
"Bazen mutluluğu kucaklamak yerine onun, dostane bir tavırla sırtımızı sıvazlamasıyla yetinmeliyiz.
Abimi kaybettiğimde sadece on dört yaşında bir çocuktu. Çocukluktan çıkıp da hiçbir zaman gençliğe geçemeyecek bir çocuk. Bıyıkları yeni yeni terlemişti ama ne kolları ve bacakları ne de kilosu, boyu delikanlı sıfatı için hiçbir zaman yeterli olmuştu. Yaşına nazaran dokuz, on yaşlarında gösterir; çelimsiz, kuvvetsiz bedeni, açık deniz maviliğinde fersiz gözleri vardı.
"Ben de bilmiyorum. Onu gördüğüm ilk an ne hissettim diye ara ara yokluyorum kendimi ama galiba hınca hınç..." Doğru sözü bulmakta zorlanınca ufak bir es verdim. "Yutkunuş... Evet, sanırım bu tanım uygun. Öfkeli ama boğazımdan geçerken canımı yakan hınca hınç yutkunuşlar oluşuyor."
Abim, siyah bir kandilin etrafında oluşturduğu silik bir gölge gibiydi daima.
Ha söndü ha sönecek diye rüzgar tıkırtısına kulak kabartır, tabiri caizse tüm kapı ve pencereleri, hatta perdeleri bile sıkı sıkı kapatırdık ama faydasız bir çabaydı. Seni bulacak olan ona gitmeni ya da gidememeni beklemiyor, bizatihi kendi geliyordu.
Kalp yetmezliği vardı. Fakat öncesi de vardı: Lösemi.
"Ortadan kaybolmasının üzerinden üç sene geçmişken ve ben onu nefretle dahi olsa hatırlamamaya yeni yeni alışmışken bence de bu hiç olmadı."
Doğar doğmaz başlamış yaşam mücadelesi. Ufacık bebekliğinden on dört yaşına kadar kendi hayatı için verdiği savaştan başka bir uğraşı olmadı. Daha doğrusu sekiz ve dokuz yaşları arasında neşeyle, yarım yamalak mutlulukla geçen, kontrolleri dışında hastanelere uğramadığı kısacık iki yılı saymazsak öyleydi. Sonrası yine çetin bir mücadele oldu; ta ki sonsuza kadar yaşı on dörtte kalana dek.
"Bir de Mete dangozunun dedikleri var tabii. Neymiş efendim: Seni hatırlamıyor, ondan uzak dur! Ben ölüyorum zaten ona kendimi hatırlatıp anılarımı yâd edemeyeceğim diye. Hayatında görüp görebileceğin en ender iki piç ikisi de."
Aklımın erdiği ilk andan beri bilirdim abimin ilacı olduğumu. Sağ olsun annem niyetini hiçbir zaman gizlememişti. Oğlunun iyileşmesi için bana ihtiyaç duyduğunu ve o uğurda tedaviye giden bir merdiven olarak gördüğünü bilhassa gözüme, kulağıma, aklıma soka soka söyledi, öğretti.
"Değişmemiş ama."
Sesim soğuk almışım gibi kısık, hastalıklı çıkmıştı. Abime duyduğum özlemin kederi de vardı ama şu sıralar üstesinden gelmenin zor olduğu malum konular da beni hayli yormuştu.
Ben doğduğumda abim altı yaşındaymış. Madem iliğe ihtiyaçları vardı ve onun en kestirme yolu yeni bir bebekten geçiyordu neden o kadar zaman beklediler asla bilmiyorum. Zaten babam kim onu da bilmem. Abimle aynı mı onu da bilmem. Sanırım abimin tedavisi için gönüllü olan hayırsever biyolojik bir vatandaştı kendisi.
"Aslında bakışları ve ruhunun etrafa yaydığı kasvet aynı ama yeşillerinin tonu daha da koyulaşmış gibi. Sanki bakışlarındaki kin, yeşili öyle bir yerinden yakalamış ki ötesi sonsuz karanlık."
Ben doğduktan sonra ilik nakliyle beraber abim iyileşme sürecinden sonra toparlamış, gün geçtikçe normal çocuklar gibi olmaya başlamış. Ta ki iki yılın sonunda kalp yetmezliği teşhisi konana kadar. Eminim kan gruplarımız uyuşsaydı annem onu da benden almaktan çekinmezdi. Hakkını yemeyeyim, uysaydı kendi kalbini söküp abime vermekten de geri durmazdı ama ikimizin de olmamıştı işte.
Çok uğraştı. Mutlaka çoğu yerde vardır ama ben, hayatım boyunca onun gibi evladı için uğraşan başka anne görmedim. Gözleri önünde gün gün eriyip giden oğlu kadar yok oluyor, acıyla eriyip gidiyordu ama bir gün bile etmemişti.
Abimin ölümünden sonra bırakmış olsa da o zamanlar kendi de doktordu. Tüm imkanlarını, konumunu, şartlarını zorlasa da yapamamıştı; 22 Aralık Cuma gününe kadar dayanabildi abim. Başı dizlerimde, bakışları siyah arabasındayken yorgun gözlerinin şahidi olan kirpikleri kıvrılarak son kez kapandı.
Onu kaybettiğimde sekiz yaşındaydım.
"Faris de gelmez uzunca bir süre yanına, gelmesin de zaten. Kabahati büyük! Bile isteye gözüme soktu, hortlattı Artun'u."
Faris... Sözün tam anlamıyla bunca şikayet ettiğim konuyu önüme serip beni o kisvenin ortasına ittiği için öfkemde boğulmayı hak ediyordu. "Öyle kızgınım ki ona, bir daha ne zaman görmek isterim bilmiyorum ama anlayacak, bana biraz zaman verecek gibi durmuyor. Bu beni daha da sinirlendiriyor."
Gözlerini son kez yumarken biliyordum sanki öldüğünü. Biliyordum ama hiç korkmamıştım. Aksine dudağında unutma beni, diyen tebessümünü son kez de olsa doya doya seyretmeyi seçmiştim; hem abimdi o benim, en sevdiğimdi, nasıl korkardım ki ondan?
"Evden kaçtığımız günü hatırlıyor musun?" Ufak bir kahkaha attım. "Doğru ya, nasıl hatırlamayasın? O gün neredeyse köpeklere yem oluyorduk." Başkası duyabilirmiş gibi mezar taşına yaklaşıp kısıkça fısıldadım. "Köpekler kovalarken bile hâlâ annemden daha çok korkuyordum." Gülüşüm yavaş yavaş silindi.
"Dönünce de azarın en fenasını yemiştim. Zaten o gün niye sana uydum hiç bilmiyorum."
O da beni çok severdi ama aynı evin içinde olmamıza rağmen beraber büyümemiştik. O sürekli hastaydı ve annem abime özel olarak yaptırdığı odasından çıkmasına ya da benim oraya girmeme izin vermezdi. Abimle sadece annemin olmadığı zamanlarda vakit geçirebilirdik. Neyse ki hemşiresi vicdanlı kadındı. Ben ise o anlarımı hiçbir şeye değişmem. Abim olmaktan öte tek ve en iyi arkadaşımdı.
"Biliyor musun?" Bir süre durdum. Sözlerim onu incitebilirmiş gibi söyleyeceklerimi tarttım. "Annemin benden neden nefret ettiğini sorgulamayı bırakmadan önce -sanırım altı yaşlarındaydım o zamanlar- sana olan düşkünlüğünün seviyesinden dolayı bencilce bir hisle seni iyileştirdiğim için bile olsa beni sevmesi gerektiğine inanırdım. Sonuçta canından çok sevdiği oğlunu ben kurtarmıştım değil mi?"
Konudan konuya düzensiz bir sırayla konuşmam hep zihnimdeki kargaşadan. O yüzdendir abimin cılız tel tel kumral saçlarını okşar gibi soğuktan buzlaşmış mezar taşını okşadıktan sonra ayağa kalkmam.
"Ben gideyim artık. Biraz üşüdüm galiba. Acıktım da. Sabah çok az yedim. Ayrıca öyle çok gözleme yollarımı, bir daha ne zaman gelirim bilmem. Biliyorsun, hayırsız bir kardeşim. Acımı paylaşma hissiyle tutuşmayana kadar ayaklarım rehberlik etmiyor bana, gelemiyorum." Son kez okşadım isminin yazılı olduğu taşı. "Huzurlu uykular Erinç Erginsoy."
Abimle isimlerimizin benzemesi bir yana soy isimlerimiz de aynıydı. En azından annem kendi soyadını abime verirken bana da aynı lütfu bahşetmişti. Bizlere kendi soyadını vermesinin nedenini ise asla bilmiyordum. Bununla ilgili araştırmalarım oldu elbette; hatta Faris de hayli uğraştı ama bir sonuç alamamış, araştırdığımızla kalmıştık.
******
Hava hafiften kararmıştı. Ay tepeye çıkmaya, yıldızlar ise bağrında serpilmeye hazırlanıyordu. Oysa ben dışarı çıktığımda güneş tepedeydi ve yaydığı gücüyle gerim gerim geriniyordu.
Eve yaklaştıkça apartmanın önünde sıkıntıyla bir o yana bir bu yana giden Haçin'i gördüm. Beni fark edince şöyle bir baktıktan sonra nefesini koy vermiş, ardından da geniş omuzlarını hafifçe aşağı düşürmüştü. Muhtemelen içerik olarak neler olduğunu bilmese de her şeyden haberdardı. Mezarlığa gittiğimi görünce de abimle baş başa kalmam için takip etmeyi bırakıp buraya dönmüş olmalıydı.
"Hayırdır, yollarımı gözlüyorsun yine?"
Üstüme başıma, nemli saçlarıma kısaca baktıktan sonra söylediğimi duymazdan geldi ve "O puşt..." diyerek başladı söze. "Ne istiyormuş?"
"Hayret!" Gözleri kısıldı. "Gelip kendin sormadığına göre yatağın bana saygı duymanı öğütleyen tarafından uyanmışsın."
"Erçin." Sıkıntıyla ufacık duraksayıp devam etti. "Yatağın dediğin tarafından uyanmış olsam da gün çoktan bitmek üzere ve nihayetinde benim sabrım da tükendi."
Dudaklarımı hafif bir tebessüm aldı. Haçin nedenini anlamamış olacak ki gözleri şüpheyle kısıldı. Onunla sürekli didişen, hatta sidik yarıştıran iki çocuktan farksızdık çoğu zaman; ne o boyuna posuna bakardı ne de ben yaşımızı umursardım. Gariptir ki yine kalbime dokunan nadir insanlardandı.
Zira benim kalbime uzanmak pek kolay değildi artık. Çocukluğu erken ve yaralı atlatınca kalbim en büyük kalkanım olmuştu.
Ve o, kalbimde kendine güzel bir yer edineli çok olmuştu. İyi mi kötü mü bilmem ama yine de bir şekilde olmuştu işte.
"Nedenini bilmiyorum ama bir şeylerden korkuyor gibiydi."
"Nasıl? Anlamıyorum."
"Artun..." Gülümsedim. "Beni hatırlamıyormuş." Haçin de gülümsedi. Ancak benimkine nazaran öfkeli hatlarla kabarıktı o gülümseme. "Karşısına çıkıp onu rahatsız etmemi istemiyormuş." Önce bir şaşırdı sonra gülüşü büyüdü ve ufak bir kahkahaya döndü.
"Siktiğimin döl israfı!" Eliyle kel kafasını kaşıdı. "Bu tıpkı liseli bir ergenin: kankam numaranı sildi sen de onun numarasını sil demesi gibi saçma bir muhabbet."
Yanına yaklaşıp elimi iki kere omuzuna vurdum. "İşte seni bu yüzden seviyorum deve boy." Kaşları çatıldı. "Bana kelime tasarrufu yaptırıyor, yormuyorsun. Belki de beni anladığı için mutlu olduğum tek insansın."
"Kendine pay çıkarma, bunu kendi iyiliğim için yapıyorum. Sana beş saniyeden fazla katlanamıyorum çünkü." Hâlâ elimin altında duran omuzunu geri çekti ve daha ciddi bir surette baktı gözlerimin içine. Kocaman kahveleri artık ürkütücü derecede kararmıştı.
"Mete işini ben halledeceğim, sen uzak dur."
"Uğraşma. Nasıl olsa benden gereken cevabı aldı." Gereken hissi kaptı demek daha doğru olur aslında çünkü gözlerimdeki felaketi görmüştü. Bana bulaştığı takdirde başına neler gelebileceğini biliyordu artık.
Başka bir şey söylemeden arkamı dönüp birkaç adım atmıştım ki "abi" lafını duydum. Döndüğümü haber veriyordu.
Islak sıçana dönmüştüm. Dolayısıyla eve girer girmez elimi yüzümü yıkayıp üstümü değiştirdim. Sonrasında acıktığım için spagetti yapmaya karar verdim ama öncesinde masadakileri toplamaya başladım çünkü sabah kahvaltım hâlâ yerdeydi.
Soğan doğramaktan nefret ediyordum ama elimi doğramaktan daha da nefret ediyordum. Normalde sakar bir insan değildim ama ne zaman bir şeyler pişirmeye kalksam ya parmaklarımı kesiyor ya da bir yerimi yakıyordum. Yine de az bir kan, ufak bir yarayla yemeğimi ve salatamı bitirmeyi becerebilmiştim.
Yemeğimi yedikten sonra kahve suyu koyacakken aklıma gelen alkole yatırdığım karanfil için odaya koşturdum. "Kahretsin!" Onu orada unutmuştum ve fazla beklediği için esansı bozulmuş olabilirdi.
Kapağını açtığım anda genzime yayılan kokuyla gülümsedim. Neyse ki hâlâ istediğim kıvamdaydı ve harika kokuyordu. Hızlıca onu süzdükten sonra birkaç gün önce hazırladığım diğer çiçek esanslarıyla karıştırıp temiz bir flakona boşalttım. Üzerine yapıştırmak için sağımdaki çekmeceden bir kâğıt alıp bu kokuya nasıl bir isim gider diye düşündüm.
Ufak bir kahkaha atıp üzerine kocaman harflerle "Devenin Sabrı" yazdım.
Zira beni sabırla bekleyen bir adet karanfil ve bir adet de Haçin vardı bugün. Belki kokudan bağımsız bir isim oldu ama yine de ona ithaf ediyorum. Bundan sonra bu parfümün adı: Devenin Sabrı olacaktı.
Flakonu diğerlerinin yanına yerleştirmek için rafların olduğu tarafa döndüm ama daha bir iki adım atmamla durmam bir oldu. Elimdekini yan tarafa koyup yavaş ve tedirginlikle yürüdüm. Görünürde bir problem yok gibiydi ama daha ilk bakışta burada bir şeylerin eksik olduğunu ve şişelerin yerlerinin değiştiğini anlayabiliyorum.
İsimleri ve kokuları kontrol etmek için alt çekmecemden tarif ve isimlerin yazılı olduğu defteri çıkardım ancak daha ilk isimde durmak zorunda kaldım.
Büyük bir dehşete kapılırken imkan vermesem de belki dalgınlık haliyle yerini değiştirdim diyerek rafı kontrol ettim ama yoktu.
Ilgın ağacı özlü kokum yoktu!
Küçük sayılmayan bir şaşkınlıkla sarsılırken yine acımasızca sağ bileğimdeki dövmeyi aşındırırken buldum kendimi. Yaptığım şeyi fark eder etmez derhal kolumu kaşımayı kesip bu durumdan mantıklı bir çıkarım yapmak adına sakinleşmeye çabaladım.
Kim, neden evime girerdi ve ne amaçla kokumu alırdı ki? Tam da o anda aklıma gelen düşünceyle ileri geri giden hareketlerim son buldu. Bir an bile beklemeksizin aşağı koşturup az ilerideki arabaya yöneldim ancak buradan bile gördüm Haçin'in yüzündeki ifadeyi. Çünkü öncesinde o bendekini görmüştü. Hızlıca arabadan inip bana doğru telaşla yürüdü.
"Faris nerede?" Konuşmasına fırsat vermeden şiddetli bir öfkeyle bağırmıştım.
"Sorun ne? Ne oluyor?"
"Sana abini evimden uzak tut dedim! Neden geldi? Ne diye aldı?"
Gerilen yüzü anlamsızlıkla bocaladı. "Erçin, bak ben ne dediğini hiç mi hiç anlamıyorum. Ayrıca Faris abi zaten gelmedi." Tek kaşım kalkınca "Tamam, iki gece önce geldi ama arabada, benimle bekledi. Ve aldıdan kastın nedir bilmiyorum ama boş boş odandaki ışığa baktıktan sonra gitti. Yani içeri falan girmedi; iki haftadır bu böyle."
Dün gece her şey yerli yerindeydi. Ya yalan söylüyordu ya da gözünden kaçırmıştı.
"Faris nerede diyorum? Nerede?"
"Maçı vardı, Tarlabaşı'ndaki salonda. Montunu al gel, götüreyim seni." Başımı salladım ve birkaç dakika sonra öfkemden hiçbir şey eksilmemiş halde aşağı inip arabaya atlamış ve Haçin'in sürdüğü adrese doğru yol almıştık.
Böyle bir şeyi nasıl yapar hâlâ aklım almıyor. Nasıl olur da benim evime girip benim iznim olmadan kokumu alır? Hassasiyetimi bildiği halde nasıl olur da bu kadar ileri gider?
Artun... Birlikte olduğumuz gece öyle öfkeli, nefret doluydu ki bileklerimi haddinden fazla sıkıp günlerce morluğu çıkmayacak bir iz oluşturmuştu.
"Gözlerinden nefret ediyorum," diyordu tam da "sözde" benimle bütünleşirken.
"İğrenç," diyordu acımasızca bedenimde hüküm sürerken. "Öyle iğrenç ki, seni bir daha görmek istemeyecek, şu andan itibaren unutacak kadar..."
Bir süre sonra uykuya dalarken bile hâlâ dilinde aynı sözler vardı.
"Unutma, seni bir daha görmek istemiyorum! O berbat gözlerini ve bakışlarını al ve def ol!"
Tam istediği gibi yaptım. Unutmadım. Ve unutmak gibi bir gaflete düşersem diye hemen sabahında bileğimdeki morluğun üzerinden geçerek parmak izlerinin dövmesini yaptırdım. Birkaç ay sonra Mete dönüp bir yığın hakaretine ek tek geceliğin bedeli olarak önüme bir tomar para koyunca onun izlerini temsil eden dövmenin sonuna bir de onu temsil eden bir hikâye ve kokuyla birlikte "ılgın ağacı" dövmesi yaptırmıştım.
Hikâyedeki Ilgın ağacı kral Osiris'i, kötülüklerden korumak için kendi içinde gizleyip yok ederken benim hikâyemdeki yok ediş kendimi Artun'dan korumak ve ondan gizleyebilmek için onu, oluşturduğum kokuya hapsetmekti.
Sırf ona dair tüm anlarım oraya gömülsün, ılgın ağacı bendeki Artun'u alsın ve yok etsin diye tam da onun bileğimde oluşturduğu izin sonuna yaptırmıştım
Bir gün sildirecektim...
Onun yüzünden yaşadıklarım için kendimi affettiğim gün onu bileğimden çıkarttıracaktım.
"Benim gözlerim..." Haçin önündeki yola odaklanmaya çalışsa da tarazlı sesimi duyunca bana döndü. "Benim gözlerim çirkin mi?"
Yıllardır aynaya bakıp da kendime soramadığım soruyu Haçin'e sormak ne kadar doğruydu bilmiyorum ama ilk kez bir cevaba ihtiyaç duyuyorum, ilk kez gözlerimin, onun söylediklerinden başka şeyler duymaya hakkı varmış gibi hissettim.
"Bakan göze göre değişir demem belki çok genel bir söylem olur ama yine de öyle. Bir insanın gözlerinin rengi, bakışlarındaki mâna bakan göze göre hayat bulur, renk alır Erçin Hanım."
Faris benim hakkımda neredeyse her şeyi biliyordu. Belki fazlası olduğuna inandığı için yine de Haçin'e beni araştırıp soruşturdu bilmiyorum, bunu hiç konuşmadık ama eminim Haçin sadece araştırma neticesinde edindiği bilgileri paylaşmıştı onunla. Üstelik her şeyi daha detaylı haliyle bildiği halde kendisine saklamıştı. Yaşadıklarımı, hissettiklerimi anlayıp hiç haberi yokmuş gibi davranmaya devam etti daima.
Faris'e rağmen bana saygı duymuş, bana bile unutturmuştu benimle ilgili tüm bildiklerini.
"Peki sen ne görüyorsun?"
"Senin için önemli olmamalı."
"Yine de duymak istiyorum." Son kez gözlerimin karanlık, tonsuz halkalarına bir bakış atıp önüne döndü.
"Senin gözlerin daima cayır cayır. Bir anda dünyayı ateşe verecekmiş gibi bakan azılı, isyankar gözler." Gülümsedi. "Ancak öbür yanda küçük bir kız çocuğunun gözleri yine de. Her an senden bir şeyler isteyecekmiş ya da her an başını belaya sokacakmış gibi bakan zeytin gözlü yaramaz bir kız çocuğu."
Başka bir şey konuşmadık. Tatmin olmadım, iyi de hissetmedim. Hatta yalan söylediğini bile düşündüm. Bilmiyorum, belki de yıllardır kendimi gerçekten de gözlerimin iğrenç olduğuna inandırdığım içindi.
Yaklaşık bir saat sonra Tarlabaşı'nın o iç içe evlerini, dar mahallelerini ve kalabalık insanlarını ardımızda bırakıp en izbe, kuytu sokaklarından geçtik ve dışarıdan bakıldığında normal bir depodan farksız görünen, en ufak bir hayat belirtisi göstermeyen salonun önünde durduk.
Araçtan indiğim gibi seri adımlarla kapıya yaklaştım. O ara Haçin çoktan yetişmişti bana. Tam kapıyı yumruklayacağım sıra benim yerime çaldı. Dışarı çıkan izbandutlar Haçin'i görünce saygı mı desem korku mu desem bilemediğim çekimser bir baş hareketiyle selam verdi.
"Faris abinin maçı bitti mi?"
"Şu an ringde, sıra onun," diyen kumral, kalıplı, mavi gözlü ve sol yanağının bir kısmında yara izi olan adamın bizi aydınlatmasıyla daha fazla beklemeden ileri atılıp onları ardımda bıraktım.
Yine leş gibi binbir ter, parfüm demeye burnumun varmadığı çeşit çeşit koku havada kol geziyordu. İçime çekmekten ısrarla kaçınsam da nefesimi de bir yere kadar tutabiliyordum sonuçta.
"Faris'ten gelen sağ kroşelerle rakibinin dudağı patlıyor." Duyduğum ses yine birçok insanın bağırışıyla şahlanıyor, kulaklarımı tırmalıyordu.
"İnanılmaz bir gece yaşıyoruz dostlarım. Birileri Faris'in canını fena sıkmışa benziyor. Rakibine son nefesini verdirmeye niyetliymiş gibi duran bu kroşelerin başka açıklaması olamaz." Midemi kaynatmaya yeten son sözlerin ardından görüş alanıma giren manzarayla yüzüm kırıştı.
"Vay canına! Gerçekten vay canını! Faris'in yumrukları Kemal'in suratına çok sert iniyor!"
Ne ileri ne de geri gitmeyi akıl edebildim; çünkü kafesin içindeki adamı ilk kez görüyorum. Hayır, düzelteyim: Kafesin içindeki bu adamı, ilk kez bu halde görüyordum. Gözü, nevri... Neyi dönebilirse dönmüş ve karşısındaki adamı öldüresiye yumrukluyordu. Adamın ağzından burnundan kanlar akıyor, yüzü tanınmayacak haldeydi ama Faris yine de durmuyordu.
İlk kez bu kadar acımasızdı.
"Evet, öyle görünüyor ki gecenin talihlilerini biraz sonra öğreneceğiz!" Talihli dediği anda Faris'ten yana bahis açanların sesi ayuka çıktı. Zevkten deliye dönen kadınlı erkekli kalabalık acımasız, bayılmak üzere olan adamın hunharca yok edilmesinden yana haykırıyordu.
"Son bir çabayla Faris'in elinden kurtulmaya çalışan Kemal ancak bir iki adım geri gidebildi!"
Yavaşça yürüyüp ringin önünde durdum. Sağımda Haçin, önümde şuurunu yitirmiş gibi duran Faris vardı. Böyle bir ortamda normal sayılan bu manzara, tanıdığım ve daha önce bu haliyle görmediğim adam için beni baya şaşalatmış, öylece bakmaya itmişti. Öyle ki buraya geliş amacımı bile unutmuştum.
Yeni yumruğu için elini kaldırdığı sırada başını da kaldırdı ve tam da o anda beni gördü.
Adem elması güçlükle hareket etti.
Bendeki şaşkınlığın mislini yaşıyordu ama çok da belli etmiyordu. Hemen ardından omuzundan tuttuğu adamı bıraktı. Zaten o bıraktığı anda ayakta durmaya daha fazla mecali olmadığından adam yere yığıldı. Akabinde hakem saymaya başladı ama altın kemerde verilse o adamın oradan kalkamayacağı o kadar belliydi ki.
"Ve maçın galibi Faris!" Hakem Faris'in elini tutup havaya kaldırırken ondan kurtuldu ve kafesten çıkıp bana doğru yürümeye başladı. Nihayet yanıma varınca derin bir bakışla yüzüme, kederli bir hüzünle de gözlerime baktı.
"Ne işin var burada?" Gözlerini benden çekmek istemese de kısacık bir an merakla Haçin’e döndü.
"N’apıyorsun sen?" İlk birkaç saniye konuyu anlamasa da sedyede taşınan dövüşçüye baktığımı fark edince ellerindeki eldivenleri çıkartıp Haçin'e uzattıktan sonra boynuma doğru eğilip "Oraya oyun oynamak için çıkmıyorum," diyerek orada birkaç saniye soluklandı.
"Kaybettiğini, izin verseydin pes edeceğini bildiğin halde sence de fazla değil miydi?" Geri çekilip alayla güldü.
"Rakip pes etmediği sürece ileri gitmekte bir sınırımız yok, biliyorsun. Ayrıca oraya çıkan herkes sonuçlarını göze alıyor." Umursamaz, gamsız tavrı o kadar sinir bozucuydu ki suratını dağıtmak istedim. Ben buyum, yanlış bir şey yok duruşu ise cabası.
Nihayet geliş sebebimi hatırlayınca etraftaki heyecanlı kalabalığa rağmen ona yaklaştım. Bir anda öfkeden parlayan gözlerime anlam verememiş olacak ki geldiğimden beri yüzü ilk kez dikkatli bir hâl aldı.
"Neden aldın kokumu?" O kokudan nefret ediyor, iğreniyordu. Hatta bazen kıskandığını bile hissederdim. O yüzden aklıma gelen ilk isim Farist’ti. Hele ki bu süreçte.
"Anlamadım." Gerçekten de anlıyormuş gibi durmuyordu.
"Evime girip ılgın özlü kokumu neden aldığını soruyorum?" Kemikli, kişilikli yüzü anında sertleşti.
"Erçin, ne diyorsun?" Gözlerini kıstı. "Eve mi girmişler?" Hızlıca Haçin'e dönüp neler olduğunu öğrenmek istediğini belirten bir sabırsızlıkla keskin gözlerini onun gözlerine sabitledi.
"Bilmiyorum abi, ben de anlamadım. Doğru düzgün anlatmadı. Israrla buraya gelmek istediğini söyledi sadece."
Konunun tamamını dinlemek için tekrar bana döndü ama ben cevabımı çoktan almıştım. O değildi. Haberi bile yoktu. Öyleyse kim? Kim girerdi evime? Dikkatle kontrol etmiş sayılmasam da evde bir eksiklik ya da farklılık görünmüyordu. Olsaydı mutlaka anlardım. Öyleyse neden sadece kokum? Hadi kokumu da anladım, neden bir tane? Ve neden sadece ılgın ağacı?
Zihnim bir yığın soru işaretiyle boğuşurken anlama güçlüğü çekiyor düşüncelerime bir türlü açıklık getiremiyorum. Faris'in kuzguni siyah gözlerinin dikkat kesilmesiyle bakışlarını takip ettim ve sağ bileğimin üstündeki dövmeyi bilinçsiz, acımasız hareketlerle kaşıdığımı gördüm. Ellerimi birbirinden uzaklaştırıp bir kez daha yüzüne bakmadan ona arkamı döndüm.
Her şeyin yeterince saçma olduğu yetmezmiş gibi bir de kendinden geç!
Buraya gelirken en azından öfkemi yönlendirdiğim Faris vardı. Böylece demine kadar daha az soru işareti ile boğuşuyordum. Ancak şimdi bocalama ve tutukluk yaşıyordum; çünkü ne yapmam gerektiğine dair en ufak bir fikrim yoktu.
"Erçin, bekle!" Beklemedim ama kolumu tutup durdurması birkaç saniye sürdü. Ben ona dönmeyince önüme geçip odağıma girdi. "Evine girilmesiyle ilgili bir takım şeyler söyledikten sonra öylece gidecek misin?" Kırmızı şortundan başka bir şey yoktu üzerinde. Biraz evvelki maçın etkileri hâlâ sürüyordu; göğsü, vücudu terden parıldıyor, derin derin soluyor ve saçları terden sırılsıklam, dağınıklıkla birbirinden bağımsız taraflara bükülmüşlerdi. Yüzü yorgun, kaşları yeni bir krizin eşiğindeymiş gibi çatılmışlardı.
"Öylesine biriymişim gibi yok mu sayacaksın beni? Bu kadar mı umurunda değilim?" Devam edecekti ama bakışları arkamda bir yere kayınca çakılıp kaldı tabiri caizse. Bir anda çenesini parçalara ayırmak istermiş gibi sıkmaya başladı. Onun baktığı yere bakacakken kolumdan tutup kendine çekerek ve kulağımla boynum arasına eğilerek bana engel oldu.
"Belki hayatında da yokumdur artık!" Sesi, görüntüsüne kıyasla çıldırtıcı derece sakin çıksa da tonundaki öldürücü soğukluk içimi ürpertti. "Belki de sen ılgın özlü kokunun nereye gittiğini zaten biliyorsundur?" Son sözlerini söylerken harelerini arkama sabitleyerek konuştuğunu sezdiğim anda başımı çevirip aynı yöne döndüm.
Artun kapıda durmuş, tüm dikkatiyle bizi izliyordu.
İşte tam da göz, göze değdiği anda kendimi ucu bucağı olmayan, anlamların önemsiz kaldığı zamanda ve mekanda soyutlamış buldum.
.......
Bölüm sonu geldi çattı yine.
Yorum ve düşünceler önemle, beklentiyle gözlenir.
Yeni bölümde görüşünceye dek hoşça kalmanız dileği ile.✨
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |