10. Bölüm

8. Bölüm "Terazinin hakkı"

Sahrasaf
sahrasaf

 

 

"Yük olan tüyse de kim bilebilir ki sendeki ağırlığını?"

 

Karşımda durmuş öylece gözlerimin içine bakan Artun’dan ve kulağımın dibinde nefretle konuşan Faris’ten dolayı iyi hissettiğim söylenemezdi. Gerginlik, bocalama ve nispeten alakasız birçok düşünceyi beynimde dolaştırıp duruyordum.

İnatçı gözlerimi en ufak eylem belirtisi göstermeyen bir çift renkli ama koyu hareden aldım. Tabii öncesinde dudağımdan silik bir gülümseme sundum ona. Fark ettiğini biliyordum; ben de özellikle yapmıştım zaten. Anlam veremeyen, bir şeyleri çözmeye çalışıyormuş gibi duran sıkıntılı yüzünü görmek hoşuma gidiyordu. Dahası bunun da farkındaydı ve bu onu daha da sinirlendiriyordu.

"Sen hayırdır Faris?" dedim yanımdaki adama döner dönmez. Dışarıdan bakılınca sırnaşıyormuşum gibi duran tek adımım aslında üzerine yürümeydi.

"Ne demeye getiriyorsun diye sormayacağım; çünkü bunu umursadığım yok!" Şimdi sesim de en az bakışlarım kadar sertti. "Kelime oyunlarına gelemem ama varsa bildiğin..." Burnuna değecek kadar yaklaşınca dudaklarına çarpan nefesimle adem elması sert bir darbe almışçasına sarsıldı. "Ya da senin deyiminle benim bildiğimi tahmin ettiğin bir halt... Söylersin ve konuyu bir güzel, beraberce masaya yatırırız. Aksi halde saçma sapan sorgularına da katlanabileceğimi sanmıyorum."

Bakışlarında en ufak bir hareketlilik olmayınca bıkkınlıkla nefesimi bırakıp hafifçe tebessüm ederek ondan uzaklaştım ama henüz arkamı dönmüşken kolumdan yakalayıp tekrar kendine çekti. Gözlerinin siyahları siyahlarıma bulaşınca özünde artan karanlık ürperticiydi.

"Haklı olabilirsin. Benim aklımdakileri çözmeye çalışırsak belki biraz da olsa beni ciddiye alırsın, ha Erçin?"

"Faris. Sen gerçekten iyi değilsin!" Bu kez bir şey söylemesine izin vermeden onu arkamda bırakıp demin girdiğim ve hâlâ Artun'un önünde durduğu kapıya doğru yürüdüm.

Gözleri bir deli fırtına olmuş, manasızca etrafı talan ediyordu. Ne var ki çıkan felaketten onun da haberi yok gibiydi. Karanlık ama boş bakıyor. Öyle ki orada ufacık bir noktanın izi bile yok.

Mete'nin dediği gibi hiçbir şeyi hatırlamıyorsa ne diye bu kadar öfkeli bakıyordu bana?

Yanına geçerken durdum. Bu alakasız durağım onu şaşırtmışa benzemiyordu. Hâlâ öylece bakıyor, ne yapmaya çalıştığımı anlamaya çalışıyordu. Gerçekten bu ifadesi beni keyiflendiriyordu. Bunu tüm zerrelerimde hissedince dudağımın bir köşesi kıvrıldı.

"Merhaba," diyerek bir süre daha yüzünde oyalandıktan sonra cümlemi devam ettirmek üzere yanındaki adama döndüm. "Nasılsın Mete? Gerçi bu soru dünkü görüşmemizde söylediklerimden sonra kendimle çelişmek gibi olacağından sözlerimi geri aldım sayalım; çünkü sen de hâlâ aynı duruyorsun." Dudağının iç tarafını ısırıp Artun'a belli belirsiz bir bakış atmasıyla gözlerim kısıldı.

"Dün?" Meraklı, sorgular sesin sahibine yöneldim. Odağı ben olsam da soru Mete'yeydi. Şüpheci bir yaklaşımla gözlerini kıstı. Yolunda gitmeyen, yerine oturmayan bazı şeyler vardı, hissediyorum. Fakat şu an kurcalama isteğim bir yana merak dahi etmiyorum.

"Dışarıda denk geldik," diye konuyu şimdilik sonlandırırken Mete'yi kurtarmak niyetinde değildim. Onunla ilgili doğru zamanı beklemekti bu. Keza günü geldiğinde bu hissin beni yoklamasına dahi izin vermeyecektim.

Bugünü bitirmek adına dışarı çıkmak için adım attığım esnada sağ kolumdan yakalamasıyla olduğum yerde taş kesildim. Bunu ne bekliyordum ne de buna hazırlıklıydım. Derime ateş çakılmıştı. Dahası eli bileğimde durdukça çürüyen etimden yanık kokusu almaya başladım sanki.

Derhal bırakmalıydı! Yangın ruhuma sıçramadan derhal uzaklaşmalıydı benden. Kısa süreli hareketsizliğinin ardından önce aramızdaki uzaklığı sonra da boy farkını minimum düzeye indirgemek adına yüzüme doğru eğildi.

Ve o eğilince atlatamadığım afallamanın yanına yutkunamamayı da ekledim. Hızlıca kendimi toparlayıp kuyruğu dik tutuyormuş gibi dursam da ne yazık ki diğer her şey gibi bunu da fark etti. Bu kez dudakları yukarı doğru kıvrılan oydu. Yanaklarına çekilen sinsi sırıtışı görmek beni olduğumdan daha sinirli hissettirdi.

Elimi ondan kurtardım ve alışkanlığım haline gelen eylemle sağ bileğimi kaşımaya başladım. Onun bakışları da bileğimdeki dövmeye gidince anında durdum ve parmağımı ona doğru kaldırıp uyarı mahiyetinde sözlerimi tamamladım. "Sakın bir daha dokunayım deme!" Önünde çözmeye çalıştığı bir şifre varmış gibi gözlerini dövmemden ayırmıyordu.

"Neden?" Gözlerindeki tavır deminki sinsi tutumdan üst perdeye taşınmış artık alçakça bir gözlemle süzüyordu beni. Neyse ki bu saçmalık silsilesi belime sarınan Faris sayesinde son buldu.

"Sorun ne? Neden gitmedin hâlâ?" Sesi oldukça ciddi ve öfkeli çıkıyordu.

"Beni bekliyordur abi," diyerek konuşan Haçin'di. "Ben getirdim, taksi de yoktur buralarda."

Faris Haçin'in ne yapmaya çalıştığını anlasa da başını sallamakla yetindi. Sonrasında bana dönüp "Bekle, üstümü değişip geliyorum. Seni ben bırakayım, ne dersin?" diyerek gözlerimin içine yumuşacık baktı. Her şeye, herkese rağmen o kadar umutlu ve güzel bakıyordu ki her defasında şaşalamama, nutkumun tutulmasına neden oluyordu.

"Olur, dışarıda bekliyorum."

Gülümsedim. Gülümsememden cesaret almış olacak ki saçlarıma kokulu, ufak bir öpücük bıraktı. Bunları yaparken bir kez bile benden başka tarafa bakmamıştı. Hatta arkasını dönüp giderken bile...

"Size iyi akşamlar beyler." Uzatmanın gereği yoktu. Arkamı döndüm ve Haçin'le birlikte yürüyüp dışarı çıktım. Hava iyice kararmıştı. Üstelik hafif esen Nisan soğuğu da vardı.

"Eve gidince bir de ben bakayım şu zımbırtılarının olduğu odaya." Öyle sakin bir hareketle döndüm ki ona, gözlerini kısma güdüsü gösterdi.

"Zımbırtı?"

"Hıı, şu ıvır zıvırlar işte."

Hafifçe gülümseyip "Ivır zıvır?" deyince naneyi yediğini anladı ama yine de bozuntuya vermedi. "Sen!" Gözlerimden ateş çıkarabileceğimi hissediyor ama eyleme dökemiyordum. "Sen benim kokularıma mı zımbırtı diyorsun? Dahası ıvır zıvır diye de devam ediyorsun öyle mi?"

"Başka ne olacaktı?"

"Saygısız deve!"

"En azından bir işe yarıyorum!" Öfkeden tüm tüylerimin elektriklendiğini duyumsayabiliyordum ama neyse ki prizin yerini biliyorum da fişi çekip o elektrikten kurtulabilecektik.

"Aaa evet, tabii. Yük taşırken değil mi?" Suratı kızardı ama ona konuşma hakkı vermeden arkamı dönüp Faris'i beklemeye başladım.

Önüme dönünce ve yüzüme soğuk hava çarpınca bugün yaşadıklarım, içerideki adamlar, soru işaretleri de düştü zihnime. Neler döndüğünü, evime kimin girdiğini düşündükçe labirentin ortasına bırakılmışım gibi hissediyorum. Hangi yöne gidersem gideyim çıkışı bulmak için bir gram sonuç elde edemiyorum.

Ayak sesleri duyunca Faris'in geldiğini anladım ama yine de ona dönmedim. Zaten onun gelip odağıma gireceğini biliyordum. Birkaç adım sonra öyle de oldu. Geldi ve gözlerimin içine baktıktan sonra yüzümü daha rahat görebilmek için önüme düşen saçlarımı kulaklarımın arkasına sıkıştırıp yanağımı avuçladı.

Kısa bir süre sessiz kaldıktan ve beni seyretme zevkini kendine tattırdıktan sonra "Konuşalım mı biraz?" diye sordu. Aslında rica eder bakışlarını görünce ve tınısındaki yumuşacık doku yüreğime uzanınca başımı salladım.

Kabullenişimle beraber günler sonra ilk kez yeni yeni kendine geliyormuş gibi parıldayan gözlerini tebessümü takip etti. Sonrasında da onun arabasına bindik ama benim evime değil de onun evine geçtik. Arabaya binerken Faris'in, evime kimin girdiğini öğrenmekle ilgili talimatlarını ve böyle bir durumu gözden kaçırdıkları için Haçin'i azarladığını duyabilmiştim. Sakin gibi görünse de aslında sinirli, konuyla ilgili sabırsız ve meraklıydı.

Tıpkı benim gibi!

"Ne yersin?" Eve geldiğimiz gibi hızlıca duş almak için yukarı çıkan Faris on dakika sonra dönmüştü. Normalde en kısa duşu yarım saat sürse de anlaşılan beni bekletmek istemiyordu. Çabuk alınan bir duşa rağmen ise gayet iyi duruyordu. Lacivert eşofman altı ve kaslarını sıkan kısa kollu beyaz tişörtüyle geniş yapılı vücudu daha da açığa çıkmıştı. Saçlarını da kurutmamıştı. Öyle ki yere düşmek üzere uçlarında biriken damlaları görebiliyordum.

"Evden çıkmadan yemiştim, aç değilim."

"Peki, o halde kahve hazırlayıp geliyorum." Başımı sallayınca arkasını dönüp mutfağa gitti ve çok geçmeden de elinde, üzerinde dumanı tüten iki kahveyle geri döndü. Yanıma oturmadan evvel uzattığı kupayı aldım ve bir yudumdan sonra önümdeki sehpaya koydum. Aynı adımları o da uyguladı ve bir yudum aldığı kahvesini benim bardağımın yanına bıraktı.

Elime uzanıp avuçları arasına alırken ne söyleyeceğini düşünür gibi saniyelerce dudaklarını emdikten sonra başını kaldırarak yüzüme baktı.

Karakteristik yüzü günler sonra beni doya doya seyretmenin canlılığıyla renk kazanmıştı. Sadece aynı yüzde fazlaca yara izi vardı. Halbuki yüzü, onun dokunulmazlığı sayılan kısımlarındandı. Orada en ufak bir çizik olmasına izin vermezdi. Bu, egoist olduğundan değil sadece yüzünün ezberini, simetrisini bozan, aynanın karşısına geçtiğinde ona dağınık bir görüntü sunan takıntısıyla alakalıydı.

Bana göre hastalık olsa da sonuçta onun hassasiyeti de o şekildeydi kim ne diyebilirdi ki?

"Yaranı temizlememişsin?"

İşte altını önemle çizmek istediğim kısmı da tam olarak burasıydı. Maçlarında yüzüne en ufak bir darbe almaya izin vermemesi bir yana bir şekilde oluşan yaraları maç biter bitmez, hatta bazen verilen aralarda bile temizlerdi. Ancak şimdi yüzünde kimisi iyileşmeye yakın pembe, kimisi çürümeye yakın olduğundan mora çalan yaraları vardı. Bugün dudağına aldığı yeni darbe de kaşının sol alt tarafının açılmasına neden olmuştu. Duşuna rağmen pansuman yapmadığı, sadece yıkadığı çok belliydi.

"Hayret! Rahatsız etmiyor mu artık?" dedim dudağını işaret ederek.

Omuzlarını umursamazlıkla hareket ettirince ayağa kalıp banyodaki ecza dolabından ilkyardım çantasını alarak geri döndüm. Elimdekini görünce tebessüm etti. Oturmak için az evvel kalktığım yere geçecekken bacaklarını açıp arasına, orta sehpaya oturmamı istediğini gösterince düşünmeden beklentisini gerçekleştirdim ve malzemeleri çıkarıp yarasına pansuman yapmaya başladım.

Bu basit durum bile onun için büyülü bir manzaraymış gibi bakıyor, dudağındaki varla yok arası gülümsemeyle hareketlerimi takip ediyordu. Son olarak merhemi sürdükten sonra elimi çekerken yakaladı. O andan sonra bakışları dalgalandı ve az önceki huzurlu mimiklerinden eser kalmadı.

"Erçin..." Ellerimi avuçlarında sıkarken bedenimi de bacakları arasına kıstırdı. Sanırım söyleyeceklerinin affedici etkisinden emin olamıyor ve yerimden kalkabilme ihtimalime kendince engel oluyordu. "Eve girenlerin kim olduğunu bulacağım; en kısa sürede."

Bundan şüphem yoktu. Faris'in isteyip de yapamayacağı tek şeye canının istememesi neden olabilirdi ancak. Bu olay en az benimki kadar sıkıyordu canını ama şu an beklemekten başka bir şey yapamayacağımızı görüyordum. Bir an bu durumun muallakta olmasından dolayı gerilip çene kaslarını sıksa da bir an sonra pişmanlık ve üzüntüyle duraksadı.

"Salonda sarf ettiğim sözler... Daha doğrusu saçmaladıklarım yüzünden affedersin. Niyetim öyle şeyler söylemek değildi." Artun'un adını anmak, salonda onunla olduğumu iddia eden söylemlerini tekrar etmek zor gelmişti. "Buna inandığım da yok zaten." Sabırla sözlerini bitirmesini bekledim.

"O gün..." Beni Artun'u görmeye mecbur ettiği günü kastetmesine rağmen sessizliğimi koruyunca mahcubiyetini gizlemeden ellerimi sıktı ve "O gün kendimi tutamadım. Biliyorum saçma ve aptalcaydı. Ne olursa olsun ne hissedersem hissedeyim yaptığım çok yanlıştı," dedi.

"Evet, sonuçta kıskançlık hormonlarını mutlu etmende sana yardımcı da olamadım." İronim ve sinirimin geçmediğini belli eden sözlerimden dolayı haklı olduğumu göstermek için dudaklarının bir köşesini ısırırken başını çok az salladı.

"Üzgünüm." Başını bu kez ellerime doğru eğdi ve avuç içlerimi öptü. Nemli dudaklarının ıslaklığını hissedebiliyorum. "Çok üzgünüm. Anlamakta zorlansan da öyle davranırken neyi amaçladığımı veya o anda işin ucunun nereye varacağını kavrayamayacak halde olduğuma inanmalısın."

"Sadece... Sadece zihnim... Zihnim bir dolu saçmalıklı senaryo üretti ve ardından perdeyi çekti." Elimin tekini ondan kurtarıp doğaçlama bir refleksle alnımı kaşıdım.

"Ne söylemem gerektiğini bilmiyorum. Yani sana hak falan vermiyorum, anlamıyorum da ama şu an nasıl bir tepki vermeliyim inan bilmiyorum. Canımı yaktığını düşünme..." Halbuki haddinden fazla, hatta benim bile sandığımdan fazla yakmıştı. "Sıktın, kızdırdın, üzdün. Çünkü benim tanıdığım Faris'in çevirebileceği dolaplar değildi bunlar." Serbest olan elimi yakalayıp tekrar avuçları arasına alırken bu defa oturduğu yerden öne doğru kaydı ve aramızda bir karış mesafe bıraktı.

"Biliyorum. Biliyorum Erçin. İnan bana farkındayım." Saçımı parmaklarına dolayıp burnuna götürdü. Kokumu içine çekerken gözleri gayriihtiyari kapanmıştı. "Özür dilerim." Sesi o kadar kısık çıkmıştı ki bir adım uzakta olsam duyamazdım. Fakat titreyen kirpiklerinden ve tonundaki manadan her şeyi anlayabiliyordum.

Gözlerini açtığı anda orada başlayan yangını gördüm. Zaten hemen sonra hiç düşünmeden dudaklarıma uzandı. Dudakları dudaklarıma kavuşurken avuç içleri yanaklarımı tırmanıp sıkmaya başladı. Önce yavaş sonra geri çekilmediğimi ve tepki vermeyeceğimi anlayınca dudaklarımın her santimini daha hızlı arşınlayıp tekrar başa sarmaya başladı. Beni öpmeye asla doyamayacakmış gibi tutkulu, hisli ve bir o kadar içli öpüyordu.

Bir an sonra belimden yakalayıp kucağına çekti. Fevrileşen hareketleri benden uzakta kaldığı zamanlardan ötürü özlemle yoksunluk çektiğindendi, biliyorum ama şu an bunu istediğimden emin değildim. Tam da bu yüzden Faris artık beni soymaya başlamışken durdurdum onu.

Toparlanmaya ilk olarak krem bluzumu düzeltmekle başladım. Çünkü az önce kendinden geçerken bluzumu aşağı çekmiş ve omuzlarımı çıplak bırakmıştı. Ardından da delici, arzulu bakışlarına kesik kesik aldığı soluklara rağmen kucağından kalkıp yan tarafa geçtim.

Bana olan tutkusunun önüne herhangi bir nedenden dolayı set kurmam canını yakıyordu. Ne ona üzülmeden edebiliyordum ne de ona karşılık verebiliyordum.

"Yaşananları bir anda yok saymak istemiyorum. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak... Hele ki henüz seni affetmemişken..."

"Sorun değil." Sorun olduğunu biliyordum. Yine de hayran bırakan minik tebessümüyle bana dönüp ellerimi avuçladı. "Gerçekten..." Nefesleri için hâlâ düzenli ritmi yakalayamamıştı; ben de öyle. "Seni istiyorum. Seni daima istiyorum. Şu an..." Az evvelki gülümsemesine açık ara fark atacak kıvrımlar oluştu dudaklarında. "Soluğunu bıraktığın havaya bile arzu duyacak kadar açlık çekiyorum sana karşı, öyle bir haldeyim; ama idare edebilirim."

Gülümsedim ve başımı iki yana sallayıp ayaklanarak "O halde ben gideyim artık," dedim. Aynı anda o da doğrulup belimden yakaladı ve kendine çekip sarıldı.

"Gidemezsin," deyince ondan biraz da olsa uzaklaşıp anlamayan gözlerle yüzüne baktım. "Gidemezsin. Evine girenlerin kim olduğunu öğrenebilmiş değiliz. Amaçlarını da bilmiyoruz. Bu durumda tek başına kalamazsın." Burnumun ucunu öptükten sonra itiraz istemeyen bir tavırla elimden tutarak çekiştirerek odasının olduğu yukarı kata çıkardı.

Faris giymem için uygun bir şeyler ararken ben ise son halinden hiçbir farkı olmayan odasını dolaştım. Dolaştım diyorum çünkü odası normal bir odaya kıyasla üç artı bir düzeyindeydi. Ayrıca hâlâ her yer, her şey bembeyazdı. Daha önce bir erkeğin beyazı bu denli kullandığını da görmemiştim gerçi. Abartılacak, hatta şaşkınlık yaratacak seviyelerde beyazlarla donatılmış bir evi vardı. Tamam, mimarisi çok güzeldi. Uyumu ve düzeni de öyle ama koltukları, yatak odası, mutfağı ne bileyim insanın aklına neresi gelirse beyazdı.

Öyle ki ne zaman buraya gelsem kendimi yıllardır suya dokunmamış kadar kirli, pis ve pasaklı hissederdim. Halbuki sadece o fazla temizdi. Her gün evi baştan aşağı temizleyen Melike ve Ezgi'den ne kadar küfür yiyordur kim bilir?

"Ne düşünüyorsun?" Belime sarınana kadar geldiğini duymamıştım.

“Gerçekten hiç yorulmuyor musun? Yani bu kadar düzenli, tertipli ve aşırı temiz olmaktan sıkılmıyor musun?"

"Hadi üstünü değiş de gel," diyerek elime tutuşturduklarıyla bir kez daha sorumu es geçti.

Ne zaman bu konuyla ilgili söylemlerde bulunsam kaçıyordu. Bu durum onunla ilgili derin düşüncelere dalmama, hayatıyla alakalı zihnimde soru işaretlerine neden oluyordu. Kolay bir geçmişi olmadığını biliyordum.

Yine de biraz sonra dediği gibi üstümü değişip yanına dönmüştüm. Üzerimde verdiği tişörtü ve sıkı sıkı bağlanmış şortu görünce gülümsedi. Bana bol olacağını biliyordum ama yine de her seferinde o şortu giyerdim. Hiçbir zaman sadece tişörtle çıkmamıştım karşısına

Yatağa geçerek yorganı göğsüme kadar çekip cenin pozisyonu almıştım ki yatağın sol tarafı ağırlık alarak çöktü. Akabinde arkamdan sokulup beni göğsüne çekti ve ellerini karnımda birleştirerek sıkıca sarıldı.

"Evimden başka hiçbir yere sığamazdım, hiç bir yere ait hissetmezdim. Ta ki seni tanıyana kadar.

Gözlerimi yumdum. Benim sessiz kalmamla içine kederli bir soluk çekti ancak başka bir şey söylemeden dudaklarının değdiği yere uzunca bir öpücük bıraktıktan sonra sarılmaya devam etse de geri çekilip uyku pozisyonu aldı.

"Emin misin?" Duyduğum hiddetli ama kısık sesle zihnen uyansam da odaya giren yoğun ışıktan dolayı gözlerimi öyle hemen açamadım. "Kaybetmiş..." Nihayet kirpiklerimi yukarı doğru kıvırırken Faris'in sıkıntılı sesiyle telefon görüşmesinde olduğunu gördüm. Son sözünü mırıldanır gibi söylemişti.

Tam da "Yani hiçbir şeyi mi..." diyerek devam ediyordu ki yatağa dönüp de açık gözlerimi görünce sözlerini yarıda kesti ve boğazını temizleyip kendine çeki düzen vererek "Tamam, sen araştırmaya devam et. Bir şey olursa ararsın," dedikten sonra telefonu kapattı.

"Ne oldu? Haçin miydi?"

"Değil. Eve giren adamlarla ilgili bir şey var mı diye aramıştım; ama hâlâ bir bilgiye ulaşabilmiş değiliz." O yüzden mi yüzü neredeyse kireç gibi olmuştu? Saçma! Üstelik dün eve girenlere karşı gösterdiği tavır bir anda yok olmuş, yerini tepkisizliğe bırakmıştı.

"Yani beklemeye devam edeceğiz öyle mi?” Usulca başını sallamakla yetindi.

Kısaca üstüme başıma bakıyormuş gibi yaptı ve "Acıkmışsındır, hazırlan da dışarıda kahvaltı edelim," diyerek arkasını dönüp gitti.

Bir şeyler vardı. Yani tam olarak adını koyamıyorum ama Faris'in konuyla alakasız şaşırdığı, afalladığı başka bir durum olduğunu söyleyerek hislerimi dürten bir düşünce...

Neyse ki ben de bu gizemli davranışlarının sebebi için kime gideceğimi biliyordum.

*********

Gitmiştim de. O gün Faris'le edeceğimiz kahvaltı süresi boyunca Haçin'i göz hapsine almıştım ama o da tam aksine benden, gözleri dahil tüm dikkatiyle uzak durmuştu. Zaten ben hazırlanıp aşağı indiğimde de ikisi arabanın önünde durmuş konuşuyordu. Beden dillerine baktığımda nahoş bir konu olduğu çok belliydi ama beni fark eder etmez susmuşlardı. Görmezden geldim ve sadece Haçin'i köşede bir yerde kıstırmayı bekledim.

Fakat ne o gün ne de sonraki günlerde o köşeye denk gelebildim.

Güvenliğimi göz ardı etmeyen Faris ilk birkaç gün onda kalmamda ısrar edince kabul etmiştim ama daha fazlası boğar gibi olduğundan eve dönmüştüm. İnsan çok uzun süre yalnız başına yaşayınca artı bir insan bile çok kalabalık gelirdi.

O günlerin üzerinden üç hafta geçmişti. Faris'in maçlardan dolayı çok yoğun temposu vardı. Haliyle Haçin de kendisiyle koşturup duruyordu. O doluluğuna rağmen Faris beni ihmal etmiyordu. O sabah denk geldiğim telefon konuşmasıyla hafif sarsılmış gibi dursa da hızlıca toparlanıp o günden sonra eski haline dönmüştü. Ayrıca kendi yanımda olsa da olmasa da peşimdeki bir düzine adamından haberim vardı.

Onların her biri özel eğitim görmüş kas adamlardı. Evet, bu tanım çokta yanlış olmaz sanırım. Çünkü neredeyse tek kolları benim boyum posumla kıyaslanabilecek derecede iriydi.

Asıl konumuz Haçin tabii. Hiç konuşamadık, görüşmedik değil ama son zamanlarda çok seyrek denk gelir olmuştuk. Bunun sebebini Faris'e sorduğumda onun kendi hayatıyla ilgili bazı problemleri olduğunu söylemişti. Haline, durgun ve gergin tavırlarına bakınca benim de aklıma başka türlü bir şey gelmiyordu. Umarım ilk fırsatta oturup konuşabilecek zamanı bulabilirdik.

Derin düşüncelere dalmışken telefonun sesini duysam da yaptığım işin en önemli kısmındayken yarıda bırakamazdım.

Lavanta ve irisin şaşırtan çiçeksi dokusuna her defasında hayran kalıyordum. Tatlı armut ile birleştiğinde ise benzersiz, muazzam bir koku çıkıyordu meydana. Ve ben de tüm birleşimleri karıştırmak için tatlı armudu süzüyordum. Nihayet süzme işi bitince hepsini tek flakona, etil alkolle birlikte son damlasına kadar damıttım ve kapağını kapattım. Bu sürede susan telefonum bir kez daha çalmaya başlayınca elimdeki eldivenin tekini çıkarıp yan tarafındaki telefona uzandım.

Ekranda gördüğüm isimle az evvel vücudumda dolaşan mutluluk hormonları balon gibi bir anda sönüverdi.

"Dinliyorum." Aramayı yanıtlar yanıtlamaz direkt konuya giriş yapmadan duramamıştım.

"Sanırım elimdeki şişe size ait."

Algılarımın error vermesi normal sayılabilirdi değil mi?

Ne alaka?

.........

Bölüm sonundan selamlar.

Ne dersiniz? Nasıldı bölüm?

Bölüm : 05.12.2024 00:58 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...