@sagetaylors
|
Pink Fashion L.A'nın en iyi Meksika salatası yapan butiklerinden biriydi. Yanlış duymadınız. Bu altı katlı devasa mağaza, adından da anlaşılacağı üzere baştan aşağıya pembe ve onun tonlarıyla dekore edilmesinin yanı sıra alışveriş yaparken müşterilerini rahat ettirebilecek her türlü konfora da sahipti. İçki servisi için mini bir bar, garsonlar ve tabi özel localarda şahsi defilenizi izlerken, menüsü hafif bir öğle yemeği de buna dâhildi. Bianca da işlerinin yoğunluğu sebebiyle henüz öğle yemeği yiyememiş, üstelik bir kaç günden daha az bir zamanı kaldığı halde biricik oğlunun doğum gününde ne giyeceğine henüz karar verememişti. Bu yüzden bulduğu ilk fırsatta iki işi bir arada yapmak üzere saat on birde kuaförüyle olan randevusunu erteleyip soluğu Pink Fashion'da almıştı. Böyle gecelerde genellikle özel dikim tasarım gece elbiseleri giymeyi tercih ederdi. Birçok modacı arkadaşı ona bu konuda yardımcı olmak için gönüllü olmaya hazırdı. Fakat Bianca'nın şu sıralar yeni bir elbise diktirmek için harcayacak ne zamanı ne de enerjisi vardı. Gerçi bu butiğe de en fazla iki defa gelmişti, ama aldığı güler yüzlü hizmet ve ikramların kalitesinden sonra bundan sonra daha sık uğramayı düşünüyordu. Mağaza tamamıyla elit kesime hitap ediyordu. Bunu fiyatların borsadaki yükselişiyle yarışmasından, giysilerin şıklığından ve dekorasyona olan finansal özenden anlamanız mümkündü. Yerler mürdüm renginde, üzeri simli parlak taşlarla döşenmişti. Katlar arasındaki merdivenler cam kadar saydamdı ve üzerinde pembe neon renkli LED’ler vardı. Duvarlarda pembe otrişlerle çerçevelenmiş geometrik aynalar asılıydı. 'Çok fazla pembenin yanı sıra çok fazla ayna' diye düşündü içinden Bianca. İnsanın baktığı her yerde en ufak kusurlarının bile yüzüne vurulmasını görmek kadar rahatsız edici bir şey olamazdı. Kendi kusurları olduğundan değildi elbette. Güzelliği için bir servet harcamıştı, hâlâ da harcamaya devam ediyordu. Onun kusurları dış görünüşünde değil, içindeydi. Dışarıdan bakan birinin ruhundaki delikleri görmesi mümkün değildi. Ya da yırtıkları mı demeliydi? Etrafında pembe gömlekli görevliler dolaşırken Bianca kendini Şeker Kız Candy'e ait bir dünyanın ortasında beyaz bir nokta gibi hissediyordu. Kısa kollu ve hatlarını tamamen saran diz boyu beyaz elbise seçimi için kendini bir kez daha tebrik etti. Aksi halde her tarafı renk cümbüşüyle çevrili bir mağazanın ortasında kaybolma ihtimali yüksekti. Binanın en üst katındaki özel salona alınmıştı. Santa Monica'nın muhteşem sahil manzarasını, üzeri pembe şekerlemeli donutlarla dolu yuvarlak bir masada ve bir kadeh Campari eşliğinde izlemenin keyfini çıkarmaya çalışırken bir yandan da tabletinden magazin gündemini takip etmeye çalışıyordu. Etrafında soru soran en az yarım düzine kadar insan varken ne kadar mümkünse tabi. Haberlerin şekli değişse de içeriği hep aynıydı. En ezeli rakibi olan eski sinema sanatçısı Anna Morales, oğlu yaşındaki yeni sevgilisiyle geçen sene kocasına ameliyatla toplattırdığı bacaklarını cüretkarca sergileyen mayo tipinde bir gece kıyafetiyle bir açılışta boy gösteriyordu yine. Kızı önceki hafta trafikte alkollü araba kullanırken yakalanmıştı ve kameraların önünde trafik polisinin üzerine kustuğu için günlerce basının dilinden düşmemişti. Pam'in ailesi; hippi kılıklı büyük annelerinden tutun da, bir zamanlar Mehti olduğunu iddia eden akıl hastası babasına kadar baştan sona kaçıktı. İçlerinde aklı başında olan tek adam Eduardo'ydu. Fanny'nin ortağı hem yakışıklılığı hem de sıfırdan kurduğu servetiyle ailenin altın çocuğuydu. Böyle düzgün bir adamın öyle bir aileden çıkması büyük başarıydı. Eduardo ekonomi dergilerinde boy gösterirken, Moralesler magazini kirletecek her türlü olaya damgalarını vuruyorlardı. Adına şöhret dedikleri rezillikte tam bir marka olmuşlardı. Neyse ki Bianca'nın öyle kötü bir şöhrete ihtiyacı yoktu. Nickholas'ın kendini kaybettiği dönemlerde zaten yeterince dedikodu malzemesi olmuşlardı. İyi ki şu kızı bulmuştu da, oğlunu iyice bir hizaya sokmuştu. Madison'ın Nickholas üzerindeki etkisi yadsınamazdı. Kız iyi eğitim almış, düzenli ve zekiydi. Üstelik hazırcevaplığı ve küstahlığıyla kimseye pabuç bırakmıyordu. Bianca Madison'a bu konuda ne kadar sinir olsa da, içten içe kızı takdir ettiğini kendine itiraf ediyordu. Kızı işe almadan önce geçmişini araştırmıştı. Alkolik bir anne ve üvey baba elinde büyüyen kız, kardeşlerin en büyüğüydü. Öz babasının Harrison Gold olduğunu öğrendiğinde inanmakta zorlanmıştı. Harry varlıklı bir adamdı, ama anlaşılan boşandıktan sonra ailesiyle hiç bir ilişkisi kalmamıştı. Anne de kendini içki şişelerinde kaybettikten sonra tüm ailenin yükü Madison'ın omuzlarındaydı. Bianca Madison'daki azmi ve çalışkanlığı kendine benzetiyordu. Kriz anlarında pratik ve atikti. Aileyi bir arada tutma çabaları da karşılaştırıldığında aslında birden fazla ortak noktada birbirlerine benzediklerini söyleyebilirdi. Kız hem güzel hem becerikliydi. Oğluna karşı bir ilgisi olduğu da kesindi. Bir kadın ve anneydi. Böyle şeyleri hissederdi. Fakat Bianca, oğlunun statü ve dengelerin eşit olacağı Barbara'yla bir hayat sürdürmesini istiyordu. Oğlu ve ünlü mankenle bir zamanlar birbirlerine delicesine âşıklardı. Aralarında son anda çıkan anlaşmazlık yaşanmasaydı, Bianca şimdiye belki de torunlarını kucağına almış olacaktı. Nick ayrıldıktan sonra o kızın isminin telaffuz edilmesinden bile yasaklamıştı. Bu yüzden Las Vegas’ta kameraların önünde öpüşmeleri Bianca'nın aklını soru işaretleri doldurmuştu. Oğlunun neden önce kıza ümit vermişken sonra peşinden gitmediği de ayrı bir soruydu. Belki de ilk adımı Barbara'nın atmasını bekliyordu. Bu yüzden ikisini aynı filmde oynatabilmek için Fanny ile uzun bir konuşma yapmak zorunda kalmıştı. Dedikoduların yeniden onların bir çift olarak dolaşması üzerine ise Nick yeniden basının karşısına çıkmış ve aralarında hiçbir şey olmadığını söylemişti. Oğlunun ne yapmaya çalıştığını anlamıyordu.ve anlaşıldığı üzere boşa kürek çekiyordu. Fakat pes etmeye hiç niyeti yoktu. Doğum günü partisinde ne yapıp edip o ikisini bir araya getirecekti. Zaten oğlu da buna onay vermişti. Yapacağı son şey bile olsa Nick'i mutu görmek istiyordu. Kaos ve hareketlilikten artık bıkmıştı. Nick ve Ander ile uğraştığı koca bir ömürden sonra Bianca artık sükunet ve huzur arıyordu. Bir kız seçtiği elbiselerle dolu askılığı sürüklerken, diğeri elbiseleri ikişer ikişer Bianca'ya göstermeye başladı. Bianca içlerinden daha sonra deneyeceklerini eledikten sonra ise onları deneme kabinine taşıdı. "Bu ikisi için ne düşünüyorsunuz Bayan Brooklyn?" Bianca yeni bir tercih için başını okuduğu haberden kaldırıp, biri yerleri süpüren, etek uçları ve kol ağzı incilerle bezeli, sedef rengi, diğeri som altından yapılmış gibi görünen ve vücudunu ikinci bir deriymiş gibi sarabilecek kadar dar elbiselere baktı ve başını iki yana salladı. Hevesle gülümseyen kız hayal kırıklığına uğramıştı. O sırada garsonluk yapan başka bir kız, "Salatanızda ekstra sos ister misiniz efendim?" diye sordu. Bianca tam evet demek üzereydi ki bariton bir ses arkasında, " Harika olur." diye onun yerine cevap verdi. "Salata iki olsun. Benimkinin yanında ızgara tavuk ve ekmek de istiyorum. Tanrım, öyle açım ki. Ve hanım efendinin içtiği aperatiften bir kadeh lütfen." "Emredersiniz Bay Andersson." Adam eğilip Bianca'nın boyun çukuruna bir öpücük kondurdu. "Nasılsın hayatım?" "Ander?" Bianca ürpertisini bastırarak adama ters bir bakış attı. Garson hızla uzaklaşırken adam teklif beklemeden takım elbisesinin ceketindeki tek düğmeyi açmış ve karşısındaki iskemleye yerleşmişti. "Son günlerde bu soruyu sormaktan epey sıkıldığımı itiraf ediyorum, ama burada ne işin olduğunu sorabilir miyim?" "Sana da iyi günler Bianca. Bakıyorum bugün yine ışık saçıyorsun." Adam ışıl ışıl gülümserken genç kadın bıkkınlıkla elindeki tableti masaya fırlattı. "Burada olduğumu nasıl öğrendin?" "Sekreterin Laurell söyledi." "Sormandaki sebep peki?" "Sadece karımla baş başa bir öğle yemeği yemek." İki kız ellerinde elbise askılarıyla karşılarında dikilmişti. Bianca biri ateş kırmızısı, diğer saks mavisi olan elbiselere göz ucuyla baktı. Ander hemen, "Kesinlikle kırmızı." diye bir öneride bulununca Bianca katı bir sesle, maviyi tercih ettiğini söyledi. Oysa o da kırmızıyı beğenmişti. Sırf adama gıcık olsun diye olumsuz yanıt vermişti. Fakat bu kez de adam üstüne alınmıştı. Ander'in kurnazlıkla kıvrılan dudaklarında bir tebessüm belirdi. "Eminim mavi de sana çok yakışacaktır." diye mırıldandı. Mavi gözleri muzır bir şekilde parlıyordu. Bianca aradan bunca yıl geçmesine rağmen kocasının bakışlarından etkilendiği için kendini aciz hissediyor ve bu histen nefret ediyordu. Keşke istemediği duygulardan kurtulmanın bir yolu olsaydı. Ander'in oturuşu rahat, bakışları derindi. Ukalalığı gibi özel dikim takım elbisesi yine üzerine tam oturmuştu. Zaten kadınları bir mıknatıs gibi çeken şey de bu şeytani cazibesiydi. Normalde Bianca onun kur yapmasına aldırış etmezdi. Toplum içinde sık sık yaptıkları bir gösteriydi. Fakat son günlerde Ander'in adeta bir gölge gibi onu takip ettiği hissi, dahası baş başa kalmak için fırsat kolladığını bilmek onu rahatsız ediyordu. Bu beklenmedik kompliman karşısında onu cevap vermekten garsonların servise başlaması kurtardı. "İtalya'da bir seminerde olman gerekmiyor muydu senin?" diyerek okları yeniden kocasına çevirdi. "Yoksa tarihi yanlış mı hatırlıyorum?" Ander o sırada masaya getirilen kadehten bir yudum aldığı için cevap vermeyi geciktirmişti. "Vardı ama gitmedim. Ah, bu güzelmiş. Adı ne bunun?" "Campari efendim." "Meyveli ve hoş bir aroması var. Tıpkı yıllar önce balayımızda içtiğimiz içkiye benzemiyor mu?" "Bilmem." dedi Bianca kuru bir sesle. "Balayımızda böyle bir içki içtiğimizi hatırlamıyorum." "Aradan çok uzun zaman geçti, ama ben hatırlıyorum. Havuz başındaki ilk sabahladığımız geceydi sanırım." "Karıştırıyorsun. Havuz başında hiç sabahlamadık biz." Adamın kaşları şaşkınlıkla havaya kalktı. "Nasıl olur?" "İlk gecemizde sen otel müdüresini becermiş, ben de balkonda tek başıma beyaz şarap içmiştim. Bahsettiğin kokteyli onunla içmiş olmalısın." Garson kız gözleri yuvalarından fırlamış halde kızararak yanlarından telaşla uzaklaşırken Ander dudaklarını öfkeyle birbirine bastırdı. Yüzünün hali de neydi öyle? Yoksa utanmış mıydı? Bianca kendine yakıştırsaydı bu durum karşısında gözlerini devirirdi. Onun yerine pes bir nefes vererek Ander'in kolaylıkla ondan başka etraftaki herkesle ilgileniyormuş gibi bakışlarını kaçırmasını izledi. Elbiseler hakkında yorum yaptı, yemeklerin servisiyle ve tatlarıyla ilgili garsonlarla şakalaştı. Bianca sürekli tekrar eden ve giderek basitleşen Broadway taklidi bu gösterilerden artık bıkmıştı. Sonunda adam, "Neden bana öyle bakıyorsun?" diye sorduğunda dayanamayıp patladı. "Çünkü sana artık katlanamıyorum." "Anlayamadım?" "İki hayatı birlikte sürdürmek seni de yormuyor mu? Çünkü ben gerçekten yoruldum." "Neden bahsettiğini anlayamıyorum hayatım, sinirlerin filan mı bozuk senin." "Bozuk olan sinirlerim değil, bu hastalıklı evlilik." dedi Bianca, hâlâ ona kafası karışmış gibi bakan adama karşı daha fazla dayanamayıp gözlerini devirdi. "Neden sürekli beni takip ettiğini sorabilir miyim?" "Seni takip etmiyordum. Sadece boş vakitlerimi senin yanında geçirmekten hoşlanıyorum." "Ne zamandan beri?" "Şey, bilmiyorum. Bir süredir." "Seni iyi tanıyorum Ander. Ama neden durup dururken bu kadar kibar ve ilgili bir eş olmaya çalıştığını anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum. Amacın nedir?" "Bana haksızlık ediyorsun. Ben her zaman sana karşı kibar ve ilgili bir eş oldum." "Başka kadınların yatağında olmadığın zamanlarda." Ander'in rahatsız olmuş gibi kaş çatması ve yerinde huzursuz şekilde kıpırdanması, sonunda allı pullu zırhında bir delik açmış olmanın zaferini kazandırdı Bianca'ya. "Bu konuda tartışmak gereksiz." diyen adam yemeğinden bir parça alıp çiğnemeye koyuldu. Bianca hâlâ adamın pişkinlikle karşısına geçmiş bu kadar rahat yemek yemesini kabullenemiyordu. Ander, "Geçmişte bazı hatalar yaptığımı kabul ediyorum." diye itiraf etti sonunda. "Ama bunlar artık geride kaldı." Bianca isterik bir kahkaha attı. O sırada elbise tanıtımı yapmak üzere yanına yaklaşanları elinin bir hareketiyle savuşturup uzaklaştırmıştı. "Daha sonra." Kocasına döndü. "Bazı hatalar demek? Tanrım..." Bianca gülmeye devam ettikçe Ander'in yüzündeki memnun ifade yavaş yavaş siliniyor, yerini zorlama bir ifadesizliğe bırakmaya başlıyordu. Ne yazık ki yakışıklı yüzündeki -kahretsin ki hâlâ yakışıklıydı- her bir kas hâlâ gergindi. "Akşam yemeğine söz verdiği halde gelmemek bir hatadır. Karının doğum gününü yanlış hatırlamak, çocuğunun veli toplantısına bildiğin halde gitmemek bir hatadır. Tanrı'nın her kahrolasıca günü vajinası olan her kadını becermek değil." "Yapma lütfen Bianca. Biz seninle daima kusursuz bir çift olduk." Bianca ağzını keten peçetesine silerek arkasına yaslandı. Gözleri hissettiği hiddet yüzünden ateş saçıyordu. Uzun zamandır bu kadar öfkelendiğini hatırlamıyordu. Yine de rezalet çıkarmamak adına sakinliğini korudu. "Yanılıyorsun. Bizimkisi en başından beri kusurlu bir evlilikti. Hastalıklı bir piç kurusundan başka bir şey değildin sen. Beyninde sürekli başka kadınlarla çiftleşmeyi arzulayan bir manyakla yaşıyordun. Ben ise her şeye rağmen sana sadık kalacak kadar aptaldım." Ander'in gözlerinde bir ışık yandı. Neydi bu? Rahatlama mı? "Bianca?" "Daha bitirmedim. İnsanların gözlerinin önünde onların görmek istediği mutlu bir çiftmişiz gibi rol yapıyorduk. Oyunculuğumun hakkını veriyordum kısacası. Ve bunları sırf senin aile itibarını korumak için yaptım. Ve artık buraya kadar, anlıyor musun? Bitti. Özgürlüğümü geri istiyorum." Ander keskin bir tonda, "Bizi yalnız bırakın." dedikten saniyeler sonra salondaki herkes dışarı çıkmıştı. Sonra yeniden derin bir nefes aldı. Bianca kafasında kendi savunmasını hazırladığını anlamıştı. "Çapkınlığın tıpta bir hastalık olduğunu biliyor muydun?" "O halde neden kendini tedavi ettirmek için herhangi bir yol aramadın?" "Bunu denemediğimi mi sanıyorsun?" Ander elini tutmak için masada uzatınca Bianca hızla elini geriye çekti. Kocası hüsran dolu bir iç çekti. "Yaptığım her şey için ne kadar pişman olduğumu bilemezsin Bianca. Seni ne kadar üzdüğümün farkında bile değildim, inan bana." "Bu da yeni oyunlarından biri mi? Çünkü bu yalanları kaç kere dinlediğimi tahmin bile edemezsin. Artık karşında o yeni yetme kız yok senin." "Bianca lütfen." Adam sandalyesinde kıpırdandı. Yüzündeki çizgilerin derinliğinden acı çekiyormuş gibi bir hali vardı. "Bu konuyu burada konuşmayalım." "Neden? Utandığın için mi? Yapma lütfen Ander, sen bu duyguyu tanımazsın bile." "Yeri ve zamanı olmadığı için." dedi adam dişlerinin arasından ıslık gibi bir sesle. "Ne desen haklısın. Hakaretlerinin hepsini kabul ediyorum. Senden beni affetmeni beklemek büyük haksızlık olurdu. Sadece bundan böyle yanında olmama izin ver yeter." Ander söylediklerinde samimi görünüyordu. Yüzündeki ifadeden dalga geçmediğini, söylediklerinde ciddi olduğunu anlamak mümkündü. Bianca onu o kadar uzun zamandır tanıyordu ki, yüzündeki her bir çizgiyi ezbere bilirdi. "O halde sana başka bir soru sormama izin ver. Neden şimdi?" "Bu soruyla nereye varmak istediğini anlayamadım?" "Bence gayet iyi anladın." dedi Bianca alayla. "Evliliğimizde neredeyse otuz yıla yaklaştık. Neden daha evvel değil de şimdi günah çıkarmaya çalıştığını bilmek istiyorum. Yoksa günahlarına kılıf aradığını mı demeliydim?" "İstediğim ne günah çıkarmak ne de onlara bir kılıf aramak. Tek istediğim..." Ander kendine son anda hâkim olabilmiş gibi hiddetle yükselen sesini alçalttı ve öne doğru eğilip kararlılıkla genç kadının gözlerinin içine baktı. "seni geri kazanmak." Bianca bu itiraf karşısında afallamıştı. Adamın bu isteğinde samimi olduğunu düşünmüyordu açıkçası. Evet pişman görünüyordu. Ve çaresiz. Ama asla bundan emin olamazdı. Geçmişte adam yaptıkları yüzünden birçok defa af dilemiş ve sonunda yine bildiğini okumamış mıydı? Şimdi değişen neydi? İnsan yedisinde neyse yetmişinde de oydu. Bianca bir tek bunu biliyordu. Genç kadın kendini hızla toparladı. Ufacık bir anlığına da olsa adamın onda yarattığı etki yüzünden kendine öfkelenmişti. Yapacağı şeyin sonuçlarını umursamadı. Elini uzattı ve tutmak için hâlâ hevesle bekleyen Ander'in gözlerinin içine bakarak önünde duran kadehi boşluğa bıraktı. Kırılan cam bardak boş odada gök gürültüsünü andıran bir ses çıkarmıştı. Ander refleks olarak yerinde sıçradı "Seni affetmemi ve yeniden gerçek bir çift olmamız için benden bir şans mı istiyorsun?" dedi Bianca sakince. "O halde bu bardağı yeniden bir araya getirmeyi dene. Ancak o zaman bu dediğini düşünmeye razı olurum." Bianca son sözlerinden sonra yerinden hışımla kalktı. Kırık parçalara çaresizce bakan Ander'i kaygıları ve vicdanıyla baş başa bırakmıştı. .................. Havada süzülüyordu. Sert kollarda ve boşlukta adeta uçarcasına hareket ediyordu. Hayır, bu uçmak değildi. Madison göz kapaklarını yavaşça araladı ve evinin sokak kapısında olduklarını gördü. Arabada uyuduğunu hatırlamıyordu. Nick onu dinlenmek için eve götürmeyi teklif ettiğinde yorgun olduğunun farkında değildi halbuki. "Nick?" Bakışları kaşlarına kadar indirdiği çiçekçi şapkasının altından Nick'in gözleriyle buluştu. Genç adam bir yandan kucağında onu tutmaya çalışırken bir yandan çantasından anahtarını bulmaya çalışıyordu. "Ne yapıyorsun Tanrı aşkına?" "Şişşt. Sen uyumaya devam et. Ben şimdi hallederim." Genç adam aradığını bulamayınca küfretti. Ardından kapıyı tekmeledi. Madison gülümsedi. "Neden kapıyı çalmıyorsun? Eminim evde birileri vardır." "Saat sabahın beşi. Arkadaşlarını uyandırmak istemiyorum." Madison gözlerini devirdi. "Çok düşüncelisin." "Sana uyumanı söylememiş miydim ben?" "Artık uyandığıma göre beni yere indirebilirsin." "Olmaz. Servis hizmeti kapıya kadar. Hatta yatağa kadar." diye ekledi Nick. "Kendim yürüyebilirim." "Israr etmek zorundayım." Madison kendini öyle gevşemiş hissediyordu ki, daha fazla üsteleyemedi. Sonunda kapıyı açıp içeri girdiklerinde iç geçirip kollarını adamın boynuna sıkıca dolamıştı. Yanağı göğsünde tam kalp atışlarının üzerindeki yerini aldı. 'Nasıl da güzel kokuyor' diye geçirdi içinden. Misk ve sandal ağacının büyüleyici aroması, adamın kendine has kokusuyla karışmıştı. Son günlerde kendini huzurlu hissettiği tek yer burasıydı. Nick'in kalp atışları ve baş döndüren kokusu. Kalp atışlarının ritmi ona adeta ninni gibi geliyor, kokusu sakinleşmesine, gevşemesine yardımcı oluyordu. Arabada da aynı pozisyonda yatmış olmalıydı ki, hemencecik uyumuştu. Nick onu bitmek bilmeyecek gibi gelen merdivenlerden yukarı taşıdı. Sonra daire kapısını açıp içeri girdi. İçerisi karanlıktı. Holün ışığını yakmak için bir süre oyalandı. Sonunda ışığı açıp soluklarını düzene sokmak için bir müddet bekledi. "Bacağın nasıl?" diye sordu Madison. "Daha iyi." "Dünya sevgili taşıma rekorunu kırdın Nick. Artık beni yere indirebilirsin. Ciddiyim. " "Daha değil." dedi Nick nefes nefese. "Odan nerede?" "Koridordaki ilk kapı." Tam o sırada bahsettiği koridordan şortunun üzerine bir tişört geçirmeye çalışan Drake ile çiçekli mini şort takımı giymiş Gena görünmüştü. İkisi de ışığa alıştırana kadar gözlerini kırpıştırıp durdu. "Özür dileriz çocuklar. Sizi uyandırdık mı?" "Sorun değil." dedi Gena hemen. "Hoş geldin Madison." "Hoş bulduk." dedi Nick. Gena Nick'in sesini duyduğu anda hızla uyku mahmurluğundan sıyrıldı. "A, hoş geldin Andersson." dedi telaşla. "Seni beklemiyorduk." "Bu saatte rahatsız ettiğimiz için üzgünüm, ama özel bir paketi evine kadar teslim etmem gerekiyordu." "Hey! Ben bir paket değilim." diye yalandan itiraz etti Madison. "Ve sen de kargocu değilsin." "Uyandığı zaman hep mi böyle huysuz olur yoksa sırf ben varım diye mi yapıyor?" "Daima." diyerek gülümsedi Drake. "Hey. Ben de buradayım, unuttunuz mu?" "İçeri geçsene. Ayakta kaldın." "Teşekkürler." Nick kollarında Madison'la birlikte salona geçip kanepeye oturdu. Sanki gereken en doğru yermiş gibi, Madison'ı da kucağına çekmişti. İkiliyi birbirine yapışıkmış gibi -ki belli ki birbirlerinden ayrılmaya henüz hazır değillerdi- otururken gören Gena gülmemek için dudaklarını kenetledi. "Vay canına. Hovarda film yıldızı Nickholas Andersson bizim salonumuzda." Drake'in sesinde en ufak bir iğneleme yoktu. Fakat Gena kolunu çimdikleyince inledi. "Hey! Ne dedim ki ben şimdi?" "Sen neden çeneni kapatıp hepimizi birer bira getirmiyorsun sevgilim? Eminim Nick ve Madison susamışlardır." Drake homurdanarak buzdolabına yürürken Gena, "Öyle demek istemedi." dedi, açıklama gereği hissetmişti. Nick gülümsedi. "Aslında haksız sayılmaz. Eskiden olduğum adam tam olarak öyleydi." Gena da gülümseyerek karşılık verdiğinde Drake soğuk biralarla geri dönmüştü. İkili karşılarındaki tekli koltuğa geçti. Drake otururken Gena koltuğun koluna tünedi. "Annen nasıl oldu? Bugün arayıp durumunu soramadık. İkimiz için de ajansta yoğun bir gündü." "Sorun değil G. Benim iş yükümü de üstlendiğiniz için size ne kadar minnettar olduğumu bilemezsiniz." "Saçmalama. Arkadaşlar bunun için vardır." diye araya girdi Drake. "Teşekkürler." Madison içeceğin bir yudum alıp Nick'e sokuldu. "Bu zor günlerimde desteğinizi hissetmek gerçekten harika. Annem bugün daha iyiydi. Sabah uyandı ve telefonda Corine ile bir kaç kelime konuşacak kadar kendindeydi. İlaçlar işe yarıyor gibi görünüyor. Doktor sinirlerindeki baskının azalmaya başladığını söyledi. Böyle giderse önümüzdeki hafta taburcu olabilirmiş. " "Bu harika bir haber." Gena el çırptı. "Senin adında sevindim Maddie." "Ben de öyle. Sanırım en kötüsünü atlattık." "Corine de rahat bir nefes almıştır." "Öyle sayılır. Kaç kere gelmek için okuldan izin alacağını söyledi, ama buna gerek olmadığı konusunda ısrar ettim. Yine de onu ne kadar orada tutabilirim bilemiyorum." "Troy'la konuştum. Corine'i bugünlerinde yalnız bırakmayacağına söz verdi." "Neden bahsediyorsun?" Madison şaşkınlıkla Nick'e döndü. "Troy'un Denver'da olduğunu bilmiyordum." "Söylemeyi unutmuş olmalıyım." Nick hafifçe omuz silkti. Sonra da Madison'ın ölümcül bakışlarından kurtulmak için birasından kaçamak bir yudum aldı. Gena hızla araya girerek, "Senin için yapabileceğimiz bir şey var mı?" diye sordu. Amacı konuyu değiştirip ortamı yumuşatmaktı. Başarmıştı. "Şimdilik yok." dedi Madison yeniden yumuşayarak. "Aslında benim için bir şey yapabilirsiniz." dedi Nick. "Neden hafta sonu birlikte doğum günü partime gelmiyorsunuz? Hem birbirimizi daha yakından tanımış oluruz." "Biz mi? Anderssonların partisinde mi?" "Bu çok iyi olur." dedi Gena hevesle. "Gideriz değil mi Drake?" "Neden olmasın." Drake gülümseyerek bira şişesini kutlama yapar gibi havaya kaldırdı. "Şimdiden mutlu yıllar adamım." "Sağ ol." Nick şişesini kaldırırken, boşta kalan eliyle Madison'ın kolunu okşadı ve karşılığında aldığı ürpertiye sırıttı. Kadın ona kötü kötü baksa da, vücudu bambaşka tepkiler veriyordu ve bu Nick'in hoşuna gidiyordu. "Ah, az kalsın unutuyordum." dedi Gena. "Şirkete senin adına bir posta gelmişti. Odana bıraktım." "Sahi mi? Kim göndermiş peki?" "Bilmiyorum. Mektup Şikago'dan. Üzerinde Wild West Company yazıyordu. Sizce de bir şirket için tuhaf bir isim, değil mi?" "Wild West mi dedin?" Nick oturduğu yerde dikleşti. "Senden ne istiyorlarmış?" Madison ne istediklerini gayet iyi biliyordu fakat o esnada söyleyip söylememekte kararsızdı. "Onları tanıyor musun?" Gena'nın sorusuna kısa bir baş hareketiyle cevap verdi Nick. Soru işaretleriyle dolu bakışları hâlâ Madison'ın üzerindeydi. "Illinois’deki bir yapım şirketi. Madison ile ne alakaları var merak ettim." "Senaryo ekibi benimle çalışmak istiyormuş." dedi Madison sonunda önemsizmiş gibi, sonra da dikkatini içeceğine verdi. "Vay. Bu muhteşem bir haber." Drake neşeyle gülümsedi. "Buna içilir işte." "Eğer işi kabul edersem Şikago'ya tanışmak zorunda kalacağım." "Ah, siktir." "Bunu bana ne zaman anlatmayı planlıyordun peki?" Nick'in sesi sertleşmişti. Madison kayarak kucağından inince, Nick oturduğu yerden hışımla ayağa kalkıp kendi sorusunu yanıtladı. "Sanırım hiç bir zaman." "Kesinleşen bir şey yoktu, tamam mı? Adamlarla henüz konuşmadım bile. Elimde sadece Bay Pedro'dan edindiğim bilgi vardı. Adamlar benim reklam filmlerimi izlemişler ve senarist açığı için benimle irtibata geçmek istemişler. Sonra aynı sabah sen geldin ve annem hastaneye kaldırıldı. Olaylar o kadar hızlı gelişti ki, söylemeye vakit olmadı. Hem sen ne zaman Troy'un kız kardeşimin peşine düştüğünü bana söyleyecektin?" "Troy kız kardeşinin peşine filan düşmedi. Sadece Denver'a gittiğinde ona da uğramak istemiş, sonra da... Her neyse konumuz şimdi bu değil. Konumuz sensin. Bana bir açıklama yapmadan çekip gidecek miydin?" "Biraz abartmıyor musun? Henüz ortada hiç bir şey yok ki." Madison'ın sesi savunmacıydı. Gena ve Drake tartışmanın başlayacağını hissediyorlardı. "Sevgilim. Neden benimle gelip köşedeki marketten çikolata almıyorsun?" "Bu saatte mi?" dedi Drake hayretle. "Yarın alırız." Genç adam birasından bir yudum alıp hararetli tartışmayı izlemeye daldı. "Ne olmuş yani? Bu saatte canım çikolata çekemez mi?" "Üst dolapta bir aylık stokun dururken mi?" "Onlar farklı. Canım şu anda dışı çikolata kaplı, içi Hindistan cevizli olanlarından istiyor." "İyi ama onlardan da-" Gena göğsüne bir dirsek atınca Drake iki büklüm oldu. "Hey!" "Hemen sesini kesip benimle gelmezsen, yarın bütün gün o çikolataların yanında bir de marketlerde tampon ararsın." Drake'in yüzünden aniden kan çekilir gibi oldu. "Lanet olsun. Tamam. Seninle geliyorum." "Yürü de hazırlanalım." Gena Nick'e sahte bir sırıtmayla Drake’i de peşinden sürükleyerek odaya götürdü. İkili beş dakika sonra bir şey isteyip istemediklerini sorarak kapıdan kaçarcasına çıkmıştı. Madison arkadaşlarının çıktığı kapıya bakarken, "Eee?" diyerek sessizliği ilk bozan Nick oldu. "Senden bir açıklama bekliyorum." "Daha ne söyleyebileceğimi bilmiyorum Nick. Her şeyi anlattım işte." "İşi kabul edip buradan taşınacak mısın?" "Bilmiyorum." "Bilmiyor musun? Ciddi ciddi bunu düşünüyorsun o halde?" "Neden düşünmeyeyim ki? Bu benim kariyerim için yepyeni bir başlangıç olacak." Nick ona bakmıyordu. Öfkeyle iki yanında tuttuğu yumruklarını sıkmıştı. Her an bir şeyleri yumruklayacakmış gibi bir hali vardı. Madison yaklaştı. Bir elini göğsüne koyarak onu yatıştırmaya çalıştı. "Ortada hiç sebep yokken huysuzluk yapıyorsun." "Ben huysuzluk filan yapmıyorum." Tanrım, adamın şu hali mızmız, küçük bir çocuğu andırıyordu. Madison gergin ve yorgun olmasaydı onu sevimli bile bulabilirdi. "Evet, huysuzluk yapıyorsun." "Hayır yapmıyorum. Tamam, belki biraz yapıyorum, ama sen de benden bir şeyler saklıyorsun." "Saklamıyordum, sadece... Of Nick. Bu konuyu kapatalım artık tamam mı? Gerçekten çok yorgunum ve sabahın beşinde Vahşi Batı şirketiyle uğraşmak istemiyorum." Nick alnını alnına yaslayarak derin bir nefes aldı. Kadının kokusunu içine çekerken gözlerini kapatmıştı. Kolları etrafında sarılıydı. "Beni sakın bırakma, olur mu? Sensizliğe dayanamam." Madison ne diyeceğini şaşırdı. Bu Nick'den hiç beklenmedik bir itiraftı. "Eğer istediğin buysa sana bu alanda iş bulmanda yardımcı olabilirim. Daha önce de seni bir takım adamlarla tanıştırmıştım, hatırladın mı? Yine yapabilirim. Gerekirse Fanny ile bile konuşurum. Benimle aynı şirkette çalışsaydın, hoş olmaz mıydı? Bir düşünsene... Birlikte aynı senaryolar üzerinde bol bol kritik yapar, düzeltmeleri beraber yapardık. Hatta belki bir gün tamamıyla senin yazdığın bir filmde bile oynarım." "Bunu gerçekten istiyor musun?" "Madison. Hayatımın hiç bir kısmını senden ayrı geçirmek istemiyorum, anlamıyor musun? Senden uzak olma fikri beni deli ediyor." Madison daha fazla konuşmasına izin vermeyerek dudaklarına elini koydu. Nick boynunu büküp ona yumuşak bir şekilde bakıyordu. Safirleri andıran gözleri adeta yalvarır gibiydi. Madison adama bakarken göğsünün sıkıştığını hissetti. Nick her seferinde ona bunu yapıyordu işte. Kalbini alt üst edip, duygularını darmadağınık ediyordu. Onunlayken verdiği hiç bir karar sağlıklı değildi, çünkü mantığı yerine yüreğiyle karar veriyordu. Şimdi ise yapmak istediği tek bir şey vardı. "Sus ve benimle gel." Nick, "Nereye?" diye sormadı. Madison kollarından sıyrılıp onu peşinde odasına doğru sürüklerken hiç itiraz etmedi. "İçerisi dağınık olabilir. Çünkü en son ne zaman topladığımı hatırlamıyorum." "Evin çok şirin diye düşünüyordum, ama odan daha da güzelmiş." diye yorumda bulundu Nick. Duvarlardaki grup posterlerini, arkadaşlarıyla olan fotoğraflarının oluşturduğu kolajları ve dağınık makyaj masasını inceleyerek. "Küçük ama bana yetiyor." Genç adam yatağın kenarına ilişip yaylarını test etti. "Yatağın da sağlam görünüyor." "Senin gibi bir Viking için asla yeterli değil." Nick hafifte olsa tebessüm edince Madison aralarındaki buzların erimeye başladığını hissedip iç çekti. İtiraf etmekte güçlük çekse de, adamın devasa bedeninin onun küçücük yatağında görmek heyecandan nabzının hızlanmasına yetmişti. Nick de bakışlarındaki ateşi hissetmiş olmalıydı ki, gülümsedi. "Gel buraya." O böyle çağırdığında neden karşı koyamadığını bilmiyordu. Madison'ın bedeni ona ihanet ederek otomatikman bu çağrıya ayak uydurdu. Adamın uzattığı eli tuttu. Hemen ardından bacaklarını ayırarak kucağına oturmuştu. Nick kollarını beline dolayarak başını göğüslerine yasladı ve içine ardı ardına derin soluklar çekti. Sanki dinlenmeye ihtiyaç duyuyormuş gibi gözlerini kapatmıştı. Madison saç diplerine masaj yaparak Nick'in rahatlamasını sağladı. "Yorgunsan burada kalabilirsin." Onunki de soruydu işte? Nick günlerdir mümkün olan her anını hastanede onun yanında geçirmişti. Gündüzleri çekimlere gidiyor, annesiyle toplantılara katılıyor, geceleri ise Madison ile birlikte sabahlıyordu. Durumu Madison'ınkinden daha iyi olamazdı. Fakat bir kez olsun şikayet ettiğini duymamıştı. "Çok istesem de bunu yapamam. İki saat sonra annemin ofisinde olmak zorundayım." Nick ellerini daha yukarı çıkararak ensesini kavradı. Şimdi o genç kadının boynuna masaj yapıyordu. Madison adamın başını kaldırıp gözlerinin içine baktı. Yüzü avuçlarının arasındaydı. "O halde ben uyuyana kadar yanımda kal." "Bunu yapabilirim işte." dedi Nick, sonra uzanıp onu şefkatle öptü. Madison'ın dudaklarının tadını aldığı anda söylediklerine çoktan pişman olmuştu. Madison yorgundu. Gözleri uykuyla yarı yarıya kapalıydı, ancak öpücüğüne karşılık verirken vücudu canlanmış gibi arzu doluydu. Nick onun böyle tepkiler vermesine bayılıyordu. İnlemeleri, iç çekişleri bir erkeği çıldırtabilirdi. Adını her söylediğinde bedeninin alt kısımlarının tepki olarak sızlaması gibi. Öpüşmelerine ara verdi. Geriye çekildiğinde Madison'ın yarı kapalı göz kapaklarının altında istekli bakışları onu mest etmişti. "Dinlenmeye ihtiyacın olmadığına emin misin? Ajans'a uğrayacağını söylemiştin." "Senin bu kadar düşünceli olduğunu görmek gözlerimi yaşartıyor." Nick güldü. "Benim de öyle, ama inan bana her an kabalaşabilirim. O yüzden kararını bir an önce versen iyi olur." "Hmmm." Parmağının birini adamın karın kaslarında gezdirirken sesi kısıktı. "Sanırım bazen kabalaşmandan hoşlanıyorum." Madison kucağına bir kedi gibi kıvrılıp mırıldayınca Nick gülmekle inlemek arası bir ses çıkardı. Genç kadın şimdi onun boynunu öpüp yalıyordu. "Tanrı aşkına Madison. Beni çıldırtıyorsun." "Canlı kanıtını görmek güzel." Genç kadın kızışmış bir halde eliyle pantolonunun ağını okşadığında Nick başını geriye atarak hırlardı. "Tam orası bebeğim, sakın durma!" "Daha?" Madison kulak memesini ısırınca Nick sert bir küfür savurdu. Ani bir hareketle dönerek onu altına aldığında genç kadın ciyaklamıştı. "Bu çok iyiydi, ama sen daha iyisini hak ediyorsun." Nick dudaklarını kadının boynuna, süratle atan nabzına dayadı. Oradaki sıcak, yumuşak teninin emerek tadını çıkardıktan sonra aşağılara indi. Madison kalçalarını kaldırarak onu davet ediyordu. Adama daha yakın olabilmek için üzerindekileri çıkarmaya koyuldu. Nick kadının çıplak tenindeki her bir santimi öpmek için eğildi. Madison, "Acele et." dedi soluk soluğa Nick'in üzerindekileri de çıkarmaya çalışırken. Genç adam düğmeleri onunla birlikte sökercesine açtığında, "Şapka kalsın." diye ekledi. Nick gülümseyerek bu isteğini kabul etmişti. Üzerinde yalnızca kot pantolonu ve şapkayla kızın üzerine uzanmıştı. Madison'ın ise üzerinde yalnızca iç çamaşırları vardı. Son parçalar da hızla zemini boyladı. Hazır olduğunu fark ettiği anda beklemeden içine girdi ve cennette olma hissiyle gevşedi. Tanrım. Birlikte muhteşemlerdi. Madison muhteşemdi. Sonraki bir saat boyunca ağızlarını konuşmak dışında her şekilde kullanmışlardı. Sonunda tükendiklerinde Madison dinlenmek için adamın çıplak göğsüne sokulup uzandığında Nick tavanı izliyor ve düşünceli görünüyordu. "Hey. Yine ne düşünüyorsun söylesene?" "Hımm?" "Ne düşünüyorsun dedim?" "Evliliğimizi." "Evliliğimizi mi?" Madison adamın sert bir küfür savurduğunu duyunca hızla toparlanarak tek dirseğinin üzerinde doğruldu. Yoksa şimdi de adam ondan boşanmayı mı istiyordu? Saçmalıyordu. Daha az önce Nick onsuz yaşamak istemediğini söylememiş miydi? O halde onu aniden böyle düşüncelere iten neydi? "Evliliğimizle ilgili yolunda gitmeyen bir şey mi var?" Nick uzun bir süre cevap vermedi. Üstelik ona bakmıyordu da. Madison'ın endişesi her geçen saniye daha da artmaya başladı. Sevişirken söyledikleri son sözleri hafızasında sıralamaya çalıştı. İki S'li kelimeler dışında bir de sanırım ona onun gibi bir kocası olduğu için ne kadar şanslı olduğunu itiraf etmişti. İyi de buna neden bu kadar bozulmuştu ki? "Beni korkutuyorsun Nick. Cevap versene? Sorun nedir?" Nick sonunda mavi gözlerini ona çevirdiğinde içleri acı ve pişmanlık doluydu. Madison aniden midesinin çalkalandığını hissetti. Adamı bakışları ürkütücüydü ve resmen kanını donduruyordu. Üzerinde örtüler olmasına rağmen üşümüştü. Ve nihayet Nick konuşmayı başardığında ise midesi az öncekinden daha çok bulanıyordu. "Madison, evliliğimiz hakkında seninle konuşmamız gereken şeyler var."
|
0% |