@sagetaylors
|
"Anne, bunu duyman gerek!" Küçük çocuk sevinçle koşturarak mutfağa girmişti. Heyecanı yanaklarındaki kırmızılıktan, gözlerindeki ışıltıdan rahatlıkla okunabiliyordu. O sırada annesinin ne yaptığını umursamayacak kadar mutluydu. "Buna inanamayacaksın. Kelimeleri tersten okuyabiliyorum. Bayan Harper bugün sınıfta küçük bir test yaptı ve benim bu konuda çok yetenekli olduğumu herkesin önünde açıkça söyledi. İnanabiliyor musun? Okulda bir yarışma düzenlenecekmiş ve benim de katılmamı istedi anne. Ne harika bir haber değil mi?" Çocuk, konuşurken adeta yerinde duramıyor, zıp zıp zıplıyordu. Annesi ocakta bir yandan tenceredeki yemeği tahta bir kaşıkla karıştırırken, bir yandan da elinden düşürmediği kâğıt destesinden gözlerini ayırmıyordu. "Şimdi olmaz, daha sonra tatlım." "Ama anne, yarışmaya kadar çok çalışmamız gerek. Dinle şimdi! I-B-A-L-O-D-Z-U-B. Buzdolabı. K-A-D-R-A-B. Bardak. "Sana şimdi olmaz dedim Nick. Annen de çalışmak zorunda tatlım." "U-T-O-B-O-R-K-A-F-T-U-M. Mutfak robotu." "Nick!" "E-S-A-K. Kâse." "Tanrım Nicky!" diye inledi yeniden kadın. Bu kez sesi öyle yüksek çıkmıştı ki, Nickholas aniden sessizleşmiş, kırpıştırdığı derin mavi gözlerini annesine dikmişti. "Altı yaşındaki bir çocuğa göre çok fazla konuşuyorsun ve beni hiç dinlemiyorsun, değil mi?" Çocuğun dikkatini çekebildiğine sevinen kadın eğilerek elindeki kâğıt tomarını sanki fark etmek zorunda olduğu bir nesneymiş gibi çocuğun burnunun ucunda sallamaya başladı. "Bunlar nedir biliyor musun Nick?" Küçük çocuk yalnızca başını iki yana sallayarak cevap verince genç kadın iç çekerek daha yumuşak bir sesle konuşmaya devam etti. "Bunlar annenin ezberlemesi gereken roller canım. Ve yapması için çok kısa bir zamanı var. Yakında anneni televizyonlarda görebileceksin. Bunu istiyorsun değil mi Nick? Annenin ünlü bir yıldız olmasını istiyorsun değil mi?" Çocuk kafa karışıklığı ile başını bu kez de evet anlamında sallayınca, kadının gözlerinin içi ışıldadı. Yüzündeki gülümseme gerçekten de yıldızlara özeldi. "Aferin sana. Şimdi beni yalnız bırak ve odana git. Üstelik böyle saçma sapan şeylerle uğraşacağına DVD ‘lerinden birini seyret ve yaşıtlarının nasıl oyunculuk yapabildiklerine odaklan. Unutma, iyi bir aktör daima çok çalışmalıdır. İleride ne olacaksın, anneye söyle bakalım?" "İyi bir aktör olacağım." "İyi olmak yetmez, sen en iyisi olacaksın Nick. " Küçük çocuk verdiği cevaba ileride o ankinden daha fazla pişman olacağını hiç düşünmemişti. O sırada tek umurunda olan şey annesinin omuzlarından tutup ona tüm sevecenliğiyle gülümsemesiydi Annesi çok güzel gülümserdi. Öyle ki, babası onun bu gülüşüne âşık olduğunu söylerdi hep. K-Ş-A. Aşk. Fakat bu aralar annesi o kadar da sık gülümsemiyordu. Hatta Nickholas'ın yaptığı esprilere bile gülmüyordu. Gergindi. Hep çok çalışmaktan ve bir yıldız olmaktan söz ediyordu. Annesi işini seviyordu. Oyunculuğun kariyeri olduğunu düşünüyordu. Bir gün dünya ondan bahsedecek ve kariyerinde en tepede olacaktı. Nick henüz o kelimeyi tersten okumayı beceremiyordu ama sorun değildi, çalışıp öğrenebilirdi. Tıpkı annesi gibi o da ileride tersten okuma dalında iyi bir kariyer sahibi olabilirdi. "Yalnızca bir kerecik anne, lütfen!" Annesi, "Hayır! " diyerek Nickholas'ı tersledi, başını şöyle bir okşadıktan sonra da karıştırdığı tencerenin başına geri döndü ve mırıldanarak sayfaların arasına gömüldü. Nick kendini kötü hissetmek istemiyordu. Yalnız hissetmek de istemiyordu. Annesinin söylediğine göre o kocaman bir delikanlı oluyordu. Büyürken insanlar kendilerini kötü hissetmez, yalnızlıktan korkmazlardı, değil mi? Yine de içinde bir burukluk oluşmasını engelleyememişti. Ayaklarını sürüye sürüye bu sefer de kendini saatlerdir çalışma odasına kapatmış olan babasının yanına gitti. Babası büyük bir masanın arkasında, gözünde siyah çerçeveli ciddi bir gözlükle oturmuş, kalın kitaplarından birini okuyup, hızlı hızlı notlar alıyordu. Nickholas, orada ne kadar dikilirse dikilsin onu fark etmeyeceğinden emindi. Kapının köşesine yaslanıp bir müddet ses çıkarıp çıkarmamak konusunda tereddüt etti. Annesine sınıfında olanları ve öğretmeninin onunla ilgili övgülerini anlatırken ki heyecanı yarı yarıya sönmüştü. Babasının ne tepki vereceğini ise az-çok tahmin edebiliyordu. Yine de umutsuzca seslenmekten kendini alıkoyamadı. "Baba? Sana bir şey anlatabilir miyim? Çok önemli." Babası ya onu duymamış veyahut duymazlıktan gelmişti. Çünkü başını bir an bile kitaplarından kaldırıp bakmamış, dudaklarıyla sessizce okumaya devam etmişti. Küçük çocuk cesaretini toplayıp, son bir kez daha sesini yükseltmeyi denedi. "Baba! Bugün okulda ne oldu biliyor musun?" Adam okumaya ara verip iç geçirdi. Çocuğun içi bir anda umutla dolmuştu. "Okuldaki bir yarışmaya katılacağımı biliyor muydun? Bugün Bayan Harper dedi ki..." Adam okuduğu kitabı sertçe kapatıp, bir başkasını açtı ve sayfaları hızla çevirmeye başladı. Babasının da en az annesi kadar çok çalıştığını biliyordu Nick. Babası bir doktordu ve Nick bununla her zaman gurur duymuştu. İçeriye girmek için adımını attığında, "Git önce annene anlat Nickholas," diyerek onu durdurdu babası. "şu an gördüğün gibi çok meşgulüm." "Ama baba, Bayan Harper'ın dediğine göre ben..." "Sana git dedim Nick!" Adamın sesi bir anda yükselince küçük çocuk irkildi. Minik ayakları kendinden bağımsız olarak hareket etmiş, bir kaç adım gerilemişti. "Görmüyor musun evlat, çalışıyorum." Babası başını kaldırıp bir kez bile onun yüzüne bakmamıştı. Ama Nick sesindeki sertlikten mesajı almıştı. Şu anda ne annesi ne de babası onunla ilgilenemeyecek kadar meşgullerdi. Nick aklından o kelimeyi tersten okumayı denedi. L-U-G-Ş-E-M. Meşgul. İçinde öfke yükselirken başını hırsla iki yana salladı. Hayır, bu kelimeden de en az kariyer kelimesi kadar nefret etmişti. Hayal kırıklığını gizlemeye çalışarak arkasını döndü ve yorgun adımlarla odasına yürüdü. Artık içinde yarışma heyecanına dair en ufak bir kırıntı bile kalmamıştı. Nickholas zihnindeki görüntülerden başını silkeleyerek kurtulup, Bugatti Chrion'unu evinin girişine son anda duracak şekilde park etti. Motoru kapattıktan sonra arabada bir süre bekleyip, anıların kafasından tamamıyla silinmesini bekledi. Yirmi altı yaşında bir adam olarak hâlâ altı yaşındaki bir çocuğun hislerini paylaşması ne garipti. Bugün annesinin bir kez daha kazanmasını sağlamıştı. Bianca Brooklyn, kaybetmeyi sevmezdi ve Nick'e de çocukluğundan beri bunu öğretmişti. Kazanmak için ne olursa olsun her yolu dene... ve asla vazgeçme. O aptal muhabirlerin de Freeman'ın da canı cehenneme. Lanet olsun. Nick, hiç bir zaman böyle bir hayat istememişti ki. Komik gelebilir ama diğer normal çocuklar gibi büyümeyi ve orta gelirli bir ailede yetişmeyi, içinde yaşadığı boktan hayata seve seve tercih ederdi. Onunla ilgilenen ebeveynleriyle, sıradan bir devlet okulu, sıradan bir çevre ve hatta çok daha azıyla bile yetinebilirdi. Daha fazla paranın ve şöhretin getirilerinden haberdardı, ancak asla sahip olamayacağı şeyin ne olduğunu da sonunda acı bir şekilde öğrenmişti. Mutluluk. Nick mutlu değildi. Zenginlik ve lüks daima elinin altında olarak dünyaya gelmemişti fakat anne babası mesleklerinde öyle hırslılardı ki, zirveye çıkana kadar asla durmamış, bu sırada neyi kaybettiklerini de asla öğrenememişlerdi. Dışarıdan bakıldığında, alanında uzman, estetik cerrahı olan bir babanın ve dünya starı olmuş bir annenin tek çocuğuydu. İnsanlar ona gıpta ile bakıyor, yerinde olabilmek için her türden fedakârlığa hazır görünüyordu. Fakat kimse onun içindeki yalnızlığı göremiyordu. Tek başına büyüyen ve etrafında yalakalık yapmaktan zevk alan bir yığın insanın içinde, annesinin istekleri üzerine yaşamaya devam eden bir zavallıdan başka bir şey değildi aslında. Ünlü, başarılı, çekici film yıldızı Nickholas Andersson. Acı bir gülüş dudaklarından döküldü. Sayamadığı servetlerinin yanında sahip olduğu tek gerçek, ismiydi. İnsanlar ondan hep daha fazlasını isterdi. Annesi ondan daha fazla ünlü olmasını istemişti. Bu yüzden yetişkinliğe adımını attığı ilk günden onu yanında setlere sürüklemeye başlamıştı. Söylediğine göre onda doğuştan star ruhu vardı. Babası daha çok para kazanmasını istiyordu. Daha fazla para daha çok güç demekti. Büyükannesi ondan yalnızca ailelerine layık bir çocuk olmasını istemişti. Kültürlü, gururlu bir beyefendi. Kadınlar ondan para ve seks istiyordu. İyi bir seks. Ancak kimse Nickholas'a ne istediğini bir kez olsun sormaya zahmet etmemişti. Dahası bir kez bile mutlu olup olmadığını sormamışlardı. Nick ise yıllarca çevresindekileri mutlu edebilmek için didinip durmuştu. Tıpkı bugün yaptığı gibi... Basın toplantısı bittiğinde annesi kulağına eğilerek ona kısa bir "aferin" demişti. Ve hemen sonra da onun için tehlikeli olabilecek gazeteci kadını işaret etmişti. "Diğerlerinin kalbini fethetmeyi başardın Nick, ama bu kadın başımıza iş açabilir. İcabına bak." Annesinin bu iki cümlesi ona neyi yapması gerektiğinin açık bir göstergesiydi. Kadını bir şekilde etkilemeli ve kendi tarafına çekmeliydi. Nick'in niyeti de buydu. Ancak onunla seks yapmak gibi bir şey aklında yoktu. Çıkarken kadını yakalamış ve onunla çekiciliğini kullanarak sohbet etmeye başlamıştı. Kadının ondan etkilendiğinin farkındaydı. Ve Nick en güçlü silahını bu kadının üzerinde seve seve kullanmaya hazırdı. Ancak kadının ilk fırsatta dudaklarına yapışacağını ve kendisiyle beraber onu kadınlar tuvaletine çekeceğini asla tahmin edemezdi. Çekiciliğinin dozunu ayarlaması gerekirdi. Kadına çok fazla cesaret vermiş olmalıydı. Oysa Nick, o sırada birdenbire ortadan kaybolan Madison'ı düşünüyordu. Toplantı boyunca bir kez daha yok olmuştu ve Nick bunu hemen fark etmişti. Sonunda yalnızca elinde bir kahve bardağıyla çıkagelince Nick rahatladığını hissedip gülümsemişti. Gazetecilerin sorularına cevap verirken aklında sürekli asansörde Madison ile aralarında çakan kıvılcımlar vardı. Evet, bunu inkâr etmiyordu. Ne olduğunu bilmiyordu ama bir şeyler olmuştu. Madison ile tartışmak, onu kızdırmak her zaman hoşuna gidiyordu. Bunu yaparken bazen biraz ileri gittiğinin farkındaydı çünkü Madison'ı kızdırmak pek kolay değildi. Dahası o kadın tek başına silahlı bir ordu gibiydi. Hangi anda, hangi silahla sizi nasıl gafil avlayacağını asla tahmin edemezdiniz. Nick, tahmin edilemeyen kadınları severdi. Karşısındaki kadın iste tam anlamıyla bir bulmacadan ibaretti. Üstelik Madison parasıyla ilgilenen, derdi onunla yatmaktan başka bir şey olmayan kadınlar gibi değildi. Nick'in patronunun oğlu olduğunu umursamıyor, lafını asla esirgemiyor ve canını ne kadar yakabileceğini hiç düşünmüyordu. Nick ilk andan itibaren onun bu cesaretine hayran olmuştu. Çok öfkelendiği olmuştu doğru ama karşısındaki kadının dik duruşundan etkilendiği de bir gerçekti. Uzun zamandır onun gibi bir kadınla karşılaştığını hatırlamıyordu. Şimdiye kadar onun hep bir baş belası olduğunu düşünmüştü. B.B. kendi gibi ideallerinin kölesi birini daha bulmuştu. Fakat bugün ilk defa onda farklı bir şeyler olduğu dikkatini çekmişti. Ve dudaklarının ne kadar güzel olduğu. Veya o sıradan giysilerinin altında neler olduğu... Kahretsin. Madison'ın çıplak bedenini düşünmeye başladığına göre yoksunluk krizine girmiş olmalıydı. Oysa daha bir saat önce, kadınlar tuvaletinde yüzünü bir daha anımsamayacağı bir kadınla birlikte olmuştu. Zevk almıştı evet ve aynı şekilde zevk de vermişti. Ama belli ki hâlâ tatmin olmamıştı. Daisy denen kadın onları kontrolden çıkacakları bir noktaya sürüklemişti. Öyle ki, içeriye birinin girdiğini bile fark etmemişlerdi. Kaderin cilvesine bakın ki, o kişi Madison Goldberg'di. Aslında kadın oldukça sessizdi. Nick sadece kadının istemeden hapşırırken çıkardığı sesten onu tanımıştı. Niye bilmiyordu ama o an durmak istemişti. Maalesef ki Daisy buna izin vermemişti. Kadının işini bitirene kadar Madison'ın yan kabinde olduğunu bilmek Nick'in alacağı zevki yarı yarıya indirmişti. Ve nedendir bilinmez bu durumdan nefret etmişti. Fakat yine de çıkarken orada olduğunu bildiğini belli etme ihtiyacıyla kıvranıyordu. Madison'ın utançtan kızarmış yüzünü gözünün önüne getirdiğinde içindeki şeytan, alacağı intikamın heyecanıyla haince gülmüştü. Ve Nick tuvaletten çıkmadan önce kadının öfkeden daha da köpüreceğini umarak en sevdiği kahvesini de yanında götürmüştü. Nick buruk bir gülümsemeyle, bardaklıkta duran Starbucks bardağına baktı. Bardak ağzına kadar dolu ve sıcaktı. Belli ki kadın, kahvesini içmeye henüz vakit bulamamıştı. Fakat Nick onun yerine görevi başarıyla tamamlamıştı. Boş bardağı eline aldı ve etrafını başparmağıyla dalgınlıkla okşadı. Bunu yaparken gülümsediğinin farkında değildi. Ani bir karar vermiş gibi bardak elinde arabadan dışarı çıktı ve hızlı adımlarla eve doğru yürümeye başladı. Kapıyı her zamanki gibi onun için Romano açmıştı. "Hoş geldiniz Bay Andersson." dedi cilveli sesiyle. Ah. Nick dudaklarını sıkıca birbirine bastırdıktan sonra kadına bakmadan kısa bir, "Hoş bulduk Mano." dedi. Kadın onun yatağına girebildiği için kendini şanslı sayanlardandı. Bir kaç kez ve özellikle Nick sarhoşken bunu başardı diye bunu tekrar yapacakları günü iple çekiyor olmalıydı. Elbette bu bir daha tekrarlanmayacaktı. Nick çalışanlarıyla asla yatmazdı. Yoksa yatar mıydı? Her neyse. Romano'yla bir daha yatmayacağına emindi. "Troy nerede?" "Son gördüğümde basketbol sahasındaydı." "Tamam. Bize yiyecek bir şeyler hazırla lütfen. Hafif bir şeyler olsun. Şu egzotik yemeklerinin havasında değilim." Kadın surat asınca, "Yanında bir şişe de viski getir." diye ekledi. "Hemen Bay Andersson." Adımlarını asansöre yönlendirirken, kısa bir an duraksadı Nick. "Bu arada yarın akşam için hazırlıklara başlamanı istiyorum. Evimde Troy için bir parti vermeyi düşünüyorum." "Parti mi?" Genç kadın bir an şaşkınlıkla bocaladı. "Bundan Madison'ın haberi var mı peki?" Nick o ismi duyunca gözlerini tehditkâr bir ifadeyle kısıp kadının tavşan gibi açılmış gözlerine dikti. "Evimde vereceğim hiç bir parti için Maddie'ye danışmaya ihtiyacım yok Mano. Eğer sorarsa ona da söyleyebilirsin. Hatta dur, en iyisi onu da davet et. Böylece bilgisi olmuş olur." Nick bembeyaz dişleri görünecek şekilde sırıttı. Ardından yatak odasına çıkacak asansör kapılarının çelik kapıları ardında gözden kayboldu. Odasına giden kodu tuşladı. Asansör yükselirken aklında neden seks yaptığı kadının yüzü yerine Madison'ın dudakları olduğunu düşünüp duruyordu. Kahretsin, kadın sinsi bir şeytan gibi ruhunu ele geçirmeye başlıyordu. Odasında asansörden indi. Üzerindekileri çıkarmadan önce Starbucks bardağını kitaplığındaki boş bir yere sıkıştırdı ve sanki karşısındaki Madison'mış gibi hafifçe gülümsedi. Bedenimi bir gün ele geçirebilirsin belki Maddie, ama ruhumu asla! Giysi odasına girip, bir mağazanın düzenine sahip sıralanmış raflardan bir basketbol şortu, atlet ve marka spor ayakkabılarıyla üzerindekileri değiştirdi. Hemen sonra da hızla aşağıya indi. Troy, Mano'nun söylediği gibi tek başına basket sahasındaydı. Kendi kendine atmaya çalıştığı bir basketi kaçırınca Nick anında topu yakaladı. "Formdan düşmüş gibisin Rupert." "Sen kendine bak Andersson." İkili birbirine meydan okuyarak genişçe sırıttı. Nick topu bir kaç kez yerde sektirdikten sonra sıçrayarak atışını yaptı. "Sayı." "Seni şanslı pislik." "Biz buna kondisyon diyoruz adamım." Troy gülerek başını iki yana salladı. Top hâlâ Nickholas'daydı ve genç adam elinden almak için hiç bir hamle yapmamıştı. "Ne o, yoksa korktun mu?" diye onu kışkırtmaya çalıştı Nick. Bugünlerde bunu çok fazla yaptığını fark etti. "Senden mi? Benimle dalga geçme. Sahalarda her halükarda seni yenebileceğimi biliyorsun." "Göster o zaman." Troy biraz yorgun görünüyordu. Biraz da dalgın gibiydi. Nick daha ilk gördüğü anda onun kötü bir ruh hali içinde olduğunu fark etmişti. Ancak sormak yerine onun anlatmasını bekledi. Teke tek bir maça başladılar. Troy bir kaç hamleyle Nick'in önünü kesip topu ele geçirmeye çalıştı fakat Nick ondan çok daha hızlıydı. Enerjisini içtiği kahveye borçlu olduğun söyledi kendi kendine ve bu düşünce keyfini biraz daha yerine getirdi. Potaya doğru ilerledi ve atışını yaptı. "Basket!" "Tamam, kabul ediyorum. Bugün iyi günümde değilim." Nick topu saydırırken, "Nedenini söylemek ister misin?" diye sordu bu kez. "Önce sen. Toplantı nasıl geçti?" Nick umursamazca omuz silkti ve yeni bir atış denedi. Bu kez top potaya girmedi. "Fena değildi. Sanırım tüm dünya artık Nickholas Andersson'ın masumiyetine inanmış durumda." "Yeni doğmuş bir bebek kadar masum ha?" Nick bu yoruma bir gülümsemeyle karşılık verdi. "Sıra sende?" Troy yakaladığı topu saydırırken sessizce iç geçirdi. Ve bir kez daha basket atmayı denedi. Top potanın kenarından geri sekti. "Bugün babamla telefonda konuştum. Belli etmemeye çalışıyordu ama sesi hiç iyi gelmiyordu. Adamlar onu sıkıştırıyor olmalı. Ne yapacağımı hiç bilmiyorum Nick. Böyle elim kolum bağlı oturmaktan nefret ediyorum." Nick kaptığı topu hızla Troy'un göğsüne atınca genç adam ona çarpmadan refleks olarak anında yakaladı. "Merak etme, yakında bu sorununuzu çözeceğiz dostum. Endişelenmeyi bırak artık." "Adamları tanımıyorsun Nick. O piç ortağı yüz üstü bırakıp gittiğinden beri babam çok şey yaşadı." Ve karısıyla ayrıldığından beri diye geçirdi içinden Nick. "Emin ol, eğer mecbur kalmasıydı asla tefecilerden borç almazdı." "Biliyorum Troy." "Ve şimdi o lanet herifler onu tehdit edip duruyorlar. Beni buraya gönderirken amacının olaylardan uzaklaştırmak olduğunu bilmediğimi sanıyor ama biliyordum. Sırf yardımım dokunabileceğini düşündüğüm için teklifini kabul ettim. Ama şimdi..." Troy sert bir atışla sayı yaptı. Dişlerini de tüm bedeni gibi sıkmıştı. Nickholas arkadaşının gevşemesini istiyordu. Planını ona anlatmadan önce buna ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Top yeniden Nickholas'a geçti. Bu kez hareketlerini daha ağırdan aldı. Yumuşak vuruşlar ve yormayan sıçrayışıyla topu potaya soktu. "Bir planım var." "Plan mı?" "Evet. Yakında Las Vegas'a kısa bir yolculuğa çıkmamız gerekebilir. Bir iş anlaşması için annemin düğmeye basmasını sağladım." "Orada ne yapacağız? Babamın borcunu kumarda kazanacağımız paralarla mı ödemeye çalışacağız?" "O kadar şansımız olduğunu sanmıyorum. Bilakis." dedi Nick yüzüne en sinsi gülümsemelerinden birini yerleştirerek. "Kaybedeceğiz." Troy kafa karışıklığıyla ona bakarken topu elinden kaptırmıştı. "Hiç bir şey anlamadım." Ve Nick bir sayı daha kazandı. "Bay Andersson, yemeğiniz bahçedeki masada hazır." Romano'nun sesiyle dikkatleri dağılınca oyunu bırakmak zorunda kaldılar. Birlikte çimenliğe doğru yürürken Nick terli kolunu arkadaşının omzuna dolayarak, "Sen bunları düşünme artık." dedi. "Ve yarın akşamki havuz partisine odaklan." "Havuz partisi mi? Nerede?" "Evimde." dedi Nick. "Senin şerefine." ..... Madison eve döndüğünde hâlâ siniri geçmemişti. Hayatında bir kez olsun şiddet eğilimi göstermemişti. O her zaman insanlara karşı duyarlı, saygılı ve sabırlı biri olmuştu. Fakat Nickholas Andersson denen züppe onun sınırlarını zorluyordu. Madison her seferinde bir şekilde kendini ona yumruk atmak isterken buluyordu. Adam hiç çekinmeden ona hakaret etmiş, küçük düşürmeye çalışmış, dahası o tuvaletini yaparken yandaki kabinlerden birinde kadının biriyle düzüşmüştü. Ve sırf onu daha çok kışkırtmak için onun en sevdiği kahvesini çalmıştı. Madison'ın uzun bir kuyruk bekleyerek almak zorunda kaldığı kahvesini. Bu bardağı taşıran son damlaydı. Sakinleştirici bir nefes almaya çalıştı. Hayır, buna asla izin vermeyecekti. O herifin sinirlerini bozarak onu istediği şeklide yönlendirmesine fırsat veremezdi. Yine de, anahtarıyla kapısını açıp evinin huzurlu ortamına girdiğinde, hâlâ zihninde Nick'in sinsice gülümseyen o aptal yüzü vardı. Adam Madison'ın kahvesini büyük bir iştahla ona göz kırparak yudumluyordu. Tanrım, diye inlememek için kendini zor tuttu. Onu bulup bin parçaya ayırmak ve her bir parçasını Los Angeles'ın arka sokaklarındaki çöp bidonlarına tıkarak, köpeklere yem etme fikrinden bir türlü kurtulamıyordu. Hayır, dedi yine. Zavallı hayvancıkları o rezil adamın pis kanıyla zehirlemek büyük haksızlık olur. İntikamı için daha acılı ama zararsız bir yöntem seçmek zorundaydı. Adama haddini bildirme düşüncesiyle içeriye girdiğinde salondan gelen mırıltıları son anda fark etti. Görebildiği tek şey oturma odalarındaki kanepenin sırtıydı. Etraf boş görünüyordu ancak sesler orada iki kişi olduğunu söylüyordu. Biri kesinlikle Gena'ya aitti ve bir adamla birlikteydi... Ne yapıyorlardı tanrı aşkına? "Evet, işte orası. Biraz daha bastır lütfen. Hayır hayır, çok değil." "Böyle iyi mi?" "Oh evet. Mmmm. Şimdi azıcık daha aşağıya. İşte, tam orası. Ah! Yavaş!" "Kahretsin, üzgünüm. Canını yaktım mı?" "Hayır, tanrım. Parmakların adeta sihirli gibi. Sence nasıl görünüyor?" "Immm. Şey, muhteşemsin." "Harika." Drake! Gena'yla birlikte olan adam Drake miydi? Madison'ın aklı karışmıştı. Dahası gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Bu, bugün yaşadığı ikinci şoktu. Evren onunla dalga filan geçiyor olmalıydı. En yakın iki arkadaşı paylaştıkları evin salonundaki kanepede birlikte seks mi yapıyordu? Gena'dan gelen mırıltılara bakılırsa ikisinin de halinden hoşnut olduğu söylenebilirdi. Drake'in sesini ilk başta tanıyamamasının nedeni ise, kesinlikle boğuk ve derinden gelmesiydi. İlk şoku atlatıp eliyle gözlerini kapatarak odasına doğru sessizce yürümeyi denediği sırada, "Hey Maddy!" diye seslendi arkasından Gena. "Dönmüşsün." Madison baston yutmuş gibi dimdik durdu ve sonunda yavaşça arkasını döndü. "Siz bana aldırmayın çocuklar. Eee, ben yokmuşum gibi davranın, tamam mı?" "Saçmalama. Neden gözlerini kapatıyorsun? Buraya gel hadi! Yeni yaptırdığım dövmeyi görmeden hiç bir yere gidemezsin." Dövme mi? Ne? Madison parmaklarını çekinerek aralayıp kanepenin sırtına kollarını dayayıp dizlerinin üstündeki Gena'ya ve hemen arkasında ayakta dikilen arkadaşına baktı. Tanrıya şükürler olsun ki, ikisi de soyunmamışlardı. "Ah, ben şey. Demek yeni bir dövme yaptırdın. Vay canına, bu müthişmiş." "Evet, öyle." dedi Gena sırıtarak. "Drake seçmemde yardım etti. Ve tüm o acılı süreç boyunca da yanımda durup bir centilmen gibi elimi tuttu." Drake arkasından gururla sırıtıyordu. Yine de bu, neden adamın kıpkırmızı kesildiğini açıklamıyordu. "Ve şu anda da kanepede?" Madison eliyle ikisini işaret etmişti. "Evet, Drake dövmemin üzerine krem sürüyordu. Cildim hassas olduğu için çok kötü kızardı ama bir kaç güne geçeceğinden eminim. Şimdilik biraz acıyor." "Ah." dedi Madison, Drake'in elindeki krem şişesini fark edince eliyle alnının ortasına vurma isteğini bastırarak. Nasıl da tahmin edememişti. En yakın arkadaşlarının - ki bir tanesi henüz yeni Gay olmaya karar vermişti- birlikte seks yaptıklarını düşündüğü için kendini birdenbire kötü hissetti. Tüm bunların sorumlusu elbette Nick denen o sersemdi. Onunla Daisy denen kadını seks yaparken yakaladığı için aklını tamamen yitirmiş olmalıydı. "Sen iyi misin? Biraz solgun görünüyorsun?" Gena'nın uyarısıyla Madison kendini hızla toparladı. "Evet, iyiyim. Sadece biraz yorgunum o kadar. Odamda olacağım. Siz keyfinize bakın." Acele adımlarla odasını girer girmez ceketini çıkarıp hırsla dolabına astı. Sonra da gömleğinin düğmelerini çözmeye başladı. Kotunu bacaklarından sıyırmadan evvele boy aynasının karşısına geçip vücudunu incelemeye başladı. Düz, hafif içe çökük bir göbeği, fazla büyük olmayan ama dolgun göğüsleri ve kıvrımlı kalçaları vardı. Yavaşça sağa sola döndü. Hiç de fena görünmüyordu. Nick neden onun vücudu hakkında kötü bir yorumda bulunmuştu o halde? Dolabını açıp askılıktaki kıyafetleri karıştırmaya başladı. Hepsi de fazla şık olmayan, salaş, sade giysilerden ibaretti. Madison kendini bildi bileli rahat giysileri severdi. Güzel görünmek adına işkence aleti gibi uzun topuklu ayakkabılar ya da kısacık dar etekler giymeye hiç ihtiyaç duymamıştı. Bunun bedenini gizlemekle bir ilgisi yoktu. Dahası, zevksiz olduğunu da düşünmüyordu. Yalnızca parasını pahalı giysilerden daha önemli şeylere harcamak zorundaydı. Kız kardeşinin eğitimi gibi... Özgüvenine bir darbe yediğini hissederek yatağa çöküp ayakkabılarını çıkarmaya koyuldu. İkinci tekini çıkarmak üzereyken kapıda bir ses duydu. "Tak tak!" Madison gülümseyerek gözlerini devirdi. Gena kapıyı çalmak yerine her zaman sesini taklit ederdi. "İçeri gel Gena!" Kapıyı dirseğiyle aralayan Gena'nın önce turuncu sevimli saçları göründü. Bu doğal renk ona hem çok yakışıyor hem de insanın içini ısıtıyordu. Hemen ardından elinde dumanı tüten iki fincan belirdi. "Kahveye ihtiyacın olacağını düşündüm." "Sen kesinlikle bir azizesin. Girsene!" "Kalçasında siyah bir cadı şapkası takmış turuncu balkabağı olan bir azize." İki kadın neşeyle kıkırdadı. "İlgilenmediğimden değildi, sadece biraz dalgındım o kadar. Dön de şuna bir bakayım hadi." Gena kahve fincanlarını Madison'ın düzenli çalışma masasının üzerine bıraktıktan sonra yatağa yüz üstü uzandı ve kalçasındaki bandajı sıyırdı. "Ah şuna da bakın, ne şeker!" "Yalan söylüyorsun." "Tamam, etrafındaki kızarıklıklar gidince daha şeker görüneceğine eminim." Gena bu kez halinden memnun sırıttı ve toparlanarak hızla yataktan fırladı. "Pekâlâ, bakalım sen de kahveni içtikten sonra daha şeker olabilecek misin?" Madison yatağın üzerinde bağdaş kurmuştu. "O kadar belli oluyor mu?" "Belki seni doğuran faydasız annene bu halini yutturabilirsin ama bana asla." Gena gardırobundan, Madison'ın evdeyken giydiği uzun, rahat tişörtlerinden birini çıkarıp uzattı. Madison giymeden önce yüzünü buruşturup tişörtü uzun uzadıya süzmüştü ki, Gena bu detayı da kaçırmamıştı. Fakat sessizliğini koruyarak arkadaşının giyinmesini bekledi. Sonra da yatağa yanına çıkmadan önce fincanlardan birini ona uzattı. "Al bakalım." "Sağ ol Gena." "Günlük kahve kotanı dolduramadığın zamanlar ne kadar aksi olabileceğini biliyorum ama daha fazlası olduğuna dair meşhur Gena sezgilerim alarma geçmiş durumda. O yüzden seni terletecek uzun bir sorguya çekmeden önce anlatsan iyi edersin." Madison kahvesinden iki büyük yudum aldı ve kendini kafeinin sihirli kollarına bıraktı. Anında gevşemeye başlamıştı. Ve çok geçmeden derin bir nefes alarak o gün olan biten her şeyi arkadaşına anlatmaya başladı. Nickholas'ın asansördeyken ona biraz fazla yakınlaşması ve dudaklarına attığı keskin bakışı bilerek atlamıştı. Muhtemelen adam önüne gelen her kadına bu şekilde kur yapmaya alışkındı ve o anda da Madison'ı etkilemeye çalışmaktan başka hiç bir düşüncesi olamazdı. Bunu daha önce denememiş olsaydı Madison belki etkilenebilirdi. Ama o adamın bir rahibeyi bile baştan çıkarabilecek etkiye sahip olduğunu düşünmesine rağmen Madison ondan etkilenmediğini gururla söyleyebilirdi. Yalnızca giysileri ve bedeni hakkında yaptığı yorum hoşuna gitmemişti. Ve seks hayatına yaptığı şu gönderme tabii ki. Sözlerini bitirdiğinde Gena da en az onun kadar öfkeliydi. "Aşağılık pislik. Demek utanmadan kahveni aşırdı ha?" Ah evet. Bir de içemediği kahvesi vardı. "Sana tüm bunları söylediğine inanamıyorum. Senin güzel olmadığını düşündüğüne göre ya kör ya da aptal olmalı. Ayrıca sen istemediğin için bir seks hayatın olmuyor tatlım, yoksa şirketteki tüm adamların sana bakarak otuz bir çektiklerine dair her iddiasına girerim." "Gena!" "Tamam, otuz bir çekmeseler bile en azından ağızlarının suyunu akıttıklarını görebiliyorum. Nick denen pisliğin hayâlarını kesip ona yedirmediğine inanamıyorum." Madison kendini arkadaşına gülümserken buldu. "İnan bana patronumun oğlu olduğunu unutup bunu yapmama şu kadarcık kalmıştı." dedi parmaklarını birbirine yaklaştırıp göstererek. "Ben işten kovulmayı göze alır, en azından bacak arasına sert bir tekme indirmeden duramazdım sanırım. Gerçekten çok sabırlısın hayatım." "Sende inanılmaz iyi bir dostsun Gena. Keyfimi bu kadar hızlı yerine getirdiğin için teşekkür ederim." "Her zaman." dedi Gena. Yüzündeki ifade birden yumuşamıştı. Kollarını açarak Madison'a sıkıca sarıldı. "Biliyorsun, arkadaşlar bunun içindir. Eğer sen yapamıyorsan senin yerine seve seve yapabilirim." "Hayır," Madison kıkırdadı. "Merak etme, Nickholas ile başa çıkabilirim." "İşte benim arkadaşım." İki genç kız sohbetlerine Gena'nın Drake'le dövme dükkânındaki macerasıyla devam ederken Madison'ın telefonu mesaj sesiyle titredi. Madison yine B.B olmamasını umarak telefonu tereddütle açmıştı. Neyse ki bu kez mesaj Romano'dandı. Nickholas'ın yarın evinde bir parti vereceğini bilmek isteyeceğini düşünmüştü. Hatta Nick'in onu özellikle davet ettiğini söylüyordu. Lanet olsun diye söylendi içinden Madison. Bu adam hiç rahat durmayacak mıydı?
|
0% |