
"Ahrazar...” dedi Gülizar, yattığı yerden. Sesi yorgundu ama içinde hâlâ tanıdık bir sıcaklık taşıyordu. Yavaşça gözlerini araladı, uykusuzluktan kızarmış, şişmiş kirpiklerinin arasından ona bakan Ahrazar'ı gördü. Odadaki solgun ışık, yüzünü olduğundan daha bitkin gösteriyordu. Ahrazar hemen karşısında, ona doğru yavaş adımlarla ilerledi. Gözleri, dostunun içinde debelendiği acıyı anlamaya çalışarak bir an olsun ondan ayrılmadı.
“Gülizar.”
O ismi söylerken içinde bir düğüm vardı. Sanki, Gülizar’ın yaşadığı bu acıyı sesine yükleyip onunla paylaşabilirmiş gibi. Kadın doğrulmaya çalıştı ama dizleri titredi, olduğu yerde hafifçe sendeledi. Ahrazar bunu fark edip hızlandı ve kollarını ona doladı. Sarıldılar. Uzun, derin, sessiz bir sarılış... Ahrazar, gözleri şişmiş, sesi titreyen arkadaşının acısını bir nebze de olsa hafifletmek ister gibi sımsıkı sarıldı ona. Gülizar’ın omzuna yaslanan başı, içinde taşıdığı sessiz çığlıkları anlatıyordu.
Bebeğini kaybettiğini öğrendiğinden beri konuşmamıştı. Sadece saatlerce ağlamış, gözyaşları tükenene kadar hıçkırıklara boğulmuştu. Sonra... bir anda susmuştu. Sanki içindeki bütün kelimeler, duygularıyla birlikte donmuştu. Hastane odasında, köşede sessizce oturan Özkan, ellerini avuçlarının içinde sıkarak başını önüne eğmişti. Eşinin kendisini suçlayacağından korkuyordu. Bunu nasıl telafi edebilirdi ki? Hiçbir söz, hiçbir jest, yaşananları geri alamazdı. Yine de, bir şey yapmalıydı. Ama ne?
Sonra, hiç beklemediği bir anda, Gülizar’ın sesi duyuldu. “Bana ihtiyacın var.”
Sesi yorgundu ama netti. Titrek ama kesin bir ifadeyle çıkmıştı dudaklarından. İşte o anda Özkan, her şeyin sona erdiğini anladı. Kendi içinde büyüttüğü suçluluk duygusunun onu ne kadar esir aldığını fark etti. Boğazına düğümlenen özürleri art arda sıraladı. Defalarca. Her sözcükte, içini kemiren pişmanlığı biraz daha dışarı atmak ister gibi... Ama Gülizar, her seferinde başını iki yana sallayarak onu susturdu. “Bunun kimsenin suçu olmadığını” hatırlattı. Gerçekten de öyleydi. Bunu kim engelleyebilirdi ki?
Ahrazar, Gülizar’ın yüzüne baktı. Gözlerinde hâlâ tükenmişlik vardı ama bir şeyler değişmiş gibiydi. En azından artık konuşuyordu. “İyisin değil mi?” diye sordu fısıldayarak. Gülizar başını hafifçe salladı. Ama Ahrazar, onun boğazına düğümlenen acıyı, gözlerinden süzülmeye çalışan gözyaşlarını görebiliyordu. “İyiyum da,” dedi kadın, sesi neredeyse bir rüzgâr gibi hafifti. “Lütfen, bağa iki de bir nasılsun diye sormayun. Evuma gitmek istiyrum.”
Ahrazar derin bir nefes aldı. Onun çaresizliğini, bu odanın duvarları arasına sıkışmış hissini iliklerine kadar hissedebiliyordu. Tam o sırada, köşede oturan Özkan, yerinden kalktı. Üzerindeki ağırlığı atmak ister gibi omuzlarını dikleştirdi ama gözleri hâlâ boş bakıyordu. “Ben doktorunla konuşup geliyorum,” dedi. Cümlesi kısa, sesi kısıktı. Ve sonra odadan çıktı.
Ahrazar, Gülizar’ın yatağın kenarına bırakılmış hastane önlüğünü alıp ona uzattı. Gülizar, titreyen elleriyle onu aldı ve usulca sırtına geçirirken Ahrazar’ın bakışlarını kaçırdığını fark etti. Sonra aniden gözleri Ahrazar’ın koluna takıldı. “Sen de bayılmışsın, iyi misin?" diye sordu endişeyle.
Ahrazar, kolunu hafifçe kaldırarak, olayı küçümser bir ifadeyle gülümsedi. “Stresten olabilirmiş ama her ihtimale karşı kan aldılar. Sonuçları almak için yarın geleceğim.” Gülizar bir şey demedi. Gözleriyle Ahrazar’ı incelerken, onun da ne kadar yorgun ve bitkin olduğunu fark etti. Ahrazar hiçbir şey belli etmese de, içinde taşıdığı ağırlık yüzüne yansıyordu. Tam o anda, kapı aralandı. Özkan içeri girdi. “Gidiyoruz" dedi kısık bir sesle.
Hep birlikte odadan çıktılar. Hastane koridorları sessizdi, ayak sesleri soğuk zemin üzerinde yankılanıyordu. Gülizar, attığı her adımda içindeki boşluğun biraz daha derinleştiğini hissediyordu. Bir can kaybetmişlerdi. Hem de hiç hayata tutunamamış bir canı… Dışarı çıktıklarında, gece gökyüzü gri bir örtüyle kaplanmıştı. Hafif bir rüzgâr esti. Gülizar, Ahrazar ve Özkan’ın yanında durup başını gökyüzüne kaldırdı. İç çekti. Sonra, gözlerini kapattı. Sessizlik içinde, kaybettiklerini düşündü.
Ertesi gün, Ahrazar bomboş bir evde gözlerini açtı. Etrafta bir sessizlik hâkimdi. Korumalar hariç kimse yoktu. Gülizar ve Özkan kendi evlerine dönmüştü. Maran ve Diana, Milan’a evleneceklerini anlatmak için sakin bir yere gitmişlerdi. Marlon ise... Ahrazar bilmiyordu. Yatağın kenarında bir not ve beyaz gül buketi vardı. Notu eline aldı ve okumaya başladı:
"Zümrüt gözlüm... Haber vermeden çıkıyorum, çünkü aileme zarar veren o adamı artık bulmam gerekiyor. Kahvaltın hazır, aşağıda seni bekliyor. Güzelce ye ve doktor randevunu unutma. Telefonuma ulaşamazsan merak etme, akşama dönmeye çalışacağım. Seni seviyorum."
Ahrazar notu yavaşça yatağa bıraktı. Buketi eline aldı ve aşağı indi. Masada hazır bekleyen kahvaltıya hafif bir tebessüm etti. Ama aklı Marlon’daydı. Korumanın birini içeri çağırdı. “Marlon nereye gitti?” diye sordu.
“Marlon Bey, bu sabah özel uçağıyla İspanya’ya gitti.”
Ahrazar’ın içine bir endişe düştü. Hemen Maran'ı aradı. "Maran, beni dinle! Marlon İspanya'ya gitmiş, ne yapmaya çalış-” Maran sözünü kesti. “Bende şu an yanındayım. Merak etme, bir sorun yok. Doktor randevundan sonra Gülizar'ın yanına git, çünkü Diana ile yalnızlar. Kapatıyorum.”
Ahrazar, telefonu elinde sıkıca tuttu. Ekrandaki bildirim çoktan kaybolmuştu ama içindeki rahatsız edici his yerli yerinde duruyordu. Derin bir nefes alarak telefonu masaya bıraktı. Kahvaltı masasının başında oturuyordu ama önündeki yiyeceklere bir lokma bile dokunmamıştı. Aç hissetmiyordu. Midesinin düğümlendiğini hissediyordu. Nihayet sandalyesini geri itti, hızlıca kalktı ve kendini banyoya attı. Soğuk suyu yüzüne çarparken aynadaki yansımasına baktı. Gözleri biraz yorgun görünüyordu, belki de uykusuzluktandı. Ama bir şeyler ters gidiyordu, bunu hissediyordu.
Aceleyle hazırlanıp evden çıktı. Ceketini giyerken derin bir nefes aldı ve kendini toparlamaya çalıştı. Arabasına bindiğinde bir an duraksadı. Gerçekten gitmesine gerek var mıydı? Bunu biliyordu. Marlon’un ısrarı olmasa, muhtemelen bu hastane ziyaretine hiç gerek duymayacaktı. Ama o kadar üstelemişti ki Ahrazar, sonunda pes etmişti. Aracını çalıştırıp hastaneye doğru sürdü. Hastaneye vardığında doktorun kapısının önünde beklemeye başladı. Parmaklarını birbirine kenetleyerek oturdu, gözleri boşluğa dalmıştı. İçinde garip bir huzursuzluk vardı. Nedensiz bir sıkıntı kalbini yokluyordu. Doktorun kapısı açıldı ve içeriden nazik bir ses yükseldi.
“Ahrazar Hanım, hoş geldiniz. Buyurun.”
Ahrazar içeri girerken hafifçe başını salladı. Rahatsız bir şekilde sandalyeye oturdu. “Hoş buldum, ama çok vaktim yok. Eşim ısrar etti diye geldim ama ne sorunum olduğunu biliyorum. Eşim biraz evhamlı,” dedi hızlıca.
Doktor, Ahrazar’ı dikkatlice süzdü. Birkaç saniyelik sessizliğin ardından sakince konuştu: “Aslında söyleyeceğim şey bunlarla ilgili değil.” Ahrazar’ın kaşları hafifçe çatıldı. “Nasıl yani?”
Doktor gülümsedi, gözlerinde belli belirsiz bir sıcaklık vardı. “Karnınızda bir can var.”
Zaman bir anlığına durdu.
Kelimeler, Ahrazar’ın zihninde yankılanırken kalbinin ritmi hızlandı. Doktorun sözlerini tekrar tekrar düşündü. Birkaç saniye boyunca tek kelime edemedi. Göğsü inip kalkarken nefesi düzensizleşmişti. Sonra, refleks olarak eli karnına gitti. “Gerçekten mi?” diye fısıldadı. Sesi neredeyse çıkmıyordu.
Doktor, başını yavaşça salladı. “Evet, Ahrazar Hanım. Hamilesiniz.”
Gözleri doldu, ama bu sefer mutluluktandı. Derin bir nefes aldı, yüzüne yavaşça bir gülümseme yayıldı. İçinde büyüyen yeni bir hayat, ona anlatılmaz bir huzur ve sevinç veriyordu. Ellerini karnının üzerine koydu, parmakları nazikçe orayı okşadı. Sanki orada olduğunu tam anlamıyla hissetmek istiyordu. “Ben... anne oluyorum,” diye fısıldadı, sesi şaşkınlık ve mutluluk karışımıydı.
Doktor hafifçe gülümsedi. “Evet, anne oluyorsunuz.”
Ahrazar, odayı huzurlu bir tebessümle terk etti. Koridorda ilerlerken hâlâ karnına dokunuyordu, sanki oradaki küçük varlığı koruyormuş gibi. Hastanenin çıkış kapısına doğru yürürken içindeki mutluluk, hafif bir telaşa dönüşmeye başlamıştı. Şimdi Marlon’a bunu nasıl söyleyeceğini düşünüyordu. Onun tepkisini hayal etti. Sevinçle mi karşılayacaktı, yoksa endişeyle mi?
Dışarı çıktığında etrafına hızlıca göz gezdirdi. Korumalarını göremedi. O an, içini bir huzursuzluk kapladı. Kaşlarını çattı. Normalde hep burada olurlardı, bu kadar önemli bir hastane ziyaretinde bile yalnız bırakmazlardı. Elini çantasına attı, telefonunu çıkarmak üzereyken birden arkasından gelen ani bir hareketi hissetti. Biri, sert bir şekilde elini ağzına bastırdı.
Keskin, yoğun bir kimyasal kokusu burnuna doldu. Anında gözleri yaşardı, nefesi kesildi. Panikle kurtulmaya çalıştı ama bedeni hızla sarsılmaya başladı. Kolları ve bacakları ona ihanet eder gibi güçsüzleşti. Başının döndüğünü hissetti, zihni bulanıklaştı. Son bir çabayla ellerini hareket ettirmeye çalıştı, ama kasları artık ona itaat etmiyordu. Gözleri kapanırken son gördüğü şey, hastane bahçesinde soluk siluetlerdi.
Sonra her şey karanlığa gömüldü.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |