@sahrasaf
|
"Görünen düş değilse kanıttır!"
Üç gündür alkole yatırdığım paçuli, bergamot, sandal ağacı, vanilya ve tütsünün içinde bulunduğu cam kabın kapağını açmadığım halde burnumdan içeri sızan esansıyla gülümsedim. Dikkatle kapağını açınca ise kokunun adım adım havaya karıştığını gördüm adeta. En çok da bundan keyif alıyordum; soyutluk var ortada ama gözlerim ve ruhum öylesine üzerine titriyordu ki bu anların, onlar da kendilerini hissetme şerefine sahip olmama izin veriyordu. Esans kazanan alkolü temiz bir flakona süzdükten sonra üzerine, hemen yanı başımdaki portakal çiçeği yağı, terebentin yağı ve yasemin çiçeği yağını da ölçülerime göre ekleyip en son da biraz miskle beraber kapağını kapattım. Artık hazırdı. Sadece bir süre daha beklemesi gerekiyordu. Çünkü paçuli başlarda tatlımsı bir koku yayarken bekledikçe istediğim kıvama gelecekti. O, yıllandıkça devleşen bir kokuydu. Nihayet her şeyi halletmişken kahve içmek için başımı kaşıya kaşıya ve yoğun uykusuzluğun getirisinden sebep kapanmayan ağzımla mutfağa ilerledim. Son yaptığım kokudan ziyade yeni formüller çıkardığım için sabahlamıştım. Mutfağa geçtim ama masamda hali hazırda bulunan bir adet kahve fincanı ve elindeki kupasıyla duvara dayanmış bir de Faris’i görmeyi beklemiyordum. Yüzündeki tek mimik, sol dudağındaki ufak kavisti. Dün gece Haçin’le ufak ama can sıkıcı muhabbetimizden sonra maçın tebrik anonslarını ve onu beklemeden oradan ayrılmış, eve gelmiştim. Bu durum her zamanki gibi hoşuna gitmemişti. Üstelik dün gece dudağına ve kaşına aldığı yumruk darbelerinin izleri gün yüzüyle iyice açığa çıkmıştı. Kötü durmuyordu, kaşında ufak bir pembelik, dudağında ise hafif bir kabuklanma oluşmuştu. Eminim, maçtan hemen sonra pansumanını kendi yapmıştır yine. Takıntı işte. Genelde benden isterdi ama yanında olmadığım nadir zamanlarda hoşuna gitmese de yarasını bekletmeyi sevmediğinden kendi yapardı. Kahve fincanına ilerleyip kocaman bir yudum aldım. Acımsı tadın damağıma yaydığı kokudan ötürü gözlerim kendiliğinden kapandı. Uykuluyken veya uykusuzken körelen burnuma sitem ettim. Zira yalnızca o anlarda bana bahşedilen bu yetim köreliyordu ve bu hiç mi hiç hoşuma gitmiyordu. Tüm kokuları, hassasiyetimi öylesine büyük bir parçam kılmıştım ki ufacık bir kaçak olduğunda kendimi eksik, hatta çıplak hissediyordum. “Geldiğini duymamışım. Çok oldu mu?” Ona döndüm ve yeni yudumumu gözlerine bakarak aldım. “Gece geldim, senden hemen sonra.” Elindeki kupayı tezgahın üstüne bırakıp bana yaklaştı. Sık sık yaşadığımız bir durum olmasa da arada ardımdan geldiğinden yadırgamadım. Takdir ettiğim en belirgin karakter özelliği sabrı ve sağ duyusuydu. Örneğin; bir nevi laboratuvara çevirdiğim odanın ışıklarını açık görüyorsa dikkatimin dağılabilme ihtimaline -ki bu konudan gerçekten çok muzdaribim- karşın asla beni rahatsız etmiyor, bu gece olduğu gibi varlığını belli etmiyordu. Ve beni beklerken asla sabrı tükenmiyordu. Bazen ona gitmem bir ömür de sürse o bir ömrü beklermiş gibi hissettiriyordu. Yanıma yaklaşıp koklayarak "Hımm, yeni bir şeyler mi yapıyorsun?” dedi ve devam etti. “Bu koku dolaptakilerin yanına geçmek için mi yoksa başkası için mi yapıldı?” Kara gözleri koyulaşmıştı. Yaptığım kokuların tümü bana özeldi. Kullanmasam bile onlara ait rafımda düzinelercesini yan yana sıralıyordum. Arada hocalarım için istisnalar oluyordu tabii. Onların bu anlamda beni keşfetmeleri ise üniversiteyi bitirdikten sonra ilk deneyimlerim için hem kokularımda kullanacağım bitkileri, çiçekleri nasıl temin edeceğim konusunda tavsiyeler hem de fikirlerini belirtmeleri için acemilik aşamasında ilk yaptıklarımı onlara göndermemle oluşmuştu. Beğenileri kulaktan kulağa yayılınca her ay kişiye özel bir koku yapardım. Onu da sırf kiramın ve ihtiyaçlarımın bedelini çıkarabilmek için yapıyordum. Haricinde hazinelerimi kimseyle paylaşmazdım. “Neden sordun?” Parmak uçlarım sıcak kahveden dolayı yanınca bir yudum daha alıp arkamdaki masaya bıraktım. Hınzır bir gülüşle elimi yakalayıp ansızın işaret ve yüzük parmaklarımın uçlarını ağzına alıp ısırdı. Canımı yakmıyordu ama sızlatmıyor da diyemezdim. “Neden olmasın hem ne yapıyorsun?” Son kez dişledikten sonra bu kez ısırdığı parmaklarımı tek tek öptü. “Eğer bunu her gün yaşamak istiyorsan ve dahasını... Kendine de ayırt tabii. Ayrıca o kokunun üzerinden sıyrılacak son tutamına kadar evden çıkabileceğimizi de düşünmüyorum.” Gülümsedim. Bir parçacık şehvet uyandıran eksantrik koku istemişlerdi benden. Ne var ki dozunu biraz aşmış gibiydim. “Benim için bir mahsuru yok. Eve kapanmak herkesin aksine bana iyi geliyor, biliyorsun. Tabii o günlerde yanımda olman eğlenceli olabilir.” “Öyle mi diyorsun?” diyerek hoşnut sesiyle mırıldanırken aynı zamanda üzerime yürümeye başladı. “Evet, diyorum. Senin de canın sıkılmıyorum mu arada?” “Haklısın, bazen çok sıkılıyor. Öyleyse canımız sıkıldıkça kendimizi eve mi kapatsak?” dedi ve bedenime yapışık bedenini üzerime doğru ittirerek birkaç adım daha arkama doğru geriletti. Esmer tenini çok beğeniyorum, kara kaşları ve kara gözleri ile resmedilmeye yaraşır bir düzen içerisindeydi. En çok da hazdan veya öfkeden parıldadığı zamanlar severdim gözlerinin siyahını. O zamanlarda tonu yıldızsız geceleri andırsa da insanı içerisinde barındıran ve seni, istediğin sürece orada gizleyen bir renk alırdı. Dudağıma yöneleceği sırada nerede olduğunu bilmediğim telefonum çaldı. Müsaade isteyip mutfaktan çıktım ve sesi takip edince salondaki L koltukta buldum. Tabii ekrandaki numarayı görmemle zaten nahoş olan tadım iyice kaçtı. Böyle hissettiğim tüm anlarda duyularım zincir misali birbirlerine kenetlenir ve onlardan kaçmamı neredeyse imkansız hâle getirirdi. Üç seçeneğim vardı: Aramayı görmezden gelmek, reddetmek ve yanıtlamak. İlk ikisi ne kadar ideal şıklar olsa da sonuncusunu seçerek iki doğrunun beni de alıp götürmesini kabul ettim. “Erçin Hanım, buraya gelseniz iyi olur.” “Oraya gelmemi gerektiren durumun aciliyet derecesini puanlayacak olsan kaç verirdin Sevde?” Bir kaç saniye durduktan sonra “Sanırım yedi,” dedi. Nedenini sorunca devam etti. “Dün, son zamanlarda verdiğim tüm ilaçları peçetenin içinde buldum.” Cevap vermedim. Gerçi benden cevap bekler miydi bilmiyorum ama yine de sessiz kalmayı ve sıkıntıyla soluyup telefonu kapatmayı tercih ettim. Devamında alnımı kabaca bir hareketle ovuşturup duygularımı tarttım; yine ve bir kez daha. Zincir halkaları çoktan birbirinden ayrışmış, zihnimin sabır kotasından taşıyordu. Ellerim saçlarımda, saç diplerimdeydi. Sancılı ovma hareketleri yaparken sinirden sıcak bastığının, terlediğimin farkındaydım. Ne var ki bundan kaçamayacak kadar aciz, duygusal körlüğe sahip olduğumu biliyordum. Evet, benim için bu tanı çok doğru ve yerindeydi: Ben duygu körüydüm! Vardığım neticenin taşıdığı bir nebze sakinlikten faydalanıp arkamı dönünce koltuğun kolçağına oturan Faris'le yüz yüze geldim. Gözlerinde endişe veya keder yoktu ama acı çektiğimi sanan sinyallerinden sebep öfkeli bakıyordu. Gülümsedim ancak dudaklarımı iki yana çeken zorunlu tebessüme kanmadı. “Gitmek zorunda değilsin.” “Biliyorum,” dedim. Gideceğimi ikimiz de biliyorken olacağı geciktirmek anlamsız olurdu. Zaten başka bir şey söylemedi, ben de öyle. Telefonumu arka cebime yerleştirip arabanın anahtarını, montumu aldıktan sonra dışarı çıktım. Haçin, geldiğimi görünce telefonu kapattı ve benim aracın arkasındaki arabasına geçerek beni beklemeye başladı. Anlaşılan gerekli talimatları çoktan almıştı. Yılgınlıkla başımı iki yana salladım ve direksiyondaki yerimi alarak aracımı çalıştırmaya baktım. Aksi halde çıldırmam işten bile değildi. Yoksa her seferinde uyarmama rağmen Faris’in; yanımda, yöremde beni takip eden, peşimden ayrılmayan kimseyi görmek istemiyorum dememin hangi kısmını anlamadığı üzerine kafa patlatabilirdim. Bir saate yakın süren yolculuğum nihayet son bulup bitmiş olsa da arabadan inmek için asla acele etmiyordum. Sanırım yarım saattir üzerime sinen ezici kisveyi yan koltuğa bırakmak için bekliyordum. Hazır olmayan kimdi bilmiyorum ama biraz sonra camı tıklatan adamı düşünmemiştim. “İşimiz gücümüz yok seni mi bekleyeceğiz?” Uysallığımın son kırıntısına ekmek bandıklarına göre mesuliyet kabul etmezdim. Aslında onu sabaha kadar o arabanın içinde bekletirdim ama ne yazık ki yüzde yedilik oranda beni de bekleyen bir aciliyetim vardı. Gayet vakur bir edayla arabadan indim ve yine ne yazık ki yarı boyunda kalmanın mağlubiyetiyle başımı ona doğru kaldırdım. Bu hareketim hoşuna gitmiş olacak ki otuz iki dişinin önemli bir kısmını gözlerime soktu. Öfkelensem de bozuntuya vermedim. Aslında ülke boy ortalaması baz alınınca 1.73 pek kısa sayılmazdı ama onlar fazla uzun olunca ve nereden bakılırsa bakılsın yarı boylarında olma gerçeğimle ülkenin durumunun da bir önemi kalmıyordu. “Beklemeni isteyen ben değilim. Bu durumda beklemek zorunda değilsin. Gidebilirsin Hami.” Gözleri kısıldı, bir anda sırıtışı silinip yerini ciddiyet aldı. Biliyordu, ona yalnızca sıkıntılı ve hassas olduğum anlarda adıyla hitap ederdim. Haçin ismini ise ona ben takmış ve öyle kalmasını sağlamıştım. Sert ve daima öfkeli olması ona haşin bir hava katıyordu ama haşinlik bana kaba geldiğinden ve dahası onu kızdırmak fazlaca hoşuma gittiğinden o terimi, bir parça yumuşatmak istemiş olabilirim. Şimdilerde asıl adını unutanlar bile vardı neredeyse. Bir şeyler söyleyecek gibi olsa da ona arkamı döndüm. Önünde durduğum dışı kirli beyaz ve kahverengi simetrik şekillerle dekore edilen binanın katlarında oyalanmadan demir korkuluklu pencerenin iç tarafında görünen renk renk krizantemin bulunduğu giriş katına kenetlenirken yutkunmakta zorlandım. Zamanında renklerle aram daha iyiydi. Hayat baş aşağı gelir bazen. Ya da sadece sana öyle olmaya alışmıştır. Zira bir insanın hayatındaki çoğu şeyin yolunda gitmemesi pek de olası değildi. Gözlerimi yumdum ve birkaç saniye izin verdim kendime. Bu sürede, bir yanımda rüzgarın aceleci uğultusu, bir yanımda Haçin’in sıkıntılı ve katı solukları doldurdu kulaklarımı. Her iki halükarda da ikisinin arasından sıyrılan küçük gün ışığıydım sanırım. Ve gün ışığı olmaya layık tavırda son kez derince nefeslenirken gözlerimi açıp yürümeye başladım; durmadan, tereddüt etmeden... Apartmanın girişindeki merdivenleri yedi basamak tırmandıktan sonra yedi adımda da kahverengi çelik kapının önünde durup zile basmak için yürüdüm ve her zaman olduğu gibi içimden saymaya başladım. Bu alışkanlığımı daha çocukken edinmiştim hem de henüz saymayı yeni öğrenmişken. Ve o gün, insanın kendi kendiyle gurur duyabileceğini ilk elden, kendi üzerimde tecrübe ederek öğrenmiştim. “Hoş geldiniz Erçin Hanım.” Kapı yedinci saniyede açıldı. Bugün yedi sayısını pek sevdiğimi söyleyemeyeceğim. İçeri geçerken hafif bir tebessüm etmekle yetindim. Devamında herhangi bir şey sormama zaman vermeden “Şey... Koridorun sonundaki odada,” diyerek beni yönlendirdi. İçim burkulurken minik bir teşekkürden sonra odaya ilerledim ama ne ilerleme... Adımlarımın geri gitmesini dileyen yüreğimden çokça özür dileyerek ilerledim ve sonunda o kapıya varınca ciğerime saplanan nefesimin zorluğuyla kapıyı açıp içeri adımladım. Ancak daha ilk adımda alnıma fırlatılan sert cisimle sendeleyip geriye doğru yalpaladım. “Aylan Hanım, ne yapıyorsunuz? Erçin Hanım iyi misiniz?” Sevde koluma girip beni kendine doğru çekmek istede de elimi gerek yok anlamında kaldırıp onu durdurdum. Beklemediğim ve alışmadığım durumlar değildi neticede. Kararan görüşüm düzelir düzelmez de alnıma dokundum. Kanadığını daha dokunmadan alnımdaki sıcaklıktan ve demir kokusundan anlamıştım. Başımı kaldırıp pencerenin köşesinde elinde vazoyla duran kadına baktım. Hiddetini gözlerinde toplamış, bana yöneltmek için nefretiyle yoğuruyor, bir adım daha atsam hiç düşünmeden boğazımı sıkacakmış gibi duruyordu. Peki, bu benim ne kadar umurumdaydı? Ya da alnımdaki küçük kesik kadar yakıyor muydu canımı? Zannetmiyorum! “Yine niye geldin sen?” Arkamdaki kadına çevirdi gözlerini. “Sen mi çağırdın bunu? İkiniz de defolun bu odadan!” Oda aynıydı. Her şey on altı yıl önce nasılsa hâlâ öyleydi: Yerdeki halı, raftaki okul kitapları, rafın dibindeki okul çantası, çalışma masası, masanın üzerinde devrilen kalemlik ve dağılan kalemler, çerçeve... Sararan perdeler, yıkanmamalarından sebep rutubet kokan nevresimler, masanın üzerinde duran siyah, büyük araba... En çok da o aynıydı... “İlaçlarını düzenli alırsan bir daha beni görmek zorunda kalmazsın.” Sesim tekdüze tonda, tam da içimden geldiği gibi fazla umursamazdı. “Canım ne isterse onu yaparım, seni ilgilendirmez!” “Ben de o yüzden söylüyorum. Beni ilgilendirsin istemiyorsan Sevde'ye zorluk çıkarma ve ne diyorsa onu yap!” Son kez çocukça bir çolpalıkla odada göz gezdirip arkamı dönmüşken “Uğursuz,” diyen kadının, annem olmasına aldırmadan sesini duymazdan geldim ve hızlı hızlı yürüyüp dışarı attım kendimi. Nefesimi, gözlerimi zorlayan elbette içerideki kadın değildi. Ona da sözlerine de uzun zaman önce alışmıştım. Duyularımı tetikleyen şey perdenin sararmış olması, nevresimlerin temizlenmemesiydi; kalemlerin toplanmaması ve siyah büyük arabanın hâlâ yepyeni durmasıydı. En çok da siyah büyük araba... Şimdiye kadar kırılmış, bir tarafının yamulmuş olması veyahut oynanmaktan, hırpalanmaktan, yıl almasından sebep eski oyuncaklar arasına falan kaldırılması gerekirdi ama o, hâlâ ilk günkü gibi sapasağlamdı. “Erçin?” Elimi göğüs kafesimden çekip yanı başımda bekleyen Haçin’e döndüm. Önce alnımdaki yaraya daha sonra gözlerime bakınca eş zamanlı dişlerini sıkması bir oldu. Daima vurdumduymazlık kasan bu adam bile bir başka bakıyordu böyle zamanlarımda. O yüzden özellikle buraya gelirken peşimde olmasından nefret ediyordum. Çünkü bu bakışlardaki hassasiyet aciz hissettiriyordu. Kimsenin yüzüme bakarken, özellikle böyle zamanlarda tek yüz hattının kırışmasını, acımaya doğru evrilmesini istemiyordum. Öfkeyle ondan uzaklaştım ve arkamı dönüp yürümeye başladım. Ardımdan “Nereye gidiyorsun? Faris abi seni bekliyor, biliyorsun,” diyerek bağırmasına karşılık “Faris abine gelemeyeceğimi söylemek en ulvi görevin o halde Haçin. Ha, eğer peşimden gelirsen Faris’e bana asıldığını söylerim,” dedim. “İnanmaz!” Yürümeye devam ederken “Muhtemelen. Ancak bu yine de yumruk yemene engel olmayacaktır, biliyorsun ya. Eh, ben de o aralar teferruatlarıyla ilgilenmiyor olacağım. Anlayacağın, bana inanmadığı için çok da kırılmam doğrusu,” diyerek son noktayı koydum. Yalnız kalmaya, kendimle dertleşmeye ihtiyacım vardı. Kendimi duymaya, kendime öğüt vermeye... Ancak bunu birkaç sokak sonra adımlarımın beni getirdiği mağazanın önünde yapmak hiç iyi bir fikir değildi. Zira çocukluğum en çok burada ağladı. .......... Bölüm sonu geldi çattı yine. Neler düşünüyorsunuz? Bölüm nasıldı? Annenin öfkesinin sebebi ne olabilir sizce? Peki finaldeki ufak gizem hakkında fikri olan? Yeniden görüşünceye dek sağlıcakla kalın.✨
|
0% |