Trabzon’a iş için geliyorum, aklımda yalnızca görevimi tamamlamak var. Ancak şehre adım atar atmaz, bambaşka bir dünyaya çekildiğimi hissediyorum. Karadeniz’in sert dalgaları sahile vururken, dağlar sanki denize meydan okuyor. Burada sadece işimi yapmayacak, aynı zamanda bu eşsiz doğanın ve şehrin ruhunu keşfetmeye çalışacağım. Olduğu kadar...
"Abi, yavaşça sağına doğru bak," dedi Özkan. Arabanın camına yaklaşıp dediği yöne baktım. Büyük bir arazide bulunan çayların içinde bir sürü kadın vardı. Ellerinde ne olduğunu bilmediğim garip aletlerle çayları kesiyorlardı. Hepsinin üstünde garip kıyafetler vardı. Sahi, neden böyle giyiniyorlardı ki?
"Abi, şu uzun siyah saçlı olan, üstü mavili olan."
Gözümü tekrar herkesin üstünde bir tur gezdirince onu fark etmiştim. Üstünde basit mavi bir tişört, altında diğer kadınlarda olan şalvar tarzı bir şey vardı. Başına taktığı bordo bandana, saçlarının gözüne gelmesini engelliyor olmalıydı. Elindeki aletle çayları kesiyordu, o kadar odaklanmıştı ki sanırsın atomu parçalıyordu. Kafasını nihayet kaldırdığında yüzünü görmüştüm. Cam filmli olduğu için gözleri net görünmüyordu ama renkli olduklarını anlamıştım. Kaşları, dudakları... Sanki Tanrı onu büyük bir özenle yaratmıştı.
"Abi, Kudret Bey arıyor."
Özkan'ın seslenmesiyle çalan telefonu fark etmiştim. Evet, Kudret abi arıyordu. Buraya gelme sebebim... Telefonu hemen açıp kulağıma dayadım.
"Efendim, Kudret abi."
"Gördün mü?"
"Gördüm," dedim, gözlerim tekrar ona dönerken.
"O zaman işi sağlama alınca haber ver bana."
"Abi... yapmasak?"
"Bunu konuştuk, Milan için."
Milan için...
"Tamam abi, haber vereceğim ben sana."
Cevap vermesini beklemeden telefonu kapattım. Hızlı bir şekilde işe koyulmam gerekiyordu. Yoksa çok kötü şeyler olabilirdi. Ölüm gibi...
"Çay toplama işi ne zaman biter?"
"Onu bilmiyorum da akşam köy meydanında bir düğün varmış."
"Düğün... Güzel, bana bir takım ayarlayın."
Düğün yeri gerçekten çok kalabalıktı. Ben burada o kızı nereden bulacaktım?
"Uşağım, neden ayakta duraysunuz? Buyrun oturun şöyle," teyzenin birinin yönlendirmesiyle bir masaya oturmuştuk. Türk düğünleri gerçekten çok acayipti. Neden bu kadar yüksek sesle müzik açıyorlar ki? Katlanılır gibi değil.
"Abi, bak orada," diyen Özkan'ın gösterdiği yere doğru baktım. Pistin ortasında yan yana dizilmiş insanlar hareketli bir dans yapıyorlardı. Bir dakika, bunun adını öğrenmiştim. Hah, horon, evet horon oynuyorlardı. Hepsine tek tek baktığımda tekrar gördüm onu...
Düz siyah elbisesi ayak bileğinde bitiyordu. Dardı, vücudunu tam sarıyordu. Elbise ile aynı renge sahip saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu. Yanındaki kızlar ve yüzünde kocaman bir gülümseme ile horon oynuyordu.
Siktir, bu kadın fazla güzeldi...
Kaç dakika geçti bilmiyordum ama soluksuz bir şekilde onu izliyordum. Şarkının sesi azalırken kafasını yukarı kaldırıp birkaç kere gözünü kırpıştırdı. O an anladım, ağlıyordu... Şarkı biter bitmez kafası yerde bir şekilde alandan uzaklaşmaya başladı.
"Özkan, burada kal."
Özkan beni onaylayınca peşinden ben de alanı terk ettim. Düğün yerinden biraz uzaklaşmış, bir ucu denize bakan tepe gibi bir yere çıkmıştı ama hala düğünün sesi net duyuluyordu. Artık tanışma zamanıydı.
Ayakta duran kadına yavaşça yaklaştım. Hıçkırık sesi daha netti şimdi.
"Az önce büyük bir neşe ile horon oynayan kadın şimdi neden ağlıyor?"
İrkilip arkasını dönünce göz göze gelmiştik. Gözlerinin rengini hala net göremiyordum, bu hava neden karanlıktı ki.
"Kimsun?" diye bir ses çıktı. Sesi çok net ve gürdü.
"Yardıma ihtiyacı olan biri desem yeterli olur mu?"
"Anlamadum."
Anlamadım demesi gerekmiyor mu? Yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum, sözlüğüm de yanımda değil ki.
"Önce tanışalım," dedim ve elimi ona doğru uzattım; "Ben Marlon Alvaro."
Yüzüğüme acayip bir bakış atıp elimi tuttu yavaşça.
"Ahrazar Seyhanlı," dedi incecik parmakları benim defalarca kan bulaşmış ellerimi sıkarken.
"Memnun oldum."
"Ha, ben de oldum da sen yabanci misun?"
O mu Türkçe bilmiyordu yoksa ben mi?
"Evet, İspanyolum."
"Anladum. O zaman sen otel araysun çarşı içinde vardur."
"Otel aramıyorum. Seni arıyorum."
Kısa bir an duraksadıktan sonra kaşları çatılmıştı.
"Kimsun da sen beni araysun?"
"Sana ihtiyacım var Ahrazar."
"Ne içun?"
"Evlenmek için."
"Ne içun, ne içun?"
"Gerçek bir evlilik değil, kağıt üstünde sadece 6 ay sürecek. İspanyol mafyayım ben ve Türkiye’deki işlerimi rahatça yürütmek için bir Türk ile evlenmem gerekiyor."
Durdu, durdu, "Neden ben?" dedi. Güzel soru.
"Geçen ay staj başvurusunda bulunup red cevabı aldığın gün gördüm seni. Ondan sonra her başvurduğun şirketten red cevabı aldığını biliyorum. İşte bu işten senin kazancın da bu olacak. Teklifimi kabul edersen ister benim şirketimde istersen herhangi bir şirkette stajına başlayacaksın ve ne kadar istersen para da vereceğim."
Ayak üstü 40 yalan söylemiştim. Aslında aylardır peşindeydim ve gittiği tüm şirketlerden ben red cevabı almasını sağlamıştım. Buradaki yeraltı işlerimi yürütmek için de evlenmeye ihtiyacım yoktu. Her şey çok mantıksız gözüküyordu evet, ama her adımım birbiri ile bağlantılı ve planlıydı. Şurada kuracağım cümleler bile önceden ezberletilmişti.
"Uyyy, bundan daha saçma bir şey duymamiştum," deyip kahkaha atmıştı ki hala atıyordu. "Mafyaymış, uy hiç güleceğum yokti. Oradan bakınca paraya ihtiyacu varmuş gibi mi durayrum, kot kafali."
Kolunu sertçe tutup kendime doğru çektiğimde gülmesi kesilmişti
.
"Kelimelerini dikkatli seç," diye tısladım. Yüzüme ciddi miyim diye baktıktan sonra gözleri bu sefer de kolumdaki elimi buldu. Canı acıyordu, üzgünüm ama kimse İspanya'nın en güçlü yeraltı mafyasına hakaret edemezdi. Dediği kelime ne anlama geliyor bilmiyordum ama kesinlikle hakaretti.
Anında çatılan kaşları ile tekrar bana döndü.
"İndur bakayum o elunu."
Ben kolunu tutmaya devam ederken, o ani bir hareketle geri çekilmişti ama belimdeki silahı da alarak. Silahımı ne zaman almıştı?
"Ha, sen mafyayum falan diyusun ama daha belundaki silaha sahip çıkamaysun."
Haklı.
"Silahımı ver," dememe rağmen o silahı bana doğrultmayı tercih etmişti. İlk defa bana bir kadın silah çekme cesaretinde bulunuyordu. Bu hiç hoşuma gitmedi.
"Ha, bu bana silah çeken adamlardan mafya olduğuna inandım da diğer söylediğin hiçbir fişkuya inanmadum. O yüzden bu şekilsuz adamlarını al da memleketumi terk et. Bizum sizun kara paranıza ihtiyacımız yok."
Cümlesini bitirince silahımı denizden tarafa fırlatmıştı. Elinde oynadığı şeyin ne kadar tehlikeli olduğunu bilmiyordu anlaşılan. Silahı fırlattığı an üstüne doğru koşmaya başladım, peşinden denize atlamak çok saçma olurdu. Tabii ki durduğu yerde durmadı o da. Geri geri giderek, "Ben mi vuracan?" deyip kıkırdıyordu. Elinde ne ile oynadığını gerçekten bilmiyordu galiba. En azından denize gittiği için rahatlamıştım.
"Dur yerinde!"
Bu sefer dediklerimi yapıp durdu. Elbisesinin altından zar zor görünen ince ayak bileğine baktım. Tüm bu yaşananları izleyen dalgalar ayak bileklerini ıslatıyordu. Ona daha fazla yaklaşmadan tekrar yüzüme bakıp gülümsedi.
"Daha kaç adım geri gidersem denize duşerayum?"
O an beynime bir tokat yedim. Bu kadının tek amacı sinirlerimi altüst etmekti. Bu yüzyılda böyle bir psikopat kalmış mıydı?
"İstediğin kadar git," dedim soğuk bir sesle.
Arkamı dönüp tekrar tepeye doğru çıkmaya başladım. Arkama bakmadan, hiç tepki vermeden tepeye ulaşmıştım. Elimi belime attığımda silahım hala oradaydı. O halde bana hangi silahı çekmişti? Bunu sorgulamak istemedim. Silahım hala belimdeydi ve bu yeterliydi. Her şey planladığım gibi ilerliyordu. Denize attığı şey bir oyuncaktı ve bu hareketiyle tamamen gözüme girmeyi başarmıştı. Ben deniz kenarından uzaklaşırken arkamdan denize bir şeylerin düştüğünü fark ettim. Ama kafama takılacak çok daha önemli meseleler vardı...
Yapmam gereken çok fazla işim vardı. Hayatının geri kalanını cehenneme çevirecek kişiyle daha ilk günden bu kadar yüz göz olmayı planlamıyordum ama o silahı çekmemeliydi. Bir de gülme meselesi... Tüm kurbanlarım gibi o da silahı doğrulttuğunda korkmalıydı ama o gülmeyi tercih etti. Bir insanı öldürmeden önce ona acı çektirmek daha büyük bir zevkti. Bunun için her şey hazırdı. Ahrazar Seyhanlı bunun bedelini çok ağır ödeyecekti.
AHRAZAR SEYHANLI
Dünyada ne deliler var cidden. Hem mafya olduğunu söyleyip hem de bu kadar saçma konuşması, gerçekten inanılır gibi değildi. Filmlerde ya da kitaplarda mafyalar hiç böyle değil. Onlar son derece akıllıdırlar, ama bu hamsi kafalı bir mafyaydı. Ayrıca biraz da yakışıklı olması lazım, bu ne böyle.
"Adam gayet yakışıklıydı Ahrazar."
Kafamı karıştırma iç ses. Adam yakışıklı olabilir ama bu deli olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Keşke onu vursaydım, elimde alışkındı.
Hayır, sanki kahve içmeye çağırıyormuş gibi evlenme teklifi ediyor; en saçma olanı buydu. Yalan söylediği belliydi. Kim bu saçmalığa inanıp onunla evlenirdi ki? Ben ölsem bu adama evet demezdim.
Düğüne geri döndüğümde, onun da geldiğini gördüm. Gözlerini benden ayırmadan masasına oturdu. Az daha gözleri üzerimde durursa, onu boğacaktım.
"Öncelikle hepinize geldiğiniz için teşekkür ederim," diyen sese döndüm. Damat eline mikrofonu almış konuşma yapıyordu. Dinlemek lazım.
"Bu mutlu günümüzde bize eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Bizim Elçin ile ilişkimiz çok karışık bir olay ile başladı."
Evet, beni onunla aldatmak gibi karışık bir olayla…
"Ve ben onu ilk gördüğüm an ona tutuldum."
Bana seni seviyorum derken evet.
"Onu çok seviyorum ve ona hep sadık kalacağıma söz veriyorum."
Tüm sadakatsizliğini bende kullandın zaten.
"Neden bu güzel çifte nefret dolu bakışlar attıyorsun?" diyen sesle döndüm.
Yakışıklı olduğu kadar salak olan mafyamız gelmiş.
"Sağane."
"Ama baksana ne kadar mutlular," dedi onları göstererek.
Damat gelini alnından öpüyordu. Yapabilse, şu an dudağından da öpebilirdi ama kalabalıktan çekinirdi sanırım. Gerçekten benim önümde öperken hiç çekinmemişti. Evlilik vaadettiği kadının önünde başka bir kadını öperken hiç çekinmemişti. Aldattığını suratına çarparken de hiç çekinmemişti. Onunla yattığı yatakta başka bir kadınla yatarken de hiç çekinmemişti. Beni aldattığı kadın vurulmasın diye kurşun önüne atlarken de çekinmemişti. Hatta beni düğününe davet ederken de hiç çekinmemişti.
Beni düğününe çağırarak çok büyük bir delilik etmişti ama haberi yoktu ki ben ondan daha deliydim.
"Teklifin hala geçerli mi?"
"E-Evet."
"Haydi bakalım, essekten bir mafya kadar yürekli misin?"