Yeni Üyelik
9.
Bölüm

9. Bölüm

@sagetaylors

Bu olanlar inanılır gibi değildi.

Adam resmen Madison'ın sabahtan beri uğraştığı şeyi son bir saatte hiç zorlanmadan yapmış, üstüne üstlük farklı yaş gruplarına ait bütün çocukların bir anda sevgisini kazanmıştı.

Bunu nasıl yapıyordu?

Çocuklar etrafını neşeyle sarmış, her fırsatta onu filmleriyle ilgili soru yağmuruna tutarken, (çekimler sırasında başına gelenler, kamera arkasında yaşanan olaylar, oyuncuların gerçek yaşamı, görüntü hileleri vb.) çeşitli konular hakkında ondan bilgi almaya çalışırken, her birine içtenlikle ve sıkılmadan cevap veriyor, bu arada Madison'ın anket sorularına da sinsice yanıtlar alıyordu.

Kabul etmeliydi ki, çocukların soruları kadar Nick'in yöntemi de dahiceydi.

Ufaklıkların karşılaştıkları bir Hollywood yıldızına karşı aşırı ilgi ve merakları şaşırtıcı değildi aslında. Asıl şaşırtıcı olan, Nicholas'ın saçma sapan sorulara bile makul ve mantık çerçevesinde cevaplar bulurken eğleniyormuş gibi görünmesiydi. Üstelik çocukların onunla olan fiziksel yakınlıkları da fazlasıyla hoşuna gidiyor gibiydi.

Nicholas'ı daha önce de basın toplantılarında, televizyonda, ya da bir mekan çıkışında yakalandığı paparazzilerin sorularına yanıt verirken defalarca gördüğü olmuştu. Ancak o adam; önceden programlanmış bir robottan farksız, hareketleri aşırı ukala ve lakayt, burnu Kaf Dağı’nda hergelenin tekiydi. Esprileri bile kendince siyasi ve suniydi.

Şu an karşısında duran adam ise çocukların arasında öylesine rahat ve gevşemiş görünüyordu ki, bu Madison'ı hangi Nicholas'ın gerçek Nickholas Andersson olduğu konusunda şüpheye düşürmüştü.

Onun gözünde hayatı boyunca koca bir pislik olmaktan öteye gidemeyen, fütursuz, narsist, egoist ama diğer yandan birçok başarılı projelere imza atmış iyi bir film yıldızı Nickholas Andersson mı, yoksa çocukça şakalara bile aldırış etmeyip, zekice karşılıklar veren ve şu anda sırf onlar istedi diye, basketbol sahasında ter döken sıradan adam mı?

Nick'in B.B 'nin baskısıyla seçtiği senaryo, eğer anlaşmaya varılırsa, bir fantastik kitaptan uyarlanan serinin ilk filmi olarak kısa zamanda beyazperdeye yansıtılacaktı.

Acaba, Nick'in çocukların ilgisini üzerine çekmek istemesinin asıl amacı Madison ile benzer sebeplerden olabilir miydi? Reklam için yani...

Hayır. Hiç sanmıyordu.

Madison kendi bulduğu fikre itiraz etmek istercesine başını iki yana salladı. Çekimine başlanacak filmin nasıl olacağını önceden kestirmek zordu fakat Madison kitaplarını daha önceden okumuştu. Pek çocuklara hitap edecek türden şeyler değillerdi. Ayrıca, film kim bilir kaç ayda biterdi. O zamana kadar Nick, bir avuç çocuğun saydam zihinlerinden çoktan silinip giderdi.

O halde ne yapmaya çalışıyor olabilirdi?

Dizinin üzerindeki kâğıt tomarlarının köşelerini eliyle düzelterek evrak çantasına düzgünce yerleştirdi. Bugün kampanya açısından oldukça verimli geçmişti. Toplam kırk çocukla kırkar soru cevaplamışlardı. Şimdiden aklında yeni fikirler oluşmaya başlamıştı. Bir an evvel onları kâğıda dökmek için sabırsızlanıyordu.

Adamın niyeti ne olursa olsun, bugün Madison'a fazlasıyla yardımı dokunmuştu. Eğer Nick olmasaydı, çocukları hizaya sokması ve onlara o sıkıcı soruları sorması bile saatlerini alırdı.

Çocuklar mükemmel varlıklardı. Hepsi de Madison'ın ummadığı kadar enerjik ve zekiydi. Tek kusurları; durdukları yerde bir saniyeden fazla duramamaları ve fazla hazır-cevap olmalarıydı. Madison bazen çocukların sordukları sorular karşısında kızarmadan duramıyor, verecek doğru bir yanıt bulmakta epey zorlanıyordu.

Fakat Nickholas gibi bir adamın bu konuda hiç sıkıntı çekmediği aşikârdı. Madison'ın çözemediği bir yöntemle aralarında kısa sürede kurduğu bağ sayesinde, yapılan anket tereyağından kıl çekmek kadar kolay olmuştu. Şimdi ise onlara söz verdiği gibi, şapkasını başına ters takmış, haylaz bir çocuk gibi sahada koşturuyordu.

Şey. Bir doksanlık bir çocuk gibi...

Dudaklarını büzerek yayıldığı çimenlikten doğrulduktan sonra üstünü başını silkeledi Maddie. Top sahasını çevreleyen tel örgülere yaklaşırken, gözüne vuran öğlen güneşini engellemek istercesine tek elini yüzüne siper etmişti.

Nick terden sırılsıklamdı. Topu bir elinden diğerine sektirirken, bir yandan da etrafını saran altı çocuktan kendini seri hareketlerle kurtarmaya çalışıyordu. Ve bunda başarılıydı da.

En az çığlık atan çocuklar kadar yorgun ve nefes nefeseydi. Buna rağmen yüzündeki esrarengiz gülümsemeyi görmemek mümkün değildi. Madison birden, onu hiç böyle içten gülümserken görmediğini fark etti.

Dev gibi boyuyla enerjisini atamayan çocuklar gibi yerinde duramayıp zıplıyor, arkasını dönüyor, eğilip bükülüyor, hamle yapmaya çalışanlara aman vermiyordu.

Madison, tellerin arkasından Nick'i izlerken, üzerindeki tişörtü çıkarmış olduğunu fark edince, bakmaya devam edip etmemek konusunda kararsız kaldı.

İtiraf etmeliydi ki, adamın vücut hatları bir mankeni kıskandıracak kadar mükemmeldi. Atalarından miras kalan bir doksanlık boyu ve geniş omuzları, onu çocukların ortasında bir basketbolcu kadar iri ve vahşi gösteriyordu.

Sarışındı. Fakat ensesine kadar uzanan dalgalı saçlarının arasındaki koyu kumral gölgeler nemlendikçe daha da belirginleşmeye başlamıştı. Beli, üst kısmına göre daha ince ama yapılıydı. Daha önce pazılarının ve kaslarının bu kadar gelişkin olduğuna hiç dikkat etmemişti. Üstelik güneşten nasibini alan ve ter içinde parlayan pürüzsüz bronz teninde en ufak bir leke ya da yara izi yoktu.

Yakıcı güneş tepelerindeydi. Hareket halindeyken, Nick'in açık renk bol keten pantolonu, iç çamaşırının lastiği görünecek şekilde kalçalarına kaymıştı.

Madison, daha da sıcakladığını hissederek bakışlarını yeniden yukarı kaldırmaya karar verdi.

Adamın kahkaha atan yüzü adeta taştan oyulmuş heykeller kadar muhteşemdi. Köşeli elmacık kemikleri, kusursuz çenesi, bir heykeltıraşın ellerinden çıkmış gibi muntazam ve belirgindi. Sık, koyu renkli kirpiklerinin çevrelediği gözleri, tropik sahilleri anımsatırcasına açık turkuaz rengiydi.

Bronz kumsalları hatırlatan ten, tropik deniz mavisi gözler ve yakıcı güneş sarısı saçlar mı?

Madison kaşlarını çatarak bakışlarını sonunda adamdan kaçırmayı başardı. Başına güneş geçmiş filan olmalıydı. Düşüncelerinin gittiği yolu hiç beğenmemişti ve bunun tek bir mantıklı açıklaması olabilirdi.

En kısa zamanda uzun bir tatile çıkmalıydı.

"Beklemekten sıkıldın mı?"

Nicholas'ın tellere yaklaştığını duymamıştı. Başını kaldırınca, nefes nefese kalmış adamın içleri gülen gözleriyle karşılaştı.

Madison göz ucuyla saatine baktı. "Hayır. Sizi izlemek keyifliydi. Ama daha fazla kalamam, ajansa dönmeliyim." dedi arkasında bir yeri işaret ederek.

Nickholas bu cevaptan pek hoşnut olmamış gibi homurdandı.

"Arabayla mı geldin?" diye sordu hemen.

"Yakın olduğu için metroyu kullandım."

"O halde izin ver de seni gideceğin yere kadar götüreyim."

"Buna hiç gerek yok Nickholas, kendim gidebilirim." diye itiraz etti Madison ancak Nick onu duymamış gibi yaptı.

Genç adam hızla çocukların yanına koşarak küçük Thor aşığı kızın uzattığı bir şişe suyu memnuniyetle kabul etti ve yarısını bir dikişte içti. Diğer yarısını ise başına döküp saçlarını ıslattı.

Küçük kız veda etmekten hiç memnun olmayarak onu öpmek için kollarını uzatınca da, hiç tereddüt etmeden eğilerek yanaklarını kıza uzattı. Küçük kız ve çocuklar, Nickholas Andersson ile bir gün geçirmenin ve çektikleri öz çekimler sayesinde hallerinden memnunlardı.

Nick ayrıldığı küçük gruba el sallayarak oyun sahasını terk edip Madison'ın yanına döndü.

"Çocuklar seni sevdi." dedi Madison, yan yana yürümeye başladıkları sırada. Bu, inkâr edemediği gerçeği itiraf etmekten nedense çekinmemişti.

"Seni de öyle."

"Kız kardeşimi ben büyüttüm sayılır. Her zaman aramın çocuklarla iyi olduğunu düşünürdüm. Ta ki, seni görünceye kadar. Bu konuda kesinlikle benden daha iyisin."

"Aman Tanrım, Madison Goldberg bana iltifat mı ediyor yoksa! Bu ânı bir yerlere kaydetmeliyim."

Madison gülerek başını iki yana salladı. Evrak çantasını, sanki kaçmasını engellemeye çalışır gibi sıkı sıkıya kucaklamıştı.

"Hemen şımarma. Bazen kendinden başkasını düşünmeyen bencil bir pislik gibi davrandığını sakın unutma."

"Benimle ilgili tüm düşüncelerin bunlar olamaz. Bir yerlerde iyi bir şeyler kalmış olmalı."

"Hakkında neler düşündüğüm konusuna hiç girmeyelim istersen." dedi Madison gülerek.

Nick, bu kez ciddiyetle ona dönerek, "Ama istiyorum." deyince Madison bir anlığına duraksadı.

Nick bu duraksamadan faydalanıp tişörtünü başından geçirdi. Yeniden yürümeye başladıkları sırada,

"Kardeşime ben baktım dedin." diye devam etti Nick. "Annenle babanın yaşadığını söylediğini hatırlıyorum."

"Öyle. Yaşıyorlar. Sadece kendi hayatlarını demeyi unutmuş olmalıyım."

Nickholas bakışlarını uzun süre genç kadından ayıramadı. Sonra yeniden duraksayarak,

"Senden özür dilemek istiyorum Maddie." dedi.

"Özür mü?" Madison da durmuş şaşkınlıkla ona bakıyordu şimdi. "Benden daha önce de özür dilemiştin. Dikkat et de bu bir alışkanlığa dönüşmesin."

"Evet, farkındayım. Bu seferki dün gece için." derken suçlu gibi başını öne eğdi Nick.

Madison cevap vermedi.

"Yaptığım şey büyük bir hataydı Maddie. Tam bir göt gibi davrandığımı kabul edersem beni affedebilir misin?"

Madison'ın büyüyen göz bebekleri bir anda Nickholas'ınkileri buldu.

"Büyük bir göt olduğunu söylersen belki."

Nick gülümsedi. "Kabul. Öyleyim. Seni zorla öpmemeliydim. Haklıydın. Bazen yalnızca kendini düşünen bir pislik olabiliyorum. Tanrım, o an aklımdan ne geçtiğini inan bilmiyorum. Yaptığım şeyin sonuçlarını düşünemeyecek kadar içmiş olmalıyım."

"Sorun değil." dedi Madison bakışlarını başka yere çevirip yürümeye devam ederek.

Adamın af dilemesine sevinmiş olmalıydı. Bu ondan hiç beklemediği bir hareketti. Peki, o halde, neden kendini rahatlamış hissetmiyordu?

"Sanırım bu durumda benim de senden özür dilemem gerekiyor. Yani, şu tekme için."

"Oh, merak etme." dedi Nick büyük adımlarıyla ona çabucak yetişerek. "Bunu fazlasıyla hak etmiştim."

"Umarım ciddi bir hasar yoktur. Yani, bilirsin işte..." dedi göz ucuyla pantolonunun ağını işaret ederek.

Madison'ın sesindeki çekimserliği duyunca Nickholas'ın neşesi tekrar yerine geldi.

"Tuvaletimi yaparken biraz zonkluyor ama başka bir hasar olduğunu zannetmiyorum. Kısa zamanda test ederim nasılsa." diye takılınca Madison öksürmeye başladı. Soluk alır gibi gülüşlerinin arasında Nickholas da ona bakıp kıkırdadı.

"Annen seni domuz ağılında filan doğurmuş olmalı. Tam düzelme var diye düşündüğüm sırada bir bakıyorum eski pislik haline geri dönüyorsun. İnsan senin hakkında ne zaman ne düşüneceğini hiç bilemiyor."

"Harika." dedi Nick neşeyle. "Bir an hakkımda fikrini değiştirdiğini düşünüp endişelenmeye başlamıştım."

Sonra da önüne geçip geri geri yürümeye başladı. "Bak ne diyeceğim, saatlerdir buradayız. Karnın acıkmadı mı senin? Ben çok açım ve açken pek düzgün düşünemiyorum. Neden yemekte bana eşlik ederken hakkımdaki yaratıcı fikirlerini söylemiyorsun."

"Aa, çok isterdim ama" diyerek hızla kendini toparladı Madison. "az önce de dediğim gibi, acilen iş yerine dönmem gerek."

Arabanın yanına yaklaştıkları sırada genç adam gözlerini kısarak ona bakıp, "Yalancı." dediğinde Madison irkildi.

"Anlayamadım?"

"Ben gelmesem işinin ne zaman biteceğini bile bilmiyordun, dolayısıyla bu da erkenden şirkete dönmen gerekmediği anlamına geliyor. Başka bir randevun varsa açıkça söyleyebilirsin Maddie, beni ekmene gerek yok."

"Randevu mu? Hayır, başka biriyle bir randevum yok."

"Emin misin?"

Madison adamın sıklıkla değişkenlik gösteren ruh haline ayak uydurmakta zorlandığını hissediyordu. Ne olmuştu da birden sertleşmişti böyle?

"Elbette eminim ama yine de seninle-"

"O halde itiraz istemiyorum. Eğer kabul etmezsen beni affetmediğini ve hâlâ aramızda bir problem olduğunu düşüneceğim. En azından bu kadar küçük bir karşılığı benden esirgeyemezsin değil mi? Hem yardımımla sana gerekli vakti kazandırdığımı düşünüyorum."

"Tanrım," diye inledi Madison. "Bunu neden yapıyorsun? Evet, hakkını yiyemem. Sen olmasaydın bu anketi tüm gün tek başıma bitiremeyeceğimi kabul ediyorum. Bunu başıma kakıp duracaksan neden yaptın söylesene? Benden ne istiyorsun Nickholas?"

Nickholas teninin tuzlu kokusunu alabileceği kadar bir adım daha yaklaşıp, gözlerinin içine bakarak,

"Yalnızca arkadaş olmaya çalışıyorum Maddie. Bana bir şans veremez misin?" dediğinde Madison bir süreliğine ne cevap vereceğini bilememişti. Nick çok yakınında duruyordu ve ona çok... garip bakıyordu.

Kişisel alanını geri kazanmak için bir adım geriledi.

"Tamam, seninle arkadaş olabiliriz. Aramızda geçenler buna engel değil. Hem zaten seninle uğraşmak fazla yorucu ve iş yükümün yanında bir de bu saçmalıklarla uğraşarak vakit kaybetmek istemiyorum. Tamam, arkadaşlık teklifini kabul ediyorum ama bu seninle bugün yemeğe çıkacağım anlamına gelmiyor."

"O halde yarın."

"Yarın mı?"

"Bugün yemeğe çıkamayacağımızı söyledin. O halde yarın."

"Of! Sana hiç daha önce fırsatçı biri olduğunu söyleyen oldu mu?"

"Yalnızca sen galiba. Hayat küçük fırsatları kaçırmayacak kadar kısadır Madison." diyerek göz kırptı ona Nick. "Eğer, yarın benimle öğle yemeği yersen, sana yemekten sonra duble boy kahve ısmarlarım. Buna ne dersin?"

Genç kadın tek gözünü kısıp kafasından hesap yaparken Nickholas nefesini tutmuş vereceği cevabı bekliyordu. Birden o kadar heyecanlanmıştı ki, kalbinin gümbürtüsünün Madison tarafından duyulmasından korktu.

Madison, "Söz mü?" diye sorduğunda Nick tuttuğu soluğunu sesli bir şekilde bıraktı. Haylaz bir çocuğun arzuladığı şekere kavuşması gibi hevesle gülümseyerek güneş gözlüğünü gözüne takmadan önce ona göz kırptı.

"Gördün mü? Birazcık fırsatçılığın kimseye zararı olmaz."

Madison yolcu kapısını açarken güldüğünü görmesini istemiyordu. Bu yüzden Nickholas arabaya binerken dudaklarının bir ucunun yukarı kıvrıldığını ustalıkla gizledi.

.....

Giriş; göz gözü görmeyecek kadar karanlık ve duman altıydı. Tabanlarının altında titreşen yüksek baslı müzik ta sokağın başına kadar yayılmıştı.

Birbiriyle sarmaş dolaş olmuş bedenlerin arasından kendine sürtünerek bir yol bulmaya çalışarak koridordaki kalabalığın arasına karıştı.

Şimdiden içini tiksinti ve korku kaplamıştı. Gena'nın böyle bir yerde bir adamla buluşacak olması fikri tüylerini ürpertiyordu.

Tünelin sonunda yanıp sönen kırmızı ışığı takip ederek yılan gibi kıvrılan koridorda ilerlemeye devam ettiği sırada karşısına bir anda çıkan iri göğüslü esmer bir kadın, siyah deri büstiyerinden taşanları burnuna sokmak istercesine sallayarak,

"Selam yakışıklı. Kısa bir uçuşa ne dersin?" diyerek önünü kesti. Yaptığı ağır makyajdan dolayı yüzü neredeyse seçilmiyordu. Sim dolu siyah saçlarını savurarak, krom parlaklığındaki ojeli tırnaklarını önce yanağında, ardından göğsünde gezdirirken dudaklarını şehvetle yaladı.

"Bana izin verirsen seni istediğin kadar yukarı fırlatabilirim."

"Iııı... Ha-hayır, teşekkür ederim ama istemiyorum hanım efendi." diyerek geriye çekilmeye çalıştı Drake.

Kadın bozulduğunu belli etmek için kaşlarını çatmıştı. Drake kadının ona hanım efendi denmesinden mi, yoksa kibar davranılmasından mı hoşlanmadığını anlayamamıştı. Kadın sonra şansını yeniden denemek ister gibi biraz daha sokularak,

"Emin misin?" diye sordu. Sesi bu gürültüde zar zor duyuluyordu. "Öyle tatlısın ki, sana özel bir tarife bile uygulayabilirim."

Drake nazik olmaya özen göstererek kadının sarmaşık misali boynuna dolanan bileklerini incitmeden çekerken zorlukla gülümsüyordu.

"Siz de çok güzel bir hanımsınız ama cidden hiç ilgilenmiyorum. Burada fazla kalmaya niyetim yok zaten. Yani umarım. Bir arkadaşıma bakmak için gelmiştim."

Kadın şuh bir kahkaha patlatarak genç adama biraz daha sokuldu.

"İlk defa geldiğini anlamıştım zaten." dedi onu baştan ayağa incelerken." Bana iki de bir hanım efendi demene rağmen senden hoşlandım. Çok şeker bir şeysin. Tadına bakmayı çok isterim."

Kadının eli birden apış arasını avuçlayınca Drake ‘in gözleri anında yuvalarından fırladı ve olduğu yerde sıçradı.

Kadın yeniden kahkahayı bastı.

"Vay vay vay. Göründüğün gibi yumuşak değilmişsin. Ama galiba derdini anladım senin, bizim sularda yüzmüyorsun ha? Hey Gil!" diyerek bir kaç metre ileride sadece yanan sigara ucu görünen bir adama seslendi.

Bir kaç saniye içinde karanlıktan çıkan adamın da giyim konusunda kadınla ortak bir zevke sahip oldukları belliydi. Yalnız, adam kadın kadar arkadaş canlısı görünmüyordu. Vücudu iğneler, metaller ve derilerle doluydu. Ve yüzünün yarısını kaplayan koyu renkli garip bir dövme yaptırmıştı. Drake o dövme yapılırken canının nasıl acıdığını düşünmemeye çalışırken yüzünü ekşitip sertçe yutkundu.

Yanlarına gelen adam, Drake'in irkildiğini görünce, keyiflenerek daha da dikleşti.

"Bir sorun mu var Zoe? Bu sersem sana ters bir şey söylemedi ya?"

Adam sigara dumanını Drake'in yüzüne doğru üfleyince genç adam şiddetle öksürerek dumanı eliyle savuşturmaya çalıştı.

Adam aldığı karşılıktan memnun ağzını yamultarak pis pis sırıttı. Kendince bu küçük denemeyle karşısındakinin tehlikeli olmadığı kanaatine varmıştı.

"Hayır, sorun yok, Gil. Bu sevimli arkadaş birine bakmak için uğramış. Belki ona yardımcı olabilirsin, ne dersin? Benim ikizlerden hiç etkilenmedi. Sizin masada oynayabileceğini düşündüm."

Drake konuşulanların bir tekini bile anlamadığından, adının Zoe olduğunu öğrendiği kadının uzun boylu, iri yapılı adamla göz kırpıp kıkırdamalarını kafası karışarak izliyordu.

"Yardım teklifiniz için teşekkür ederim ama" diyerek araya girme ihtiyacı hissedince, ikilinin ilgisi yeniden ona dönmüştü. "kendi başımın çaresine bakabilirim."

Drake aralarından sıyrılmak için yürümeye kalktığı sırada adam bir anda koluna yapışınca durmak zorunda kaldı.

"Zoe öyle kimseye kolay kolay yardım teklif etmez ahbap. Kıymetini bilsen iyi edersin."

Drake ilerlemeye çalıştıkça adamın tutuşunun gevşemediğini görünce ona ters bir bakışla karşılık verdi. Adam geri çekilmese de, bu bakıştan bir parçacık etkilenmiş görünüyordu.

"Sağ ol ama hiç gerek yok!"

"Yardım etmekte ısrar ediyorum." dedi adam kaba bir homurtuyla.

"Sana. Kendim. Halledebilirim. Dedim."

Drake bunları her kelimenin üstüne basarak ve arka dişlerini sıkarak öyle keskin bir tıslamayla söylemişti ki, Gil denen adam gerileyerek kolunu bırakmak zorunda kaldı.

"Şimdi, geri basın! İkiniz de!" diyerek sesini biraz daha yükseltti Drake. Öfkelenmişti.

İri adam şaşkınlıkla Zoe'nin aynı şekilde açılmış iri gözlerine bakarak bir kaç adım gerilemek zorunda kaldı.

Drake yüzündeki tehditkâr ifadeyi bozmadan aralarında açılan mesafeye, sonra da ikiliye sertçe baktı.

"Böylesi daha iyi. Şimdi izninizle." dedi yumuşak bir şekilde. Başıyla onlara kısa bir selam verip, ceketinin yaklarını iki eliyle silkeledikten sonra hızlı adımlarla oradan uzaklaştı.

Arkasından bakan ikilinin kafalarının fazlasıyla karıştığının, hatta birazcık da onun deli olduğunu düşündüklerinin farkındaydı. Eh, haksız da sayılmazlardı hani. Çünkü daha mekâna adımını attığı anda karşılaştığı insanlar yüzünden, Gena için hissettiği endişe onu delirmenin eşiğine getirmişti.

Kim bilir? Belki de Gena sayesinde, o eşiği zaten çoktan geçmişti.

Sonunda dans pistinin ve büyük bar tezgâhının olduğu ana salona girdiğinde, buranın koridordan ve dışarıda sıra bekleyenlerden daha kalabalık olduğunu fark etti.

Harika. Bu kalabalıkta Gena'yı nasıl bulacaktı şimdi?

Hızla yanıp sönen renkli disko ışıklarının altında nabız gibi atan güruhun arasına dalmadan önce bar kısmında içki sırasına girenleri gözleriyle taradı. En zevklisinden, en uç kıyafetli olanlara kadar her çeşitten giyinen insanların arasında dikkat çekmeyeceğini bilmek onu bir parça rahatlatmıştı.

Ancak hâlâ Gena'yı düşünmeden edemiyordu. Onu görmeden tam olarak rahat edemeyeceğini biliyordu. Neden bu gece gitmesine izin vermişti ki sanki? Bir bahane uydurabilir, hatta hasta olduğunu bile söyleyebilirdi. Gena inatçı bir kız olabilirdi ama bir o kadar da anaç ve merhametliydi.

Drake kendini kötü hissettiğini söylese, ona bakmak için randevusunu seve seve iptal ederdi. Ama ya sonra bunun bir yalan olduğunu öğrendiğinde ne olurdu? Drake bunu düşünmek bile istemiyordu.

Bir şekilde Gena ile frekanslarının uyuştuğunu ve iyi anlaştıklarını biliyordu. O halde neden ona açılmakta bu kadar zorlanıyordu? Neden en iyi takımlarından birini giyinip kuşanarak karşısına çıkıp, "Sana aşığım Gena!" diyemiyordu. "Seni kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum." Lanet olsun!

Nedenini elbette biliyordu. Çünkü Gena'nın tipi değildi. Onu bir keresinde Madison ile konuşurken duymuştu. Farklı zevkleri olan, kaslı, dış dünyadan soyutlanmış, sıra dışı erkeklerin ilgisini çektiğini söylemişti.

Drake sıra dışı bir adam değildi. Ortalama bir boya ve kalıba sahipti. Dövme veya piercing gibi farklı zevkleri de yoktu. Biraz gitar çalmasını biliyordu ama hepsi o kadar. Ne beste yapabiliyor, ne de bu ilgisi bir hobiden öteye geçebiliyordu.

Yalnızca fotoğraf çekmeyi seviyordu. Hatta Gena farkında olmadan onun sayısız pozunu çekmişti. Uyurken, telefonda konuşurken, karanlıkta televizyonda korku filmi izlerken. Şaşıran Gena, kahkaha atan Gena, korkan ve şirinlik yapan Gena... hepsi sayamadığı kadar çok ve güzellerdi.

Ancak bunların hiç birinin Gena'yı etkilemeyeceğini adı gibi biliyordu.
Üstelik sırf onun ilgisini çekmek için farklı ilgi alanlarına yöneldiği anda, bunu hemen anlar ve ona ne olduğunu sorgulamaya başlardı.

Gay olma fikri de bir şekilde bu nedenle ortaya çıkmamış mıydı?

En azından sebeplerini araştıran ve zekâsıyla övünen Gena, henüz onun neden böyle bir seçim yapmak zorunda olduğunu keşfedememişti. O zamana kadar Gena ile iyi vakit geçireceğini ve birbirleriyle yakınlaşacaklarını düşünmüştü. Ona ilgi duymaya başladığını hissettiği anda da tüm gerçeği itiraf etmeye hazır olacaktı. Hatta belki itiraf etmesine bile gerek kalmazdı. Eşcinselliği denediğini ve ona göre olmadığına karar verdiğini söyleyebilirdi.

Gena onu anlardı. Ama bunun için zamanı kalmamıştı. Sevdiği kadın onun korkaklığı yüzünden şimdi bir yerlerde başka bir adamın kollarındaydı.

Kocaman bir aptaldı!

Drake sıranın ona gelmesiyle barmenden markasını önemsemediği bir şişe bira istedi. İçkisi gelene kadar kalabalığı gözleriyle araştırmaya devam etti.

Şeytanı bile baştan çıkaran o kıpkırmızı saçlardan etrafta kaç tane daha olabilirdi ki!

Sonunda bir kızıllık gözüne ilişince yaslandığı tezgâhta anında dikleşti.

Arkası dönük halde dans pistinde çılgınca eğlenen kızı anında tanımıştı. Süt gibi bembeyaz teninin neredeyse hepsini ortaya serecek, lanet, ultra mini bir kot etek giymişti. Topuklu ayakkabıları ufacık, sıkı poposunu olduğundan daha dik ve seksi göstermişti. Üzerine giydiği, gözleriyle aynı renk, boyundan bağcıklı yeşil örgü bluzu, arada sırada yukarı çıkıyor, zıpladıkça enfes teninin daha fazlasının görünmesini sağlıyordu. Turuncu saçları, bir şelale gibi dalga dalga sırtına dökülüyordu.

Yüce Tanrım...

Drake onu izlerken bir süreliğine nefesini tuttuğunu fark etmedi. Gena, parlak ışıkların altında o kadar güzel ve baştan çıkarıcı görünüyordu ki, onu izlerken boğazının kuruduğunu hissediyordu.

Buz gibi birasından bir yudum alarak yanan ağzını serinletti. Ama içindeki ateşi söndürebilmesi mümkün değildi. Şu an yanına gitse, o incecik beline sarılıp onunla birlikte dans etse herhalde hiç zorlanmadan mutluluktan oracıkta ölebilirdi.

Elbette ölmeden önce, kadının arzuyla kıvrandıran dudaklarının tadına bakmayı da ihmal etmezdi. Saç tellerini avuçlarının arasına alarak ona daha da yaklaşır ve...

Tam o anda Gena arkasını dönünce olduğu yerde donup kaldı. Onu bu mesafeden görmesine imkân yoktu. Ancak Drake'i korkutan bu değildi.

Gena'nın belinde yabancı bir el vardı. Biraz kenara çekilince bunun ona arkadan sarılan Dom denen herif olduğunu fark etti.

İkisinin görüntüsü kalbinin derinliklerine zehirli bir ok misali saplanıp kalmıştı. Birbirlerine fazlasıyla yakın olan, müziğin ritmiyle uyumlu dans eden ikilinin eğlendikleri her hallerinden belli oluyordu.

Adam Gena'ya fazlasıyla yakın duruyordu ve bu yakınlık Drake'in moralini giderek daha da bozuyordu.

Onları izlerken içkisinin hangi ara bittiğinin farkında olmamıştı. Barmene seslenerek bir bira daha istedi.

Bir müzik bitip diğeri başladığında bile dans etmekten vazgeçmemişlerdi. Ancak ritim gittikçe düşerken adamın Gena'ya olan yakınlığının da giderek arttığını görmemek mümkün değildi.

Burada dikilip ne halt ettiğini sanıyordu ki? Amacı kendine daha fazla işkence etmek miydi?

Gena yetişkin bir kadındı ve kendi kararlarını vermeye de yaşamaya da hakkı vardı. Üstelik daha fazla yakınlaştıklarında ne yapacaktı yani? Gidip onları ayıracak mıydı?

Onları izleyerek kendi kendine eziyet etmekten başka bir işe yaramıyordu. Şu anda Gena o adamın kollarındayken Drake'in kalbi her geçen saniye daha da parçalanıyordu.

Adam onu kendine çevirdiğinde, sanki bir anlığına kalp atışlarının durduğunu hissetti. Gena da şaşırmış görünüyordu. Ama Dom denen adam ona hiç aldırış etmedi. Dudaklarının kenarında şeytani bir sırıtışla Gena'yı kendine daha çok çekti ve dudaklarına kısacık bir öpücük verdi. Sonra geri çekilerek kızdan gelecek tepkiyi bekledi. Gena kıpırtısız, olduğu yerde donup kalmıştı. Kızın tepkisizliğinden cesaret alan adam, bu kez elleriyle yüzünü kavrayarak onu ikinci kez öptü.

Drake hayal kırıklığıyla gözlerini yumdu. Eklemleri beyazlaşıncaya kadar yumruklarını öyle bir sıkmıştı ki, tırnakları etine battı.

İçinden bu acıyı silecek bir şeyler olsun istiyordu. Hafızasını tamamıyla silecek ve son on saniyeyi hiç yaşanmamış sayacak bir şeyler.

Gözlerini yeniden açtığında Gena pistte yalnızdı. Ama nasıl? Az önce hayal mi görmüştü yani?

Dom'ın bir kaç metre ötedeki bir masadan içki almak için gittiğini görünce yeniden umutsuzlukla iç çekti. Hayal filan değildi. Yalnızca öyle olmasını dinlemişti.

Sonra birden bir şey oldu. Tepelerindeki ışıklar birden titreşmeye ve yanıp sönmeye başladı. Işıklar aniden sönmeden önce cızırdayan müzik sustu. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı.

Kadınlar birden çığlık atmaya, insanlar panikle oradan oraya kaçışmaya çalışınca Drake teknik bir arızanın huzursuz ettiği kalabalığa bakakaldı.

Soluk almadan eğlenen insanlar şimdi ellerinde telefonlarının ışıklarıyla, çılgınlar gibi sağa sola savrulmaya, bağırmaya başlamıştı.

Drake bardan uzaklaşarak, uzanıp Gena'yı son gördüğü yere doğru bakındı. Ama ne genç kızı ne de erkek arkadaşını görebilmişti. Dom duyarlı bir adam olarak Gena'yı bir an önce pistten uzaklaştırmış olmalıydı.

Yine de herkes çıkışa doğru koştururken Drake hissettiği sıkıntıyla, hızlanan kalp atışlarının sesini dinleyerek dans pistine doğru yürümeye devam etti.

İnsanlar koşarken ona çarpıyor, etrafından dolanıyor ama onu görmüyor gibiydi.

Drake'in ayak denizinin içinde birden gözüne bir kızıllık ilişti. Telefonunun ışığını o tarafa doğru tutarak görüntüyü netleştirmeye çalışıyordu. İnsanların arasından zorlukla ilerleyip de turuncu saç tutamlarının taş zeminde yayıldığını görünce, kalbi panikle göğsünü dövmeye başladı.

"Çekilin! İzin verin!" diye bağırarak insanları korkutmaya, kalabalığı dağıtmaya çalışarak hızlandı. Önüne çıkan son adamı hırsla kenara iterken, "Sana önümden çekil dedim!" diye bağırdı.

Adam korkarak ondan kaçtığında yerde kıpırtısız yatan Gena'yı görüp çömeldi.

"Gena! Tanrım Gena! İyi misin? Bana cevap ver!"

Sarstığı kadından cevap alamayınca telefonunu cebine atarak, hiç düşünmeden onu kucağına alıp yerden kaldırdı.

O böyle yerde kendinden geçmiş uzanırken lanet erkek arkadaşı hangi cehennemdeydi?

Drake adamı aramaya bile zahmet etmedi. Gena'yı kucağında iyice sabitledikten sonra hızla çıkış kapısına yöneldi. Bu kez gözü dönmüş bir çılgın gibi bağırıyor, önüne çıkan herkese daha da öfkeleniyordu. Ama asıl öfkelendiği kişi henüz karşısına çıkmamıştı. Çıktığında elbette onunla da hesaplaşacaktı. Şimdi Gena ile ilgilenmesi lazımdı.

Kucağında genç kadınla kendilerini sokağa atmayı başardığında aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Elini sallayarak yoldan geçen bir taksi durdurdu.

Arka koltuğa kucağında Gena ile oturarak taksiciye, onları en yakın hastaneye götürmesini söyledi. Ancak yola çıktıktan sonra Gena'yı rahatça incelemeye fırsat bulabilmişti.

Yüzünde ve kollarındaki bir kaç çizik ve morluk dışında görünüşte ciddi bir yarası yok gibiydi. Yine de hâlâ kendine gelmemişti.

Drake onun yüzünü avuçlayarak, ipek gibi saçlarının arasından ellerini gezdirirken, "Her şey yoluna girecek sevgilim." diye sessizce mırıldandı. "Göreceksin."

 

Loading...
0%