11. Bölüm

9. Bölüm "Olacağa ilk adım"

Sahrasaf
sahrasaf

"Kalbin diyorum.... Şeytan aldı götürdü ve daha da gören olmadı."

 

Terk edilmiş bir şehrin ortasındayken başını ne yöne çevirirsen çevir sağın sessizlik, solun rüzgarın hafif akseden uğultusudur.

Belki onu sen istersin. Yalnız ama huzurlu, yalnız ama tasasız, yalnız ama yalnız...

Bizim evde boydan bir ayna vardı. Henüz yaşım on iki veya on üçken o aynanın karşısına geçer uzun uzun bakardım kendime. Siyah saçlarımın, siyah gözlerimin arasında ufak bir ışık huzmesi değildi aradığım. Bakındığım yalnızlığımdı.

Bazen elimi uzatıp aynadaki yansımama dokunurdum. Sanırım kendimi çoğaltmanın ya da sarmalamanın yollarını arıyordum. Sonra o ayna kırıldı. Kırılıp yüzlerce parçalara ayrıldı ve çoğalmanın aslında nasıl bir şey olduğunu gösterdi bana.

Al, sen istedin ve işte bu haldesin, dedi.

Sonra o çöpe, ben de yalnızlığıma işte...

"Seni dinliyorum, neden?" Nefretimin dolaylarında gezinen ve tiksinti açığımı ortaya çıkaran bir duygu beni ele almışken sakinliğimi korumakta ciddi anlamda zorlanıyordum. "Neden girdin evime? Nasıl girdin? Ve en önemlisi! Bana ait olan o şeyi neden aldın?"

"Hesap mı soruyorsun sen bana?"

Ufak bir kahkaha atmam ve onu bıçak gibi yarıda kesmem aynı anda gelişirken "Evet, tam da öyle yapıyorum! Gergin sinirlerim ince bir ip misali kopmadan evvel konuşmaya başlasan iyi edersin!" dedim uyararak.

"Yoksa ne yaparsın?" Yavaş yavaş ayağa kalkıp yanıma yürüdü ve aşağılayıcı bir bakışla dudağının sağ tarafını yanağına doğru çekti. "O serseri bozuntusu sevgiline mi şikayet edersin? Ya da belki peşinden ayrılmayan yarmaya edersin? Zaten ancak onlara edebilirsin değil mi? Sonuçta onlardan başka kimin var ki?"

İç yanağımı ısırıp dört parmağımı pantolonumun cebine koyarken iki adım geri gittim. Dudağımda ise öyle bir sırıtma vardı ki uzaktan görenler hayatımdaki en muazzam iltifatı almışım sanabilirdi.

"Biliyor musun kelimeler de nefes alıyormuş,” dedim kayıtsızlıkla.

"Ne?" derken alnı anlamsızlıkla kırışmıştı.

"Seni diyorum, tanıdıkça daha iyi anladım kelimelerin de canı olduğunu." Boş boş bakmaya devam etmesiyle merakını gidermek adına "Kelimeler canlı olmasaydı söylenenlerin nereye dokunacağını bilecek kadar zeki, konunun nereye varacağının farkında oldukları halde umursamaz ve benden alacağı cevapları bildikleri halde arsız olmazlardı. Hele ki bu kadar gaddar... Asla olmazlardı!" dedim ve tekrar ona yaklaştım.

"Ne var ki ben, soluk alan sözlerini boğmayı çok önce öğrendim anne!" Asla benimkine benzemeyen mavi gözleri başta şaşırmaya yakın büyüse de ağzımda eğreti duran "anne" lafını duyar duymaz öfkeye dönüştü.

"Sakın bir daha..."

"Sakın bir daha ne? Anne mi demeyeyim? Sana kötü bir haberim var o halde: Çünkü bundan tam yirmi dört yıl önce beni doğurarak bu konunun seçim hakkını ikimizin elinden de almış oldun."

"Bana bak!" diyerek söze başlamıştı ki ona izin vermeden "Oradan bakılınca bundan memnunmuşum gibi mi duruyorum? Hayır! Hiçbir zaman olmadım! Ha, madem bu konu hoşuna gitmedi, öyleyse asıl meselemize geçelim Aylan Hanım," diyerek kahve tonlarındaki berjere geçip rahat bir pozisyon aldım.

"Kokum nerede? Neden aldın? Ve evime nasıl girdin? Ayrıca seni hastaneye kapattırırım! Bu da demin beni cevapsız bırakman halinde ne yapacağımı sorduğun sorunun yanıtı. Şimdi, seni dinliyorum." Tehdidimle birlikte yüzü düşse de hızlıca toparlanıp karşımdaki üçlü koltuğa geçti ve ayak ayak üstüne atarak rahatlığını kuşandı.

"Çöpe attım." Yapmamıştır diyemezdim. Sonuçta yaptıklarını bilinçli tasarlamıştı.

"Neden aldın?"

"Bir şeyler başarman hoşuma gitmiyordu çünkü." Dişlerimin arasına kıstırdığım etimden az da olsa sızan kanın metalik tadını duyumsayabiliyordum.

"İçeri nasıl girdin?"

"Beni fazla hafife alıyorsun."

Birbirimize benzeyen en ufak bir noktamız yoktu. Omuzlarından aşağı uzanan sarı saçları, beyaz teni, mavi gözleriyle çok güzel bir kadındı. Ancak ne abimin kaybıyla gözlerindeki kederli bulutlar dağıldı ne de bana olan sevgisizliğinin bakışlarına yansıyan nefreti değişti.

"Seni hiçbir zaman hafife almadım!"

Doğrulup salondan çıkarken abimin odasının olduğu tarafa başımı çevirmemek için çok mücadele verdim. Abimi andıkça canımdan bir parçanın eksildiğinin farkındayım.

Dışarı çıktığımda ise beni bekleyen Haçin'i gördüm. Anlaşılan eski yaşantımıza dönecektik. Bu sabah Sevde arayıp da kokumu annemin aldığını söyleyene kadar Haçin'le konuşmak istediğim çoğu konu vardı ama şimdi durup baktığımda hepsi birden bire önemsizleşti.

Sevde başlarda durumun farkına varamadığını ama annemin odasına yayılan kokunun benim üzerimdekiyle aynı olduğunu geç de olsa anladığını ve dolabında da şişeyi bulduktan sonra neler olduğunu sorunca kendisine anlattığını söylemişti.

İllallah etmiştim bu kadından!

Arabamı park ettiğim yerde göremeyince "Arabam nerede?" diyerek Haçin'e döndüm.

"Sigortası gelmiş, çocuklarla gönderdim."

Felaket derece ağrı saplanan başımı salladım. Ardından da onun arabasına geçip oturdum. Yolculuğun ilk on dakikasını atlatınca konuşacak gibi oldu ama sonra vazgeçti. Yine de zaman zaman aynadan yüz hatlarıma ciddi bakışlar atarak durum tahlili yapmayı ihmal etmiyordu.

Annemle ilgili konulara kimseyi karıştırmadığım için Faris evde, Haçin aşağıda beklerdi genelde. Bazen de Faris'e engel olamazdım ve yanımda gelip elimi tutardı. Acınacak haldeydim. Şimdi de kirpiklerimi kıvırırken bile bıçaklar saplanan başım kimseyi kaldırabilecek halde değildi.

Kendime bile itiraf edemesem de annemin bana attığı tiksintili bakışların her defasında içimdeki bazı şeyleri altüst ettiğini biliyordum.

Eve kadar bir daha konuşmadık. Eve vardığımda da, içeri girdiğimde de devam etti bu sessizliğim. Yatağıma geçip uzandım sadece. Kapıda beni karşılayan Faris de hiçbir şey sormamıştı zaten. O da biliyordu o kadınla ilgili hiçbir şeyin hiçbir zaman iyi gitmeyeceğini. O yüzden sözde soru cümleleri kurmakla uğraşmamıştı. Genelde bana saygı duyardı. Hissettiklerime, kederime, öfkeme...

Bazen sorsun isterdim ama. Bazen öyle bir sınırda dururdum ki o an sorulması gereken soruyu sorsun ve içimdeki zehirli irinleri dışarı akıtmamda yardımcı olsun isterdim.

"Yalnız kalmak ister misin?"

İstemezdim. Kafamda kurmanın, kendimi o kuruntuların yokuşundan aşağı atmanın eşiğindeyken istemezdim. Yalnızlığımın bu kadar yüzüme vurulduğu bir günde tek başıma kalmak istemezdim.

"İyi olur," dedim zihnimdeki telaşın aksine dingin bir sakinlikle. Faris'te saçlarıma uzanıp uzun uzun öptükten sonra çıkıp gitmişti zaten. Önce yatak odasının sonra dış kapının sesini duydum.

Onun ardından saatlerce uzandım. Pencereye dönük yüzüm, dışarıda kararan havaya anbean şahit olurken bir kez bile kıpırdamamıştım yerimden. Öyle ki sağ tarafım uyuşmuştu. Düşünmedim, zihnim bomboştu; yüreğim de öyle. Koflaşmış bir durumdaydım. Sanki bedenim uyuştukça hislerim de uyuşmuştu.

Ne mutlu bana o halde(!)

Açlıktan karnım kazınıyor, hatta gurulduyordu ama artık elimde kalmadığı için yeniden yapmam gereken "ılgın" özlü kokum vardı. Dolayısıyla kokularımın olduğu odaya geçerek kolları sıvayıp gözlüğümü, eldivenlerimi taktım ve işe koyuldum.

Muazzam bir koku elde etmek için nereden başlayacağını bilememek çok normaldir. Sonuçta yüzlerce koku ve her birinin de farklı notaları vardı. Önemli olan onu yakalayabilmekti. Bu sebepten koku çarkını ve koku ailelerini bilmek yararlıdır.

Koku çarkı denen şey farklı koku ailelerini ve alt ailelerini gösteren yuvarlak bir diyagramdır. Kokuların birbirleriyle olan ilişkilerini göstermek için benzerlik ve farklılıklarına göre gruplandırılır. Birbirini sınırlayan koku grupları ortak koku özelliklerini paylaşırken birbirinden uzak olanlar daha az ilişkilidir.

Renklerde olduğu gibi belirli koku aileleri de birlikte iyi bir uyuma sahiptir. Koku çarkı bunu görmeyi kolaylaştırır. Ayrıca başlangıç için bir alt aile seçebilir ve koku çarkında onun karşısında hangi notanın göründüğü belirlenebilir. Bu, notaların birbirini tamamlayıcı olduğu anlamına gelir.

Benim yaptığım "ılgın" özlü kokum ise odunsu ve odunsu oryantal kokuları kategorisine giriyordu. Paçuli ve sandal ağacının cezbedici aromalarının yanında meşe yosunu, kehribar gibi tatlı, pürüzsüz ve topraksı kokusuyla da sıcak, gösterişliydi. Bu karışımlarla sıcaklığı biraz fazla kaçtığı için taze narenciye notalarıyla yumuşatıyor, kendime ve tenime uyduruyordum.

Tüm bitkileri dikkatle temizleyip solmuş kısımlarını ayırdım ve sonrasında alkole yatırdım. Bir an önce bu işlemi bitirip sonuca varmak istesem de en az birkaç saat beklemem gerekiyordu. O yüzden eldivenleri ve gözlüğü çıkarıp odadan ayrıldım. Koku için en önemli iki şeyden biri sabır diğeri neyi ne kadar koyman gerektiğiyle ilgili dozunu ayarlayabilmektir. Keza uyumlu bitkiler bir araya getirildiğinde tamamlanıp iyi sonuç vermeyecek hiçbir koku yoktur.

Saate baktığımda akşam altıyı geçiyordu. Aç karnım ve kokuların şimdilik yoğun olan esanslarından dolayı başım dönüyor, midem bulanıyordu. Mutfağa geçerek sandviç ve içecek bir şeyler ayarladıktan sonra acele etmeden yedim. Nasıl olsa yetişmem gereken bir yer yoktu. Aynı sırada telefonuma bildirim sesi düşünce kahvenin suyunu koyup ayaklandım ve vestiyerdeki çantamdan telefonu çıkardım.

Ender Hocaydı. Bu kez kokularımla ilgili bir düzine şey yazmak yerine geçen ay bahsettiği Amerikalı profesörün önümüzdeki hafta Türkiye'ye geleceğini ve benim için onunla bir randevu ayarladığını bildiren kısa bir mesaj yazmıştı. Emrivakilerden nefret ederdim. Hele ki zaten reddettiğim bir konu üzerineyse. Hızlıca aradım ama uzun uzun çalmasına rağmen açma.

Alçak adam! Saygı çerçevesinde tabii.

Zorunlu kabullenişimin üzerinden dört saat geçmişti. Nihayet esansları çıkan bitkileri süzüp temiz bir flakona döktüm ve kapağını kapatıp doğruca odama gittim. Bundan sonra onun yeri odamdaki komodindi. Aynı sıralarda zilin sesiyle çekmeceyi kapatıp odadan çıktım ve kapıyı açınca karşımda Faris'i buldum. Üzerindeki bej tonlarında kazağı ve kahverengi pantolonuyla güzel bir uyum yakalamış, yine harika duruyordu. Dudağındaki yara da daha iyi görünüyordu.

"Merhaba," diyerek gülümseyince bana uzandı ve saçlarımı öptü. Öperken uzun aldığı solukları kesik kesik bırakmaya başladığında üzerimdeki kokudan rahatsız olduğunu bir kez daha gösterdi. Hikâyesini bilmese de Artun'la ilişkili olduğunu hissediyor ve haliyle nefret ediyordu. O hiçbir zaman bunu dile getirmemişti ama ima ve tutumunu baz aldığımda bunu anlamam zor olmuyordu.

"Merhaba güzelim," dedi kısaca ve elimi tutup benimle beraber içeri geçip koltuğa oturdu.

Saat çoktan onu geçiyordu. Kokuyu yaparken geçen sürenin farkına varmamıştım. Geceleri, daha doğrusu formunu korumak için akşamları pek yemek yemezdi ama yine de "Aç mısın? Bir şeyler hazırlamamı ister misin?" diye sorunca başını iki yana sallayarak tahminimde beni yanıltmadı.

"Kahve veya çay?"

"Gerek yok, çıkacağım zaten. Geçerken seni göreyim istedim sadece," dedi yanağımı okşarken.

"Geçerken? Nereye gideceksin?"

"Maç var." Kaşlarımı kaldırınca devam etti. Çünkü yoğun geçen üç haftanın ardından bir hafta boyunca maçı olmadığını biliyordum. "Benim değil. Taylan'ın işleri. Maç var mutlaka gel dedi. Sürprizmiş, çok beğenecekmişim falan filan." Anladığımı mırıldanarak belirttim.

"Gelmek ister misin? Sıkılmışsındır."

"İyi olur aslında." Sıkılmıştım gerçekten. Ortamından pekte hoşlandığım söylenmezdi ama faklı yüzler ve farklı duygular görmek kendimin dışında bir meşguliyet olunca iyi gelebiliyordu. "Üstümü değişip geliyorum," diyerek odama gittim ve gece mavisi tek kolu askılı, düz elbisemi giydim. Kısa saçlarıma fönle ufak bir dalga verdikten sonra hafif de bir makyajla hazırlığımı bitirdim. Çıkmadan da üstüme siyah deri ceketimi aldım.

Beni gören Faris uzunca bir ıslık çalarken bakışları çıplak bacaklarımdan çok dudaklarımda oyalanmıştı. Bilinçsiz olduğuna emin olduğum bir hareketle dudaklarını emerken kol kaslarını açığa çıkaran yumruklarını sıktı. Yarım dakika kadar o halde bekledikten sonra ayaklandı ve yanıma gelip acele etmeden parmaklarını bacaklarımdan yukarı doğru çıkarıp dudaklarımda durdu.

Boynum ve kulağım arasına eğilip "Taylan'ı siktir etsek..." diye söze başladı. "Siktir etsek ve..." Dudaklarını nabzımın attığı yere değdire değdire konuşuyor, es verdikçe boynuma doğru üflüyordu. "Ve sen şimdi şu anda benim gelmişimi geçmişimi yaksan?"

"Faris," diyerek uyarı mahiyetinde adını telaffuz edince "hımm" gibi garip sesler çıkardı. Sesimin ona ulaşmadığını anlayınca adını bir kez daha tekrar ettim ve ancak o zaman benden çok az uzaklaşıp gözlerimin içine baktı ve adem elmasındaki çıkıntılar reddimden nasibini alarak yutkunmasında onu bayağı zorladı.

Herhangi bir şey söylememe gerek kalmadan "Eyvallah," diyerek hızlıca konuyu kapattırdı.

*******

"Bırak bu ayakları! Kimi kandırıyorsun sen!"

Suadiye'deki salona geldiğimizde maç henüz başlamamıştı ve Haçin'de düğünde ebeveynlerine yer ayıran çocuklar gibi bir köşeye oturmuş bizi bekliyordu. Taylan Faris'i alıp götürünce ve nihayet ben de eski formuma dönünce üç hafta önce Faris'e gelen telefon görüşmesi ve içe dönük tavırları için Haçin'i sorguya çekmeye başlamıştım. Tabii o soruları bertaraf ettiğini sanarak beni geçiştirse de vazgeçmiyordum.

"Son kez soruyorum, o gün ne öğrendiniz? Neler dönüyor?"

"Söyledim zaten, hiçbir şeyden haberim yok Erçin Hanım," dedi ağzında yavan duran hanım kelimesinden sonra bir avuç fındığı çiğnerken.

"Yalandan ölünseydi ilk sen ölürdün!" dediğim anda öksürmeye başlayınca ikimizin gözleri de hayret ve şaşkınlıkla kocaman açıldı. Sanırsınız kınamam karşımda duran ona çarptığı anda can buldu. İlk şaşkınlığı atlatınca bardağımı eline tutuşturdum ve "Tövbe ulan tövbe, iç şunu! Ölüp kalacaksın sonra cesedinle uğraş dur. Ve umarım senin yüzünden ömrüm boyunca edeceğim tüm dualar tam da burada kabul olmak üzere toplanıp son bulmamıştır."

Kendini toparlayabildiği ilk anda "Kalbinin de maşallahı var. İnsan ömrünü uzatır nurlukta," dedi yarı sinirli, yarı alayvari sözleriyle.

"Benlik bir şey yok canım ya. Allah'ın sopası neticede. O; kime, nerede, ne zaman indireceğini iyi biliyor. Ayrıca yalanı kuyruklu uçurtma gibi ortaya salmasaydın belki o fındıkta senin boğazında kalmazdı ha Haçin?" Başını iki yana sallayınca oturduğum tabureyi onun aksine çevirip insanları izlemeye başladım.

Salonlara geldiğim zaman burnuma mandal takma isteğim perçinleniyordu. Tüm kokular o kadar berbat bir karışım oluşturmuştu ki buradakiler nasıl olur da soluma yoluyla zehirlenmiyor hayret ediyor insan. Bir ara naftalin bile sezdim. Yani şöyle bir bakıyorum sağıma soluma da acaba annesinin sandığından çıkıp gelen kim diye ama bu gecekilerin çoğu gençti.

"Kanatları açmışsın yine," diyerek yanıma gelip belime sarılan Faris'ti. "Hava durumu kontrolü mü yine?"

Gülümsedim ancak tam konuşmak üzereyken az ötemde önce sesini duyduğum sonra da arkası dönük olsa da duruşundan tanıdığım Artun'la bakışlarım ona sabitlendi. Yönümü takip eden Faris'te öyle. Önce gözleri öfkeyle kısıldı sonra çene kasları gerildi ve hızlıca bana döndü. Üzerimdeki bakışları sayesinde en azından ben de kendime gelip ona dönebilmiştim.

Faris yanlış anlaşılmanın tedirginliğiyle elimi tutup "Haberim yoktu," diyerek konuşmaya başlamıştı ki henüz bizi fark etmeyen ikiliden tartışmaya yakın sesler yükselince ister istemez tekrar oraya döndük.

"Artun, abi gözüne seveyim saçmalama ne olur!"

"Kes artık! Sinirlerimi bozuyorsun." Mete'nin sesi yakarı doluyken Artun'un tam zıddıydı. Sabrının sonunda ve Mete'nin boğazına uzanmamak için kendini zor tutuyordu adeta.

"Asıl sen kes şunu! Senin için ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyormuşsun gibi davranamazsın! Bu akşam çıkıp hiçbir şey yokmuş gibi dövüşemezsin!" Sanırım beklediğim bu değildi! Yani onları olur olmadık yerlerde görmeyi bir şekilde normal karşılayabiliyordum artık ama bu geceki sürprizin o olması...

Yüzü görünmese de iyice gerilen sesiyle "Sikeceğim o çeneni!" derken sıktığı yumruğunu önce Mete'ye sonra ringe çevirerek salladı. "O zaman ikimiz de dövüşmek için ne kadar geç kaldığımı anlayacağız. Konuşmaya devam edeceksen siktir olup gidebilirsin Mete ama kalacaksan uzatma; çünkü bugün oraya çıkacağım!" Beden dili ve üslubu o kadar sert, keskindi ki normal bir insan karşısında titreyebilirdi.

"Eğer seni vazgeçirecekse durma ama şu kafanla oraya çıkamazsın!" dediği an Mete'yle göz göze geldim. Daha doğrusu Artun hariç hepsiyle göz göze geldim.

Sanki bir olayın merkeziydim ve ding sesini çıkaran benmişim gibi herkesin odağı oldum. Neler döndüğünü anlamamıştım ama bir şeylerin yolunda gitmediği belliydi. Üstelik Mete'nin bakışlarındaki ani değişim Artun'un dikkatini de çekince az önceki kadroya onu da aldım. Daha doğrusu onun da kadrajı bendim artık. Beni görmeyi beklemediği çok belliydi. Hatta görmeyi beklediği son yüz bana aitti muhtemelen.

Şimdi karşımda tam da üç yıl önceki Artun duruyordu: Beyaz şortu, kırmızı boks bornozu ve suratındaki sarsılmaz, karanlık ifadeyi yansıtan öldürücü bakışlar.

Vicdanın aynası olan gözleri nefreti pak bir saydamlıkla açığa vuruyordu şimdi.

Düşünmenin gayriihtiyari alışkanlığıyla onunla geçen anılarımı yokladım. Onu unutmak için uğraştığım tüm zamanlarda zihnimde neredeyse daima bu haldeydi. Ondan nefret ettiğim daha o ilk gece, bitmek bilmeyecekmiş gibi gelen duygulardan, acılardan ve ona dair ne varsa tüm hislerimden hızlıca soyutlanmak istemiştim. Ne var ki hafızam belli bir zamana kadar benim aksime onu dipdiri tutmuş, ne kadar istemesem de onu koruması altına almıştı.

Hatırlanmaya değmeyen bu adamı unutturmamasının başka bir açıklaması olamazdı.

"Haberim yoktu, gidebiliriz," diyen Faris'in sesiyle nihayet çekildiğim girdaptan kurtulup ona dönebildim. O hâlâ bakıyordu ama. Ona bakmadığım saniyeler boyunca devam ettiğini de biliyordum.

"Neden gidelim ki?" Uzanıp birkaç fındık aldım ve ağzıma atmadan evvel sözlerimi tamamladım. "Sürekli benim boktan hayatımı mı konuşacağız? Biraz da başkalarının boklanmalarını izlemeyelim mi?" Sözlerimden memnun kalmamış dahası gevşememişti de ama başını peki, der gibi salladıktan sonra belimden yakalayarak kendine çekip yaslayınca bir nebze de olsa sakin bir soluk bıraktığını anlayabilmiştim. Gergin olmasına rağmen sorun yokmuş gibi davranmasına neden olan şey takındığım umursamaz tavırdı sanırım.

Tekrar onlara döndüm ama az evvel durdukları yerde yoklardı. Nereye gittiklerine veya neler döndüğüyle ilgilendiğim yoktu. Demin de belirttiğim gibi benim için her anından keyif alacağım muazzam bir seyir olacaktı. Çünkü o, döneminin en iyilerindendi.

Tabii bu durum üç yıl öncesinin özeti. Bokstaki kabiliyeti, yenilmezliği, sağlam yumrukları ve yere düşmek nedir bilmeyen bedeniyle döneminin korku salanlarındandı. Ancak şimdi ne haldedir, nasıl dövüşür, eklemeler mi yaptı, çıkarmalar mı bilmiyorum. Onu en son birlikte olduğumuz gece izlemiştim.

O gece onu daha önce ne benim ne de başkasının o kadar öfkeli görmediğine neredeyse emindim. Harelerindeki yeşiller o kadar kararmıştı ki gözlerinin, ormanları ya da çayırları temsil eden o canlı renk olduğuna kimse inanmazdı. O kadar katran karası bir hal almıştı. Çehresi öfkesine ortak olmanın gerekliliğini sağlamış, patlamaya hazır volkan gibi kızıl kızıl köpürmüştü. Saçlarından, alnından ve kirpiklerinden süzülen her ter damlası umutsuzluğun tetiklendiği ciddi bir sinirle kutsanmıştı.

O gün ne yaşadı ne gördü ne duydu bilmiyorum ama derdinin omuzlarından taştığı çok belliydi. Geniş, sarsılmaz omuzlarının bile kaldıramadığı yükü, o gün bile hiçbir zaman öğrenmek istemeyeceğim kanısına varmıştım. Komik ama durum o şekildeydi.

"İyi akşamlar!" Taylan'ın gür sesi yankılanınca ringe döndüm. "Nasılsınız? Heyecanlısınız değil mi?" Kıpır kıpırdı. Bu sesi biliyordum. En azından o kadar tanımıştım onu. Ne zaman ileri giden, kendi çıkarı dışında başkasının hoşuna gitmeyen bir haltlar karıştırmış olsa bu tonu kullanırdı. Genelde işin ucunda çok para olurdu ve o para gece onun cebine girerdi.

"Ben de çok heyecanlıyım! Uzun bir aradan sonra o ismi bu gece, bu ringde göreceğiz!"

Sözlerine ufak bir ara vermek zorunda kaldı. Çünkü aynı anda Artun'un adını tezahürat eden insanların haykırmaları daha fazlasına izin vermemişti. Taylan'da bundan ziyadesiyle memnundu. Keza dudağında sinsi bir gülümsemeyle salondaki insanları izlemeye başlamıştı. Anlaşılan Artun bir bize sürprizdi.

"Evet, Artun tamı tamına üç yıldan sonra yine burada! Onu izlemeyi sabırsızlıkla bekliyoruz ve haksız da değiliz!" Kulak tırmalayan gür bağırtılar insanı sağır edebilir nitelikteydi. "Ve hepimizin büyük bir ilgiyle beklediği o maç birazdan!" Sesler katlanarak artınca mimiksel olarak yüzümü kırıştırmak zorunda kaldım. Aynı esnada Faris'in belimdeki eli de git gide kasılıyordu.

"Bahislerin neden henüz açılmadığını merak ediyorsunuz değil mi?"

Tam da bu sırada bizim olduğumuz tarafa bakıp mikrofonu havaya kaldırdı ve Faris'e gülümsedi. Gözlerim kısılırken bir süre Taylan'ın tavırlarını ve bilmiş selamındaki kurnazlığı çözmeye çalıştım ama işin içinden çıkamayınca Faris'e döndüm. O da gözlerini kısmış benim gibi ringin ortasındaki adama bakıyordu. Fakat birkaç saniye sürmeden bir şey oldu. Bir anda tek kaşı havaya kalkarken her şeyi çözdüğünü alenen ortaya serdi.

"Faris! Artun'un rakibini görmeden karar vermek istemezsiniz diye düşündüm!"

Hay bin Şerefsiz!

Şüphesiz bu gecenin asıl bombası buydu.

Sözlerin afallatıcı refleksiyle Taylan'a dönmüştüm çoktan. Yüzüne mutlu, hatta kazanılmış çoğu şeyi ifade eden sinsice bir otuz iki diş gösterme fotoğrafı asılıydı. Neye istinaden böyle bir halt yemişti, kime güvenmişti bilmiyorum ama bu olamazdı, olmamalıydı.

"Piç kurusu!" Yanı başımda tıslamaya yakın sesiyle konuşan Faris'in de bu sürprizden mutlu olmadığı aşikardı. Ona döndüm. Dilini ağzının içinde gezdiriyor, arada yanağına dayayarak şişirtiyordu.

“Faris! Ezeli rakibinle dövüşmeyi isteyeceğini düşündüm. Bunca yıldan sonra sen de özlemişsindir!” Doyumsuz tilki!

"Saçmalık! Hemen çık şuraya ve mümkün olmadığını söyle!" diyerek kolundan yakalayıp dürttüğüm Faris ağır ağır başını bana çevirdi. Çevirdi ve yüzümde ne gördüyse tek kaşını şimdi de benim için daha asabi bir kıvrımla kaldırdı.

"Neden?" Alnındaki kırışıklıklar çoğu şeyi anlatsa da ben anlamadım.

"Ne?" Ya da anlamak istemedim bilmiyorum.

"Neden saçmalık olsun?" Bana yaklaşıp yüzüme doğru eğildi ve saçımı kulağımın arkasına atarken "Korkunç bir şeymiş gibi söyledin. Neden?" dedi öfkeli ama kendini göstermeden pusuya yatan bir imayla. Gözleri boğazıma takıldı ve boğazımdan geçerken zorlanan yutkunuşumda epeyce oyalandı.

"Hoşuna gidebilir." Anlamadığımı gösterince açıklamasını ayağa kalkıp soyunma odasına doğru yürümeye başlayarak pekâlâ gösterdi.

"O ses olmadı." Haçin'e döndüm. Ağzına tek tek attığı fındıkları çiğniyordu.

"Ne diyorsun be?"

"Sesin sesin." İçeceğini kafasına dikti. "Sesinin tonuna kadar kararı belliydi aslında. Yani sussan..." Kınayan bir bakış aldı gözleri. "Delirmeyecekti, fikri değişmeyecekti ne bileyim biz de rahatsız olmayacaktık. Gerçi gözlerin de az değildi de neyse oralara hiç girmeyelim."

Hiçbir şey söylememiştim ki. Sadece o maça çıkmasının mantıksız ve gereksiz olduğunu kastetmiştim. Hem gözlerin de diyordu. Normalde nasıl bakıyorsam maça çıkma derken de aynı bakışı kullanmıştım. Yoksa kullanmamış mıydım? Bir dakika içerisinde zihnimdeki çelişki dolu cümlelerin yakıcı etkisinden sıyrılmak için başımı iki yana salladım.

Sonuçta insan kendini bilir. Bilirdi değil mi?

Söylediklerini inkar ederek "Salak salak ne saçmalıyorsun Haçin? Bir de durmuş seni dinliyorum! Seni dinleyene kadar adam gitti be!" dedikten sonra Faris'in peşine koştum.

"Ha, koş koş yetişirsin! Yetişirsin de ikna etmek için ne yapabilirsin muamma," diyerek arkamdan dalga geçerek bağırınca olduğum yerde durup ona döndüm ve hiç beklemeden ezmek suretiyle topuğumla sol ayak parmaklarına baskı uyguladım.

"Siktir! Ne yapıyorsun manyak karı?" Bir taraflarına ot tıkayıp oradan çiçek açtırtacaktım daha bu ne ki?

"Rıfkı!" diyerek Haçin'in iki adım gerisindeki adamına seslendim.

"Buyur yenge."

"Müsait bir zamanımda hatırlat bana, şunu döveceğim."

"Tabii yenge."

"Ayrıca bana yenge deme Rıfkı!" dedim dişlerimi sıkarak.

"Ben yengeden başka şey bilmem yenge!"

"Erçin de, Erçin Hanım de, abla de; ulan olmadı teyze de ona da razıyım!"

"Estağfurullah yenge, öyle şey mi olur?" Dalga geçer gibi bir de yarım dakika içerisinde otuz kez aynı kelimeyi kullandı resmen!

"Bir daha yenge dersen önce dilini keserim sonra da rakip diye seni Faris'in karşısına çıkarttırırım Rıfkı!"

"Siz nasıl uygun bulursanız yenge," dese de birkaç saniye boyunca tehdidimin gerçeklik payını sorguladıktan sonra cevap vermişti. Kelimelerindeki korkunun çekimserliği de gözümden kaçmamıştı.

"Seni boğarım Rıfkı!"

"Sana karşı boynumdan kıldan ince yenge." Kahretsin! Zannedersiniz kelime zamkla yapıştırılmış ağzına.

"Boynun kopsun Rıfkı! Sakın cevap verme! Eğer bir kez daha yenge dersen ne kıldan ince boynuna ne deveden uzun boyuna bakmam ve seni ayağımı altına alırım! Duydun mu?" Derdim azmış gibi bir de bununla uğraşmam ne büyük mutluluk?

"Topuğum hâlâ ayağının üstündeyken gülmen çok da doğruymuş gibi gelmedi bana ama sen bilirsin Keloğlan," dedim yanı başımda gülen adama dönüp onu tehdit ederek. Tabii son kelimemi der demez gelecek olanı bildiğim için dişlerini sıkıp ağzını açmaya başlamışken onu ardımda bırakıp soyunma odasına yöneldim.

Soyunma odasına gelmiştim gelmesine ama yoktu! Kimseyi umursamadan her yere bakmıştım ama Faris yoktu! Hangi ara giyinmişti de ortadan kaybolmuştu. Öyle aman aman oyalanmış da sayılmazdım aslında. Yine de gücümün yettiği ilk anda o deveden kurtulmalıydım. Sonuçta her şeyin sorumlusu oydu.

"Baylar bayanlar yeniden merhaba! Bahisler tamamlandığına göre iki eski muazzam rakibi çağırmaya başlayalım mı?" Dışarı çıktığım an Taylan'ın sesiyle ona döndüm. Bu adamı lime lime, paramparça hatta düğüm düğüm etmek istiyordum.

Ve evden çıkmadan önce Faris'in dediğini yapmalı ve Taylan'ı siktir etmeliydim.

"Biliyorum heyecanlısınız, ben de öyle!" Sesler kaldırabileceğimin çok üstündeydi artık

"Öyleyse işte gecenin ilk ismi: 1.95 boyu ve doksan kilosuyla bildiğimiz, gücünden şüphe etmediğimiz, karşısındaki dövüşçüye en ufak bir şans vermeyen Faris!" Alkışlar, haykırışlar ve nice bağırtılar eşliğinde kırmızı şortu ve siyah eldivenleriyle içeri giren Faris kaba bir duruşla kimseye taviz vermeden direkt ringe geçti.

"Gelelim rakibine!" Sanılanın aksine belli ki Artun'u kimse unutmamıştı. Çünkü daha adının söylenmesine fırsat kalmadan avaz avaz çığıran insan sesi katlanılabilirin çok üstüne çıkmıştı. "Yıllar sonra ilk kez yeniden salonumuzu şereflendiren o ismi anons etmekten ve maçını sunmaktan en az sizin kadar heyecanlıyım!"

Bu reenkarnasyondu. Bu, bu ihtimal vermediğim, görmek istemediğim yaşanmışlıkların tanıdık hissiydi. Ben Artun'u üç yıl öncede bırakmıştım. Onu, beni bitirdiği gecede kendi içimde öldürmüştüm. Mete'nin dönüp suratıma para fırlattığı bir Salı akşamı ise onu iyi ya da kötü anmayı bile yasaklamıştım kendime. Başarmıştım da.

Sonuçta değersiz değildim ben! Anneme, tanımadığım babama, beni tanımadan, adımı bile bilmeden tüm iliklerine kadar benden nefret eden Artun'a rağmen değildim. Hele ki benim nazarımda ciğeri beş kuruş etmeyen Mete'ye rağmen hiç değildim.

"İşte 1.97 boy ve doksan dört kiloyla Artun!" İsmini esnetip, sesli harfleri uzatarak söylediği andan sonra hiçbir şey az evvelki gibi değildi artık. Artun beyaz şortu ve beyaz eldivenleriyle Faris'in aksine etrafa göz gezdire gezdire girmişti ringe. Fakat bir şey vardı. Kapıda göründüğü andan itibaren kendini belli eden bir huzursuzluk... Sanki ince bir ip üzerinde yürüyormuşçasına takındığı bir tavır.

"Uzun bir aradan sonra siz iki muhteşem ağır sıklet dövüşçüyü aynı ringde görmek çok güzel!"

Kulaklarımın uğultusundan Taylan'ın sesini belli belirsiz duyuyordum artık. Hangi ara bu konuma düşmüştüm? Nasıl? Beynim bir anda taşıyamayacağı kadar ağırlaşmıştı sanki. Ilgın ağaçlı şerit dövmemi şiddetli bir kaşımayla kanattığımı ise sonradan fark edecektim. O ana kadar şartlanmış gibi zihnimin yaptığı tek şey Artun'u, Faris'i, o geceyi ve nice düşünceyi mantığımın süzgecinden elemekti.

"Öyleyse sizi yerinize alalım ve maçı başlatmak için üçten geriye saymadan önce kuralları hatırlatalım!" Konuşmanın sonuna ise bu sözlerde yetişmiştim.

Bir insan aynı anda kaç kişiyle göz göze gelebilir?

Ben ikisiyle de geldim.

Artun ve Faris! İki ezeli rakip!

Birbirlerinin en büyük, hatta birbirlerinin tek rakipleri. Hırs, nefret ve öfke! İkisinin gözlerindeki tek tutku buydu. İkisi de cayır cayırdı. Biri ormanlarından taşan yeşilleri karartırken diğeri gökyüzünü kaplayan simsiyah bir sis tabakasıydı.

Bu gece, hiç iyi şeyler olmayacaktı!

Bu gece, her şey olduğundan çok daha kötü hale gelecekti!

Bilmiyordum. Birimizin başlangıç, birimizin bitiş ve birimizin de dönüm noktası olan o gece olduğunu henüz bilmiyordum.

Çoğu şeyi henüz bilmediğim gibi!

...........

Bölüm sonundan sevgiler.

Bitirenler sevdi mi? Nasıldı bölüm?

Hakkında biraz konuşalım mı?🙈

Erçin'in ılgın özlü kokusunu annesi almış. Sizce nasıl bir amacı olabilir? Ya da şöyle sorayım: kokuyu annenin almış olabileceği kimsenin aklına gelmiş midir?

Peki finali böyle bekliyor muydunuz? Ya da sürprizin Artun çıkmasını? Veya rakibinin Faris olmasını?

Dolu dolu yeni bir bölüm gelecek diyelim o halde. Eh, bu finale o yakışır değil mi?

Görüşünceye dek hoşça kalın.✨

Bölüm : 08.12.2024 22:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...