorda gözden kayboldu. Madison içeriden çıktığında yanakları ıslaktı ve gözleri kan çanağına dönmüştü. Nick koşup ona sıkıca sarıldı. Madison'ın da ona karşılık vermesi Nick'i umutlandırmıştı. "O çok... kötü görünüyor Nick." "Her şey yoluna girecek bebeğim. Sana söz veriyorum." "Hiç bir şeyin düzeleceği yok. İkisinden biri yok olmadan bu işkence asla sona ermeyecek." Nick çenesine dokunup endişeyle yüzüne baktı. Madison'ın bakışları kararmıştı. "Sen neden bahsediyorsun?" "Babam olacak bencil pislikten nefret ediyorum. Ona bunları yaşattığı, hayatına girip onu alt üst ettikten sonra da çıkıp gittiği için. Bizi ardında bıraktığı, onu işe yaramaz bir kadın haline dönüştürdüğü için, annelik duygularını öldürdüğü ve şimdi de onu ölüme sürüklediği için o adamı kendi ellerimle gebertmek istiyorum." Son sözlerini çığlık atar gibi söylediğinde Nick başını göğsüne yaslayıp ona daha sıkı sarıldı. Madison titreyerek burnunu çekerken kalbi sevdiği kadın için parçalara ayrılmıştı. "Şşşt. Sakin ol biraz. Rahatla." Madison uzun bir süre konuşmadan kollarında kaldı. En sonunda başını kaldırdığında Nick elleriyle saçlarını geriye atıp yüzünün her bir detayını ezberlemeye çalışır gibi bakıyordu. "Onun gibi olmak istemiyorum Nick." diye aniden fısıldadığında Nick'in elleri donup kaldı. Madison'ın bakışlarında hüsran ve tükenmişlik vardı. "An-nem gibi olmak istemiyorum. Böyle bir hayatı kaldıramam." "Madison." "O ve babam da birbirlerini deli gibi seviyorlardı. Yine de bu, annem hayatına ayak uyduramayınca babamın onu, bizi terk etmesine mani olmadı. O şöhreti seçti. Ünü. Gösterişli sahne hayatını." "Madison." "Hayır. Senden bir tercih yapmanı asla isteyemem. Böyle bir şeyi yaptığın takdirde sana olan tüm saygımı kaybederim zaten." "Beni çaresiz bırakıyorsun sevgilim." "Sadece beni anlamanı istiyorum." "Seni anlıyorum fakat sen de beni anlamalısın. İçinde olduğum dünyanın sensiz boş ve anlamsız olduğunu keşfettiğimden beri seni yanımda istiyorum. Bunun için her şeyi yaparım inan bana. Ayrıca senin annen gibi zaafları olan biri olduğunu düşünseydim asla seninle bir gelecek istemezdim. Sen çok farklı bir kadınsın Madison. Güçlüsün. Kararlısın. Zorluklar karşısında asla pes etmiyorsun." "Bu doğru mu gerçekten?" Nick, "Beni ne kadar zorladığını görmüyor musun?" dediğinde Madison'ın ağzından hıçkırıkla karışık bir kıkırtı kaçtı. Nick bir parça rahatlamıştı. Alnını genç kadının alnına yasladı. "Ve ben de baban gibi değilim. Endişelerini anlıyor ve hak veriyorum. Fakat ne olursa olsun seni asla terk etmem Madison. Her fırsatta beni bırakıp giden asıl sensin. Bir savaş vereceksek seninle yan yana omuz omuza vermek istiyorum, anlıyor musun? Sana karşı savaşmak istemiyorum. Bu beni kahrediyor." "Özür dilerim. Çok özür dilerim." Madison'ın boynuna doğru titreşen sesi Nick'e huzur veriyordu. Onun kollarında olduğu an kendini bu dünyadaki en yenilmez ve en güçlü adam gibi hissediyordu. "Asıl ben özür dilerim bebeğim. O şekilde çekip gitmene asla izin vermemeliydim. Peşinden gelmeliydim." "Büyükannenin zor bir kadın olduğunu bana söylemiştin. Anlayış göstermeliydim. Ayrıca bacağın kırıktı. Bu arada ayağın nasıl oldu?" Madison eğilip baktı. "Oldukça iyi. Hastaneye gitmemem için eve gönderdiğin fizik tedavi uzmanı alçı çıktıktan sonra biraz zayıf hissedeceğimi söyledi ama şimdi daha iyiyim. Yeniden çekimlere başlayabildiğim için mutluyum." "Buna sevindim." "Peki ya annen?" Nick başıyla odanın karşısındaki camekanı gösterdi. "O iyi olacak mı?" "Öyle olmasını umuyorum." Madison da annesine bakarak iç geçirdi. "İş yerini arayıp izin istemeliyim. Kendine gelene kadar buradan ayrılamam." "Sana dilediğin kadar izin veriyorum." "Ben ajanstan bahsediyordum." "Ah. Tabi haklısın." Nick gülümseyince Madison da aynı şekilde karşılık verdi. "Sen telefon ederken ben de bize içecek bir şeyler getireyim." "Sete veya başka bir yere geri dönmen gerekmiyor mu?" Nick alnına bir öpücük kondurduktan sonra, "Yalnızca burada olmam gerekiyor." dedi. "Hiçbir yere gitmiyorum." Madison adamın arkasından bakarken kendini rahatlamış hissediyordu. Az önce yalnız olduğunu düşünüyordu ama değildi. Annesi yoğun bakımdaydı ve durumu çok daha kötüye gidebilirdi. Üstelik Corine'i arayıp aramamakta kararsızdı. Bu sahnenin benzerini defalarca yaşamışlardı ve şu anda belki de en beterini yaşıyorlardı. Her şey çok kötüydü. Yine de Nick yanında olduğu için kendini mutlu hissediyordu. Aradan uzun saatler geçmişti. Gece yarısından önce Gena ve Drake uğrayıp geçmiş olsun dileklerini iletmişlerdi. İkili oldukça tuhaf ve durgun gözüküyordu ancak Madison ne olduğunu soracak kadar kendini güçlü hissetmiyordu. Bir kaç hemşire Nick'i tanımıştı ve bir imzalı resim karşılığında sessizlik yemini etmişlerdi. Madison haberin bir saatin içinde tüm hastaneye yayılacağından emindi. Yine de mucize eseri kimse onları rahatsız etmemişti. Barry gitmiş bir daha da geri dönmemişti. Doktor Abel her saat başı annesini kontrol etmek için uğruyordu. Mary henüz uyanmamıştı ve her geçen saatle birlikte Madison'ın umutları da tükenmeye başlıyordu. Neredeyse sabah olmak üzereydi. Nick de onun gibi sabaha dek gözünü kırpmadan elini tutmuş, her iki saatte bir ona dört blok ötedeki Starbucks'dan ekstra boy sıcak kahve getirmişti. Yemek için ısrar ettiği halde Madison'ın canı hiçbir şey çekmiyordu. "Nick?" "Hmm?" Nick'in sesi uykulu çıkıyordu fakat Madison sakince inip kalkan göğsünde yatarken onun uyumadığını biliyordu. "Sana teşekkür etmek istiyorum." "Ne için?" "Benimle burada kaldığın için." Nick iç geçirdi. "Karşılığında senden bir iyilik isteyebilir miyim peki?" Madison doğrulup Nick'in yüzüne baktı ancak şapkası yüzünün büyük bir kısmını örttüğü için yüzündeki ifadeyi çözemiyordu. "Burada olmaz seni hergele." "Hey. Sandığın gibi bir şey değildi." Adamına ağzı gülümserken iki yana kıvrıldı. "Aklından neler geçiyor senin öyle?" "Bunun suçlusu kim peki?" "Peki peki, kabul ediyorum." "Ne istediğini söyle hadi?" "Sadece bir af daha istiyorum senden." "Söylemiştim. Seni affettim." "Eğer izin verirsen bu hakkımı ileride bir gün kullanmak üzere saklı tutmak istiyorum." "Tekrar hata yapmaktan mı korkuyorsun?" "Tekrar hata yapacağımı biliyorum." "Bunu bu kadar kafana takma Nick. Ben de hata yapabilirim." "O halde ben de seni affederim." "Şimdiden mi?" "Evet." "Ne olursa olsun mu? Yani bana o kadar güveniyor musun?" "Kendime güvenmediğim kadar hem de." "Tanrım Nick." "Seni ne kadar çok öpmek istediğimi bilseydin, eminim bana böyle bakmaktan vazgeçerdin." Madison gülümseyerek göğsüne yatmadan önce Nick alnına uzun bir öpücük kondurdu. İkisi uykunun kollarına teslim olmak üzereyken birden Mary'nin odasından alarm sesleri yükselmeye başladı. Odaya doluşan hemşirelerden önce Madison yerinden fırlamıştı. Annesine yapılan müdahaleyi camın ardından çaresiz gözlerle izliyordu. Nick yanı başında elini tutmuş ona destek vermeye çalışmıştı. Koridordan gelen adım seslerini işitmemişlerdi. Yanlarına yaklaşan adamı da camdan yansıyana dek fark etmemişlerdi. Madison başını çevirip baktı. Annesinin bu halde olmasına sebep olan adam yanı başındaydı. |
0% |