Yeni Üyelik
7.
Bölüm

5. Bölüm "Zihnin Galeyanı"

@sahrasaf

 

"Kendini bıraktığın yerde bulamıyorsan belki de bir daha yaratmalısın."

 

Öfke...

Hınç...

Kin...

Nefret...

Bu bileşimlerden ibaret kocaman bir kara deliktim.

Siyahtan uzak, bembeyaz bir nokta...

İnsanlar mutlu olur, acı çeker, hırslanır, gıpta eder, ağlar, sevinçten gözleri dolar veya öfkeden deliye döner. Bunlar olağan, olması gereken hisler, hareketler ama hepsinin bir nedeni, her duygunun altında onu iyi-kötü harlayan bir sebep vardır. Sonucun çıkarımı, çıkarın sonuçları olurdu. Bazen külfet, bazen tebessüm ama yine de herkesin bir sebebi vardı.

Peki ya benim?

Benim derdim neydi?

Kendimi son kez altımda yatan çıplak bedene doğru sert bir hareketle ittiğim esnada yatağın kırıldığını belirten sesle dişlerimi sıktım. Karakterimin niteliğini, duygularımın niceliğini saptayamadığım bu hareketlerim beni çıldırtıyordu. Nedenini anlamam kemiklerimi, iliklerimi, tüm uzuvlarımı bir insan ne kadar ileri gidebilirse o kadar ileri giderek kasmama neden oluyordu her seferinde. Tırnak uçlarıma kadar bıkmışlık, usanmışlık, hatta yorgunluk, yılgınlık akıyordu içimden.

Geri çekileceğim sırada Paulina'nın itiraz mırıltıları eşliğinde beni engellemek adına kolumdan yakalaması sinirimi kamçılamaktan öteye gitmedi. Alnında biriken terler, yaşadığı şehvetin etkisiyle yarım yamalak aralık gözleri ve doymuşluğun getirisiyle kıvrılan dudakları ise bir kez daha iğrenç hissetmeme neden oldu.

"No Artun! Bu... bu çok güzel."

Yarım yamalak Türkçesiyle söylediği sözlere karşılık alayla güldüm. "Gerçekten." Boynumu sağa sola gerdirip tüm itirazlarına rağmen ondan uzaklaştım ve çıplaklığıma aldırmadan komodinin üzerinden sigara paketinden bir dal alıp dudaklarıma yerleştirerek yaktıktan sonra büyük boy pencerenin önüne geçtim.

İçimin beyazlığına yol göstermeye meyil eden tek ışık sigaramın ucundaki küçük ateş kadardı. Geceyi aydınlatmayan, siyahı yok etmeyen aciz bir ateş parçası.

İnsanlar bir şeylerden medet ummayı sever. İntihar edeceği sırada onu vazgeçirmek için yanında yöresinde dil döken birilerini, yalan söylediğini bilirken ona destek çıkarak kendisini kandırmasına ihtiyaç duyan daha büyük bir yalancı...

Peki ya ben?

Nötr olanlar dışında hangi insani duyguları taşıyordum?

Dumanı üflediğim sıra belime sarılarak ıslak öpücükler bırakan kadına rağmen duruşumu bozmadım. Benden ne istediğini anlayamadığım kadın... Belki de en büyük yalancı o, onu aldatması için rotasını çevirdiği diğer yalancı da bendim.

"Artun." Nahif sesi görüntüsüne, karakterine tezat yumuşak, ve kırılgan duruyordu. Ne büyük aldatmaca! "Ben, bunu seviyorum." Hırsla ona döndüm. Kahveleri hâlâ demin yaşadığı hazzın etkisiyle parlıyordu. Ve ben, bu heyecana hiçbir zaman akıl sır erdiremeyecektim.

"Canını yakmam hoşuna gidiyor öyle mi?" Başını salladı.

"Biliyor musun bu sikik kafam bile seninkinden daha iyi durumda."

Ona yaklaşıp kibar sayılmayan bir hareketle çenesini kavradım ve kendime doğru kaldırdım. "Çünkü sen, sana hayvan gibi davranmama aşıksın." Başını iki yana salladı. "Evet, seni hırpalamamdan, her yanını morartıp çürütmemden haz duyuyorsun! Ve bu, beni olduğumdan daha da sinirli yapıyor." Dudaklarıma uzanıp arzuyla öpmeye yeltenirken omuzlarından tutup ittim ve yüzüne bakmadan ondan uzaklaştım.

Üzerimi değiştirdikten sonra evden çıkıp Meksika'nın renkli tonlarla bezendiği sokaklarını bir bir geçerek yarım saat ötedeki bara girdim. Ağır bir şeyler isteyip tabureye otururken biraz sonra önüme konan içi sarı sıvıyla dolu bardağı kafama diktim.

Tekilanın keskin tadı genzimi yakarken barmaide dönüp yenisini istedim. Aynı hızla onu da tek dikişte bitirince kadın yayvan tonda yavaş olmamla ilgili bir şeyler söyledi ancak işiyle ilgilenmesi gerektiğini sert bir kaş hareketiyle belirtince istek dolu bakışlarının yerini ciddiyet aldı.

"Hızlı gidiyorsun. Kadın haklı, ağırdan mı alsan acaba?" Beşinci bardağı devirince elini omuzuma koydu. "Sorun nedir dostum?" Kahkaha attım. Ne kahkaha ama! Küme küme kalabalığa ve birbirine karışan bağırtılara rağmen onlarca insanın bize dönüp baktığını anlayacağım kadar gür bir yankı.

Şişeyi kafama dikmeden hemen önce sağıma döndüm ve kafama vurarak "Sorun? Sorun bu!" dedim. Şişeyi yerine koydum. "Sorun boş kafam! Siktiğim, işe yaramaz bomboş kafam. Sorun yatağıma aldığım manyak karı! Sorun, yatağıma aldığım o manyağın canını niye yaktığımı bilmemem! Sorun kimden neyin intikamını aldığım, kimden nefret ettiğim, bu kana açlık duyan kendimi zapt edememem!" Yüzümü sıvazladım.

"Sorun ne ben bilmiyorum!" Sesim, aciziyetimi ortaya seren çaresizliğimi de ele veriyordu.

Kendimi tanımıyordum, neyi severim, neyi sevmem bilmiyordum. Bir şeyi ne kadar sevdiğimi ya da o şeyden hoşlanmadığımı onu yaptıktan, yedikten sonra anlıyordum. O halt her ne ise ben onu, yeni doğan bir bebek gibi ilk kez yapıyormuşum gibi tecrübe ederek öğreniyordum.

Bir insan dünyadaki yerini arar mı? Dahası aynaya bakarken kendini arar mı? Ben arıyordum! Hiçbir sonuca varamadan kendimi arayıp duruyor; ama bir türlü kendime dair en ufak bir ize rastlayamıyorum!

Ne derler adına?

Boşuna kürek çekmek mi?

Peki ya ortada kürek bile yoksa?

"Sorun ne Mete? Sen söyle, sence benim sorunum ne?"

"Artun, abi konuştuk bunları. Akışına bıraksak artık. Doktoru duydun, belki de sadece biraz daha zamana ihtiyacın vardır?"

"Belki de zaman falan kâr etmez ha Mete? Her şey olduğu gibi; yani bok gibi kalacaktır zihnimde."

Anahtarı içinde unutulan bir evdim. Binbir farklı anahtarı vardı belki de ama ne benim elimdeki anahtar o kapıyı açmaya yetiyordu ne de dışarıda, o anahtara sahip birileri varsa onların nerede olduğunu biliyordum. Adeta unutulmaya yüz tutmuş asırlık bir yapıt olmuştum. Her yanı pas tutmuş, içinde sisli anılar barındıran, belki duvarlarında çoğu kısmı tozlanmış fotoğraf karelerinin asılı durduğu bir yapı.

Kendimle ilgili elbette araştırmalar yapmıştım. Nereli olduğumdan tutun da içimde patlak vermeyen bu nefretin sebebine, anne ve babama kadar her şeyi didik didik araştırmıştım. Kimdim, nasıl büyümüş, dövüşmeye nasıl başlamıştım, neden hırstan ziyade hınca hınç öfke kaplıydım. Her şeyi. Ancak elime geçen bilgiler o kadar sınırlı ve yetersizdi ki kendimi tamamlamak adına ruhuma en ufak bir taş ekleyememiştim.

Annem, ağır bir hastalık sonucu genç yaşında, babam ise ondan iki yıl sonra elim bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetmiş. Annemi kaybettiğimde on, babamı kaybettiğimde ise on iki yaşındaymışım. Babamın ölümüne sebep olan tır şoförü içerideydi. Kayıtlarda, direksiyon başında uyuya kaldığıyla ilgili bilgiler vardı. Noktasından virgülüne her satırını onlarca kez okumuştum ama gözüme batan, elime ipucu diye geçebilecek en ufak bir tuhaflık yoktu.

Ve son maçım... Üç yıl önce yurt dışında çıktığım son maçta kafama aldığım yumruk darbesiyle tüm yetisini yitiren boş bir çuvala dönmüştüm. Doktorların raporlarına göre "hippocampus" yani beynin hafıza, yön, hasar ve hareketlerin davranış biçimine dönüşmesinde önemli role sahip olan bölgemde hasar oluşturmuştu o tek darbe. Yine doktorlara göre normalde o kısmın kısa süreli hafıza kaybı üzerinde rolü vardı.

Dönüp de o halde o kısa süre niye hâlâ bitmedi diye sorunca ise ellerini iki yana açıp bilemediklerini, bir çok nedeni olabileceğiyle ilgili zırvalıklar sıralayıp duruyorlardı.

Sorun araştırmam ya da yorulmam değildi. Doktorların, Mete'nin sözleri de öyle. Asıl konu kendi içimde, zihnimde bir türlü bir adım dahi atamamamdı. Aslında vardı, göçük beynimde bir şeyler vardı ama kendimle çelişiyormuşum gibi dursam da onların da olmamasını dilerdim. Çünkü o puslu görüntülerin içinden bir türlü sıyrılıp gün yüzüne çıkamayan, anı mı kâbus mu olduğunu bilmediğim canlandırmalarla dibe çekilmekten başka bir şey geçmiyordu elime.

"Sorun ne biliyor musun Mete?" Durumumu telaffuz edecek olsam boka sarmış vaziyetteyim, demem yanlış olmazdı.

"Durumum zaten yetmezmiş gibi bir de göz kapaklarımın arkasına gizlenerek bir türlü yüzünü göstermeyen o gözlerle uğraşmam." Tiksintiyle devam ettim cümleme. "Simsiyah gözler!" Yeni bardağı kafama dikip hırsla masaya koydum. Akabinde gömleğimin yakalarından tutup delice bir hareketle iki yana çekince ilk birkaç düğmesi koparak masaya ve yere doğru fırladı.

"Sol göğsümdeki bu iz var mesela. Ha, birde hemen altına hiçbir şeye benzemeyen, sadece bir çift gözden ibaret olan dövmeyi yaptırmak için kendimi neden tutamadığım."

Sol göğsümde birbirinin üzerinde, çarpı gibi duran iki çizik vardı. Aslında çizik dediğime bakmayın, iki derin yara. Öyle ki iyileştikten sonra iki yana açılarak ortaya beyaz kabarık iki iz bırakacak kadar derin. Buna sebep olanın ne olduğunu da bulamıyordum. Çünkü ne hasta geçmiş kayıtlarımda bununla ilgili bir bilgi vardı ne de yaptırdığım doktor kontrollerinde buna neden olabilecek en ufak bir sağlık problemi görünmüştü.

Dövme ise bambaşka bir mevzuydu. Geçen sene neredeyse her gece gördüğüm o kâbusun, daha doğru o kâbusun kahramanı olan o simsiyah gözleri bir kez daha gördükten sonra zıvanadan çıkana kadar içmiş ve devamında gidip bu saçma sapan şeyi yaptırmıştım. Kabahati sarhoşluğuma atacak değilim. İsteseydim kendimi durdurabilecek kadar yerindeydi kafam.

Saç köklerimi bağırtacak bir sertlikle yoldum. Sıkıntının, zaten aşamadığım duvarları önümde büyürken izlemekten başka hiçbir halt yapamıyor olmak kendi kuyruğunun etrafında dönen kedi benzetmesinden başka bir şey değildi.

"Üzgünüm kardeşim, saydığın onca nedeni ben de bilmiyorum ne yazık ki."

"Daima yanımda olduğunu söylemene rağmen benimle ilgili şeyleri neredeyse benim kadar bilmen ne kadar da iyi bir dost yapıyor seni!"

"Konuşmazdın, söyledim sana. Ayrıca Türkiye'ye gidip beraber de araştırdık. Yine de bir şey bulamadık, biliyorsun. Belki de senin geçmişin bulabildiklerimizle sınırlıdır. Eni ve boyu yoktur. Sen bulabildiklerimizden ibaretsindir."

Alayla gülüp "Göğsümdeki sikik iz de doğum lekesi zaten değil mi?" dedim ve ayaklanıp oradan ayrıldım. Saçmalıklarına daha fazla katlanabileceğimi sanmıyordum.

Eve döndüğümde Paulina hâlâ çıplaktı ve yüz üstü uyuyordu. Belinden aşağısını örten çarşafa rağmen çok da üşüyor gibi durmuyordu. Acı eşiğinin yüksek, bağışıklığının gayet dirençli olduğunu biliyordum ama bu yine de davranışlarındaki aşırılığı anlamama ve sinirlenmeme engel değildi. Köşedeki battaniyeyi üzerine örttüm ve yeni bir sigara yakıp bitirdikten sonra üzerimdekileri değiştirmeden yatağa geçtim. Onca boşalttığım bardağın ufacık sarhoşluk getirisi hiç iyi değildi. Bir şeyleri, belirli bir zaman için de olsa unutmam mümkün olmuyordu.

********

"Artun?"

İrkilerek araladım gözlerimi. Paulina üzerime eğilmiş, yarı uykulu haline ve daima dönen bu döngüye rağmen endişeyle yüzüme bakıyordu yine. Yavaş yavaş zihnime düşen kâbusun etkisiyle yanağımın iç tarafını çiğneyip içime olabildiğince derin bir soluk çektim.

Beyazlığımın içinde parıldayan bir çift kara leke...

Göğsümün altındaki dövme sızlarken kanım fokurdamaya, hücrelerim nefretle dolmaya başlamıştı bir kez daha. Bilmediğim bir çok şey gibi siyahtan nefret etmemin nedenini de bilmiyordum tabii. Ve siyahın görünmez bir silüete bürünüp bir çift gözde toplanması boğazıma ilmek ilmek atılan düğümlerden bir dize daha oluşturmuştu.

"İyi misin cariño?"

Cevap vermek yerine hırpani bir hareketle dudaklarına uzanmam ve bir kaç dakika sonra yine bir canavara dönüşmüş olarak duvarlardan taşan iniltileriyle Paulina'nın içinde acımasızca git geller yapmaya başlamam uzun sürmedi. Altımda yatan kadının hoşuna gittiğini belirten şuh kahkahalar atması, zevkle adımı haykırması ise o canavarın önüne kanlı et parçası atmaktan başka bir şey değildi. Çünkü elimde olmasa da varlığımı, insanlığımı unutan kişiliğimi giymiştim.

Gece, göğü gündüze teslim ederken hâlâ uyanıktım. Oturduğum tekli koltukta sigara üstüne sigara yakıyor ve yatakta uyuyan kadına, hayır kurbanıma bakıyordum. Bu kez giyinikti. Histerik ama öfkeli bir gülüş aldı dudaklarımı. Bu kez giyinikti çünkü bir daha ona dokunmamamdan korktuğu için verdiğim hasarı gizlemek istemişti.

Battaniyeye sıkı sıkı sarınmış, yüzüne kadar örtünmüştü. Yine de dağınık yatan bir kadındı ve üstü açılıp da yaraları ortaya çıkınca bir kez daha ne kadar ileri gittiğimi görebiliyordum: Vücudunun her yerinde çürükler, dudağında kabarık, su toplamış morluklar, bileklerindeki koyu halkalardan oluşan izler ve dahası...

Kendime karşı tek hissim iğrenmeydi.

Masanın üzerinden telefonumu alıp Mete'nin numarasını çevirdim. Cevaplanmayan numarayı bir kez daha aradığımda üçüncü çalışında açıldı ve "Siktiğimin saatinden haberin yok mu senin?" diye sitem etti ama uykulu sesini duymazdan gelerek doğrudan konuya girdim.

"Bilet al, Türkiye'ye dönüyoruz." Bana ne halt olduğunu öğrenmeliydim artık.

"Ne? Bir dakika." Duyduğum hışırtı sesleriyle yüzümü kırıştırdım. "Dönmek mi? Dönmekten kastın nedir?"

İki gün sonra yanımda Mete ve Paulina ile Türkiye'ye dönmüştük. Paulina'ya dönüş süresinin belli olmadığını, hatta belki de bir dönüş süresi bile olmadığını ve bunun nezdinde benimle gelmesi için onu zorlayamayacağımı söyledim. Onu kaybetmek istemezdim ama gelmek istemeseydi de en ufak ikna girişiminde bulunmazdım. Ne var ki oralara gelemeden zaten kabul etmiş, sorun olmayacağını söylemişti.

Mete'nin ayarladığı ev tam da istediğim gibi sessiz sakin bir yerdeydi. Bahçesi geniş, yeşilliği bol olan büyük bir evdi. Gerçi düşündüğüm son şey bir evin durumu değildi. İdare ediyorsa bana yeterdi. Paulina'da evi beğenmişti. Gülücükler saçarak etrafta geziyor ve hızlıca işe alınan çalışanlarla boyna bir şeyler konuşuyordu. Halinden şikâyetçi olmayan bir oydu.

Mete'yi daha uçaktan iner inmez her seferinde olduğu gibi beni araştırmasında yardımcı olan bir iki adamına göndermiştim. Giderken bir yığın küfürle gitse de yapacak bir şey yoktu.

Şimdi de karşımda, muhtemelen bir önceki ve onun öncesindeki onlarca aynı yazının metne döküldüğü bir dosya ile oturuyordu. Birkaç dakika sonra ise neredeyse her satırını ezberlediğim o sözleri sıraladı. Bilerek yapıyordu. Her seferinde bak, kelimesi kelimesine her şey aynı, demek için gözüme soka soka tüm topladıklarını, her kelimesini vurgulayarak okuyordu. Bir zamandan sonra sayfaların çevrilme sesi bile kinlenmeme neden olunca durdurdum onu.

"Ne bekliyordun ki? Ama peşinen söylüyorum, bir daha istersen kopyalattıklarımdan çıktı alıp geleceğim artık haberin olsun."

"Nasıl olur da bir insanın yer yüzünde oluşturduğu en ufak bir ağırlığı olmaz aklım almıyor."

"Bak kardeşim, bu konuşmayı çoğu kez yaptık, durmalısın artık. Buraya gelmemiz bile saçmaydı. Belki de tüm bu hissettiklerin saçma bir paronadan ibaret. Dahası bu topraklara girdiğin anda iyice nüks etmesi de cabası. Belki psikolojisinden, ne bileyim belki de şu saçma sapan enerji dedikleri şeyden ama her ne ise de sana hiç iyi gelmiyor. Her gece aynı kâbusları görmek mi istediğin? Diretme artık, zamana bırak. Kendini kemirmekten vazgeç."

"Haklı olman gevşememe yardımcı olmuyor, aksine geriyor. O yüzden kapat o çeneni!"

"Ben çok acıktım, lütfen yemek yemeye gidelim."

Paulina giydiği saks mavisi dar kesim elbisesi ve koltuk altına yerleştirdiği çantasıyla kapıda durmuş, hiç gereği yokken bağırıyordu. Bu kadına baktıkça onunla ilgili koyduğum en büyük tanı: Dünya deniz olsa ayak bileğine ulaşamayacağı gerçeğiydi. O kadar umursamaz, o kadar gamsızdı. Şimdiye kadar benim dışımda zihnini meşgul ettiği en ufak bir dalgınlık ânına denk gelmemiştim.

"İşimiz var, evde ye yemeğini."

"Nereye gidiyoruz?"

"Belki de kendimi aramaya, kendimi ilk kaybettiğim yerlerden birinde bulmaya çalışarak başlamalıyım."

........

Evet, Artun da böyle bir adam. Onunla ilgili az çok bilgi sahibiyiz artık.

Onun hakkında, geçmişi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sizce bizi ve onları neler bekliyor?

Yeni bölümde görüşünceye dek sağlıcakla kalın.✨

Loading...
0%