@sagetaylors
|
Ofis hiç olmadığı kadar boştu. Genelde işlerini yetiştirmek için fazladan mesaiye kalmak isteyenler haricinde pazar günü ajansa fazla kimse uğramazdı. Madison için ise bu bulunmaz bir fırsattı. Son bir kaç gündür kafası Nickholas Andersson denen züppenin işleri yüzünde epeyce dağılmıştı. Üzerine bu sabah ev arkadaşlarının gevezelikleri -Gena'nın Drake'i birileriyle çıkmaya ikna etme çabaları da- eklenince, son çareyi şirkete kaçmakta bulmuştu. Sessizlik güzeldi. Huzur demekti. Hele sessizliğin ortasında kulaklıklarınızı takıp, sesi sonuna kadar açarak dinlenilen kaliteli Rock müziğinin keyfi hiç bir şeyle ölçülemezdi. Köşe başındaki Starbucks'dan aldığı büyük boy Americano'sundan küçük, haz dolu bir yudum daha alarak iç çekti. İyi bir kahve(hangi çeşit olursa olsun) ona güzel bir seks kadar keyif verirdi. Son zamanlarda seks hayatının ne kadar kurak geçtiği düşünülürse, kahve onun için cennet demekti. Patronları Bay Pedro, hafta başında yeni bir şirket anlaşması için kolları sıvamaları gerektiğini, en etkileyici kampanyayı hazırlamaları için tüm ekibi teşvik edecek iyi bir motivasyon konuşmasıyla belirtmişti. İş büyüktü. Ajansa getirisi elbette diğer şirketlerin kazandırdığı kar payından çok daha fazla olacaktı. Firma; çocuk ve yetişkinlik çağına girmek üzere olan yeni yetme ergenler için tasarlanmış, geniş bir ürün yelpazesine sahipti. Pazarlamaları gereken ürün listesinin bir kopyası önünde duruyordu. Tüm yapması gereken şimdiye kadar keşfedilmemiş yeni fikirler üretmekti. Ürünleri genel hatlarıyla incelemiş, hepsini ajandasında düzenli gruplara ayırmıştı. Ürünleri tanıtmak için çarpıcı bir tanıtım filmi hazırlamalıydı. Fikirlerini kabataslak yazmayı bitirmişti. Pazar araştırması için, çocukların yaş gruplarını, gideceği okulları, oyun parklarını not etti. Ürünü kullanacak çocukların fikrini almadan iyi bir pazarlama olanaksızdı. Çocuklarla konuşmak, onların isteklerini öğrenmek ne kadar zor olabilirdi ki? Madison çocukları severdi. Yıllar boyunca sürekli kız kardeşiyle yakından ilgilenmesi gerekmişti. Sosyal yaşantısından tutun da, okul hayatına, ev ödevlerinden arkadaşlarına kadar... Madison, Corine için hep bir abladan çok daha fazlası olmaya çalışmıştı. Ve başarmıştı da. Çocukların ihtiyaçlarını ve nelerden hoşlanacağını rahatlıkla kestirebilirdi. Bunun için, kendini onların yerine koyarak düşünmesi yeterliydi. Bir de işine konsantre olduğu anlarda Gena'dan sık sık gelen şu taciz mesajları olmasaydı keşke. G: Daha ne kadar saklanmaya devam edeceksin? G: O partiye hazırlanmak için fazla vaktin kalmadığını sana hatırlatırım. G: Yeni bir elbise mi almak istersin, yoksa Gena koleksiyonundan yararlanmak mı? G: Sana söylüyorum! O güzel kıçını kaldır ve hemen buraya getir Maddy! Telefonu yeni bir mesajla titreyince Madison derin bir nefes alarak arkasına yaslandı. Bu kadın hiç vazgeçmez miydi? C: Bunu söylemekten nefret ediyorum ama biraz nakite sıkıştım. Senin için sorun olur mu? xxx Bu kez mesaj Corine'dendi. Madison yerinde dikleşerek müziği kapattı ve hemen kız kardeşini aradı. "Hey! Umarım pazar gününü mahvetmemişimdir!" dedi kız kardeşi endişeyle. Kardeşinin telefonda mahcup çıkan sesi Madison'ı gülümsetti. Tekrar arkasına yaslanarak saçına iliştirdiği kurşun kalemi çıkardı ve elinde çevirmeye başladı. "Sesini duyunca günüm daha da güzelleşti desem. Nasılsın Cori?" Karşı taraftan rahat bir soluk sesi geldi. "İyiyim. Bu hafta çalıştığım burgerciden haftalığımın tamamını alamadım. Gerzek patronumuz dükkanın bu hafta iyi kazanç yapmadığını iddia ediyor ama öyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Neyse. Önümüzdeki hafta iki haftalığı birden ödeyeceğine söz verdi. Ama acilen yeni kaynak kitaplara ihtiyacım var. Hafta ortasında bir sınavım var. Bu yüzden senden borç olarak istiyorum Maddie!" Corine ‘in kendini ona bir yük gibi hissetmesi fikri Madison'ın hiç hoşuna gitmiyordu. Tüm kazancını da istese, Madison seve seve kardeşiyle paylaşabilirdi. Fakat Corine sert görüntüsünün altında fazlasıyla hassas ve ince bir düşünce yapısına sahipti. Ebeveynlerinin vurdumduymazlığı göz önüne alınırsa onun kadar duyarlı bir çocuğu nasıl olup da dünyaya getirebildiğini bazen aklı almıyordu. "Babamı aramak istemedim. Ve annemi de, bilirsin işte. Çoğunlukla onun bizden daha çok paraya ihtiyacı oluyor." "Sana kaç defa paranın aramızda sorun olmayacağını söyleyeceğim tatlım." Madison'ın sesi anlayış ve şefkat doluydu. "Hiç bir konuda annemi aramaman gerektiğini de hatırlatmama gerek yok sanırım. Ve babamı da..." bir an duraksadı. Babalarını hatırladığında boğazında sıklıkla oluşan o kocaman yumru yine oradaydı içte. Kahretsin. Bunun hâlâ olmasından nefret ediyordu. "Biliyorsun işte, onun farklı meşguliyetleri var." Yeni ailesi gibi, dememek için dilini tuttu. "Biliyorum." dedi telefondan Corine. Kırık çıkan sesi Madison'ı kahretmişti. "Onun yeni bir karısı ve çocukları var artık. Bizi uzun zamandır iplediği filan yok." Babası küçükken onları terk ettiğinde uzun bir süre ondan haber alamamışlardı. Madison umudunu kaybetmek istememişti ve bir süre sonra babaları onlarla görüşmek için iletişime geçtiğinde de haklı olduğuna sevinmişti. Ama bu çok kısa sürmüştü. Babasının artık onları daha seyrek aramaya başlamasına başta bir anlam veremiyordu. Anneleri o dönem çok içmeye başlamasına da öyle. Hatta öyle ki, Mercedes gündüzleri bile ayık kalamaz olmuştu. Sebebinin babalarının yeni bir aile kurması olduğunu öğrendiğinde Madison tıpkı annesi gibi büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştı. Zamanla babasının o kadından iki çocuğu daha olmuştu. Ve aramaları gittikçe azalarak, yalnızca Noel ve doğum günleriyle sınırlı kalmıştı. Bu konu her açıldığında Corine çok fazla etkileniyordu. Babasıyla en az vakit geçiren oydu. Babaları evden gittiğinde Corine daha iki buçuk yaşındaydı. Kız kardeşinin dağılmaması için önce kendini toparlaması gerekiyordu. Bu yüzden derin bir nefes aldı. "Hey! Bunları kafamıza takmamamız gerektiği konusunda anlaşmıştık. Biz birbirimize yeteriz, değil mi?" "Anlaştığımızı biliyorum ama bazen düşünmeden edemiyorum Maddie. Sen bunu nasıl yapıyorsun? Bazen anlamakta zorlanıyorum. Nasıl bu kadar güçlü olabiliyorsun?" "Büyüdüğünde zamanla öğreniyorsun ufaklık." diyerek şaka yollu sataştı Maddie. Kız kardeşinin gülümsediğini göremese de hissetmişti. "Hâlâ çocukmuşum gibi davranmandan nefret ediyorum." "O zaman sende çocukluk etmeyi kes." Corine kıkırdadı. O kadar genç ve hayat doluydu ki, Madison'ın gözleri bir an gururla doldu. "Sana harika bir insan olduğunu daha önce hiç söyleyen olmuş muydu?" "Hımm. Zannediyorum, bir kaç kişi olabilir. Son gönderdiğim miktar yeterli olur mu?" "İdare ederim. Bu arada sen gerçekten bir meleksin Maddie!" "İşte bunu söyleyen kimse olmamıştı." Corine yeniden güldü. Yurttaki kız arkadaşlarından, yeni transfer olan çocuklardan, okuldan ve son sınavlardan bahsederken, Madison bilgisayarından hızlıca banka bilgilerine ulaşmış ve kardeşine ihtiyacı olan parayı yollamıştı. "Son olarak kendine dikkat et Maddie." dedi Corine. "Seni seviyorum." "Ederim. Sende. Bende seni seviyorum Corine." Telefonu kapattıktan sonra, hem kardeşinin sesinin duyduğu için rahatlamış, hem de geçmişi hatırladığı için aynı oranda huzursuz olmuştu. Sanırım bu acı yaşadığı sürece hiç geçmeyecekti. Artık okulun bir an önce bitmesini ve Corine'in bir an önce yanına dönmesini istiyordu. Böylece onunla daha yakından ilgilenebilecek, ihtiyacı olduğu her an yanında olabilecekti. Gerçi Corine aklı başında bir kızdı ve her durumda başının çaresine bakabilirdi. Yine de Madison böylesinin daha uygun olacağını biliyordu. Telefonu yeniden çalınca Corine olabileceğini düşündü ancak ekranda Gena'nın dil çıkaran şirin suratı belirince kıkırdamadan edemedi. Bu resmi telefonuna Gena yüklemişti. Kötü bir anına denk gelirse onu eğlendirebileceğini iddia etmişti. Bundan daha iyi bir zamanlama olamazdı. "Alo?" "Mesajlarıma cevap vermeyerek benden kurtulabileceğini zannediyorsan fena aldanıyorsun demektir. Telefonda saatlerdir kiminle konuşuyordun öyle? Deminden beri sana ulaşmaya çalışıyorum." "Üzgünüm Gena. Corine ile konuşuyordum." "Sahi mi? Ah, küçük serseri. Onu öyle çok özledim ki." Gena birden neşeyle cıvıldamaya başladı. Sanki az önce ateş püsküren o değildi. Üç ağabeyiyle birlikte büyüdüğü için, hep bir kız kardeşi olmasının nasıl olacağını bilmediğinden dert yakınırdı. Madison'ın bu boşluğu fazlasıyla doldurduğunu söylüyordu ancak Corine ile de oldukça iyi anlaşıyordu. Corine Gena'nın çılgın yapısına Madison'dan daha iyi ayak uyduruyordu. "Nasılmış peki? Santa Monica'ya ne zaman dönüyormuş? Yeni bir erkek arkadaşı var mıymış? Neden detayları anlatmıyorsun?" "Sen neden arayıp kendin sormuyorsun?" Gena'nın coşkusu patlayan bir balon gibi anında sönüvermişti. "Haklısın. Seninle telefonu kapattığımızda emin ol, ilk işim bu olacak. Ama önce eve gelmen için sana baskı yapmam gerekiyor. Zaman daralıyor bebeğim. Tik tak. Tik tak." Madison hızla gözlerini devirdi. "Daha kaç kere söylemem gerekiyor Gena. O partiye git-me-ye-ce-ğim." "Ama nedeeeen?" diye diretti Gena. "Bana Nick denen herifin kıçına tekmeyi basacağına dair söz vermiştin." "Basacağım. Ama bunu o partiye, senin deyiminle göz alıcı bir şekilde giderek yapmayacağım." "İyi bir intikam almak istiyorsan onu cazibenle yenmelisin bebeğim. Bu en basit kuraldır." "Ve eminim onun istediği de budur." Kendi kendine güldü Madison. "Hayır Gena. Bu Madison kanunlarında geçerli bir kural değil. Ancak kendim istersem giyinip süslenirim. Sırf Nickholas Andersson kendimi kötü hissetmemi sağladı diye bu kez istediğini alamayacak." "Off, çok sıkıcısın." "Sende çok inatçısın." "Tamam, pes ediyorum. Eve parti hazırlığı için gelmesen bile sanırım duble bir waffle'a hayır demezsin, hı?" Madison kısa bir an sessizce düşündükten sonra, "Çikolata ve meyve parçacıklı mı?" diye sordu. "Yaban mersinli şurubu ve krem şantiyi unutma!" "Off, çok kötüsün." Madison hızla yerinden fırlayıp bilgisayarını kapattı ve masasını toplamaya başladı. Tatlı fikri birden ona çalışmaktan daha cazip gelmişti. Ağzını sulandı. "Sayende tüm konsantrasyonum dağıldı Gena. Bekle beni, sakın tüm şurubu bitireyim deme!" Gena karşıdan çığlık atıp kıkırdadı. "İşte benim kızım." .... Madison on beş dakika sonra evdeydi ve kendini bol malzemeli bir waffle'da kaybetmek üzereydi. Yüce tanrım, tatlı ve kahve hayatında vazgeçemeyeceği iki şeydi. Neyse ki, bünyesi yediklerini çabucak yakıyordu da b sayede hayatı boyunca kalori hesabıyla uğraşmak zorunda kalmıyordu. İki genç kadının inlemeye benzer sesleri tüm odayı kaplamıştı. Drake odasından yorgun ve tükenmiş halde çıktığında birden sesleri duyup duraksadı. Sesler mutfak tezgâhının yanındaki taburelerden geliyordu. Ne olduğunu keşfettiğinde yüzüne koskocaman bir gülümseme yayıldı. "Siz ikiniz ne yapıyorsunuz öyle, söylesenize?" Gena parmaklarının arasından süzülen şurubu yalayarak arkasını dönünce Drake beyninden vurulmuşa döndü. "Çalışman bittiyse bize katılabilirsin Drake. Ama baştan söyleyeyim, erimiş çikolatamız hiç kalmadı." Ah lanet olsun, şuna da bakın, Gena'nın ağzı yüzü resmen çikolata içindeydi. Turuncu saçları tepesinde dağınık bir topuz halindeydi. Üzerinde salaş bir tişört ve altında, yine o küçücük şortlarından biri vardı. Bu haliyle tıpkı mutfakta yaramazlık yapan haylaz bir çocuğu andırıyordu. Ama daha çok iştah açıcı, diye düşündü Drake. Gena'nın yüzündeki tüm çikolatayı diliyle ve dudaklarıyla temizlemek istiyordu. Lanet olsun. Bir kaç saat önce onunla hararetli bir tartışmanın ortasındayken kabaran ereksiyonu geri dönmüştü. Oysaki, Drake Jr.'ı sakinleştirebilmek için saatlerini odasında resimlerden kolaj çalışmaları hazırlamakla harcamıştı. Fakat bu kadın, tek bir hareketiyle onun tüm konsantrasyonunu mahvetmeyi başarıyor, bir bakışıyla Drake' i nakavt edebiliyordu. "Hayır, teşekkürler. Size afiyet olsun." diye yutkunduktan sonra dolaptan buz gibi bir Pepsi çıkardı. Belki de daha sert bir şeye ihtiyacı vardı. Kolayı yerine koyup, bu kez bir kutu bira aldı. Birayı açıp içerken özellikle Gena'nın olduğu tarafa bakmamaya çalışıyordu. "Tanrım Gena, şu suratının haline bi bak!" diye kıkırdadı Maddie. "Asıl sen kendi haline bak! Şurup çenene akmış." İki kadın gülüşürken Madison'ın odasındaki telefonu çalınca eğlenceleri yarıda bölünmüş oldu. Madison ağzını bir peçeteyle silip hızla yerinden fırladı. Drake hemen onun yerini aldı. Şükürler olsun ki, Gena da yüzünü temizlemeyi akıl etmişti. Dirseklerini tezgâha yaslayarak biraz öne doğru eğildi. Boğazını temizledi. Saatlerdir bunu nasıl söyleyeceğini düşünüp duruyordu. Artık bu kadına olan duygularını anlatması gerektiğini biliyordu. Yıllardır Gena'ya delicesine âşıktı. Fakat Gena Drake gibi biriyle birlikte olmayacağını açıkça belli etmişti. Elbette ona böyle bir şey söylememişti ama Drake hissetmişti. Gena'nın Drake'in aşkından haberi bile yoktu. Kimsenin yoktu. Ama çıktığı adamların neye benzediğini Drake çok iyi biliyordu. Hiç biriyle yarışamayacağını da öyle. Gena, entelektüel tipteki adamlarla çıkmıyordu. Enerjik, hipetaktif ve onu coşturan adamlardan hoşlanıyordu. Drake gibi bir adamın Gena için bir dosttan daha fazla ilgisini çekemeyeceğinin farkındaydı. Sırf bu kadının ilgisini çekebilmek için Gay olmaya karar verdiği yalanını uydurmuştu. Böylelikle Gena'nın onunla daha fazla vakit geçireceğini, bazı konularda sırf merakı yüzünden üzerine düşeceğini düşünmüştü. Haklı çıkmıştı. Artık Gena ile son beş yıldır hiç olmadıkları kadar yakınlardı. Onun dış görünüşünden ruh haline, seçeceği erkek tipine kadar tüm konularda bir uzman gibi davranmak Gena'nın hoşuna gidiyordu. Drake'in onun bu yaklaşımıyla ilgili hiç bir şikâyeti yoktu. Eğer Gena tüm vaktini ona harcayacaksa, kuaför salonlarında veya alışveriş merkezlerine hatta dövme salonlarında bile vakit öldürmeye razıydı. Ancak iş ona bir erkek arkadaş ayarlamaya geldiğinde Drake nasıl davranması gerektiği konusunda bocalıyordu. Âşık olduğu kadın ona bir erkek arkadaş ayarlarken, nasıl olup da altına almak istediği kişinin kendisi olduğunu ona anlatabilirdi. Hayır, bunu asla yapamazdı. Gena yalan söylediğini fark ettiği anda onu hayalarından duvara asardı. Kahretsin. Ne yapacaktı? Derin bir nefes daha aldı. Hayır, bunu yapamayacaktı. Doğru zamanı beklemek zorundaydı. "Hâlâ o adamla bu akşam çıkmakta kararlı mısın?" diye bir soru sorarak kafasındaki çılgın fikirden kurtuldu. "Kim?" "Anlamamazlıktan gelme Gena! Dom denen şu dövmeci bozuntusundan bahsediyorum." Sesi biraz sert çıkmış olmalıydı. Gena'nın yay gibi kaşları anında çatılmıştı. Drake onun bu haliyle bile seksi göründüğünü düşünüp, içinden kendine küfretti. "Asıl anlamayan sensin sersem. Bu çıkmak değil. Bir çifte randevu, unuttun mu?" Dövmecideki adam dün geç vakit Gena'yı aramış ve Drake ile ikisini bir buluşmaya davet etmişti. Adamın bakışlarından zaten huylanmıştı. Söylediğine göre Dom'un Gay bir arkadaşı vardı ve Drake ile birbirlerinden hoşlanacaklarından emin görünüyordu. Drake daha şimdiden o ikisinden nefret etmişti. Fakat sürekli birilerini beğenmeyip, kestirip atması Gena'yı şüphelendirmeye başlıyordu. Eğer bu oyunu oynayacaksa daha sahici olmalıydı. "Bak, anlıyorum. Biraz sert tepki verdiğimin farkındayım ama beni anlamalısın Gena. Kendimi henüz buna hazır hissetmiyorum." Genç kadının turuncu kaşları bu söz üzerine yumuşadı ve yüzü anında şefkatli bir hal aldı. Elini uzatıp Drake'in elinin üstüne koyduğunda kadının yüzündeki çillere dalıp gitmişti ki, birden irkildi. "Seni anlıyorum Drake. Bu yüzden ilk randevunda yanında olmak istiyorum ya zaten. Eğer benimle olursan daha rahat olursun diye düşünmüştüm. Hayatını bu yönde değiştirmek senin fikrindi, unuttun mu? Karşı tarafa en ufak bir şans vermeden daha ne kadar böyle kendi halinde devam edebilirsin söylesene? " Tanrım, bu kadın onu kesinlikle deli ediyordu. O kadar tatlı ve ikna edici konuşuyordu ki, bu ses tonuyla Drake'e kendini bir arabanın altına atmasını söylese bile itiraz edebileceğini sanmıyordu. "Gena!" "Biliyorum Drake," Gena elini biraz daha sıkı tuttu. Drake hızlanan kalp atışlarını hissetmemesini umuyordu. Kadının göl suları kadar saf ve temiz gözlerine bakarken heyecanını dizginlemekte giderek daha da zorlanır olmuştu. Güçlükle yutkunarak, eli gibi bakışlarını da hızla ondan çekti. Gena'nın güzel yüzünün asıldığını fark etmesi için bakmasına gerek yoktu. Lanet olsun. "Tamam, seni hiç bir şey için zorlamayacağımı söylemiştim ama ben çocukla tanışmak için bu akşam o bara gidiyorum." deyince Drake aniden başını kaldırdı. "Gidiyor musun?" "Evet. En azından nasıl biri olduğunu görmüş olurum. Dom arkadaşını iyi tanıdığını iddia ediyor, bende seni çok iyi tanıyorum. O yüzden birbirinizden hoşlanıp hoşlanmayacağınızı kolaylıkla anlayabilirim." Ah, lanet olsun. Dom denen adamla çıkacak olmasına zaten yeterince bozuluyordu. Şimdi bir değil, iki adamla birlikte mi çıkacaktı? Drake, bu gece kesin çok geçmeden aklını oynayacaktı. "Gena!" diye tam kadının sözünü kesmişti ki, Madison hızla odasından fırladı, dış kapıya ulaşmak üzere koşturdu. "Nereye gidiyorsun Maddie?" diye heyecanla sordu Gena. İkisi de endişeyle masadan kalkmış kapıya doğru yürümeye başlamışlardı bile. Madison kısa bir an duraksayıp, korkuyla "Annem." deyince ikili bir anlığına birbirine bakakaldı. "Barry, dün tartıştıklarını ve annemin tüm gece eve dönmediğini söyledi." "Ne yani, aşağılık herif onu bu saate kadar hiç aramamış mı?" Gena'nın sert çıkışına umutsuzlukla başını iki yana sallayarak yanıt verdi Madison. "Yardım etmemizi ister misin?" Drake yumuşak bir sesle araya girdi. "İstersen seninle gelebilirim Maddie." "Sağ ol Drake ama ben hallederim. Gidebileceğini düşündüğüm bir kaç yer var." Gena'nın yüzündeki sert ifade yerini anlayış ve acımaya bırakmadan önce Madison çıkıp gitti. Gena Drake'e bakmıştı. İkisinin de katlanamadığı bir şey varsa o da arkadaşlarını acı çekerken görmekti. Ve konu Mercedes Goldberg olduğunda Maddie hep acı çekerdi. ..... Bu şehrin diğer ucunda geldiği dördüncü bardı. Annesi burada da yoksa Madison ne yapması gerektiğini ciddi ciddi düşünmeye başlamıştı. Polise haber vermek en doğrusuydu. Belki de en başta yapması gereken buydu. Öte yandan pazar gecesini polis merkezinde ifade vererek geçirme düşüncesi bile midesinde kramplara sebep oluyordu. Annesinin orada olduğunu umarak arabasını barın önünde kaldırım kenarına park etti. Parkmetreye bir kaç bozukluk attı ve ışıkları yanan mekâna girdi. İçerisi henüz tam aydınlatılmamıştı. Bir gece önceden terleyen bedenlerin, içilen alkol ve sigaranın ağır kokusu hâlâ havada asılı duruyordu. Temizlenen masaların etrafına dizilmiş sandalye öbeklerinin arasından ilerleyerek bara doğru ilerledi. Arkası dönük zayıf, uzun boylu bir adam raflardaki şişeleri düzenliyordu. "Af edersiniz?" dedi Madison. Sesi boşlukta biraz fazla yankılanmıştı. İçeride bir kaç adam ve barmen dışında başka kimse yokmuş gibi görünüyordu. Genç adam arkasını dönüp ona tuhaf tuhaf bakınca Madison kendisini gülümsemeye zorladı. "Kapalıyız bayan. On birden önce içki servisi yapmıyoruz." "Buraya içki içmek için gelmedim. Birini arıyorum. Orta boylu, kahverengi saçlı, saçlarında kırları olan, kırklarının sonunda bir kadını buralarda gördünüz mü acaba diye soracaktım. Adı Mercedes ama kendisini herkese Mary diye tanıtır." Adam elindeki bezle arka tarafta bir yeri işaret edince Madison hızla dönüp baktı. Kuytudaki masalardan birinin üzerine yığılmış bir karaltı vardı. "Ben de işimi bitirir bitirmez polisi arayıp onu götürmesi için haber verecektim. Sabaha karşı geldi ve gece boyunca içti. Bu saate kadar sırf bir yakını gelir ve içtiklerinin parasını öder diye bekledim." Madison adama dönüp sert bir bakış attı. "Pekâlâ. Borcu ne kadar?" "Seksen sekiz dolar elli sent." Adamın sırıtan yüzüne bakmadan Madison cüzdanından bir yüzlük çıkarıp tezgâha çarptı. "Üstü kalsın. Bunu sırf, kendinden geçmiş bir kadına yardım etmek yerine onu komaya girecek kadar içmesine izin verdiğiniz için bir ödül olarak kabul edin lütfen." Parayı alırken adamın gülüşü yüzünde yavaş yavaş solmuştu ama Madison onunla daha fazla uğraşmak istemiyordu. Annesinin yanına doğru yürüdü. Kadın başını, birleştirdiği kollarının üzerine yatırmış, dağılmış kestane rengi saçları, yüzüne ve masanın üzerine yayılmıştı. Tanrıya şükür ki, hâlâ nefes alıyordu. Ve henüz kendi kusmuğunda boğulmamıştı. "Anne! Anne, benim Maddie." Kadını sarsmadan yavaşça dürttü. Annesi kıpırdandıysa bile ayılıp başını kaldırmamıştı. Madison çantasını boynundan geçirip asarak, annesini koltuk altlarından tutup kaldırmaya çalıştı. "Hadi anne, buradan gitmemiz gerek. Biraz temiz hava almalısın." Kadın kendi kendine homurdanmaya başlamıştı. İtiraz etmesi Madison'ı pes ettirmemişti. Madison onun neden bu kadar içtiğini bilmiyordu. Doğrusunu isterseniz, Mercedes Goldberg'in içmek için daima bir sebebi olmasına alışkındı. O yüzden soru sormayı yıllar önce bırakmıştı. Kadını ayağa kaldırdıktan sonra bir kolunu omzuna atıp tüm ağırlığını kendi üzerine yüklemeye çalıştı. Madison oldum olası boylu poslu bir kız olmamıştı. Şükürler olsun ki, annesi ondan daha ufak tefekti. Çıkışa doğru ağır adımlarla yürümeye devam ettiler. Daha çok Madison yürüyor, annesi ise ayaklarını sürüyordu. Bu haliyle tıpkı bir zombiye benziyordu. Ayrıca ağır bir şekilde içki ve sigara kokuyordu. Arabasının kapılarını açtı ve annesini ön koltuğa dik bir şekilde oturtmaya çalıştı. Ardından emniyet kemerini taktı. Böylece herhangi bir durumda yanında olduğu için rahatlıkla müdahale edebilecekti. Hem arka koltukta midesi daha çok bulanabilirdi. Madison şoför tarafına geçip kendi emniyet kemerini de taktı. Camları açarak içeriye temiz hava girmesini sağladı. Annesinin başı arkaya dayalı, gözleri ise kapalıydı. Motoru çalıştırdı ve eskiden yaşadığı eve doğru sürmeye başladı. Arada bir yol ışıklarının elverdiği ölçüde annesinin yüzünü inceliyordu. Bir ara Mercedes bir şeyler mırıldandı fakat Madison ne olduklarını anlayamadı. Daha çok sızlanma gibi gelmişti. Veya özür dileme. Annesinin yaşadığı evin sokağına girdiğinde rahat bir nefes aldı. Ama kapıda Barry'nin arabasını görünce öfkenin dalga dalga bedenine yayıldığını hissetti. Alçak herif, nerdeyse yirmi dört saattir annesinden haber alamamasına rağmen onu bir kez bile aramamıştı. Barry ile oldum olası iyi anlaşamazlardı. Madison'ın üniversiteden sonra bu eve dönmemesi için en geçerli nedenlerden birisi de bu adamdı. Annesi nasıl olmuştu da bunca zaman sonra kendisinden daha duyarsız bir adam bulmayı başarabilmişti. Adam serserinin tekiydi. Üstelik kumar oynuyordu. Kazandığı üç beş kuruşu da kadınlarla yiyordu. Annesinin sırf yalnız kalmaktan korktuğu için işe yaramaz bir adamın varlığına katlanabildiğine inanamıyordu. Arabayı durdurdu. Derin bir nefes aldı. Ve kapıyı açtı. ...... "Pek eğleniyor gibi görünmüyorsun?" "Efendim?" "Diyorum ki, pek eğleniyor gibi görünmüyorsun." Yüksek müzik sesi yüzünden Troy sorusunu tekrarlamak zorunda kalmıştı. Nickholas elindeki viski kadehinden yeni bir yudum aldı. "Gayet iyiyim. Ya sen?" "Nasıl iyi olmayayım ki? Ortam bir harika. Şu kadınların çokluğuna bir bak dostum! Ölmüşte cennete düşmüş gibiyim. Shot yarışmasını kaybederlerse bikini üstlerini çıkaracaklarını biliyor muydun?" "Senin adına sevindim." Troy kıkırdadıktan sonra bira şişesini kafasına dikti. Nickholas da onun baktığı yöne bakarak kendini gülümsemeye zorluyordu. Her ten ve saç rengine sahip çeşit çeşit bikinili güzel kadınlar havuzun başındaki içki yarışması için adeta sıraya girmişlerdi. Mahalleden tanıştığı bir kaç deneyimli fırlama herif, onlara hakemlik yapıyordu. Tek bir davetiyle bu kadar insanı evine bir gün içinde topladığına hâlâ inanamıyordu. Ama onun çevresinde yaşayanlar genellikle hep böyle değil miydi zaten? Bedava içki ve eğlenceye asla hayır diyemezlerdi. Evin her köşesi birbiriyle yiyişip duran, dans eden çiftlerle adeta tıka basa doluydu. Romano'ya içki servisine yardım etmesi için bir ekip bile tutmuştu Çok değil, bundan kısa bir süre önce Nickholas da onların arasına karışıp kendinden geçmekte hiç zorluk çekmediğini düşündü. Ancak bu akşam içinden hiç eğlenmek gelmiyordu. Dahası bu gece görmeyi arzuladığı tek kişi de partisine gelmeye tenezzül etmemişti anlaşılan. "Niye iki de bir saatine bakıyorsun?" Troy'un sorusuyla kendine geldi. "Hayır, saatime bakmıyordum." Yoksa bakıyor muydu? Farkında değildi. "Evet, bakıyorsun. Birini mi bekliyorsun?" "Yoo, kimi bekleyebilirim ki? Partiye çağırdığım herkes burada zaten." "Bilemiyorum, sanki bu akşam sende bir tuhaflık olduğunu seziyorum. Dalgınsın. Ve düşünceli." "Öyle miyim?" Troy güldü. "Papağan gibi konuşmaya başladığına göre öylesin ama farkında değilsin." Nick de gülmüştü. Bu kez gerçekten gülmeye çalıştı. "Eee, kimi düşündüğünü bana söylemeyecek misin?" "Birini düşündüğümü de nereden çıkardın?" "Ah, yapma ama iş bana yalan söylemeye geldiğinde pek beceremediğini gayet iyi biliyorsun." Nickholas cevap vermedi. Gülüşünü kadehinin ardında gizlemeye çalışarak ileriye bakmaya devam etti. Neden sürekli gözü hep kapı girişindeydi? Troy'un dediği gibi kimi bekliyordu? İstediği her şey şu an elinin altında ve gözlerinin önünde değil miydi? "Sen kendi işine bak serseri. Git de o faydasız dilini birinin boğazına sokmayı dene. Beni de rahat bırak." Troy gülerek yanından uzaklaşmadan önce şişesini onun kadehiyle tokuşturdu. "Bu gece beklediğin şeyin gelmesi dileğiyle dostum." dedi. Ve gelmişti de. Nickholas Madison'ın yürüyerek salonun içinden geçtiğini cam kapıların ardında görünce kadehini bir kenara bırakıp, olduğu yerde dikleşti. Sonunda gelmişti. Neden dışarıdaki partiye katılmak yerine içeriye gidiyordu o halde? Ona görünmeden kontrol etmeye mi gelmişti? Yoksa haber vermeden geldiği gibi, çekip gidecek miydi? Hayır! Nickholas bu kadar bekledikten sonra öyle kolay kolay gitmesine izin veremezdi. Sonunda kendine Madison'ı beklediğini itiraf ettiğine gülümseyerek adımlarını harekete geçmeden önce girişteki masalardan iki kadeh şampanya kadehi kapmayı akıl etti. Salonda kanepede çiftleşen bir grubun yanında hızla geçerek sağa sola bakındı. Nereye kaybolmuştu? Yoksa Nick içtiği içkiler yüzünden hayal mi görmüştü? Hayır, olamaz. Hayal görmüş olamazdı. O Madison'dı. Buna emindi. Çalışma odasını kontrol etmek için önünde dikilen iki kişiyi kenara çekmek zorunda kaldı. Çift kendini yaptıkları işe o kadar kaptırmıştı ki, onun varlığını bile fark etmemişlerdi. Çalışma odası boştu. Peki, neredeydi bu kadın? Sonra, Madison'a ait özel odayı hatırladı ve adımlarını koridorun sonundaki küçük odaya doğru yönlendirdi. İlerledikçe kulak tırmalayan müzik sesi de giderek arka planda kalmaya başlamıştı. Madison'ın odasının kapısı aralıktı. Nickholas kalbinin hızla çarpmasına engel olamadı. Sonra da kaşlarını çattı. Bu kadar heyecanlı olacak ne vardı ki? O her zamanki, annesinin başına sardığı, sivri dilli, baş belası, kahredici... Madison bir anda kapıyı açıp onunla yüz yüze gelince donup kaldı. ...güzellikteki gözlere sahip Maddie'ydi. Genç kadının ona bir şeyler söylediğini fakat Nick hiç birini duymadığını fark etti. Bir anda içine çekildiği tek şey, çikolata kadar sıcak kahverengi gözlerdi. Bu çok garipti. Çünkü bu gözleri aylardır her gün defalarca kez görmeye alışmış olmalıydı. Bugün ona farklı gelmesinin sebebi ne olabilirdi ki? "Kulaklarına bir şey mi oldu senin? Beni duymuyor musun?" Nick silkelenerek kendine geldi. Bir adım geriledi. "Özür dilerim, dalmışım." Madison güldü. "Özür mü diliyorsun? Sen mi? Bu gece ne kadar içtin Nickholas?" İşte, sivri dilli ve baş belası kısmına geri dönmüşlerdi. Nicholas kadının bu özelliğini asla aklından çıkarmaması gerektiğini bilmeliydi. Madison'a hak vermek istemiyordu ama galiba bu gece çok fazla içmişti. Aksi takdirde bir anlığına bile olsa Madison'ı cadılıktan melekliğe terfi ettirdiği için aklını yitirmiş olması gerekirdi. "Sadece, biraz. Hem seni neden ilgilendirdiğini anlamıyorum. Buraya beni kontrol etmek için geldiğini biliyorum ama içkime karışmana izin veremem." "Seni kontrol etmeye filan gelmedim. Burada unuttuğum bazı evrakları almaya geldim. Yarın sabah erkenden bir toplantım var. Senin aksine bazılarımız kazanmak için hâlâ çalışmak zorunda Nickholas. Ayrıca dev gibi kapımın önünde dikilmiş, yolumu tıkıyorsun. Eğer izin verirsen geçmek istiyorum." Nickholas çekilmek istemiyordu. Burada kalıp onunla tartışmak istiyordu. "Biraz sinirli gibisin Maddie. Madem buraya kadar geldin, bir içki içmeden seni dünya da bırakmam." "İçki içmek istemiyorum." "Lütfen Maddie! Hatırım için." Madison şüpheli gözlerle adamın elindeki kadehleri süzdü. İç geçirdi. "Beni rahat bırakmanın başka yolu yok mu?" Nickholas cık cıklayarak başını sağa sola salladı. "Hangisini bana getirmiştin?" Nickholas iki kadehe de ayrı ayrı baktı. Ne fark ederdi ki? Kadehlerin ikisi de yeniydi. Birini uzatarak, "Bunu." dedi. Madison uzanıp diğer elindekini aldı. Sonra ona geri uzatıp, "Önce sen iç!" diye çıkıştı. Nickholas fazlasıyla şaşırmıştı. Kadının ne yapmaya çalıştığını anlayamamıştı. Fark etmez diyerek, omuz silkip kadehi dudaklarına götürdü ve büyük bir yudum aldı. Madison'a uzattığında genç kadın, "Tamam, içine bir şey katmadığından emin oldum." dedi. “Âmâ yine de onu içmeyeceğim." diyerek yanından süzülüp geçti. Nickholas arkasından sallanan kalçalarına bakakalmıştı. Daha da geniş gülümseyerek, tek dikişte Madison'a verdiği kadehi bitirdi. Sonra da hızla kadının arkasından gitti. Madison'ı tam çalışma odasının kapısına vardığında yakalayabilmişti. Amma hızlı yürüyordu böyle! "Hey bir dakika! Bekle! İçine bir şey katmış olabileceğimi mi düşündün?" Madison durup ona baktı. "Neden olmasın?" Tanrım, yine oluyordu. Nick süratle giden bir arabanın otobandaki hızı gibi o gözlere doğru çekildiğini hissediyordu. Üstelik nabzı hiç olmadığı kadar hızlı atıyordu. Arkasından koştuğum için olmalı, diye düşündü. "İnanamıyorum!" "Bak, seninle bu akşam gerçekten uğraşamayacak kadar yorgunum Nickholas. Beni rahat bırak ve partine geri dön." Madison tekrar dönmek üzereyken Nickholas kendini tutamayarak koluna yapıştı. Başka türlü onu kalmaya ikna edemeyeceğini anlamıştı. "Bekle, seninle biraz konuşabilir miyiz?" Madison bir ona bir de tutmaya devam ettiği koluna bakınca Nickholas elini yanmışçasına ondan geri çekti. "Çalışma odasına geçelim." dedi Nick. Ardından odanın önündekileri yeniden kenara çekerek içeri önce Madison'ın girmesi için bekledi. Genç kadın içeri girdiğinde de kapıyı arkalarından örtme gereği hissetti. Madison kollarını göğsünde birleştirerek, "Seni dinliyorum Nick." dedi. "Ama baştan söyleyeyim saçmalıklarına ayıracak çok vaktim yok." "Neden bana karşı bu kadar aksisin?" "Ben mi aksiyim?" Madison şaşırmış gibi gülünce, Nickholas elindeki diğer kadehten büyük bir yudum aldı. Bu kadının karşısında konuşmak için neden içkiye bu kadar ihtiyaç duyduğunu hiç anlamamıştı. "Bana kızgın olduğunu biliyorum Maddie." "Kızgın mı?" "Biliyorsun işte, şu kadınlar tuvaletinde olanlar yüzünden." "Ne olmuş yani?" "Kadının biriyle halka açık bir yerde, üstelik yan taraftaki kabinde senin olduğunu bildiğim halde birlikte oldum. Ama sana yemin ederim ki başta hiç bir fikrim yoktu. Sonra sen hapşırdın ve ben sen olduğunu anlayınca ufak bir şaka yapmak istedim. Nasıl olduğunu sorma. Gerçekten o kadar kaba davranmak istememiştim. Ardından kahveni ödünç aldım ve..." " Hah. Kendini çok fazla önemsiyorsun değil mi?" Nickholas şaşkınlıkla kadının yüzüne bakakaldı. Bu kadın onu duygudan duyguya sürüklemekte bir numaraydı. Şimdi biraz alınmıştı. Dahası, onu umursamadığı için de biraz kızmıştı. Yine de sade kıyafetleri içindeki Madison Goldberg'in ilgisini çektiği gerçeğini değiştiremezdi. "Kahvemi ödünç filan almadın seni serseri!" Madison Nickholas'ın üzerine bağırarak sert bakışlarla yürümeye başlayınca genç adam istemeden bir kaç adım gerilemek zorunda kaldı. "Sen o kahveyi benden çaldın. Üstelik onu alabilmek için ne kadar sıkıntı çektiğim konusunda en ufak bir fikrin olduğunu da sanmıyorum. Sen ve senin gibiler emek harcamanın ne demek olduğunu asla bilmezsiniz. Ayrıca bir daha halka açık yerlerde düzüşmeye kalktığında en azından kapısındaki meşgul yazısını ters çevir ki, insanlar ne türden bir pisliğin içine düşebilecekleri konusunda en azından uyarılabilsinler. Ve bir diğer konu da, belki unutmuş olabilirsin diye söylüyorum, o kadın herhangi bir kadın değildi. O kadın Kanal 9'un muhabiri ve yapımcısı Daisy, Daisy... soyadı her neyse işte, oydu. Ve sen onu en ufak bir ahlak anlayışı içermeyecek şekilde hunharca... Aghh! Tanrım ne diyorum ki ben. Bunlar beni neden ilgilendirsin ki hem. İstediğin kişiyle düşüp kalkmakta serbestsin Nick." Nick bir anda çok şey oldu diye düşündü. Kadın sinirliydi, hemde çok. Önce onu ilgiyle dinlemeye başlamıştı, sonrasında hakaretlerine rağmen sakin olmaya çalıştı. Ama kadın gittikçe ve çileden çıktıkça basit bir özür dilemenin hiç bir işe yaramayacağını anladı. Madison'ın gözünde o bir pislikti. Her şeyi yapabilecek bir pislik. Daha önce gerçekler hiç böyle ağır bir şekilde yüzüne çarpılmamıştı. Nick elindeki kadehten son bir yudum daha alıp bardakları teker teker bir köşeye fırlattı. Kırılan kadehler Madison'ın dikkatini çekmiş olmalıydı. Bir anda afallayarak önce cam kırıklarına, ardından Nickholas'ın yüzüne kocaman gözlerle baktı. İşte o an, olan olmuştu. Nick daha ne olduğunu anlayamadan kadını kollarının arasına çekmiş, onu acı verecek bir hazla öpüyordu. İşte beklediği tat dudaklarının ucundaydı ve çok... Güzeldi. Kadının da öpücüğüne karşılık vereceğini sanmıştı. Oysa Madison kollarında oyuncak bir bebekten farksızdı. Nick nefessiz kalana kadar onu öptükten sonra geri çekilip kadının ifadesini çözmeye çalıştı. Hoşlanmış mıydı? Nick kadar zevk almış mıydı? Ne yazık ki Madison'ın yüzünden ne hissettiğine dair en ufak bir duygu bile okunmuyordu. Genç kadın öfkeli görünmüyordu. Ama mutlu da değildi. Ona bir adım yaklaştığında Nickholas'ın içi umutla dolmuştu. Neden yaptığını bilmiyordu ama bunun hoşuna gittiğini biliyordu. Lanet olsun, onu yeniden öpmek istiyordu. Tam kadına yaklaşmak üzereydi ki Madison onu kollarından sıkıca yakaladı ve yüzünü yüzüne yaklaştırdı. Nick hevesle beklerken de diziyle kasıklarına sert bir tekme indirdi. "Aghh!" Nickholas'ın bedeni acıyla iki büklüm olmuştu. Gözlerine çektiği acı yüzünden gözyaşları dolmaya başladı. Tanrım, böyle bir tekme yemeyeli ne kadar olmuştu? En son ortaokulda mı? "Bunu sakın bir daha deneyeyim deme!" dedi Madison öfkeyle. Kadın nefretle söylediği bu sözlerden sonra odayı hışımla terk etti. Nickholas'ı arkasından acı içinde bakarken ve gözlerinde yeni bir heyecan parlarken orada bıraktığının farkında bile değildi. Nickholas bu kadını istiyordu. Artık bundan emindi. Sonucu ne olursa olsun, Madison onun olacaktı.
|
0% |