
İki hafta... Koskoca iki hafta geçmişti. Diana tamamen iyileşmişti, onu bu hale getiren hizmetli ise ölmüştü. Daha doğrusu, Maran onu bulmaya çalışırken cesediyle karşılaşmıştı. O an kesinleşmişti: Diana'yı zehirleten, yeni düşmanları olan Rus mafyasıydı. Maran ve Marlon günlerce adamın izini sürmüşlerdi ama Türkiye'ye girdiğine dair hiçbir kayıt yoktu. Sanki buhar olup uçmuştu. Üstelik iki haftadır herhangi bir temas da kurulmamıştı.
Maran, Diana'dan aldığı onayın huzuruyla doluydu. Diana, evlenseler bile Trabzon'da yaşamak istediğini söylemişti; Milan'ın ablasından ayrı kalmasını istemiyordu. Maran bunu tereddütsüz kabul etmişti. Evleneceklerini bildirmek için Diana ile Diyarbakır'a doğru yola çıkmışlardı. Ahrazar ise Marlon aracılığıyla babasından kalan Trabzon'daki şirkete gitmişti.
"Babamın neden mimarlık şirketi var?"
"Senin için..." Marlon, asansöre binmeden hemen önce yanıtladı. "Beni yanına gönderirken burayı satın aldı. Mimarlık mezunusun, burada çalışırsın diye."
Ahrazar hafif bir kahkaha attı. "Çalışan olarak gireceğim yere patron oldum, komik..."
Asansörün kapısı açıldığında onları beş kişilik bir ekip karşıladı. En önde duran kadın, nazik bir şekilde gülümsedi. "Ahrazar Hanım, hoş geldiniz."
Diğerleri de tek tek hoş geldiniz dediler. Ahrazar hepsine kısa bir tebessümle karşılık verdi. Kadın tanıtıma başladı: "Ben şirketinizin yöneticisi Deniz, arkamdakiler ise hissedar mimarlarımız. Ve..." Yanındaki genç adamı işaret etti. "Bu da Faruk Bey, sekreteriniz."
Faruk, Ahrazar’a bir adım yaklaşıp elini uzattı. "Sizi sonunda tanımak çok güzel, Ahrazar Hanım. Saçlarınız da gerçekten çok güzel."
Marlon’un homurtusu duyuldu. Yüzü anında asılmış, kaşları çatılmıştı. Ahrazar ortamın gerildiğini fark ederek araya girdi. "Kocam da öyle söyler," dedi hafifçe gülümseyerek. Marlon bir an duraksadı, sonra dudaklarının kenarı kıvrıldı ve o da gülmeye başladı. Faruk ise boğazını temizleyerek hafifçe geriye çekildi. Ahrazar gerginliği dağıtmak için Deniz'e döndü. "Deniz Hanım, odamı görebilir miyim?"
Deniz hemen öne çıktı. "Tabii ki, Ahrazar Hanım. Lütfen beni takip edin." Ahrazar ve Marlon, onun peşinden yürüdü. Uzun koridorun sonunda büyük camlarla çevrili, modern döşenmiş bir ofisin kapısı açıldı. Deniz kapıyı tutarak kenara çekildi. "Burası sizin odanız. Umuyorum ki beğenirsiniz."
Ahrazar içeri adım attı. Odanın genişliği ve ferahlığı hemen dikkatini çekti. Büyük bir masa, rahat bir koltuk ve kitaplıkla tamamlanmıştı. Cam kenarında ise Trabzon'un sahiline hakim müthiş bir manzara vardı. Birkaç saniye boyunca odanın içinde dolaştı, parmaklarını masanın üzerinde gezdirdi.
"Oldukça etkileyici," dedi iç geçirerek. Marlon kollarını göğsünde kavuşturup hafifçe başını salladı. "Burada çalışmak sana iyi gelecek. Ama unutmaman gereken bir şey var."
Ahrazar ona dönüp kaşlarını kaldırdı. "Neymiş?"
Marlon gülümsedi. "Ben de buradayım, yani fazla mesai yapıp beni ihmal etme."
Ahrazar gözlerini devirdi ama yüzünde bir tebessüm belirdi. "Önce şu şirkete alışayım da sonra bakarız."
. Marlon itiraz etmedi, onlar el ele şirketi gezerken Özkan ve Gülizar bir AVM’de bebek eşyalarına bakıyorlardı. "Özkan, bak şu mavi tuluma, çok şeker." Gülizar elindeki mavi bebek tulumunu Özkan'a gösteriyordu, Özkan ise pembe kıyafetlere bakıyordu. "Karıcım, erkek kıyafeti bakıp durma, evrene yanlış mesaj gönderme. Kızımız olacak, adı da annemin adı olan Perihan olacak." dedi Özkan.
"Pardon. Neden senin annenin adını koyuyoruz benim çocuğuma?"
"Benim çocuğum derken Gülizar? O çocuk ikimizin."
"Senun taktuuğun şeye bak hele Özkan!" diye bağırdı Gülizar. Mağazadaki gözler onlara dönmüştü ama onlar bunu umursuyor gibi değildi. "Karıcım, ne var benim annemin adını koysak?"
"Sus Özkan, bak başuma ağri girdi. Senun yüzünden uşağum kötü etkileney!"
"Özür dilerim. Hadi sana hamilelik kıyafetleri bakalım, olur mu?"
Gülizar dudaklarını büzüp ona döndü, "Sonra tatli da yer miyuk?"
Özkan karısını kendine çekip saçlarını öptü, "Ne istersen onu yeriz güzelim." Gülizar ellerini çırpıp mağazanın çıkışına yöneldi. Yürüyen merdivenlerin önüne geldiler, gezecekleri mağaza aşağı kattaydı. "Özkan bey!" diyen ses durdurdu onları, mağazanın içine dağılan korumalardan biri Özkan'ı yanına çağırıyordu. Özkan Gülizar'a döndü, "Karıcım, insen geliyorum hemen."
Gülizar kafasıyla onaylayıp yürüyen merdivene bindi. Yavaş hareket eden merdiven onu sıkarken arkasındaki hareketliliği hissetti. Özkan diye düşünüp döndüğünde, maskeli bir adamla yüz yüze geldi. Adam onun çığlık atmasına fırsat bile vermeden omzundan aşağı itti. Dengesini kaybeden Gülizar daracık merdivenden yuvarlanarak düştü. Onun etrafı insanlarla doluşurken adam çoktan kaçmıştı. "GÜLİZAAAR!" diye bağırdı merdivenlerden uçarcasına inen Özkan.
"Öz- Özkan, kan geliyor! Kan geliyor Özkan! Özkan, bi şey yap!" diyerek çığlık atıyordu Gülizar.
Özkan, karısının bacaklarının arasından akan kanı görünce dumura uğradı. Çevredekiler ambulansı arıyor, Gülizar çığlık çığlığa bağırıyordu. "Uşağuma bi şey oldu, Özkan, uşağuma bi şey oldu..."
Özkan, Gülizar’ın başını dizlerine almış, titreyen elleriyle yüzünü okşuyordu. "Dayan karıcım, ne olur dayan!" diye yalvardı. Gülizar'ın bedeni titriyor, solukları düzensizleşiyordu. Onun acı içindeki gözleri, Özkan’ın yüreğini delip geçiyordu. Sirensesi duyulduğunda, kalabalık biraz açıldı. Paramedikler hızla Gülizar’a yaklaştı. "Kanaması çok fazla!" diye uyardı genç bir sağlık görevlisi. Diğeri, Özkan’ı kenara iterek sedyeyi hazırladı.
"Onunla geliyorum!" diye bağırdı Özkan, gözleri dolmuştu. "Tamam, ama bize engel olma!" dedi sağlık görevlisi, sedyeyi hızla ambulansa taşırken. Özkan, Gülizar’ın elini bir an bile bırakmadı. Ambulansta oksijen maskesi takılan Gülizar, ağlayarak karnını tuttu. "Özkan, beni kurtar ama... ama uşağımı da kurtar! Ne olur!"
Özkan’ın boğazı düğümlendi. "Kurtaracaklar karıcım, ikinizi de!" dedi ama sesi titriyordu.
Hastaneye vardıklarında, acil servisin kapıları açılır açılmaz, hemşireler ve doktorlar sedyeyi hızla içeri sürdüler. "Kan grubunu biliyor musunuz?" diye sordu bir hemşire. "0 Rh negatif!" diye kekeledi Özkan.
"Tamam, acil kan takviyesi yapmamız gerekebilir!"
"Onunla girebilir miyim?" diye sordu ama cevap bile vermeden onu dışarıda bırakmışlardı. Kapılar yüzüne kapanırken, Özkan, hastanenin soğuk koridorlarında volta atıyordu. Dizlerinin bağı çözülmüş gibiydi, adım atmakta bile zorlanıyordu. Elindeki telefona sıkı sıkıya sarıldı, titreyen parmaklarıyla Marlon’u aradı. Telefonun çalması bir ömür sürdü sanki.
Marlon’un sesi geldiğinde, Özkan’ın içindeki tüm güç boşalıyormuş gibi hissetti. “Marlon… hemen hastaneye gelmen lazım!” dedi boğuk bir sesle. Marlon’un sesi anında ciddileşti. “Ne oldu?"
Özkan’ın boğazı düğümlendi. Konuşamıyordu. Gözlerini sımsıkı kapattı, bir an için her şeyin kötü bir rüya olduğunu düşünmek istedi ama hastanenin keskin kokusu gerçeği suratına çarpıyordu. “Ne olur gel, hemen gel!” diyebildi sadece. Marlon'un “Geliyoruz!” diyerek telefonu kapattığını duyduğunda, Özkan bir duvara yaslandı. Ellerini saçlarına geçirdi, dişlerini sıktı. Az önce onu içeri almayan hemşirenin yanından geçen doktorları izledi. Her biri önemli bir şeyle meşguldü ama onun dünyası durmuştu.
Birkaç dakika sonra Ahrazar ve Marlon hastaneye girdi. Ahrazar, Özkan’ı o halde görünce donakaldı. Kocası hemen yanına gitti, elini omzuna koydu. “Ne oldu?” Özkan cevap veremedi. O an, kapı açıldı. Beyaz önlüklü doktor, yorgun ve üzgün bir ifadeyle dışarı çıktı. Özkan’ın tüm bedeni buz kesti. Ahrazar bir adım öne çıktı. “Doktor bey?”
Doktor derin bir nefes aldı, gözlerini yere indirdi. Sonra tekrar kaldırdı ve en acı cümleyi kurdu. “Bebeği kaybettik…”
Sessizlik.
İlk birkaç saniye hiç kimse hareket etmedi. Hiçbir şey söylenmedi. Sonra… Ahrazar’ın yüzü bembeyaz oldu. Bir an gözlerini kırpıştırdı, sanki duyduklarını anlamaya çalışıyordu. Sonra bacakları onu taşıyamadı. Birden, olduğu yerde yığıldı. Marlon hızla karısını tuttu, “Ahrazar! Ahrazar!” diye seslendi ama kadın hiçbir tepki vermedi. Bir hemşire hemen yanlarına koştu, nabzını kontrol etti. “Bayılmış…” dedi ve sedye çağırmak için uzaklaştı.
Özkan… olduğu yerde çöküp kaldı.
Ellerini yüzüne kapattı. Bir inilti gibi çıkan nefesi, bir çığlığa dönüşmek istiyordu ama sesi çıkmıyordu. İçinde, kalbini sıkıştıran devasa bir acı vardı. Gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı, dizleri yere çarptığında sesi bile umursamadı. Elleri titreyerek başını kaldırdı. “Gülizar…” diye fısıldadı, sonra gözlerini tekrar doktorun yüzüne dikti. “Karım… karım nasıl?”
Doktor biraz daha yaklaşarak hafifçe diz çöktü. “Eşiniz çok kan kaybetti. Ama şu an stabil durumda… Merak etmeyin iyi."
Özkan bir an gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Ama içindeki ağırlık gitmemişti. Bebekleri… küçücük bebekleri… Daha dünyaya gelmeden ölmüştü. Bir hemşire Ahrazar’a müdahale ediyordu. Marlon hâlâ karısının başını destekliyordu ama gözleri Özkan’daydı. Arkadaşının bu kadar çaresiz, bu kadar yıkılmış hâlini görmek onu paramparça ediyordu. Zaman durmuş gibiydi. Hastane koridoru bir cehenneme dönüşmüştü.
Ve o cehennemde, Özkan’ın kalbi ağır ağır kırılıyordu…
"Maran..."
"Dur Diana. Anne konuşmalarına dikkat et, yoksa çok kötü olacak." diye kükredi Maran. Diyarbakır'a geleli saatlar olmuştu, Maran annesine durumu anlatınca annesi delirmişti. Oğlunun Diana ile evlenmesine kesinlikle izin vermiyordu. "Etmiyorum Maran, konuşamalarıma dikkat etmiyorum. Bu kadın dul, bu kadın çocuklu ve hasta duydun mu? Bu kadın ne sana, ne de ailemize uygun değil. Zİra iznim yoktur, evlenmeyeceksin." dedi Zerda hanım.
"Anne-"
"Maran ben senin annenim. Abilerini istediğim kadınla evlendirdim, bak hepsinin erkek bebesi var. Sende kendine yaraşır bir kadınla evlenip bana bir erkek torun vereceksin. Bu kadından değil, dul bir kadından değil."
"Son sözün bu mu anne?" dedi Maran.
"Son sözüm budur Maran."
Maran annesinin önüne kadar yürüyüp işaret parmağını doğrulttu, "İstersen iste, istersen isteme. Ben Diana ile evleneceğim. Bu kadın elini de öpecek, anlı şanlı gelinde olacak. Btimiştir." dedi. Hızla arkasıan dönüp Diana'nın elini tuttu ve dışarı çıkardı. Milan'ı da aldıkları gibi arabaya bindiler, Diana ağlıyordu Maran ise nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Diana'nın ağlaması şiddetlenince, "Anne ne oldu?" diye sordu Milan.
"Milan annen birazcık üzüldü. Şöyle yapalım sen bu abi ile arkada ki arabaya bin, hem annende kendini toparlar olur mu?" dedi Maran arkada ki arabayı göstererek. Milan kafasını sallayıp, koruma ile birlikte diğer arabaya geçti. Maran hemen Diana'ya yaklaşıp elini tuttu, "Özür dilerim..."
"Maran annen haklı" dedi Diana. Maran ağzını açacaktı ki, Diana onu susturdu. "Senin kendine yakışır birini bulman lazım. Hem benim... Benim çocuğum olmuyor. Sana kendi kanından bir çocuk veremem, istesemde bunu yapamam. Bak vazgeç, kesinlikle kırılmam. Hakkındır."
"Diana, Diana dert ettiğin şey bana bir çocuk veremeyecek olman mı? Diana benim zaten bir çocuğum var. Milan benim kızım Diana, başka olmasına gerek yok. "dedi Maran. Diana’nın gözlerinden akan yaşlara baktı, içinde ince bir sızı hissetti. Onun ellerini sımsıkı tuttu ve yavaşça kendine çekti. Diana önce geri çekilmek istedi ama Maran’ın sıcaklığına karşı koyamadı. Kollarını nazikçe Diana’nın etrafına doladı, başını onun saçlarına yasladı.
"Benim için önemli olan sensin, Diana. Seni seviyorum," diye fısıldadı, sesi titremişti. Diana, gözlerini kapattı, Maran’ın kokusunu içine çekti. İçinde fırtınalar koparken, onun kollarında kendini huzurlu hissediyordu. Ama hâlâ içinde bir korku vardı. "Maran... Ama senin—"
Maran, Diana’nın yüzünü avuçlarının arasına aldı ve gözlerinin içine baktı. "Benim için önemli olan bir aile kurmak, kan bağı değil. Milan benim kızım, sen de benim eşim olacaksın. Bunun ötesinde hiçbir şeyin önemi yok."
Diana bir an sustu, içindeki endişe dalgalarının yavaşça çekildiğini hissetti. Maran’ın gözleri kararlı ve sevgi doluydu. Bir anda boğazı düğümlendi, kelimeler yetersiz kaldı. "İyiki o gün beni o otel odasından kaçırdın Maran" diye fısıldadı sonunda. Maran hafifçe gülümsedi, başını eğip yumuşak bir öpücük kondurdu alnına. Diana’nın gözyaşları bu sefer üzüntüden değil, mutluluktandı.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |