@sahrasaf
|
"Hayatta zaman diye bir kavram var. Doğru veya yanlış bakmaksızın sadece o ânı bekleyen kocaman bir sayaç..."
"Oturabilir miyiz hanım kızım?" Bir süre dikildiğim mağazanın karşı kaldırımında titreye titreye, burnum kızarana kadar beklemiştim. Ne var ki adım atmaya, oradan uzaklaşmak için arkamı dönmeye mecalim yokmuşçasına taş kesilmiştim. Sahi o sokağa girmeyeli ne kadar olmuştu? Yedi yıl? Sekiz yıl? Görmezden gelmek, unutmuş gibi yapmak onun orada, bizim evin bir üst sokağında olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Bu, altında kaldığın göçüğün neresinde olduğunu bilmediğin dahası kimsenin seni kurtarmaya gelememesi gibiydi. Belki de molozlardan kurtulmak ve onlardan yeni bir şeyler inşa etmek benim payıma düşen kısmıydı. Oradan ayrılıp yarım saat kadar yürüdükten sonra sahil yoluna konumlandırılmış banklardan birine oturmamın üzerinden on dakika geçmemişti ki duyduğum sesle başımı kaldırdım. Ve tam da denizin dalgalarına karışıp dibe çekilen duygularım için yüzlerce betimlemeyi zihnimde süzerken biz diye bahseden amcanın tek başına olmasında kaldım. "Tabii buyurun." "Sağ ol yavrum," diyerek gülümsemesi bittabi normal sayılabilirdi ama eliyle benim sağımı gösterip aynı tebessümde bulunması... Neyse diyerek aynı karşılığı verdikten sonra tekrar manzarama dönüp buradan bakılınca bir yerden sonra birmiş gibi duran mavi denizin ve mavi göğün kesişim yerinde olduğumu hayal ettim. Ne muazzam olurdu oralarda bir yerde hiç olsaydım. Sadece “hiçbir şey” olamasaydım. "Hava da ne kadar güzel değil mi? Dışarı çıkmakla pek doğru etmişiz." Tam da o esnada burnuma pıt pıt düşen yağmur damlalarını ve tüylerimi ürperten rüzgarı saymazsak fena sayılmazdı tabii. “Ama neden hayatım? Hâlâ küs müsün bana?" Şaşkınlıkla yanıma döndüm ama bey amcanın bana değil de arkama bakarak konuştuğunu görmemle kelimelerimi yuttum. Onun baktığı daha önemlisi bakarak konuştuğu yere dönüp de kimseyi görmeyince ne düşüneceğimi bilemedim. "Benimle konuşmadığınızı varsayarsam size cevap vermememi de saygısızlık olarak algılamazsınız değil mi?" Kurduğum cümlenin, nereden bakılırsa bakılsın bir saçmalığı yoktu. Fakat baktığımız yerden bir şey göremeyince sorun büyüktü. "Elbette hayır, karımla konuşuyordum," diyerek tatlılıkla gülümsemesi asla omuzlarımı gevşeten bir eylem olmadı. Yüzümdeki soru işaretlerini fark etmiş olacak ki devam etti. "Deli değilim ben, yanında oturuyor." Kanım çekilirken tebessüm eden bendim ama estağfurullah demek de gelmedi içimden, ne yalan söyleyeyim. "Dokunma kıza!" Ensem ürperirken aynı hızla soluma döndüm. "Yaşı bizim çocuklardan ufak yahu, ondan da kıskanma artık!" "Çocuk?" "Tabii, bizim yedi tane de çocuğumuz var." Derin bir soru ve sorunun ortasına düşmüşüm gibi hissetmem ama ortada cevaplayacak kimsenin olmadığına inanmam beni ne kadar enteresan kılardı acaba? Ya da amca beyin hastalık durumunu? Veya bu olanların hangi kısmını hayra yoracağım gibi... "Selam ver diyeceğim de anlamayacaktır ama istersen senin yerine ben söyleyebilirim?" "Türkçe bilmiyor mu?" "Hayır, bilmez. Arapça." Ağır ağır yutkunamadım resmen. "O halde siz Arapça biliyorsunuz?" "Yoo, ben de Arapça bilmem." Dilimi ısırsam da faydasız. "Bak, hanım kızım seninle merhabalaşıyor, hadi sen de güzel bir şeyler söyle. Asma artık suratını." Ve geri zekâlı değilsem bu cümleyi ben de kurabilirdim pekâlâ. Dahası bunun için tribe girmem... Allah'ım, ne oluyorsa, yani ben neyi göremiyorsam hiç iyi şeyler değildi. Resmen iki kişilik kocaman bir kalabalığın içinde kuşatma altına alınmış gibi hissediyordum kendimi. Üstelik beni buradan çekip alacak uzuvlarım ve organlarım işlevini yitirmişken umarım sağ çıkan ben olurdum. "Ayıp olmazsa..." Boğazımı gıcık tutmuş gibi bir iki kez temizledim. "O Türkçeyi bilmiyor ise ve siz de Arapçayı bilmiyorsanız... Biraz zor olmuyor mu anlaşmak? Yedi çocuğa rağmen hem de." Tam da böyle saçmaladığım için kendime iflah olmaz sıyıranlar kontenjanında yer ayırtırken biraz sonra endişeyle bize yaklaşan kızıl, güzel, orta yaştan bir kadın geldi ve babasını, haber vermeden evden çıktığı için paylarken aynı zamanda endişesini de dile getirip ona sarıldı. Benden de birkaç yıl önce annesini kaybettikten sonra böyle olduğunu söyleyerek özür dileyip babasıyla birlikte gitti. Neyse ki en azından çocuklardan biri kanlı canlıydı. Tüm hüznüme limon sıkılmışken burada durmam anlamsızdı. Ayaklanıp yeniden yarım saatlik yolu yürüdükten sonra mahalleye girdim ama buradan ayrılırken hissettiğim o ağırlık bir kez daha omuzlarıma yüklenince duraksadım. Uzaklaştıkça başa yürüyorum, yürüdükçe uzaklaşıyor gibiyim ama hep aynı yerde bitiyordu yolun sonu. Hep aynı yol, aynı taş, aynı toprak... Ve de Haçin'in hâlâ beni beklediğini görmem sadece duygularımı katladı. Yine de herhangi bir şey söylemeden arabama bindim ve özellikle gözlerimi karşı apartmana değdirmemeye dikkat ederek anahtarı çevirip yola koyuldum. Bir süre sonra telefon çaldı, arayan Faris'ti ama açmak yerine derin bir soluk almayı ve eve geçince ona dönmeyi tercih ettim. Zira başım patlıyor, sinir uçlarıma kadar zonkluyordu. Eve gelir gelmez ağrı kesici almak için mutfağa geçtim ama özenle hazırlanan ufak kahvaltıyı ve yanına bırakılan notu görünce durdum. "Antrenmanım var, seni bekleyemeyeceğim ama eve ne kadar geç dönersen dön, mutlaka bir şeyler atıştırdıktan sonra al o ağrı kesiciyi. Ayrıca sen uyandığında burada olmaya çalışacağım. Akşam dışarıda birlikte bir şeyler yeriz belki?" Faris'in beni bu kadar iyi tanımasından nefret ediyordum, başımın ağrımasından ve ağrı kesici yutmaktan da öyle. Yine de onu dinledim ve boğulabilme ihtimalime rağmen haşlanmış yumurtayı bir lokmada ağzıma attım. Beklenen gecikmeyip öksürmeye başlayınca beklemekten acımsı olan tadına rağmen portakal suyunu kafama diktim ve bir dilim ekmeğe krem peynir sürerek yedikten sonra ağrı kesici alıp odama geçtim. Direnmeden uyuya kalmam için başımı yastıkla buluşturmam yetti. Öyle ki yorganı üzerime çekmediğimi, beni, uykuyla uyanıklık arasındaki o ince çizgide bir titreme alınca fark etmiştim ama sonrası derin bir karanlıktı. ******* Alnımda, dudağımda hissettiğim dokunuşlarla uykunun o savunmasız masumiyetinden sıyrıldım ve kirpiklerimi kaşlarıma doğru kıvırınca odaya sinen karanlığa rağmen bir çift parıldayan siyahla göz göze geldim. Yine kokumu emiyor, sağ bileğimi okşuyordu. Bunu yapmasından hiç hoşlanmıyordum. Rahatsız olduğumu biliyordu ama yine de uyuduğum zamanlarda umursamıyordu. "Merhaba." Konuşurken sıcak nefesinden aldığım nane aromasının kokusu yüzüme çarpmıştı. "Merhaba. Hava kararmış. Ne zaman geldin?" "Yeni geldim." Gözleri ara ara muhtemelen artık kuruyan kan izlerinin olduğu alnımda oyalansa da bir şey söylemedi. Gerildiğini elbette anlayabiliyordum. Zaten yüzünde de adını bir türlü koyamadığım ancak öfkenin hakim olduğu bir eda vardı. Takibinde vereceğim tepki hoşuna gitmeyeceğinden alnımdaki yarayla ilgili boş bir tartışmaya girmekten kaçındı. Çünkü çoğu kez başladığımız yerden pek uzaklaşmadan aynı nokta üzerinde sekip duruyorduk. "Hazırlan da çıkalım, acıkmışsındır. Kaldırmadığın kahvaltılıklardan pek bir şey eksilmemiş." Kahkaha atarak yataktan çıktım ve elbise dolabıma yöneldim. Ben gülmeye devam ederken Faris'in "pasaklı olduğum"la ilgili söylemleri ayıplama doluydu. Faris'in dağınıklığa ve temizliğe karşı aşırı hassasiyeti vardı. Gerçi problem demek daha doğru olur. Çünkü hastalık derecesinde bir eğilimdi. Üstelik ben de pasaklı ya da öyle dağınık değildim ama kendi kadar ileri seviye derli toplu olmayan herkes onun nazarında pislikten ya öldü ya ölmek üzereydi. Gülme sebebim elbette bu huyu değildi. Sadece dünyanın küfrünü ederek mutfağı toplarken ki hâli ve bir saatte üç parça tabağı kaldırması canlandı gözümde. O pasaklı olmama dem vurmaya devam ederken dolabımdan elbise seçip banyoya geçtim. Her ne kadar onunla birlikte olsam da hiçbir zaman yanında rahatlıkla soyunup giyinemezdim ve bu durum onu çok fazla rahatsız ederdi. Bu konuda çoğu kez tartışmış olsak da onun kazanmasına yönelik açık bir kapı bırakmazdım. Çünkü yapamadığım şeyler için kendimi zorlayamazdım. İnsanların da, kim olursa olsun buna saygı duyması gerekirdi. Üzerime geçirdiğim elbiseyi seviyordum. Duruşu, dokusu çok güzeldi. Kalp yaka, uzun kol, büzgülü ve dizimin bir karış üzerinde biten siyah kadife bir elbiseydi. Saçlarım kısacık olduğundan beni pek yormazdı. Hızlıca onları da düzleştirdim. Odaya geçince makyaj için rimel, biraz allık ve kırmızı ruju yeterli buldum. Ancak alnımı kapatıcıyla gizlemeyi de unutmadım. Kısa ve hafif bir çizik olsa da vücudumda en ufak bir iz görmeye tahammülüm yoktu. Bu sürede Faris'e hiç bakmamıştım ama onun pür dikkat beni izlediğini biliyordum. Bir şeyler yapmamı seviyor, hareketlerimi takip etmek hoşuna gidiyordu. Biraz sonra ona dönünce yanılmadığımı anladım. Tüm odağını bende toplamış, büyük bir hayranlıkla beni izliyordu. Ayağa kalkıp yanıma gelirken giydiği siyah, balıkçı yaka kazağını ve kargo modeli sayılan bej tonlarındaki pantolonunu yeni görüyordum. Bana nazaran spor dursa da o zaten en özel günde bile rahatlığından, tarzından ödün vermeyen bir adamdı. Düzen ile ilgili hassasiyetini kırdığı tek nokta bu kısımdı ve ona yakışmadığını söylemek doğru olmazdı. Daima antrenmanlı, iyi derece vücudunu daha da bakılası kılıyordu sadece. “Fazla güzel görünüyorsun." Sesinden sezdiğim kıskançlık da neyin nesiydi böyle. Ilgın ağacı kokumu sıkarken Faris'in arkama geçip beni göğsüne bastırması ve başını omuzuma koyarak saçlarımdan bir tutam yakalayıp koklarken konuşmasına karşılık tebessüm etmekle yetindim. "Öyle ki gözüm bile başka yana bakmayı akıl etmez." Bir kez daha saçlarımı kokladı. "Seni sadece kendime saklamak gibi bir şansım olsaydı asla sorgulamazdım." "O aralar benim sorgulayacak çok şeyim olurdu." Ondan uzaklaştım. "Çıkalım mı artık?" Bir saate yakın bir zamandan sonra kapısından girdiğimiz restoran lüks sayılmayan orta şeker bir yerdi ama çok güzeldi. Tavandan sarkan deniz kabukları ise ayrıca dekoratif bir hoşluk ekliyordu. Deniz ürünleri ile işletilen bir mekan olduğunu anlamak zor olmadı. Denizden babam çıksa yemezdim. Ancak balığın her haline karşılık ruhumu verebilirdim öyle seviyordum. Faris de bunu bildiğinden genelde balık yemek için çıkardık. "Daha önce buraya geldiğimizi hatırlamıyorum." "Ben de yeni keşfettim." Gerginliği ister istemez beni de geriyordu artık. Neler olduğunu bilmesem de sesinin tonundaki düzeyden bir şeylerin yolunda gitmediğini söylemek kolaydı. Hemen ardından da hızlıca verilen siparişler, yenen yemekler çok da tat tuz vermemişti açıkçası. "Doyduysan kalkalım." Başımı sallamakla yetindim. Biten araba yolculuğumuzun sonunda, önünde durduğumuz dövüş mekanına neden geldiğimizi anlamaya çalışıyordum. "Neden buradayız?" "İşim var." Onu tanıdığımdan bu yana sesindeki bu soğuklukla ilk kez karşılaşıyorum. "Sorun ne?" Cevap vermeden elini belime yerleştirip can yakıcı bir hareketle yürümeye devam etti ama içeri girmemizin üzerinden saniyeler geçmemişti ki adımları ani bir şekilde kesilince onunla beraber yürüdüğümden ben de beklemek zorunda kaldım. Parmakları gerilmiş, bel boşluğuma batacak kadar sivrilmişti. Ona dönünce gözlerinin siyahı yetmezmiş gibi onlara katran karasının da bulaştığını gördüm. Yüz hatları keskinleşmiş, tüm damarları alnında toplanmış ve her an patlayabilirlermiş gibi duruyorlardı. Neler olduğunu anlamak için başımı onun baktığı tarafa çevirince yer ayaklarımın altından değil de ben yerin üstünden çekilip alınmışım gibi hissettim. Eğer dünya bir gün yok olacaksa o gün bugün olmalıydı. Ya da bana sorulan bir zamanı olsaydı tam da şu an yok olsun derdim. Önce yaksın ama... Önce yıksın ama... Öyle ödül verir gibi bir anda altı üstüne geçip toprağa karışmasın! Hayatın tüm akışının gözlerde seyrettiği ufacık birkaç saniyelik bir an olsun ve o anda yapılanlar, yaşatılanlar hatırlanınca dünya yok olmadan yok olunma dilensin! Dünya tepene yıkılmadan o tepeye çıkılsın ve pişman olmaya, keşke demeye zaman kalmadan kendini o uçurumdan bırakmak amaçlansın! Öyle geçilsin içinden kıyametin... Kalbim atmaktan noksan, damarlarım kanımı taşımakta dirençsiz, soluklarım beni alabora etmiş, gözlerim bir çift ölüm kokarken sadece benim içimden geçmemeliydi kıyamet. Yok etmeye önce benden başlamamalıydı. Zaten ben kendi sonumu başlatmışken ufak bir toz zerresi olup havaya karışmam çok kısa sürerdi. En acısı kirpiklerim ateşe verilmiş gibi yanıp içime korunu düşürmemeliydi. Parmaklarımı orantısız güçte sarmasını ve canımı yakan kavramayı ancak fark edince yanı başıma döndüm ama kıyametin benden sekip Faris'in gözlerine yayıldığını görmem uzun sürmedi. Adem elmasından geçmeyen yutkunuşları sert kavisler oluştururken dişleri sıkılmaktan neredeyse patlamak üzereymiş gibi duran simasına alenen yansıyordu. Sinirliydi. Öfkeliydi. Ancak biraz sonra beni de beraberinde sürüyüp kararlı adımlarla yürüdüğü taraf için nutkumun tutulduğunu hissettim. Ne yapmaya çalıştığını bilememekle beraber son kez ciğerimi küf, ter ve nice bağımsız kokuyla kirletirken belimi doğrulttum. İçim yerle yeksan, dışım yekpareydi... Şey gibi duruyordum; normal. Evet, şu an tam da normal bir insan gibi yürüyordum. Biraz önümüzdeki locada üç kişinin ikisi oturuyor, birisi ayaktaydı. Bizi ilk fark eden ayaktaki oldu. Önce Faris'i gördü. Gözlerine ufak bir şaşkınlık yerleşse de takibini çarpık bir gülüş alınca o bakış silindi. "Faris, seni görmek... Beklemiyordum," diyerek tokalaşırlarken muhtemelen merhabalaştığı adamın yanındaki kadına nezaketen selam vermek amacıyla bana dönünce yalpalayan sırıtışını ve afallama dolu bakışlarını gördüm. Bu, az önce Faris'te olduğu gibi öyle çabuk da geçmedi üstelik. "Erçin?" Faris'le birleşen ellerimize değen gözlerindeki katlanan şaşkınlığı yakalasam da çok da üstünde durmadım. "Merhaba, nasılsın?" Onu tanıyordum, elbette tanıyordum... İlk şaşkınlığı atlatınca elini uzattı ama öncesinde kısaca masadaki çifte göz atması kaçmadı gözümden. Benim de gözüm kaymıştı ister istemez. Boş bakışlarla da olsa kaymıştı işte. Esmer, kahverengi saçlı kadın İspanyolca bir şeyler anlatıyordu, adam ise onu dinliyormuş gibi dursa da elindeki kağıtlara dikkat kesilmiş, kadının söylediklerine en ufak bir tepki vermiyordu. "Merhaba Mete. Sağ ol, ben iyiyim de sen pek iyi görünmüyorsun. " Bey demememe bozulmazdı herhalde. O ara "Merhaba," diyerek belirgin aksanıyla konuşan kadına dönüyordum ama bakışlarım bir çift donuk gözle kesişince ona sıra gelmedi. Ya da geç gitti, bilmiyorum. Tebessüm ettim, gerçek bir kıvrılma değildi ama onun da siyahlarıma çarptıktan sonra normal baktığı söylenemezdi. Yeşil bakışlarındaki en belirgin duygu nefretti. Evet, gözlerindeki boş dehlizi yarıp geçen kocaman bir nefret vardı orada. Biraz sonra ağır havasına yansıyan duruşuyla ayağa kalkıp karşımda durdu. Zihninde bir şeyleri yoğuruyordu ya da oturtmaya çalışıyordu, bilmiyorum ama ara ara kısılıp keskinleşen göz çevresi çizgileriyle bunu anlamak zor olmadı. Ne, ne düşündüğüyle ilgilendim ne de umursadım. Çünkü onun nefretine eş olan nefretimi gözlerimin ardında büyütmekle meşguldüm. "Tanışıyor muyuz?" diyerek bariton sesiyle sorduğu soruya karşılık gülüşüm büyürken "Hayır," dedim. Tebessümümün aldatıcı olduğunu sezmiş olacak ki öfkelendi. Dünya yıkılmak için biraz daha bekleyebilirdi öyleyse... ........ Vee bölüm sonu. Soru işaretleri arttı, farkındayım ama yavaş yavaş ilerledikçe yenileri ekleneceği gibi eskilerden de kurtulacağız. Bu bağlamda sabırla ilerleyeceğiz. Bölümü nasıl bulduğunuzu belirterek ilk dokuları devam ettirelim öyleyse. Yeni bölümde görüşünceye dek hoşça kalın.✨ |
0% |