@sagetaylors
|
Partinin yapıldığı binanın önü bir kaç dakikanın izdihama dönüşmüştü. Sokağı siren sesleriyle dolduran polis, itfaiye ve ambulans ekipleri, kendi araçlarıyla kaçmaya çalışan insanların engeline takılıyor, geceye büyük bir hevesle hazırlananlar çil yavrusu gibi sağa sola kaçışıyordu. Patlama tüm zemini sarsmıştı. Büyük ve uğursuz bir kara duman gökyüzünde ışıl ışıl parlayan yıldızların önünü kara bir örtü gibi kaplıyordu. Müzik, dans ve ışıltıdan geriye kalan tek şey; kaos, çığlıklar ve panikti. Binadan nefes nefese çıkan biri, "Kaçın! Başka bomba olabilir!" diye bağırınca Madison güçlükle nefes aldı. İnsanların tam aksi yönüne doğru koşar adım yürümeye çalışıyordu ancak dizleri öyle çok titriyordu ki, her an yere yığılmaktan korkuyordu. Bir anda elini içgüdüsel olarak karnına koymuştu. Sanki bebeğini hissetmiş ve ona sessiz bir mesaj göndermek istemişti. O iyi, merak etme. Fakat bu sözü verebilmek için önce Nick'i kendi gözleriyle görmesi gerekiyordu. Peki ya Corine, Gena, Drake, Troy ve diğerleri? Aman Tanrım, kahrolasıca babası bile içerideki insanların arasındaydı. Hayatında sevdiği herkesi bir anda kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmak tüm sinir uçlarında kısa devre yapmasına neden oluyordu. Hatta sevmediklerini bile. Madison sarsak adımlarını hızlandırdı. Arkasında birinin tekrar ettiğini sandı fakat kulakları uğuldadığı için umursamadı. Tam köşeyi dönmek üzereyken bir polis önüne geçerek onu durdurdu. "İçeri giremezsiniz hanım efendi. Bu çok tehlikeli." "Lütfen önümden çekilin. İçeride benim için önemli insanlar var. Kız kardeşim, arkadaşlarım. Onların iyi olup olmadıklarını öğrenmem lazım." "Üzgünüm ama polis ekipleri alanı boşaltmaya devam ediyor. Sağlık ekipleri yaralılara müdahale ederken sizi içeri gönderemem. En kısa sürede yetkili biri sizinle ilgilenecektir." "Bakın, anlamıyorsunuz. Kız kardeşim içeride diyorum size. Babam. Sonra sevdiğim adam." Çocuğumun babası. "Anlıyorum hanım efendi ancak, söylediğim gibi sizi içeri alamam. Lütfen zorluk çıkarmayın." "Lanet olsun!" Omzuna dokunan dostça elin sahibi nefes nefese, "Şu anda oraya girmen mümkün görünmüyor tatlım." dedi. Eduardo’nun ona yetişmesi için belli ki koşması gerekmişti. "Bırak da insanlar işini yapsın." "Ama..." "Lütfen Madison." "Hiç biriniz beni anlamıyorsunuz. Onları görmem gerek diyorum size. İyi olup olduklarını bilmem lazım. İyi olmalılar." dedi en sonunda kendi kendine. Görüşünün bulanıklaştığını hissetti. Birden ayakları yer ile temasını kesmek üzereydi ki Eduardo ona yardım etti. Hemen ardından sıcak tombul gözyaşları yanaklarından aşağıya yuvarlanıvermişti. "Gel buraya canım." Adam onu şefkatle kollarının arasına alıp başını çenesinin altına dayadı. "Üzülme, hepsi geçecek." Sırtını dostane bir tavırla okşarken Madison'ın bedeni çoktan hıçkırıklara teslim olmuştu. "Bize ne olduğu hakkında bilgi verebilir misiniz memur bey? Patlamanın sebebi neymiş?" "Aldığımız istihbarata göre birileri partiye bir bomba yerleştirmiş." "Bomba mı?" Madison başını hızla kaldırdı. "İhbarı yapanlar adamı yakaladıklarını ancak bombayı bulamadıklarını söylemişler. Ekiplerimiz olabildiğince çabuk gelmeye çalıştı ancak belli ki birileri bizden erken davranmış." "Yüce Tanrım." "Pekala," dedi Eudardo ihtiyatla. "Hanım efendiyi duydunuz. İçeride sevdiğimiz ve önemsediğimiz insanlar var. Bir şekilde onların durumuyla ilgili bilgi almamız lazım." Madison yaşadığı şoku atlatmaya çalışırken adamın soğukkanlılıkla durumu kontrol altına almasına minnettardı. Polis memurunun vereceği cevabı beklerken burnunu çekti. Eduardo'nun binlerce dolar değerindeki ceketini sümük ve gözyaşı içinde bırakmıştı, ancak şu anda bu küçük problem endişe listesinin en sonunda bile değildi. "İnsanları ne kadar hızlı tahliye edebilirsek o kadar çabuk size yardım edebiliriz. Basının burada olması işimizi epey zorlaştırıyor doğrusu. Birinin onlarla ilgilenmesi gerek." Fotoğraf makineleri, kamera ve mikrofonlardan oluşan bir derya tam da kapı girişine yığılmış, içeri giriş ve çıkışları imkansız hale getiriyorlardı. Madison hızla cep telefonuna sarıldı fakat sinyal kesilmişti. "Onları bir kaç dakika içinden buradan uzaklaştırabilirim." dedi Eduardo. "Ancak siz de tehlike geçer geçmez hanım efendinin içeriye girmesini müsaade edeceksiniz." Polis memuru başta bunu kabul etmeyecekmiş gibi görünüyordu. Ancak sonra mantıklı bulmuş olacak ki başını sallayıp onayladı. "Tamam. Sadece beş dakikanız var bayım." "Morales. Adım Eduardo Morales. Ve bir şey değil." Polis memuru sert bir şekilde başını salladı. "Kameraları bu alandan temizlediğiniz zaman ve içerisi güvenli olduğunda hanım efendiye bizzat eşlik edeceğim." "Sizden daha azını beklemezdim." Madison Morales'in hızla gazetecilerin yanına gidişini ve onlarla vücut dilini de kullanarak samimi bir şekilde yaptığı rahat konuşmayı izledi. Bunu gerçekten yapabilen insanların sayısı sınırlıydı. Şeytan tüyü insanda doğuştan gelen bir yetenek olmalıydı. Bir kaç dakika içinde adamın etrafında meraklı bir muhabir ordusu oluşmuştu. Öyle kalabalıklardı ki artık Morales'i aralarında görmekte zorlanıyordu. Madison sabırsızlıkla içeriye gireceği anı beklerken ağlayıp sızlayarak dışarı çıkanları içi burkularak izliyor, yanından geçen her sedyedeki hastaya dikkat kesiliyor, tanıdığı biri olmadığında ise tanrıya şükrediyordu. Bu gerçekten inanılmazdı ama yirmi dakika içinde etrafta tek bir gazeteci bile kalmamıştı. Üstelik Morales bunu o meşhur saatini kullanmadan başarmıştı. Adamla göz göze geldiğinde Madison ona minnetle gülümserken Eduardo ona başparmaklarıyla 'Her şey yolunda' işareti yaptı. Polis memuru Madison'ı içeriye soktuğunda karşılaştığı yıkım manzarası karşısında nefesini tutmuştu. İçeride her şeyin altı üstüne gelmişti. Ortalıkta tek bir sağlam bardak, sandalye ya da masa kalmamıştı. Masalar ters devrilmiş, şişeler kırılmış, yiyecek dolusu tabaklar her yere saçılmış. Eriyen dondurmalar ve içkiler çimlerde vıcık vıcık bir tabaka oluşturuyordu. Bazı şamdanlar örtüleri tutuşturmuş, bu yüzden alkolün de etkisiyle ufak çaplı yangınlar oluşmuştu. İtfaiye ekiplerine yardım etmeye çalışan bazı garsonlar ellerindeki yangın tüpleriyle alevlere müdahale ediyorlardı. Madison yürümeye devam ettikçe, dehşetin boyutları da giderek artıyordu. Kimyasal bir koku yüzünden midesi bulandı, fakat son anda kusmamayı başardı. Etrafta bir sürü yaralı insanlar görmesine rağmen hiç ceset torbası olmaması iyimser hissetmesine neden oluyordu. Sağlıkçıların işine yapmasına engel olmadan çevresine bakınıp tanıdık bir yüz aradı. Çoğu yaralı ayakta tedavi ediliyordu. Madison Nickholas'ın ona evlenme teklifi ettiği sahneye doğru ağır adımlarla yürürken boğazına sert bir yumru oturmuştu. Nick'in bir kaç dakika önce ona gözlerinde aşkla baktığı yer şimdi bir enkazı andırıyordu. Her yer kar beyazı bir köpükle kaplanmıştı. Yerler kaygan olduğundan daha fazla yaklaşamadı. Kalbini sıkıştıran görüntüye bakmaya daha fazla dayanamamıştı. "Madison! Tanrıya şükür." Madison hevesle sesin sahibine döndü ve Harry'i karşısında görünce rahatlamanın yanında hissettiği hayal kırıklığını bastırmaya çalıştı. Karşı koymasına fırsat kalmadan babası hızla atılıp ona sıkıca sarılınca, bir anda adamın kollarında nefessiz kalmıştı. "Hey, dikkat et." "Ah, affedersin bebeğim." Harry özür dileyerek geri çekildi. Gözleri ve elleri hızla vücudunu taradı. Yüzünde akmaya hazır gözyaşlarının olduğunu görmek Madison'ı afallatmıştı. "Seni göremeyince sana bir şey oldu sandım." Madison etkilenmediğini söylerse yalan olurdu. Yine de bunu öğrenmesine izin veremezdi. Babasının sorusunu başka bir soruyla geçiştirdi. "Corine nerede? Onu gördün mü?" "Hayır. Ne yazık ki onu hiç bir yerde bulamadım." Madison inanmakta güçlük çekiyordu fakat adamın sesindeki kaygı gerçek gibiydi. Ona nasıl inanabilirdi ki? Onca yıl onları hiç merak etmemişti. "Bütün gece şu serseri kılıklı çocuğun etrafında dolanıp duruyordu." diye devam etti babası. Madison aniden, "Troy serseri değildir." diye çıkışınca Harry afallamıştı. Büyülü an buraya kadardı. "Üstelik Corine'e sandığından daha fazla değer veriyor." Tanrım, burada durmuş Troy'u savunduğuna inanamıyordu, ancak gerçek buydu. Troy kız kardeşine değer verdiğini ona ispatlamıştı. Aksi bir durumda onu parçalara ayıracak biri varsa bu Madison'dan başkası olamazdı. "Her neyse." diyerek kendini hızla toparladı. "Bana burada neler olduğunu anlat?" "Bilmiyorum. Her şey bir anda oldu. Patlama olurken içi güdüsel olarak kendimi Adele'in üzerine attım. Onun iyi olduğundan emin olduktan sonra gidip Amber ve Archie'yi bulduk." Madison babasının kurtarma listesinin ilk sırasına gözlerini devirmek istedi fakat bir parçasının Adele ve kızlarının iyi olmasına sevinmişti. "Onları bir taksiyle eve yolladıktan sonra da sizi bulmak için geri döndüm." "Etkileyici. Neden sen de aynı taksiye binip gitmedin?" Harrison'ın yüzünden bir keder dalgası daha gelip geçtiğinde Madison kendini bir pislik gibi hissetmişti. "Şey, kızlarımın da iyi olduğunu bilmem gerekiyordu." "Anlıyorum." Madison sesine duygusuz bir ton vermek istememişti, kendiliğinden öyle çıkmıştı. "Hadi gidip Corine'i bulalım." Birlikte alanı taramaya devam ettiler. Madison gördükleri karşısında dehşete kapılıyordu. Kim, nasıl bir vicdanla böyle bir faciayı planlayabilirdi? "O sırada ne yapıyordun?" "Ben, yani biz herkes gibi bir köşede durmuş sahnedeki gösteriyi izliyorduk. Andersson'ın sevdiği kadına ilan-ı aşkını ve kadının bitmek bilmeyen inadını. Tıpkı Shakespeare'in oyunlarından bir sahne gibiydi." Son anda dilini tutmaya çalışan Madison babasına "Sen sevgiden ne anlarsın?" demek istiyordu. "Fısıltılara bakılırsa kimse kadının kim olduğunu bilmiyordu, fakat ben sen olduğunu hemen anlamıştım. O, yani Nickholas," derken bir anlığına duraksadı. "annen hastanedeyken bir an olsun senin yanından ayrılmamıştı. Troy denilen adamı tanımıyorum, fakat Nickholas'ı sana değer verdiğinden emin olacak kadar çok defa yanında gördüm. Neden gelmedin Madison? Neden çağrısına cevap vermedin?" Madison babasının içten sorularına karşılık vermeyi reddetti. Nedeni onu hiç ilgilendirmezdi. "Anlatmaya devam et." Soruların hiç birine yanıt alamayacağını anlayan Harry derin bir nefes aldı. "Sonra Nick birden sahneden fırlayıp kaçan birilerinin ardından koşmaya başladı. Herkes birbirine ne olduğunu soruyordu. Büyük bir dedikodu tufanı kopmak üzereydi ki son anda sahnede Bianca belirdi. Konuklara yaşanan tatsızlıktan dolayı özür dileyen yatıştırıcı bir konuşma yaptı. Ve sonra da oğlunu doğum günü pastasını kesmek üzere sahneye davet etti. İşte ne olduysa ondan sonra oldu. On katlı pasta sahneye çıkarıldıktan sonra büyük bir patlama oldu ve birden dünyamız duman ve pasta kremasıyla doldu." "Pastadaydı demek." diye fısıldadı Madison dalgınlıkla. "Araştırma ekibi de aynı şeyi söylüyordu. Birileri o devasa pastaya zaman ayarlı bir bomba yerleştirmiş. Böyle bir caniliği kim yapar anlayamıyorum." "Bomba patladığı esnada Bayan Brooklyn sahnede miydi? O iyi mi?" diye telaşla sordu Madison. "Nick geri dönmüş müydü? Ona veya annesine bir şey oldu mu? Konuşsana!" Madison babasını tutup sarsarken Harry başını hızla sağa sola sallıyordu. "Hatırlamıyorum. O sırada yere kapaklanmış halde Adele'yi korumaya çalışıyordum." "Ya Corine? O da sahnenin yakınlarında mıydı?" Adam yeniden başın sallayınca Madison öfkeli küfürler savurdu. "Ne işe yararsın sen söylesene!" "Özür dilerim Madison. Hiç bir zaman size layık bir baba olamadığımın farkındayım." "Aman ne iyi. Şimdi de günah çıkartmak istiyorsun demek. Üzgünüm ama bu gece buna hiç vaktim yok. Corine ve Nick'i bulmalıyım." Madison cep telefonunu çıkardı ve yeniden sinyal alamadığını görünce ayağını hırsla yere vurdu. Dönüp gitmek üzereydi ki Harrison onu yakaladı. Ellerini omuzlarına koyup onu kendine bakmaya zorlamıştı. "Bir dakika durur musun lütfen? Böyle çekip gitmene izin veremem. En azından bu gecelik sana yardım etmeme, yanında olmama izin vermek zorundasın." "Neden? Bunu neden yapmak zorundayım?" "Çünkü kabul etmek istesen de istemesen de ben senin babanım." "Bize hiç babalık yapmamış olmana rağmen mi? Neden gidip senin için asıl önemli olan insanların yanına dönmüyorsun. Eminim karın ve kızlarının şu anda sana ihtiyaçları vardır." "Bunu bana yapma Madison. Lütfen!" Harry başını suçlulukla öne eğdi. "Söylediklerinde haklısın. Yine de ne yaparsan yap yanındayım. Sen istesen de istemesen de sana yardım etmek istiyorum kızım. Yalvarırım seni bu halde bırakmamı isteme benden." Beni bundan daha kötü hallerde de bırakmıştın, demek istedi, sonra da susmayı tercih etti Madison. Babası bu kez gerçekten pişman ve perişan görünüyordu. "Bana yardım mı etmek istiyorsun?" Madison omuzlarını silkeleyerek hızla adamın ellerinden kurtuldu. "Kız kardeşimi bul bana." Harry elleri iki yanına düşerken hevesle başını salladı. "Söz veriyorum." Madison daha fazla konuşmak istemiyordu. Hormonları alt üst olmuş durumda olmalıydı çünkü neredeyse nefret ettiği adamın haline acıyacaktı. Neredeyse. Yıllar önce onları terk etmiş bir adam için, Corine ve onu daha küçücük bir çocukken alkolik bir anneye, açlık ve sefalete terk etmiş ve şöhreti onlara tercih etmiş bir adam için kendine gözyaşı dökmek için izin vermek üzereydi. Yüreğinin bir parçasının hâlâ taş gibi sert ve aşılamaz olduğunu sanıyordu ama yanılmıştı. İçindeki küçük kız, babasının kollarında olduğu o kısacık an boyunca inkar edemeyeceği kadar çok mutlulukla dolmuştu. Bir babanın kollarında olmak ne Nick gibi bir aşığın, ne de Morales gibi bir dostun kollarında teselli bulmaya benziyordu. Harrison bir konuda haklıydı. Nasıl bir adam olursa olsun o hâlâ Madison'ın babasıydı. Ve babasızlık berbattı. Rüzgarda yeniden yaşaran gözlerini çaktırmadan sildikten sonra Harry'nin onu takip ettiğini bilerek yoluna devam etti. Gördüğü her insana sevdiklerini sordu. Fakat hiç biri ne Corine, ne Gena ne de diğerlerine ne olduğunu biliyordu. Şebeke sinyalleri çöktüğü için telefonlarla kimseye ulaşılamıyordu. Bir saat sonra resmen tükenmiş haldeydi. Ayağında ayakkabılarının olmadığını umursadığı bir noktaya gelmişti. Muhtemelen ayağına göre bir ayakkabı bulabilirdi de. Ancak Bianca'nın sekreteri Laurell'e rastladıkları anda ayakkabı fikri aklından uçup gitmişti Kadın akan rimelleri ve gözyaşlarının yanaklarında bıraktığı yol yol izlere rağmen her nasılsa dağılmadan ayakta durabilmeyi başarmıştı. Paniğe kapılan insanları tıpkı bir profesyonel gibi yönlendirmeye devam diyordu. Ne yazık ki Laurell'in Corine ve diğerleri hakkında bir bilgisi yoktu. Öte yandan patlamada B.B.'nin ağır yaralandığını ve tüm ailenin büyük olasılıkla onun yanında olduğundan bahsetmişti. Madison kadından Anderssonların götürüldüğü hastaneyle ilgili bilgi alır almaz bir taksi bulmak üzere yola koyuldu. Bu karmaşada boş bir taksi bulmak imkansızdı. Neyse ki babası ondan önce davranarak bir tane bulmayı başarmıştı. Arka kapıyı Madison için açtıktan sonra, ön koltuğa geçti. Anlaşılan bu gece Madison'ı yalnız bırakmamakla ilgili sözünü tutmakta kararlıydı. Madison kendinde daha fazla itiraz edecek gücü bulamamıştı. Şu anda yalnız kalmak istemiyordu. Yirmi dakika sonra bir otel kadar lüks ve gösterişli, geniş bahçesi olan hastanenin ana giriş kapısından girmeye çalışıyorlardı. Anderssonların içeride olduğunu anlamak için bahçede bekleşen basın ordusunu görmeleri yeterliydi. Normal şartlarda Madison'ın görevi gereği onlara bir açıklama yapması gerekiyordu fakat bunu sonraya saklamak zorundaydı. Ani bir kararla ön kapı yerine acilden girmenin daha basit olacağına karar verdi. Onu engellemeye çalışan bir kaç hastane çalışanını kendisi, polis ve güvenlik ekibini de babasının ısrarıyla aşmayı başardıktan sonra, nihayet acil kapısından içeri girip doğruca hasta kabul kısmına geçtiler. "İçeri giremezsiniz hanım efendi." "Bu gece bu sözü o kadar çok duydum ki ve o kadar işe yaramadılar ki inanamazsınız." Beyaz önlüklü hemşire ona kafası karışmış gibi bakarken Madison hızla ekledi. "Bakın, görevinizi yaptığınızın farkındayım ama yanlış kişiyi engelliyorsunuz. Adım Madison Goldberg. Anderssonların hem basın sözcüsü hem de geliniyim. Eğer girmeme izin vermezseniz başınız büyük belada demektir." "Merhaba hanım efendi." diyerek öne çıktı Harry. "Kızımın kusuruna bakmayın. Kendisi epey gergin. Hepimiz kötü bir gece geçiriyoruz. İsmim Harrison Gold. Bayan Goldberg'in babasıyım. Ayrıca Anderssonların yakın bir dostuyum." Doğru söyleyip söylemediğini anlamak için bir anlığına babasına dönen Madison adamın onaylayan yumuşak bakışlarıyla karşılaştı. "Bu doğru Madison. Ander ve ben eski dostuz." İşte bu, gerçekten sürpriz olmuştu. "Sizi tanıyorum Bay Gold. Gösterilerinizi asla kaçırmam." Hemşire belli ki Madison'a inanmamıştı. Yoksa Harry'nin şöhret kartı bu kadar kolay işe yaramamalıydı. Kadın bir süre daha babasıyla konuştuktan ve yakındaki bir gösteriden en ön sıradan çift kişilik bir bilet kaptıktan sonra geçmelerine izin vermişti "Dördüncü katın koridorlarını takip edin. Danışmaya sizi benim gönderdiğimi söylerseniz yardımcı olacaklardır. İsmim Rubby." "Teşekkürler Rubby." dedi Harry. "Bu iyiliğini asla unutmayacağım." Onlar birbirlerine gülümserken Madison gözlerini devirerek hızla uzaklaştı. "Şöhretin bu kadar işe yaradığını bilmezdim." "Öz kızımın kalbini yumuşatmakta da işe yarasaydı keşke." Adamın sesindeki umuttan hoşlanan Madison'ın dudaklarında minik bir tebessüm oluşmuş, ancak geldiği gibi hızla silinmişti "Kızların. Senin iki kızın var ve birinin kalbini kazanamadan diğerini kazanmayı aklından bile geçirme." Madison'ın aniden dönerek, Onların kalbini gerçekten kazanmak istiyor musun?" diye sorduğunda Harry bir an ne diyeceğini bilememişti. "E-evet. Elbette. Yaptığım hataları telafi etmek için tek istediğim ufacık bir şans. Geçmişi değiştiremem belki, ama geleceği şekillendirmek hâlâ elimizde." "Bunlar gerçekten güzel laflar Harry ama samimi olduğunu bize göstermen lazım. Yalnızca tek bir gün yetmez, her zaman yanımızda olman gerekiyor. Şükran Günleri, Noeller ve doğum günleri de buna dâhil. Buna gerçekten hazır mısın?" Madison gözlerinin içine kararlılıkla bakarken Harry sertçe yutkundu. Yüzündeki dehşet ifadesinden adamın bir an vazgeçeceğini düşünmüştü. Ancak babası onu şaşırtarak, "Evet." dedi. "Evet, bu dediklerinin hepsini yapmaya hazırım." "Güzel. Liseden mezun olduğumuz tarihi bildiğini sanmıyorum ama önünde hâlâ kaçırmadığın bir mezuniyet var. Doğum günlerimizde bize bir kart bile göndermedin ama bundan sonra hiç bir doğum günümüzü es geçemezsin. Bir çocuğun yaşı kaç olursa olsun böyle günlerde en ön sırada görmeyi arzuladığı tek kimseler anne ve babalarıdır. İkiniz de asla iyi ebeveynler olamadınız. Sen daima kilometrelerce uzakta işin ve yeni eşinle meşguldün. Annemin ise tek arkadaşı içki şişeleriydi. Corine ve ben daima yalnızdık." "İnan bana ne demek istediğini çok iyi anlıyorum Madison." 'Umarım anlıyorsundur', dedi içinden Madison ve yürümeye devam etti. Harry arkasından, "Göreceksiniz." diye bağırdı. Size layık bir baba olmak için elimden ne geliyorsa yapacağım." "İşe üvey kızını terbiye etmekle başla." diye söylendi Madison. "İyi ama..." Madison onun başka bir şey söylemesine fırsat vermeden asansöre binmişti Yüreğindeki sıkıntı çıktıkları katlar gibi giderek yükseliyordu. Az önceki konuşmanın da bunda payı büyüktü tabi. Kafasını hızla iki yana sallayarak konuşmanın izlerini zihninden temizlemeye çalıştı. Şu anda tek düşünmesi gereken yalnızca Nick'di. Çıktıkları katta Rubby'nin bahsettiği kadın onlara ameliyathanelerin olduğu kısma kadar eşlik etmişti. Yürürken sıklıkla arkasını dönüp bakmasının nedeni sanırım Madison'ın çıplak ayaklarındaki çamur lekeleriydi. Beyaz karolarda yürürken ardında kirli izler bırakıyordu. Ne yazık ki, Madison şakaklarına çöreklenen ağrı dışında hiç bir şey düşünemeyecek kadar yorgundu. Açtı. Ve ağır dezenfektan kokusu yüzünden midesi bulanmıştı. Ayrıca Nick için hissettiği endişe yüzünden boğazı düğüm düğümdü. Lütfen iyi olsun, Tanrım. Lütfen! Kadın son kapıyı da onlar için özel bir kartla açtıktan sonra gitmişti. Otomatik kapılar kayarak iki yana açıldı. Girişte onları karşılayan iki adam vardı. Madison'ı anında tanıyan korumalar başıyla selam verip kenara çekilmişlerdi. Madison koridora adımını atar atmaz bekleme sandalyelerinde oturan hareketsiz bedenlerle karşılaştı. Gözleri hızla Nickholas'ı aramıştı ancak yoktu. Nick'in babası Ander ve büyük annesi karşılıklı geniş sandalyelerde oturuyorlardı. Omuzları ağır bir yükün altında ezilmiş gibi öne doğru bükülmüştü. Gözleri dalgındı. Yanında Madison'ın aileden olduklarını tahmin ettiği başkaları da vardı. Nick'i göremeyince birden paniğe kapıldı. Acaba o da ameliyathanelerden birinde miydi? Laurell ona yalan mı söylemişti? Belki de gerçekten habersizdi. Hemen kadını suçlamak yanlış olurdu. Bacaklarındaki güç, aklına gelen bin bir felaket senaryolarıyla birlikte yavaşça çekiliyordu. Tökezleyerek düşmek üzereyken Harry ileri atılıp onu yakaladı. Ander bu anı görüp yerinden kalkarken Madison babasına minnettar bir bakış attı. "Bay Andersson, Bayan Andersson." Nickholas'ın yakışıklılığının mimarı adam karşısında kule gibi dikilip, mavi gözlerinde derin bir acıyla ona bakıyordu. "Adım Madison. Nickholas, yani Bay Andersson'ın asistanı, ayrıca basın vekiliyim." "Kim olduğunu biliyorum Maddie. Sana Maddie diyebilirim, değil mi?" Adamın derin sesiyle sorduğu soru Madison'ı afallatmıştı. "Elbette, efendim." "Lütfen bana Ander de." "Nickholas'ı merak ediyorsan o iyi." diye araya girdi büyük annesi. Madison sesli soluğunu dışarı üflememek için sabırla bekledi. O kadar uzun zamandır içinde tutuyormuş gibiydi ki. "Onu merak ettiğini biliyorum çocuğum." dedi hemen arkasından güneş kadar sıcak bir tebessümle. "Şükürler olsun ki felaket olduğunda sahneden yakın değildi." diye araya girdi babası. "Burnu bile kanamadı." Şükürler olsun. Madison gülümserken gözlerini minnetle kapamaktan kendini alamamıştı. Gözlerini yeniden açtığında gülümserken bir kaç firar eden gözyaşını hızla yakaladı. "Peki ya Bayan Brooklyn? Onun durumu nasıl?" "Bilmiyoruz." Adam başını iki yana salladı. O kadar perişan bir hali vardı ki, Madison onun karısını aldatan bir pislik olduğunu bilmeseydi, ona acıyabilirdi. "Doktorlar hiç bir şey söylemiyor mu?" "Bomba plastik patlayıcılardan yapıldığı için şanslı olduğumuzu söylediler. Etkisini daha da azaltmak için pastanın içine gizlenmiş. Anlaşılan amaç yalnızca korkutmakmış. Fakat Bianca o sırada bombaya çok yakındı. Patlamanın şiddetiyle bükülen masanın bir parçası göğsüne saplandı." "Aman Tanrım." Madison dehşetle açılan ağzını eliyle kapatmak zorunda kaldı. "Şu anda ameliyatta ve ne zaman çıkacağını bilmiyoruz." Yaşlı kadın, "Daha kötüsü de olabilirdi." diyerek araya girdi. "Bomba sen ve Nickholas sahnedeyken de patlayabilirdi." "Tanrı aşkına anne!" Ander annesini sert bir dille uyarmıştı. "Tamam, gaddar bir kayınvalide gibi konuştuğumun farkındayım, ama eminim Bianca da benimle aynı şeyi düşünürdü. Hem, bu olanlar biraz da onun suçu." "Saçmalamayı kes. Lütfen sözlerine dikkat et." "Kendi gözlerinle gördün. Zavallı kızın üzerine çok fazla gitti. Ona yanlış yaptığını anlatmaya çalıştım ama beni dinlemek bile istemedi. Zaten hep burnunun dikine gitmeye bayılır." diye son kelimeleri homurdanarak söylemişti. "Zavallı Nickholas." Madison Nickholas'ın büyük annesine bakakalmıştı. Kulakları yanlış mı duyuyordu yoksa kadının ondan bahsederken sesinde anlayış ve sevgi mi vardı? İyi ama bu nasıl olur? Kadın ona her şeyi bildiğini belli eden bilmiş bir gülümsemeyle baktı. Kadın söze dökemediği kelimelerle onu ailelerine kabul ettiğini mi anlatmak istiyordu? Madison ağlamak istiyordu. "Bu kadarı yeter anne! Bianca içeride canıyla uğraşırken böyle şeylerden bahsetmenin ne yeri ne de zamanı." "Şuna da bakın, karının kıymetini bilmen için onu kaybetmen gerekiyormuş demek." Bu söz ağrına gitmiş olacak ki Ander başını eğip ellerinin arasına aldı. Omuzları hissettiği öfkeyle gerilmişti. "Şunu söyleyip durmayı kes! Hatamın farkındayım." Aynı anda babasının arkasında kıpırdandığını fark etti. Harry de onunla aynı düşünceleri paylaşıyordu belli ki. "Ben de öyle." dedi büyük anne. "Zamanı geriye alabilseydim eğer her şey çok farklı olurdu." "Bayan Andersson, Nickholas'ı nerede bulabileceğimi bana söyleyebilir misiniz?" "Elbette Madison." Yaşlı kadın bastonuna yaslanarak ona parlayan gözlerle baktı. "Ancak öncesinde, ilk karşılaşmamızda sana kaba davrandığım için beni bağışladığını duymak istiyorum." Madison ne diyeceğini bilememişti. Kadının daima istediğini alan biri olduğu biliyordu. Nick bu konuda aileden gelen sağlam genlere sahipti. Fakat şu an öylesine duygusal bir an yaşıyordu ki istediğini ona seve seve verecekti. "Size zaten kırılmamıştım." dediğinde yaşlı kadın gülümsedi. "Yüzün kadar asil bir yüreğe sahip olduğunu hissetmiştim." diyerek bastonuyla ileride kapısı kapalı olan odayı işaret etti. "Git hadi. Nickholas orada." Madison başını sallayarak teşekkür etti. Kapıya kadar koşmadan gidebilmesi için büyük çaba sarf etmesi gerekmişti. Cesaretini toplayıp kapı koluna uzanması için kalp atışlarının yatışmasını bekledi, çünkü şu anda hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Kapıyı yavaşça araladığında karşılaştığı manzara karşısında nefesini tuttu. Nick köşede tek bir lambanın aydınlattığı odada tek başına dikilmiş cep telefonuyla konuşuyordu. "Eve gitmediyse başka nerede olabilir bilmiyorum. Fazla uzaklaşmış olamaz. Tony dinle, Madison'ın hemen bulunmasını istiyorum, anlaşıldı mı? Bunun için kaç adam kullanman gerektiği umurumda değil. Gerekirse tüm Los Angeles'ı bu iş için seferber etmeni istiyorum senden. Şehrin altını üstüne getirin ama onu bulun!" Genç adam odanın karşısındaki çıplak bir camın önünde şehir manzarasını izliyordu. Sırtı kapıya dönük olduğu için Madison'ı göremiyordu, fakat Madison adamın kusursuz siluetini camdaki yansımasından rahatlıkla izleyebiliyordu. Nickholas takım elbisesinin ceketini çıkarmış, etekleri dışarıda olan gömleğinin kollarını yukarı kadar sıyırmıştı. Papyonu, bir iki düğme açtığı yakasının iki yanından göğsüne doğru amaçsızca sarkıyordu. Saçları, parmakları defalarca aralarından geçirilmiş gibi darmadağınıktı. Sanki günlerdir uykusuz kalmış gibiydi. Yetersiz ışık yüzünden yüzünü net olarak seçemiyordu ancak, yorgun olduğunu anlayabilecek kadar iyi tanıyordu onu. Nick, "Madison bulunmadan sakin filan olamam!" diye aniden kükreyince Madison boşta bulunup irkildi. Dudaklarının arasından kaçan iniltiyi duymuş olacak ki Nick aniden arkasını dönmüştü. Adamın gözlerindeki öfkenin, yerini yavaş yavaş rahatlama ve umuda bıraktığını görmek Madison'ın içindeki son çaresizliği de söküp atmıştı. "Madison." Nick fısıltıyla telefonu kulağından kaydırdı. Bir kaç dakika büyülenmiş gibi birbirlerine baktılar. Telefonun diğer ucundan gelen sesle Nick yeniden kendine gelerek, "Tamam Tony," dedi. "aramayı durdurabilirsin, Bayan Goldberg burada." Bayan Goldberg. Kendi soyadı Madison'a hiç bu kadar yabancı gelmemişti. Nick'in az önce endişeden deliye dönmüş haline şahit olmasaydı eğer onu artık önemsemediğini düşünebilirdi. "Merhaba." diyerek içeri girdi Madison. "İyi görünüyorsun." Odaya girip kapıyı ardından kapatırken Nick'in telefonu kapattığını ve ellerini -muhtemelen ondan uzak tutabilmek için- ceplerine soktuğunu gördü. "Sen de öyle. Bizi nasıl buldun?" "Kolay olmadı." Aklına söyleyecek başka bir şey gelmiyordu. Bundan bir kaç saat önce onu kandırdığı için nefret ettiğini düşündüğü adamı karşısında tek parça gördüğü için mutluluktan ağlayacak kadar aptallaşmıştı. Nickholas çatılan kaşlarının altından gözleriyle onu baştan aşağıya süzdü. Bakışları ayaklarında takılınca yüzü karanlık bir hal almıştı. "Ayakların. Neden çıplak?" "Ah." Madison o an fark etmiş gibi eğilip çamur içindeki ayaklarına baktı ve hafiften omuz silkti. "Şey, senin yanından ayrıldıktan sonra kafamı dağıtmak için biraz çimlerde yalınayak dolaşmak istemiştim. Patlamadan sonra da onları kaybettim." "Yani saatlerdir bu halde misin? Ve buraya kadar bu halde mi geldin?" Nick'in öfkesi tüm bedenini ele geçirmişti. Bir kaç büyük adımda yanına geldi. Sonra onu kucaklayacakmış gibi kollarını açtı ve ardından iç çekip ellerini yumruk yaptı. Madison özlemle onun yüz hatlarını inceliyor, gözlerinden geçen her bir duygu karmaşasını hassasiyetle takip ediyordu. Önce öfke ve endişe, sonra özlemle karışık rahatlama ve en sonunda da pişmanlık. "Bekle burada. Gidip sana giyecek bir şeyler getireyim. Sonra da eve dönmen için sana bir araba bulalım." "Hiç bir yere gitmiyorum." Nick kapıdan çıkmak üzereyken duraksadı. "Burada kalmana gerek yok." "Şu anda birbirimize kızgın olabiliriz Nick ve özellikle benim öfkeli olmam gerektiğini sana hatırlatırım. Ama bu özel bir durum ve yanında olmak istiyorum." Nick aksini savunacak hiç bir şey söylememişti. İtiraz edecekmiş gibi dursa da Madison onun rahatladığını omuzlarındaki kasların gevşemesinden anlayabiliyordu. Dudaklarını birbirine sıkıca bastıran adam başını sallayıp sessizce dışarı çıktı. Bir kaç dakika sonra geri döndüğünde Madison cam kenarında onun az önce durduğu yerde ayakta dikiliyordu. Nick onu görür görmez kalbinde hissettiği ferahlığı hiç bir şeye değişmezdi. Madison onun ceketini giymiş, gece ışıklarıyla donatılmış şehri uzak bakışlarla izliyordu. Nick geldiğini fark etmeden evvel fırsattan istifade onu uzun uzun incelemeye devam etti. Güzel saçları yaptırdığı topuzundan dağılmış, boynuna ve kollarına doğru saçılmıştı. Elbisesi hâlâ temizdi ancak ilk parlaklığından eser kalmamıştı. Yüzündeki makyaj silik bir hal almıştı. Nick onun ağladığını düşünüyordu. Yanakları solgun, bedeni hiç olmadığı kadar bitkindi. Yine de tanrının yarattığı en güzel şeydi. Tanrım, onu bulamayacağını sandığı saatler aklını kaçıracak gibiydi. Onu karşısında gördüğü ana kadar dünyası yörüngesini kaybetmiş sanki. Madison varlığını fark edip bakınca boğazını hızla temizleyerek içeri girdi. "Yalnızca hemşire terlikleri bulabildim. Pek güzel değiller ama tam ayağına göreler." "Teşekkür ederim. Rahat oldukları sürece hiç sorun değil." Nick iyice yaklaştı ve "Otur." diye emretti. Madison sesindeki tonu etkileyici bulduğundan mıdır bilinmez tüm bedeninin anında karıncalandığını hissetti. İtiraz etmeden ve gözlerini ondan bir an bile ayırmadan dediğini yaptı. Nick önünde tek dizinin üzerine eğilip, terlikleri ayağına geçirmeden önce getirdiği nemli bir bezle ayaklarını temizlemeye başlamıştı. Madison ayaklarında gezinen ellerin verdiği hissin tadını çıkararak onu doya doya izlemeye devam etti. Bu küçük masaj gece boyunca yorulan ayaklarına öyle iyi gelmişti ki, karşı koymayı aklından bile geçirmedi. Arkasına yaslandı. Gözlerini kapadı ve anın tadını çıkardı. Nick'in elleri işini bitirdikten sonra da masaj yapmaya devam etmişti. Madison içinde hareketlenen ilkel duygular yüzünden nefesinin teklediğini hissetti. Nick'in de nefes alış verişleri düzensizleşmişti. Madison gözlerini açmaya korkuyordu çünkü açtığında ne ile karşılaşacağını çok iyi biliyordu. Bir çift tutkuyla yanan safir rengi göz. Diz kapağında adamın ılık nefesini hissedince inlememek için dudaklarının içini ısırdı. Nick'in ılık nefesi diz kapağından yukarı doğru düz bir yol çizmeye başlamıştı. Madison elinde olmadan ürpererek koltuğun kolçaklarını sıktı. Rahminde başlayan sızıyı kontrol edemiyordu. Kalçalarını olduğu yerde kalmaya zorladı. Tam daha fazlası için yalvarmak üzereydi ki genç adam aniden geri çekildi. Madison gözlerini hızla açarak farkında olmadan tuttuğu nefesini salıverdi. Eğer hemen toparlanmasaydı neden diye çığlık çığlığa bağıracaktı. Neden durdun? Nick terlikleri nazikçe ayağına geçirdi. "Şimdi daha iyi mi?" Madison kendini konuşabilecek durumda hissetmediği için yalnızca başını sallamakla yetindi. Nick yeniden cam kenarına geçmişti. Madison uzayan sessizliği bozmak istiyordu. "Bayan Brooklyn’nin durumu nasıl?" "Bilmiyorum." dedi Nick, boğuk çıkan sesiyle. Madison onun da kendisi gibi heyecanını bastırmaya çalıştığını fark ettiğinde içten içe gülümsemişti. "Eminim atlatacaktır Nick, annen güçlü bir kadın." "Doktorlar ameliyatın bir kaç saat içinde biteceğini söylemişlerdi. Metal parça sol göğsünün alt köşesine isabet etmiş, birazcık daha yana kaysaymış kalbini delip geçebilirmiş." "Tanrım, Nick gerçekten çok üzgünüm." "Onu ameliyata aldıktan bir kaç dakika sonra aile doktorumuzu aramamızı söylediklerinde bir terslik olduğunu hissetmiştim. Bize düzenli kullandığı ilaçlar hakkında bilgi almak istediklerini söylemişlerdi." Nick aniden konuşmayı kesince Madison oturduğu yerde dikleşti. Nick şimdi parmaklarını saçlarının arasında bir ileri bir geri sürtüyordu. "Nick?" Nick ona bakamadı. Gözleri karanlıkta bir çıkış yolu arayan yaralı hayvan misali çaresizdi. "Annemin doktoruna acilen ulaşmak istediklerinde bir bokluk olduğunu anlamıştım." "Sen neden bahsediyorsun tanrı aşkına?" "O kadın buraya geldi ve bize operasyona girmeden önce iyi bir cerraha ihtiyacımız olduğunu söyledi. Çünkü lanet şey tam da annemin kanserli göğsüne isabet etmiş." "Ne dedin sen?" Madison aniden ayağa fırladı. Nick omzunun üzerinden ona görmeyen gözlerle bakıyordu. "Tepkinden anladığım kadarıyla sen de bilmiyordun, değil mi? "Elbette bilmiyordum Nick. Nasıl bilebilirdim ki?" "Kadınlar böyle şeyleri birbirine anlatır diye düşünmüştüm. Ama büyük annemin de haberi yokmuş. Bu da annemin sır saklamakta benden bile iyi olduğunu kanıtlıyor." "Buna inanamıyorum. Ne zamandır bu durumdaymış?" "Altı aydır. Bu lanet şeyle tam altı aydır tek başına mücadele ediyormuş." Nick şimdi ellerini boynunda kenetlemiş, Madison'la asla göz göze gelmemeye çalışıyordu. "Daha doğrusu etmiyormuş. Ne ilaç, ne kemoterapi. Annem hiç bir tedaviyi kabul etmemiş." "Anlamıyorum. Eğer hastaysa neden tedavi olmak istememiş?" "Çünkü o aptal güzelliğini o kadar önemsiyor ki, ölmek onun umurunda bile değil." Nick'in hiddetle ettiği küfürler odada çınlarken Madison bekleme odasındaki Nick'in babasını düşündü. Adamın neden öyle yıkılmış göründüğünü şimdi anlıyordu. Sebebi yalnızca B.B. 'nin göğsüne saplanan metal parçası değildi. Bayan Brooklyn bedeninde çok daha büyük bir düşmanla beraberdi. "Her zaman güzelliği onun bir numaralı önceliği olmuştu." diye devam etti Nick kederle. "Eğer daha güzel olursa daha başarılı olacağı gibi aptalca bir fikre kapılmıştı herhalde. Daha iyi bir anne olacağını sanıyordu. Mesleğinde zirvede kalacağını. Kocasının gözdesi olacağını. O kadar yanılıyordu ki... Onu mesleğinin zirvesine güzelliği değil yeteneği getirdi. Kocası onu arkasını döndüğü anda defalarca aldatmaya devam etti, çünkü hastalıklı piçin tekiydi. Ve ne yazık ki iyi bir anne de olamadı. Sonunda sevdiğim tek şeyi de elimden aldı." diyerek son cümlesini Madison'a bakarak mırıldandı. Nickholas'ın itirafı Madison'ın içinde tarifi olmayan bir sızıya neden olmuştu. "Ah Nick?" "İnkar etmenin bir faydası yok Madison. Annemin sana ne söylediğini bilmiyorum ama belli ki çağrıma kulak vermeni engelleyecek şeylerdi. Bunun için onu asla affetmeyeceğim. Tedavi olmak istemediği için de öyle. Ondan nefret ediyorum ve hayatımın sonuna kadar da nefret etmeye devam edeceğim." "Hayır etmeyeceksin." Madison bir kaç adım attı. "Sen böyle bir adam değilsin." Nick cevap vermeyince Madison arkasından usulca yaklaşmaya devam etti. Genç adamın iki büklüm olmuş bedeni cama yaslanmış titriyordu. Madison yüzünü göremese de ağladığını biliyordu. Elini yavaşça omzuna koydu. "Ondan istesen de nefret edemezsin Nick. Sana ne yapmış olursa olsun. Biliyorum ona kırgınsın ama o hâlâ senin annen. Aranızda kopması mümkün olmayan bir bağ var sizin. Onu ne yaparsa yapsın sevmeye devam edeceksin. Tıpkı benim babamı sevdiğim gibi." Nick nemli gözlerle dönüp ona baktığında Madison'ın gözleri de aynı şekilde ıslaktı. "Çekip gitmiş olması, başka bir aile kurmuş olması hiç bir şeyi değiştirmiyor. Babam olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Bu gece bana sarıldığında hâlâ onun küçük kızıydım. Evet büyük bir parçam hâlâ ona kırgın, ama artık onu sevdiğim gerçeğini kabullendim." "Yani kırgın olduğun birini affedebilir misin?" Nick onunla tamamen yüz yüze gelebilmek için döndü. Ellerini Madison'ın omuzlarına koymuştu. Gözleriyle umutla yüzünü araştırıyordu. Madison başını aşağı yukarı sallarken gözyaşları sel gibi yanaklarından aşağıya akmaya devam etti. "Neden olmasın." "Ne kadar büyük bir aptallık yaparsa yapsın mı?" Madison başını sağa sola sallarken gülümsemişti. "Hayır. Sanırım bunun sınırlarını belirlememiz gerekecek." Nick'in gözlerindeki boşluk aniden umut ve mutlulukla doldu. Madison okyanusları andıran o derinliklerde bir ömür geçirebileceğini düşünüyordu. "Yani bu demek oluyor ki," Nick cümlesini tamamlamadan önce yutkundu. "bu beni de affedebileceğin anlamına mı geliyor?" "Bir bakalım." Madison düşünüyormuş gibi yaptı. "Sanırım önce seni ne kadar sevdiğimi hesaplamam gerekiyor." "Peki beni ne kadar seviyorsun Madison?" Nick'in küçük bir çocuk gibi merak ve hevesle ondan gelecek cevabı beklemesi Madison'ı daha çok gülümsetmişti. O kadar yakışıklı ve öyle tatlıydı ki Madison istemeden ona bakarken bebeklerinin nasıl olacağının hayaline kapıldı. "Seni o kadar çok seviyorum ki Nickholas Andersson şu son bir kaç saat içinde seni kaybetmekten korktuğum kadar hiç bir şeyden korkmamıştım." "Madison." Nick daha fazla dayanamayıp onu kollarının arasına çekti. Madison yanağını adamın hızla atan kalbinim üzerine koyup bekledi. Adamın kalp atışları da kendisininkiler gibi hızlanmıştı. "Benim ne kadar korktuğum hakkında bir fikrin var mı peki? Tanrım Madison, az kalsın aklımı kaçırıyordum. Eğer buraya gelmeseydin çıkıp seni her lanet sokakta arayacaktım. Her şey bir anda oldu. Patlama. Yangın. Annemin yaralanması. Ve o anda sen yakınlarımda yoktun. İstersen beni bencillikle suçla ama o anda düşünebildiğim yalnızca sendin." "Merak etme, her şey yolunda artık. Biz iyiyiz." Ağzından kaçırdığı şeyi fark eder etmez irkilmişti. Ancak Nick öyle mutluluk sarhoşu olmuştu ki, sözlerinin altında yatan anlamını düşünecek durumda değildi. Madison yine de ona söylemesi gerektiğini düşünüyordu. Şimdi tam sırasıydı. "Nick, şu an pek uygun bir zaman olmadığını biliyorum ama sana söylemem gereken-" Nick yüzünü avuçlarının arasına alıp onu kendine doğru çekip tutkuyla öpünce Madison'ın sözcükleri yarım kaldı ve kendini öpüşmenin tutkulu akışına bıraktı. Nick onu öyle bir özlem ve mutlulukla öpüyordu ki, ayak parmaklarının giydiği büyük boy hemşire terliklerinin içinde içe doğru kıvrıldığını hissetti. Bu öpücüklere doyması asla mümkün değildi. Dudaklarını araladı ve adam dilini iştahlı diliyle karşıladı. Nick'in onu sert bedenine bastırması ve dudaklarını emerek yalaması başını döndürüyor, hormonlarının zirveye çıkmasına neden oluyordu. Madison zihninin bulanıklığı arasında ne olursa olsun bu itirafı yapması gerektiğini düşünüyordu. Kendini güçlükle ondan kopartarak, "Bir saniye bekle lütfen." diye yalvardı. "Bunu duyman gerekiyor." "Şu anda ben içindeyken adımı söylemen dışında hiç bir şey duymak istemiyorum." Adamın ateşli sözlerinin etkisiyle içindeki şehvet kıvılcımının yandığını hisseden Madison inleyerek ona daha sıkı sarılmıştı. Nick onu öpmüyor adeta dudaklarından ruhunu çekip alıyordu. "Yine de bunu duymak isteyebilirsin." "Sahi mi?" Nick kelimelerin arasında öpücüklerini dudaklarından boynuna taşıdı. "Duyalım bakalım." Adamın dikkat dağıtıcı dudakları göğüs çatalına indiğinde Madison hissettiği ihtiyaçla bacaklarını birbirine sıkıca bastırdı. Cesaretini kaybetmeden ve bedenini adama teslim etmeden bir an önce konuşması lazımdı. Nick'in elbise askılarından birini indirip göğüs ucunu dişlerinin arasına almasıyla birlikte aynı anda iki şey birden oldu. Önce ıslandı, sonra "Hamileyim." diye haykırdı. Genç adam donup kalmıştı. Onu okşayan elleri vücudunda tek bir noktada hareketsiz kalakaldı. Başını kaldırıp ona kuşkuyla baktığında Madison beklediği karşılığın bu olmadığını düşünüyordu. Kahretsin. Belki de söylemek için yanlış zamanı seçmişti. Veya belki Nick çocuk sahibi olmayı hiç düşünmüyordu. Bu konuda hiç konuşmamışlardı, bu yüzden adamın ne hissedeceğini kestirmesi zordu. "Yanlış mı duydum yoksa sen az önce bana hamile olduğunu mu söyledi?" "Evet. Yani aslında emin değilim. Bu gece şu test çubuklarından birine işedim ve kutunun üzerinde yazanlara göre çift çizgi hamile olduğum anlamına geliyor. Bana kalırsa bir test daha yaptırmalı ve sonucu ona göre-" Madison'ın sözleri ikinci bir öpücük istilasına daha kurban gittiğinde ayaklarının üzerinde duramayacak kadar kendinden geçmişti. Nick'in geniş omuzlarına tutunup kendini adamın güçlü tutuşuna teslim etti. "Buna inanamıyorum. Tanrım, beni bundan daha mutlu edemeyeceğini sandığım her seferinde beni şaşırtmaya devam ediyorsun." Nick onun yüzünü gözünü öpücüklere boğuyordu. "Yani? Bu, bebek haberine mutlu olduğun anlamına mı geliyor?" Nick kahkaha atarak onu kollarında döndürüp yeniden yere bıraktığında bir keza daha dudaklarına yapışmış ve sonra da onu sağa sola sallamaya başlamıştı. "Bir de soruyor musun gerçekten? Bu şimdiye kadar aldığım en muhteşem doğum günü hediyesiydi Madison. Yüce tanrım, ben Nickholas Andersson: baba oluyorum." "Tam olarak emin değilim dedim. Sevinmeden önce bir doktora görünmemiz gerekmez mi?" "Seni seviyorum Madison. Ve sana tanrının huzurunda yemin ediyorum, ikimiz ona anne ve babalarımızdan çok daha iyi birer ebeveyn olacağız. Bebeğimiz dünya üzerindeki en mutlu çocuk olacak." "Oh Nick." Madison sevdiği adamın kollarında mutluluktan ağlarken, büyük annesi içeri girdi ve Bianca'nın ameliyattan çıktığını söyledi. Odadan çıkmadan önce gülümsediği Madison'ın dikkatinden kaçmamıştı. Doktorların açıklamalarına göre operasyon başarılı geçmiş, metal parça Bianca'nın bedeninden sorunsuz çıkarılmıştı. Kendisine gelene kadar yoğun bakım ünitesine alınmıştı. Kısa zaman sonra da özel odaya alınacaktı. Nick ve Madison birbirine baktı. Nihayet zor zamanları geride bırakıyorlardı. ........... "Tanrım, ne geceydi ama?" Gena ışıkları açıp anahtarları tezgaha fırlattı. Sonra da topuklu ayakkabılarından bir an evvel kurtulmak için kendini koltuklardan birine attı. "Evet. Gerçekten berbat bir geceydi." Drake de üzerindeki ceketten çabucak kurtulup dolaptan bir bira almaya gitti. "Pastanın içinden çikolata parçaları yerine bomba çıkacağı kimin aklına gelirdi. Bebek İsa aşkına. Freeman gerçekten de çok kindar bir adammış. Nick eski nişanlısıyla yattığı için, adam az kalsın hepimizi öldürecekti." Bombacının itirafında bombayı koyduranın Bruce Warren, azmettirenin ise Falcon Freeman olduğu ortaya çıkmıştı. Adamın sıkı bir sorgulamanın ardından, film setindeki kazanın da faili olduğunu öğrenmişlerdi. "Zararsız bir maddeden yapılmış olsa da bence amaç yalnızca iddia edildiği gibi korkutmak değildi. Bence adam Nick'i sakat bırakıp meslekten ihraç etmek istiyordu. Önce film setini sabote ettirdi, ardından doğum gününde ona bombalı bir pasta gönderdi." "Warren ile ikisi kelepçelenmiş halde götürülürken aşağılık herif Nick için dokuz canlı piç diye bağırıyordu." Drake başını iki yana salladı. Kimseye bir şey olmadığı için şanslıyız." Sonra da bira şişesini kafasına dikti. Çok geçmeden Gena dibinde bitmişti. Şişeyi elinden hızla çekerek bir kısmının üzerine dökülmesine neden olunca genç adam öfkeyle geri çekildi. "Hey! Ne yapıyorsun Gena?" "Sevgilimin içki komasına girmesine engel olmaya çalışıyorum." "Ver şunu bana!" "Hayır. Bu akşam yeterince içtin. Yatağıma girmek istiyorsan ayık olmak zorundasın." "Buna sen karar veremezsin." "Yanılıyorsun. Yatağıma girenlere ben karar veririm." "Abartma Gena. Ver şunu bana." "Bir adım daha atarsan biranı kanalizasyondan içmek zorunda kalırsın." Gena şişeyi lavaboya doğru uzattı. "Bunu yapamazsın." "İzle de gör bakalım." Gena şişede kalanların hepsini tek bir hareketle lavaboya döktü. Sonra da içmemesi için buzdolabındaki iki biraya da aynısını yaptı. Drake'in öfkeli bakışları giderek kararırken Gena keyifle sırıtıyordu. "Benimle baş edemeyeceğini öğrenmelisin." "Şımarığın tekisin." Drake hızla ıslanan gömleğini çıkarıp yere fırlattı, sonra da arkasını dönüp yürümeye başladı. "Kim? Ben mi şımarığım?" Gena da koridor boyunca peşinden gidiyordu. "Ayrıca bazı zamanlarda mızmız küçük bir kız çocuğu gibi davranıyorsun. İstediğin olmadığında da kontrolden çıkıyorsun." "Ben mızmız filan değilim. Asıl şimdi sen küçük bir oğlan çocuğu gibi davranıyorsun. O salak mektuplar gelmeye başladığından beri resmen kafayı sıyırdın." "Senin için endişelendiğim için mi suçluyorsun beni?" "Seni suçladığım filan yok, sadece sana kimin kontrolden çıktığını göstermeye çalışıyorum. Bu akşam o lanet mektuplar yüzünden o kadar çok içtin ki, biri kibritle yanına yaklaşsa her an havaya uçabilirdin." Drake banyoya girip onu kapıda bıraktı. "Tamam, bundan sonra kontrolü elime alıyorum ve izin verirsen yalnız kalmak istiyorum." "Ha ha." diyerek alayla güldü Gena. "Şimdi kimmiş mızmız olan. Yalnız mı kalmak istiyorsun, hiç durma! Orada tek başına kendi kusmuğunda boğuluyor olsan bile senin için kılımı bile kıpırdatmayacağım." "Orada beklemeye devam mı edeceksin?" Gena kollarını göğsünde sertçe kavuşturdu. "Arkandan gelmemi bekliyorsan çok beklersin." "Söylediklerimi duymadın mı? Yalnız kalmak istiyorum." Banyo kapısı yüzüne sertçe kapanıp ardından kilit sesi duyulunca Gena öfkeden olduğu yerde tepinmeye başladı. "İyi. Kal o halde. Ama bu kadar kabalaşmana gerek yoktu." diye bağırdı arkasından fakat çoktan suyun açıldığını duymuştu. "Tanrım kalın kafalı erkeklerden nefret ediyorum." diye hırsla soluyarak mutfağa döndü. "Ve bu tür erkekleri çekebilen manyetik bir alana sahibim." O kadar öfkeliydi ki birisiyle konuşmaya ihtiyacı vardı. Madison'ı bir kez daha aramak için çantasında cep telefonunu bulmaya çalıştı. Kız kardeşine ulaşamayınca Madison telaşlanmış olmalıydı. Troy ve Corine'in bütün gece karakolda ifade vermek zorunda olduklarını ona söylemek zorundaydı. Görmeyen gözlerle çantasına bakındı, ancak çok sonra telefonunu arabada unuttuğunu hatırlamıştı. Kahretsin. Koridora doğru ümitsiz bir bakış attı. Duştan sus sesi gelmeye devam ediyordu. Drake'in şimdiye kadar çoktan özür dilemek için geri dönmüş olması gerekirdi. Acaba bu kez fazla mı ileri gitmişti? Hayır. İçki şişelerini dökerken şımarıklık yaptığını düşünmüyordu, sadece onun daha fazla içerek sabah ağrıyan bir baş ve mide bulantılarıyla uyanmasına engel olmak istiyordu. Hepsi o lanet mektupların suçuydu. "Bundan sonra kendi başına banyo yapmaya alışsan iyi edersin pislik herif." Gena arabanın anahtarlarını Drake'in ceketinin cebinden alıp dışarı fırladı. Kapıyı sertçe ardından çarptıktan sonra kendi kendine söylenerek merdivenlerden inmeye başladı. "Erkekler kendini kadınlardan üstün görmeye devam ettikçe ve onları dinlememeye devam ettikçe asla bir arpa boyu yol alamayacaklarını öğrenmeliler. Ama merak etme Drake, Gena Harrison'dan hızlandırılmış bir kurs aldığında ne demek istediğimi anlayacaksın." Muzırca sırıtarak merdivenlerden üçer beşer inmeye devam etti. Dış kapıyı açtı ve eski arabasına doğru ilerlemeye başladı. Saat sabaha karşı beşe gelmek üzereydi. Güneşin ufuk çizgisinde görünmesine çok az kalmıştı. İki köpekle havlayarak sokağın başında birbirini kovalamaya başlayınca korkuyla yerinden sıçradı. Ağaçların arasından fısıltı gibi esen rüzgar tenini yalayıp geçmişti. Havanın sıcak olmasına rağmen Gena bedeninin ürperdiğini hissetti. Etrafına bakındı. Sokak boştu ve etrafta kimsecikler yoktu. Vücudundaki gerginlik yalnızca karanlıktan ve aptal korku filmleri yüzündendi. Kendine güveni azalmadan bir an evvel cep telefonunu almalı ve geri dönmeliydi. Aslında öfkesini atmak için arabayla bir kaç tur atabilirdi fakat bu gece yaşadığı adrenalin ona bir süre yeterdi. Şu anda yorgun kıçını yatağa taşımak dışında yapmak istediği hiç bir şey yoktu. Ayrıca ne kadar hak ettiğini düşünse de koca kafalı sevgilisini endişelendirmek istemiyordu. Sabahın köründe o sarhoş haliyle peşine takılması yeni bir felakete yol açabilirdi. Bu yüzden aceleyle torpido gözünü açtı. Telefonun alarak yeniden doğrulduğunda karşısında dikilen gölgeyi görünce çığlığı basıverdi. Cep telefonu elinden fırlamıştı. "Selam sürtük." Yüzü maskeli kişi ona elinde bir bıçakla sessizce yaklaşmıştı. Gena sırtını kaputa yaslayana kadar geri gitti. Dehşetle açtığı gözleri adamın bıçak tutan elindeydi. "B-benden ne istiyorsun? Param yok. Şu anda benden alabileceğin tek değerli şeyi de az önce arabanın altına düşürdüm." "Gerçekten akıllı olduğunu zannediyorsun değil mi, Gena?" Kar maskeli şahsın sesi yüzündeki maske yüzünden boğuk çıkıyordu. Gena onun kim olduğunu bilmiyordu ancak her kimse belli ki onu tanıyordu. "Kimsin sen ve adımı nereden biliyorsun?" "Lütfen ama, seninle mektup arkadaşı sayılırız, beni nasıl tanımazsın?" Gena'nın göz bebekleri panikle irileşmişti. Bunun olacağını hiç tahmin etmiyordu ama günlerdir aradıkları tacizcisi tam karşısında duruyordu. Sesini kalınlaştırmaya çalışıyordu fakat Gena bu sesin sahibini bir kadına ait olduğunu biliyordu. "Sen." Gena sertçe yutkundu. "Bunu neden yapıyorsun Charlie?" Genç kadın maskeyi çenesinden yukarı kadar sıyırıp kıkırdadı. Gülen gözleri farkı bir delilikle parlıyordu. "Doğrusu bu kadar çabuk tanıyacağını hiç düşünmemiştim, ama gizem ortadan kalktığına göre artık şu aptal maskeden kurtulabilirim." "Hiç bir şey anlamıyorum. Neden?" "Hımm. Bir düşünelim. Seni korku içinde hayal etmek hoşuma gidiyordur belki. Veya belki sevgilinde gözüm vardır. Drake çok şeker bir çocuk, öyle değil mi? Bence senin gibi bir sürtükten daha iyisini hak ediyor, ne dersin?" Gena'nın öfkesi yanardağ alevleri gibi bedeninin her köşesine sızmaya başlıyordu. Çenesini havaya dikip gözlerini kıstı. "Sevgilimin adını ağzına alırsan ölürsün kaltak." "Zavallıcığı kendine nasıl böyle âşık ettiğini bilmiyorum, ama sana açılmadan önce epey acı çektiğini söyleyebilirim. Onu kollarımda nasıl teselli ettiğimi dinlemek ister misin?" "Kapa çeneni!" "Ah, yatakta çok ateşli bir âşık öyle değil mi?" Charlie elindeki bıçakla yavaş yavaş üzerine gelmeye başlayınca Gena geriledi. "Ona bildiği birçok şeyi benim öğrettiğimi sana anlattı mı? Bence bunun için bana teşekkür etmelisin." "Bence sen hayal dünyasında yaşıyorsun güzelim. Dünya üzerinde sevdiği kadına sadık tek bir erkek varsa, o da Drake'dir." Belki de kadını o kadar fazla kışkırtmamalıydı. Sözlerinin tesir etmesini beklerken Charlie'nin hırlayarak dişlerini sıktığını fark etti. Tıpkı saldırmak üzere olan kuduz bir hayvan gibi. Charlie bir anda öne atılarak bıçağını Gena'nın boğazına dayayınca keskin kenar etine battı. "Erkekleri parmağında oynatmaya alışık küçük bir orospusun sen. Sana dersini vereceğim." "Sanırım bu konuda beni kıskanıyorsun." Gena mümkün olduğunca geriye çekilmişti. "Belki de asıl senin benden öğreneceğin şeyler vardır ha, ne dersin?" Genç kadın hırladı. "Elinde bıçak olan birini asla kışkırtmamalısın. Birazdan seni öyle küçük parçalara böleceğim ki, sevgilin yüzüne midesi bulanmadan bir daha asla bakamayacak." Gena sessizce yutkundu. İleri gittiğinin farkındaydı. Belki de onu kışkırtmaması gerektiği hususunda kadını dinlemesi gerekiyordu. Yine de bir şansı olabileceğini düşünüyordu. Bunun için doğru anın gelmesini beklemeliydi sadece. Başını aşağı yukarı sallayarak arkasındaki adama işaret verdi. "Bunu yapmayacaksın Charlie." dedi Drake. Charlie hızla sesin geldiği tarafa döndü. O sırada bu boşluktan yararlanan Gena kadının karnına sert bir tekme savurdu. Genç kadın acıyla iki büklüm olmuştu, ancak bir amazon kadını kadar iri olduğu için onu yıkmak o kadar kolay olmayacaktı. Gena bir tekme daha savurup elindeki bıçağı uzak bir yere fırlatınca kadın acı bir haykırışla üzerine atıldı. "Hayır, Gena!" Drake arkasından kadına asılıp çekmeye çalışıyordu fakat Charlie öyle kuvvetliydi ki, neredeyse üç erkeğin gücüne sahipti. Parmakları Gena'nın boğazına yapışmış onu var gücüyle sıkıyordu. Gena altında nefes almak için çırpınırken tırnaklarını kadının ellerine geçirdi. Onu tırmalayarak kanattığı halde Charlie baskısına devam etti. "Bırak beni. Bırak!" "Senin yüzünden kardeşimin hayatı mahvoldu. Yeniden uyuşturucu ve kumara başladı. Tüm birikimini kaybetti. Sonra da defolup gitti. Annem meraktan deliye döndüğü için bir sürü sinir ilacı kullanıyor. Benden sürekli onu bulup geri getirmemi istiyor ve bunların hepsinin sorumlusu kim biliyor musun?" "Bırak onu Charlie. Bırak yoksa öldüreceksin." Drake arkadan kadına sarılıp onu çekmeye çalışıyordu ancak Charlie sanki bir beton gibi olduğu yerden kıpırdamıyordu. "K-kardeşinin kim olduğunu bile bilmiyorum." Gena'nın gözleri sulanmaya başladı. Beyaz teni kıpkırmızıydı. Gözlerinin önünde siyah benekler uçuşmaya başladığında bayılmak üzere olduğunu hissetti. "Ah, elbette onu tanıyorsun. İkiniz de çok iyi tanıyorsunuz. Birlikte olmak hiç düşünmeden için onu ezip geçtiniz. Onun hislerine hiç değer vermediniz." "Dom." Gena'nın fısıltıyla söylediği isim Drake'in nefretini körüklemiş gibiydi. Homurdanarak Charlie'yi Gena'nın üzerinden bir hışımla çekip aldı. Şimdi sırt üstü yatırdığı kadının üzerine tırmanmıştı, elleri kadının ince boynundaydı. "O sendin. O notları Gena'ya sen yolluyordun, değil mi? Dom sanmıştım. Lanet olsun!" Drake göz ucuyla Gena'nın hareketsiz bedenine bakmaya çalıştı ama önce ellerinin altındaki kadını etkisiz hale getirmek zorundaydı. "Evet. Sevgili Gena'nın içine korku salmak istedim. Benim gibi uykuları kaçsın istedim. O sürtük mutlu olmayı hak etmiyor çünkü. Yaşamayı hak etmiyor." "Sen aklını kaçırmışsın. Sana güvenmiştim. Gena ile olan duygularımı ilk anlattığım kişi sendin. Bana yardım ettin. Ne zaman öğrendin bunu söyle? Başından beri biliyor muydun?" "Eğer başından beri biliyor olsaydım sence sana Gena hakkında yardım etmeye çalışır mıydım?" Kadın nefes almaya çalışırken öksürünce Drake boğazındaki baskıyı biraz azalttı. Onun ölmesini istemiyordu. Yaşamalı ve yaptıklarının hesabını ödemeliydi. "Kardeşin Gena'yı hak etmiyordu, beni duydun mu? Ona Gena'yı mutlu etmesi için bir şans vermiştim. Ama o bu şansı kullanmayı beceremedi. Önce onun hayatını tehlikeye attı. Sonra da korkup kaçtı. Bencil pisliğin tekiydi." "Belki de. Ama eğer o mutlu olamıyorsa sizin olmanız haksızlık." Kadın bunu söyledikten sonra botundan çıkardığı küçük bir bıçağı Drake'in bedenine saplamıştı. Drake'in canı öyle yanmıştı ki kadına suratının ortasına vurduğu tek bir yumrukla bayılmasını sağladı. "Lanet olsun sana!" Elini kanayan yan tarafına bastırırken, "Sen de tıpkı kardeşin gibisin." diye mırıldandı. "Gena!" Drake yavaşça yerinden kalkıp Gena'ya doğru emeklemeye başladı. Onun ölü gibi hareketsiz yatıyor olması endişelerinin dağ gibi büyümesine neden oluyordu. Hemen nabzını kontrol etti. Şükürler olsun yalnızca bayılmıştı. Önce arabanın bagajından kalın bir ip bulup Charlie'yi bağladı, ardından da polisi aradı. Gena'yı kucaklayıp kaldırmaya çalıştı, ancak başaramayınca yere çöküp onu kollarının arasına aldı. Kızıl saçlarını okşayıp yüzünden çekerken bir yandan onunla konuşup kendine getirmeye çalışıyordu. "Hadi Gena. Uyan hadi!" Siren sesleri duyulmaya başladığında nihayet Gena gözlerini aralamıştı. "Drake?" "Buradayım sevgilim." "Ne oldu, ben? Ah, aman tanrım o kadın!" Gena aniden kalkmaya çalışınca Drake ona izin vermedi. "Artık bize zarar veremez. Bu arada tebrikler, yerinde ve güzel tekmelerdi." Gena zorlukla tebessüm etti. "Hak etmişti." Başını çevirip baktı. Charlie elleri arkasından bağlanmış halde beton zeminde baygın yatıyordu. "Bunu ona ben mi yaptım yani?" "O kadar heveslenme." Direk iki parmağını birbirine yaklaştırdı. "Birazcık yardım almış olabilirsin." Sirenler yaklaşıyordu. "Polisler geliyor." dedi Gena. "Tanrım yine mi?"" "Karakoldakiler bu gece bizi ikinci defa görmekten pek memnun olamayacaklar." Gena kıkırdadı. Sonra da Drake'in kucağında dönmek için kıpırdandı. Drake acıyla inlediğinde ise panikle yerinden fırlamıştı. Drake'in gömleği kızıla boyanmıştı. Üstelik yüzü kireç gibi bembeyazdı. "Yaralanmışsın!" "Küçük bir sıyrık sadece bebeğim. Endişelenme. Büyük bıçak kaldırımı boyladığı için şanslıydım." "O kaltağı geberteceğim." "Hayır." Drake tüm acısına rağmen onu göğsüne sıkıca bastırdı. "Şu anda tek istediğim acılarıma bir son vermen." Gena'nın saçlarına bir öpücük kondurdu. "Geç kalsaydım kendimi asla affetmezdim. Hepsi benim aptallığım." Yüzüne gelen saçlarını hızla kulağının arkasına sıkıştıran Gena hüzünle kan sızan yaraya bakıyordu. "Kes saçmalamayı. Bu senin suçun değildi. O manyağın Dom'ın üvey kardeşi olacağını bilemezdik." "Bir dakika. Konuştuklarımızın ne kadarını duydun?" "Dom'a benim için bir şans verecek kadar kalın kafalı olduğunu öğrenecek kadar." Drake bakışlarını kaçırınca Gena çenesini tutup onu kendine bakmaya zorladı. "O gece kulüpte, izdiham sırasında ezilmekten kurtarıp beni hastaneye getiren sendin değil mi? Bir ara kendime geldiğimde seni görmüş ama hayal gördüğümü sanmıştım. Ah, Drake bunu neden yaptın?" "Çünkü seni seviyordum. Birini sevdiğinde o kimi severse sevsin mutlu olmasını istersin." "Seninle daha mutlu olabileceğimi bilseydim yemin ederim asla bir başkasını istemezdim." Drake'in gözleri yarı yarıya kapalıyken gülümsüyordu. Artık yarası uyuştuğu için hiç bir şey hissetmiyordu. Dudaklarını da hissedememekten korktuğu için önce onları ısırdı, ardından yaladı. Şükürler olsun hâlâ his vardı. "Ben ise ateşli dudaklarını üzerimde hissetmek istiyorum Gena. Dünyanın en kalın kafalı adamı olsam bile yine de beni öpmeni istiyorum. Buna ihtiyacım var." "Tanrım Drake." Gena artık gözyaşlarını tutamıyordu. Uzanıp yumuşacık dudaklarıyla onu şefkatle öperken genç adamın nefessiz kaldığını anlayıp geri çekildi. Drake'in gözleri kapanırken solukları yavaşlıyordu. "Bunu bana sakın yapma, tamam mı?" Drake'in yüzünü ellerinin arasına alıp sarsmaya başladı. "Sana söylüyorum Drake, eğer ölürsen seni asla bağışlamam. Beni duyuyor musun? Benimle evlenmeden ölemezsin." Drake'in gözleri son bir gayretle açılmış, dudaklarına minik bir tebessüm yerleşmişti. "Bu bir teklifi mi Georgina Harrison?" diye sordu. "Evet." dedi Gena. "Cevabı aceleye getirmeden önce iyice bir düşün derim. İstediğim olmadığında huysuz ve mızmız bir çocuk gibi davranabilirim." "Düşünmeme gerek yok." dedi Drake, gözlerini kırparken. "Bundan daha büyük bir dileğim olmadı hiç." "Bu, evet mi demek?" "Bu, sanırım artık huzur içinde ölebilirim demek." Gena kahkahalarla gülerken bir yandan Drake'in yüzünü öpücüklere boğuyordu. "Hayır ölemezsin. Benimle mihraba yürümeden olmaz Demir Adam." Turuncu yelekliler etrafını sarmaya başladığında Drake'in kendinden geçmeden önceki son sözleri, "İstediğin her şeyi yaparım." olmuştu. "Yeter ki bana iğne yapmalarına izin verme!"
|
0% |