Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1.Bölüm

@samiraertennn

1.BÖLÜM


Buraya geldiğimde henüz on dört yaşındaydım; acımasızca yetiştirildim, ağladım, yaralandım ve iyileştirilmedim. Kanadım ve büyüdüm. Büyürken taşlara, engellere takılıp yere düştüm; ellerimi yere koyup destek aldım kendimden ve tekrar ayağa kalktım.


Kimsesiz çocukları acımasızca eğittiler, bu kötü bir şey olarak görünse de güçlü bireyler olarak yetiştirilmiştik; başı dimdik, kendi ayakları üzerinde duran ve aldığı acılarla büyümüş insanlar olmuştuk. Ben acılarımı seviyordum, yaralarımı seviyordum, beni şimdiki halime getiren her şeyi seviyordum ve kabulleniyordum.


Yetimhaneye bırakıldığımda henüz üç aylıkmışım, kimsesizmişim. Beni küçük bir çocuk sokakta bulup getirmişti, hatta benim pusetimin içerisine de fotoğrafını bırakmıştı, fotoğrafta yaklaşık beş veya altı yaşında gözüküyordu. Sarı saçlı, mavi gözlü, küçük ve masum yüzlü çocuktu. Belki o gün beni orada görmeseydi ben çoktan ölmüş bile olabilirdim. Bir gün onu bulmak ve teşekkür etmek istiyordum fakat bu imkansızdı.


Çünkü biz insan arasına karışamazdık, kimliğimiz gizli bile olsa. Yasaktı. Bazı günler nefes alma yasağı gelmemesi için çırpınmak zorunda kaldığımız bile olmuştu. Ceza mıydı yoksa eğitilmek için miydi, orasını pek kestiremiyordum. Yirmi iki yaşındaydım, sekiz senedir eğitim görmüştüm ve şuan hem eğitim hem de staj görüyordum.


Biz devletin gizli teşkilatındaki ajanlardık. Seçtikleri yetimhanedeki on dört yaşına basan herkesi toplayıp buraya hapsediyorlardı. Eğitim, ceza, staj ve bu tarz şeylerle bizi geliştirip mafyaları yakalatmayı planlıyorlardı. Gizliydik, herkesten saklanıyorduk.


Bugün staja başlayalı tam bir ay üç hafta olacaktı ve gönüllü olarak staj gördüğüm için benim bir seçim hakkım yoktu. Bir ay üç haftalık gönüllülük sürecim bittiği için dört yer altı mafyasından birisini seçecek ve ona ihanet için gönderilecektim.


SBS adı verilen küçük aletin içerisinde bir mafyayı yakalatacak her şey vardı ve devlet bu aleti bizim almamızı istiyordu. Biz de bize verilen görevi yapmak için yıllardır eğitim görüyorduk. İşkence çekiyorduk ve daha bitmeyen kabuslar...


Bazen kendi kendime düşünüyordum, acaba ailem beni bırakmasaydı nasıl bir hayatım olurdu diye; kimsesiz kalmasaydım, mutlu bir aile tablom olsaydı, çekirdek aile belki de... ben, annem ve babam. Yüzlerini göremediğim hâlde içimde onlara ait bir duygu vardı. Bu duygunun öfke, kin ve kötü şeyler olması gerekirken anlamadığım bir hâlde onlara karşı bir aidiyet duygusu hissediyordum.


Ben ailem olsun istemiştim oysa ki...


Güçlüydüm fakat bir o kadar da güçsüzdüm. Bazen yaralarımı iyileştirecek bir anneye, bazen de arkamda dağ gibi duracak babaya ihtiyacım oluyordu. Kendimle gurur duyuyordum çünkü bu kadar güçlü olduğum için. Bizim çektiğimiz o işkenceler pek iç açıcı değildi. Bugüne kadar dört kez hastanelik olmuştum ve en az benimkiydi. Birisi tam yirmi iki kez ağır hastalık geçirmişti.


Aç ve susuz bırakılmıştık, dayak yemiştik, zehirlenmiştik, dondurulmuştuk ve yeri geldiğindeyse yüksek sıcaklıklara maruz kalmıştık. Aslında bunların pek ajanlıkla alakası yoktu, devlet nedensiz yere bizi güçlendirmek istiyordu. Bir ordu yetişiyordu burada, ajan değil. Askerlikte bu kadar zor eğitimler olduğunu zannetmiyordum çünkü bizim çektiğimiz şeyler bir insana gerçekten fazla gelirdi.


Şimdi yeniden teşkilattaydık, ajanlar birliği teşkilatında. Ben Balpeteği'ydim ama ajan olarak gönderildiğim için gittiğim yerdeki kimliğim Adal Sayer'di. Devlet, ajan olduğum için sahte kimlik çıkartmıştı. Ama teşkilattaki adım Balpeteği idi.


Büyük masada oturmuştuk ve öğretmenlerimizin diyeceklerini dinlemeye başlamıştık. Benim öğretmenim sözü devraldı. "Gönüllü ajanlar," deyip benimle birlikte dört kişiye hitap etti. "Aranızda başarılı olan Balpeteği olduğu için ilk seçimi ona bırakıyorum." Dört kişiden birisini seçecektim.


Aslında bu durum abartılacak bir şey değildi çünkü dört ismi de tanımıyorduk. Sadece isme göre seçiyorduk. O yüzden bu seçme işinin pek de büyük bir olayı yoktu.


Başımı salladım, "teşekkür ederim." Dedim nazikçe. Boğazım kuruduğu için yutkundum. Başımı hafif sağa çevirdiğimde Kimliksiz'in kıskanç dolu bakışlarını üzerimde hissettim, bu kadın oldum olası hep başarımı kıskanmıştı. Ben ondan nefret etmiyordum, ben özellikle hemcinslerimden asla nefret edemezdim.


"Önüne dört tercih sunacağız ve sen, sen Balpeteği ihanet edeceğin kişiyi seçeceksin." Bunu demesiyle bakışları kısıldı öğretmenimin ve yüzümdeki ifadeyi süzdü. Ben ise donuk bakışlarla ona bakıyordum ve yüzümde belirli bir ifade olmadığına emindim. Bakışlarını yüzümden çekti ve önünde duran dosyalara bakarken bir elini masada ritim tutturmaya başladı. Dosyalara kısa bir süre göz gezdirdikten sonra masada tutturduğu ritmi yavaş yavaş azalttı ve en sonunda da durdurdu. Boğazını sesli bir şekilde temizleyerek masadaki dağılmış dikkatlerini üstüne çekti. "Birinci kişi Aren Arsal, ilk şüphelimiz." Ajan olarak gönderildiğimiz kimse kesinlikle mafya değildi, ortada sadece şüphe söz konusuydu. Hepsi şirket adamıydı. Onların mafya olup olmadığını önce öğrenip ondan sonra SBS'i Almaya çalışıyorduk.


Başımı salladım ve devam etmesi için bekledim.


Dudaklarını yeniden aralayınca oturduğum yerde sırtımı dikleştirdim. Elindeki dosyayı kenara bırakıp gözlüğünü düzeltti ve diğer dosyayı aldı. "Demir Ateş, bu adamdan orta derecede şüphe var. Senin gibi başarılı birisi için bunu almanı pek önermem, teşkilattaki itibarının sarsılmaması için."


Bir şey demeden devam etmesini bekledim yine.


"Ezhel Sarı," diğer üçüne göre duyduğum en değişik isim ve soyisimdi. Dikkatimi çekmişti. Bu isim hem dikkat çekici hem söylendikten sonra ağızda acı tat bırakır gibi bir hissi vardı. Ezhel Sarı diye tekrar ettim içimden. Kesinlikle bu ismi istiyordum; en dikkat çekici ve farklı olanı buydu ve bu bana yakışırdı.


Diğer ismi duymadan dudaklarımı aceleyle araladım ve "onu istiyorum." Dedim kesin bir ses tonuyla. "Onu istiyorum, öğretmenim." İsmini dıştan telaffuz edip etmemek arasında kaldım ve en sonunda, "ihanet edeceğim ve ajan olarak gönderileceğim kişinin Ezhel Sarı olmasını istiyorum." Dedim. Tahmin ettiğim gibi hem güzel hem de ağızda acı bir tat bırakıyordu.


Karşımdaki öğretmenim kaşlarını çattı. "Diğer ismi duymak istemiyor musun?"


Sorusunu es geçerek, "son kararım." Deyince ona karşı çıkmamı garipsemişti fakat bir şey demedi ya da yüzünde herhangi bir kızgınlık oluşmadı.


Başını sallayıp Ezhel Sarı'nın olduğu dosyayı bana uzattı. İki sayfalık bir dosyaydı. "Vazgeçme hakkın yok, bunu biliyorsun değil mi?" Diye sorunca başımı salladım. Devlet bu konuda biraz acımasız davranıyordu. Otuz yıl hapis cezası vardı, vazgeçenler için. Onu onayladım.


Bir anlığına kalkan elim tedirginlikle mavi kapaklı dosyaya uzandı ve elime aldım. Önüme koyduğumda ise içini açtım, dikkatimi ilk çeken şey fotoğraftı. Yutkundum. Bu oydu. Bir an nefesimin kesildiğini hissettim. Başım döndü ve avuç içlerimin terlediğini hissettim. Gözlerimi sıkıca yumdum.


"İyi misin?" Öğretmenimin sorusuyla gözlerimi yavaş yavaş araladım. Hayatımın şokunu yaşıyordum ve tek kelime bile edemezken karşımda benden bir cevap bekleyen öğretmenime öylece bakakalmıştım.


Elimle boncuk boncuk terler akan alnımı sildim, hava oldukça sıcaktı ve şimdi yaşadığım stres de bunu etkiliyordu. Bu dört duvarın arasında nefessiz kaldım bir an. Elim boğazıma gitti. "Ben bu dosyayı istemiyorum."


Öğretmenim sinirlendi. "Ne demek bu, Balpeteği?!" Diye haykırdı, sesi resmen bütün teşkilata yayılacak kadar yüksek çıkmıştı. "Kendine gel! Otuz yıl! Hayatını mahvetmek mi istiyorsun? Ne demek şimdi bu?"


Otuz yıl... hapishaneye girmek istemiyordum, suçsuz yere hapis yatmak istemiyordum. Bu korkunçtu.


"Başarılı dediğiniz ajanı görüyor musunuz?" Kimliksiz'in alayla söylediklerini umursamayacak kadar kendimi kaybetmiştim. "Kalıbımı basarım ki ajanlığa yeni başlayan on dört yaşındaki veletler bundan daha iyidir." Bana baktı bir süre ve gözlerini devirip duvara çevirdi bakışlarını.


Altta yumruk yaptığım elimi sıktım.


O sırada Kimliksiz'in öğretmeninin sesini işittim. "Yeni başlayan kardeşlerin hakkında düzgün konuş."


"Kendimi tutamadım, özür dilerim."


Fotoğrafı incelemeye devam ettim. Burnunun üstündeki küçük, nokta kadar bir yanık lekesi; kulağının hemen üstündeki siyah ben; çenesindeki küçük dikiş izi ve son olarak gözünün altındaki bıçak darbesi. Bu o çocuktu, benim altı yaşındaki kahramanımdı. Yirmi sekiz yaşında değildi bu karşımdaki adam, altı yaşındaki kahramanımdı. Ailemdi o çocuk benim, ben aileme nasıl ihanet ederdim ki?


Mavi gözleri okyanus rengi, saçları kumrala yatkın bir sarı ve kemikli yüze sahipti. Gözleri her zaman kısık, tehlikeli ve aynı zamanda da masum duran bir çocuktu. Bu o çocuktu. Ezhel Sarı, benim çocukluk kahramanımdı.


Fakat o bir mafya şüphelisiydi, bu çok kötü bir suçtu. O bir suçluydu, ben ise masum; onun için hapiste yatıp onun suç işlemesine nasıl göz yumardım? Benim kahramanımdı ama çoğu kişinin de kötülüğüydü. Benim ailem dediğim çocuk mafya olabilirdi ve ben ona ihanet etmek için gönderilecektim.


Daha fazla canın yanmaması için bunu yapacaktım.


"Kendimi kaybettim," diye mırıldandım. "Ben Ezhel Sarı'ya ihanet etmek için gönderilmeyi kabul ediyorum." İlk başta onun evine, daha sonra da şirketine sızarak şüpheler gerçek mi diye bakacaktım. Daha sonra da SBS'i alıp teşkilata teslim edecektim.


"İki aylık süren başladı, Adal Sayer. Kendine bir yalan bul ve onun hayatına sız." Aklımdan öyle bir şey geçiyordu ki yalana ihtiyacım yoktu.


"Tamam," dedim.


"Şimdi dosyayı incele ve ihanet edeceğin adam hakkında bilgi sahibi ol."


Onlar kendi aralarında isim seçmek için sohbet ederlerken ben dosyanın ilk sayfasında yazan bilgileri incelemeye koyuldum.


İsim: Ezhel


Soyadı: Sarı


Yaşı: yirmi sekiz


Doğum tarihi: 12.02.1996


Burcu: Kova


Boyu: 197


Sahip olduğu mal ve mülkler: üç holding, altı şirket, altı otel, sekiz villa, arsalar, sahip olduğu siteler.


Mafya şüphe oranı: %56


Hobileri: basketbol oynamak


Ailesi: kimsesi yok; ablası, annesi doğum gününde vefat etmiştir, o yüzden doğum gününü asla kutlamaz. Babası da annesi ve ablasının öldüğü gün hapse girmiştir. Ezhel Sarı altı yaşında kimsesiz kalıp evde tek başına iki cesetle birlikte sabahlamıştır.


Sevgilisi: yok ama onu seven birisi var, diğer mafya şüphelisi Gamze Ersoy ve Gamze'yi seven kişi de diğer bir şüpheli olan Demir Ateş'tir.


Yaşadığı yer: İstanbul'da Etiler bölgesindeki sekiz villasından birinde yaşıyor.


Bu kadardı, dosyayı kapatıp önüme yerleştirdim. Öğretmenimin bakışlarını üzerimde hissettiğimde ona baktım ve yaptığımı onaylayan bir tavırla başını salladı. Mahcup bir şekilde dudaklarımı birbirine bastırıp diğer insanlara baktım. Benden sonraki en başarılı kişi Kimliksiz'di.


"Ben de Demir Ateş'i seçiyorum." Kimliksiz'in sesi kulaklarıma doluştu. Ajan olarak gönderildiği yerde ismi, Betül Göçer'di.


Kimliksiz'in öğretmeni Demir Ateş'in dosyasını karşısındaki Kimliksiz'e uzatınca o, benim aksime hiç tereddüt etmeden dosyayı aldı. O içini incelerken sıra diğer başarılı ajan olan Sönmez'e gelmişti. Onun da ismi, Akif Can Yılmaz'dı.


Sönmez, buradaki en yakın arkadaşımdı. Ve Kimliksiz'den sonraki başarılı ajandı. Bizim ekip dört kişiydi; ben, Kimliksiz, Sönmez ve Timsah. Timsah'ın ismi ise Asır Şafak'tı.


Sönmez, Aren'i seçince Timsah'a da Gamze Ersoy kaldı.


Son durum ise şöyleydi;


Balpeteği (Adal Sayer) : Ezhel Sarı.


Kimliksiz (Betül Göçer): Demir Ateş.


Sönmez (Akif Can Yılmaz) : Aren Arsal.


Timsah (Asır Şafak): Gamze Ersoy.


Timsah'ın öğretmeni bir elini hafifçe masaya vurup dikkatleri üstüne çekti. "Kendinize yalan bir hikaye uydurmak için bir dakika otuz saniyeniz başladı."


Hızlı düşünme kabiliyetini bize öğretmek için cezalı sistem çok acımasız da olsa panik durumlarda yalan söyleme kabiliyetimiz ve o yalanı söylerken de önünü arkasını hemen düşünüp risksiz bir yalan söylemeyi öğrenmiştik. Çok acımasız cezalar da alsak, o cezaların bir çoğunu vücudumuzda hâlâ da taşısak bu bizi güçlendirmişti.


Son kırk beş saniyemiz kalmıştı, bunu karşımdaki duvar saatinden görebiliyordum. Bizi öyle bir eğitmişlerdi ki öğretmen süreyi başlatırken bile saati farkedip hesaplamıştım. Ajanlık eğitimleri gereksiz gibi görünse de aslında hepsi gerekliydi, bunu staj görüp gerçekten ajanlık yapmaya başladığımda anlamıştım. Bir ay üç haftalık süreçte bir mafyanın SBS'ini alabilmiştim. O mafya Halil Kanlı'ydı.


Ve süremiz bitmişti.


"Adal Sayer," dedi karşımdaki öğretmenim. "Hikayen nedir?"


Başımı bir süre öne eğdikten sonra dudaklarımı araladım ve başımı tekrar doğrulttum. "Yalan yok, öğretmenim." Deyince uğradığı şaşkınlığa bizzat gördüm. Çünkü ajanlıkta hep yalan vardı. "Beni sokaktan kurtaran ve yetimhaneye teslim eden altı yaşındaki çocuk Ezhel Sarı. Onun yanına gideceğim ve yardıma ihtiyacım olduğunu, tıpkı o günkü gibi bana yardım etmesini isteyeceğim. Evinde kalacak, sonrasında da şirketine yavaş yavaş sızacağım."


Öğretmenim kaşlarını çattı. "Neden riske giriyorsun? Başarısız olursan otuz yıllık hapis cezan var. Baştan uyarımı yapayım. İşini o adamın vicdanına bırakırsan yanlış yaparsın, sen bunun için mi eğitim aldın? Dürüstlük abidesi!" Alay edercesine yüzünü buruşturdu. "Bugün gözümde eksilere düştün, Balpeteği. Toparlanmalısın artık." Sesindeki güven kırıklığını hissettim.


"Güvenmediğim dala yaslanmam, bunu bana siz öğrettiniz." Çenemi havaya kaldırdım ve sırtımı daha da dikleştirip öne doğru hafifçe gittim. "Kendime bu konuda güveniyorum. Ezhel Sarı mafya şüphelisi olsa da o hâlâ altı yaşındaki vicdanlı çocuk." Kararımda ısrarlıydım.


"Bir mafyanın masumluğunu savunduğunun farkında mısın?!" Diye yüksek sesle bağırdı bana.


"Mafyalığı veya Ezhel Sarı'yı savunmuyorum, Ezhel Sarı'nın mafyalıkta herhangi bir masumiyeti olamaz. Kötü birisi o! Ama yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım eder, içindeki çocuğu öldürmedi. Bakışlarındaki vicdan hâlâ yerini koruyor." Elim dosyanın kapağına gitti ama açmadım.


"Biraz daha böyle devam edersen ekipte dördüncü sıraya düşeceksin, Kimliksiz'in birinci olmasını istiyorsan konuşmaya devam et." Yanımda oturan Sönmez'in kısık sesle bunları söylemesiyle silkelendim ve kendime geldim. Biraz daha böyle devam edersem saygısızlık yüzünden alacağım ceza, Kimliksiz'in birinci olmasına neden olabilirdi.


"Özür dilerim." Deyip konuyu kapattım. Öğretmenin bakışlarındaki sinir azıcık yumuşasa da benden hıncını almayana kadar tamamen biteceğini sanmıyordum.


Sıra Kimliksiz'e geldi. "Bana aşık olacağı için bir sorun göremiyorum." Karakteri pek güzel olmasa da yüzü gerçekten güzeldi, bir erkeğin isteyeceği bir güzellikti. Ama Demir, Gamze'yi seviyordu.


"Dosyayı tam okumadın galiba," diye mırıldandım. "Benim dosyamda bile yazıyor, Demir'in Gamze'ye aşık olduğu." Gözlerimi devirdim ona bakarak.


Sinirle dişlerini birbirine geçirdi. "Bu Demir'i kendime aşık edemeyeceğim anlamına gelmiyor." Öğretmenine döndü. "Ben kendime güveniyorum ve risk almayı kabul ediyorum."


"Demir Ateş vicdansız bir insandır, Kimliksiz." Dedi öğretmeni nasihat verircesine. "Risk almana değmez. Başka bir yalan bul, senin için bir kereliğine kuralları bozarım. Adaletsizlik olmaması için herkese de bir hak veririz."


Kimliksiz başını olumsuz anlamda salladı, "ben kendime güveniyorum, öğretmenim. Lütfen." En az benim kadar kendine güveni vardı. Zaten bu teşkilatta başarılı olmak ve hapishaneye düşmeden yaşamak için kendimizden en ufak şüphe etmememiz gerekiyordu çünkü en ufak motivasyon düşüklüğünde bile başarısız olabilirdik.


Sıra Sönmez'e geldiğinde güvenilir bir yalan bulamadığı gözlerinden okunuyordu ama yine de konuşmasa ağır cezalar alacaktı. "Üniversiteden burs almak istediğimi söyleyeceğim." Devlet arkamızda olduğu için bu tür yalanlarda pek bir sıkıntı çıkmıyordu, her şey ayarlanıyordu, sadece bizden istedikleri şey fikir ve uygulamaydı; geri kalan her şeyi devlet veya teşkilat hallediyordu. "Ve şirketinden iş isteyeceğim. Bana hasta, ölüm döşeğinde bir kardeş ayarlayın. İsmi Irmak Yılmaz. Geri kalan her şeyi ben halledeceğim."


Gözlerinin aksine yalanı pek de kötü değildi. Beğenmiştim. Öğretmeni de beğenmişti, onu onayladı ve Sönmez'in üstünde fazla durulmadı.


Sıra Timsah'a gelmişti. "Gamze Ersoy," diye mırıldandı kendi kendine. Bir süre duraksadı. "Cazibeme kapılacağına güvenim sonsuz fakat Sarı'ya aşık olması işleri biraz karıştıracak." Derin bir nefes verdi. "Bir şirket istiyorum," elbette bu şirket mafyaların ki gibi paravan bir şirket olacaktı. "Onunla ortak olmayı ve güçlerimizi birleştirmeyi teklif edeceğim. Kabul etmese de onu kabul ettirmek zorunda bırakacak oyunlar oynayacağım." Sinsice sırıttı.


"Pekala, Timsah." Öğretmeni başını bir yukarı bir de aşağı sallayınca Timsah'ın yüzünde gururlu , yapmacık bir tebessüm meydana geldi.


Bütün öğretmenler kuralları tekrar hatırlattıktan sonra odadan teker teker çıktı. İnsan arasına karışamazdık ama bu iki aylık süreçte her yer serbestti, o yüzden bizi normal zamanda serbest bırakmamaları saçmalıktı. Madem yakalanma tehlikemiz var, neden o iki aylık süreçte serbesttik?


Bu odada yine tek başımıza kaldık. Odanın içi epey genişti çünkü hem mutfak, hem banyo hem yataklar hem masa hem de koltuklar yer alıyordu. Siyah, üçlü deri koltuğa oturduğumda; Sönmez mutfağa, Timsah da karşıma, Kimliksiz ise banyoya gitmişti.


"Balpeteği," Timsah'ın bana seslenmesiyle tiksinti içinde başımı havaya kaldırdım. "Bugün seni çok cesur gördüm. Alacağın saygısızlık cezalarını az çok biliyorsundur." Bakışlarım kolundaki yanık izine kaydı. Saygısızlığın cezasını kolu yanarak ödemişti.


"Biliyorum," deyip zorlukla yutkundum ve bakışlarımı kolundan hızlıca ayırarak Timsah'ın kahverengi gözlerine baktım. "Ama ben saygısızlık yapmadım, düşüncelerimi söyledim."


Kaşlarını alayla havaya kaldırdı, "normalden farklıydın sanki, kabaydın."


Omuzlarımı umursamaz bir ifadeyle havaya kaldırıp indirdim ve keskin bakışlarını üstümde hissettim. "Olabilir çünkü bazen kibarlıktan zerre anlamıyorlar."


"Sana ilk defa hak veriyorum."


Dudaklarıma yapmacık bir gülümseme yerleşince başını olumsuz anlamda sallayıp, "hayır, vazgeçtim. Sen bunda da haksızsın, tamam mı? Seni tutacağıma, biricik öğretmenlerimi tutarım daha iyi." Dedi ve ben de gözlerimi devirdim.


"Sinir bozucusun!"


"Adı üstünde Timsah'ım ben ve oldukça sinir bozucuyum, biliyorum. Ama inkar edilemez bir cazibem var. Yakışıklıyım, değil mi? Bence çok."


Maalesef bu konuda haklıydı o yüzden sessiz kaldım. Gerçekten çok yakışıklı ve çok farklı bir karizması vardı.


"Sessiz kaldın, Balpeteğicik." Sinsi bir sırıtmayla bana bakınca üstüne atlayıp bir tokat atmamak için kendimi zor tuttum.


Timsah'a artık alışmıştım ama hâlâ bazen kendimi tutamadığım zamanlar da oluyordu. Timsah değişik birisiydi;  ona gıcıktım ama aynı zamanda da arkadaş gibi takılabiliyordum, bazen çekilir oluyordu, bazen de düşman kesiliyorduk.


Ben sessizliğimi korumaya devam ederken bakışlarımı ondan kaçırıyordum. Tam o sırada yanımda bir hareketlilik hissettim, gelen Sönmez'di. Elinde iki kupa vardı ve bardakların üstünden dumanlar yukarı doğru süzülüyordu. Üstünde ismim yazılı olan beyaz, yuvarlak kupayı bana uzattı. "Teşekkür ederim," diyerek elindeki kahve kupasını alınca o da kendi kahvesini sıkıca tutarak yanıma yerleşti.


"Bana yok mu?" Timsah yapmacık bir şekilde dudaklarını öne doğru büktü.


"Kalk, kendine yap." Dedi Sönmez terslercesine.


"Aşıksın değil mi bu kıza?" Timsah alayla gülünce Sönmez sinirle Timsah'a baktı. Bir an için elindeki kahveyi Timsah'a fırlatmasından dolayı çekindim.


Sönmez elindeki kahveyi önündeki masanın üstünde bırakıp Timsah'a yeltenince elimdeki kahveyi aceleyle masaya bırakıp Sönmez'in kolunu iki elimle sıkıca kavradım. "Bunun için alacağın cezaya değmez." Diye homurdanıp ters ters Timsah'a baktım. "İnan ki hiç değmez. Eğer değseydi senden önce ben davranırdım."


Timsah yapmacık bir hüzünle başını arkaya doğru atarak, "ama Balpeteği!" Dedi sondaki harfi uzatarak. "Kalbimi kırdın." Sesinde azıcık hissettiğim gerçeklik duygusu beynimde bir şeylerin teprenmesine sebep oldu ama aldırış etmedim ona.


"Kırılsın!" Diye yüksek sesle bağırdım.


Zeminde hissettiğim ayak sesleri yanımıza doğru yaklaştı ve tam karşımda Kimliksiz durdu, "senin için kalp kırmak tabak kırmakla eş değer değil mi, vicdansız Balpeteği?!" Diye sordu.


Ayağa kalktım ve ona doğru adımlar atıp tam karşısında durdum, "sana bulaşmıyorum," dedim sinirden dolayı kısılan sesimle. "Görev vakti geldi ve ceza almak istemiyorum. Bu görevde de birinciliği kapmana izin vermeyeceğim! Burada birinci olacak kişi varsa o da benim, asla sen değilsin."


"Ben de varım." Timsah'ın muzip bir şekilde söylediği cümleyi duymamazlığa vurdum.


"Bak," deyip bana doğru adım atarak aramızdaki mesafeyi en aza indirdi. "Seni mahvederim, duydun mu beni?"


Alayla yüksek bir kahkaha patlattım ama bu kahkaham samimiyetten uzak tamamen yapay bir kahkaha olmuştu, her zamanki gibi. "Görelim bakalım, ne yapıyormuşsun beceriksiz?" O da şuan görev zamanında ceza almak istemediğinden bir ayağını sertçe zemine vurdu ve bana omuz atarak yanımdan geçti.


Keyifle sırıtarak arkama döndüm ve az önce oturduğum yere tekrardan oturdum. Sönmez de yanıma oturunca Kimliksiz de hemen çaprazımdaki tekli, deri koltuğa oturup bacak bacak üstüne attı. Bana karışamadığı için içi içini yiyordu.


Ben ise kahvemi elime aldım ve sanki onu hiç takmıyormuş gibi kahvemi yudumladım, böyle keyifli bir şekilde kahve içtiğimi görünce daha da fenalaştı ama yine bir şey yapamadı. Onu sinir etmenin huzuruyla önüme döndüm.


***


Geceleyin yatakta yatmaya çalışırken bir türlü uykuya tam anlamıyla dalamıyordum. Bunun nedeni yaşadığım vicdan azabı mıydı yoksa başka bir şey miydi bilmiyordum. Çünkü bizi bunca yıl dolap gibi yetiştirmişlerdi; ağlayamazdık, gülemezdik, vicdan azabı çekemezdik, aşık olamazdık, fazla mutlu olamazdık. Biz birer robottuk ve ifadesizdik.


Peki, yıllar sonra kalbime çöken bu ağırlık da neyin nesiydi?


Ben o çocuğa çok şey borçluydum ama bu onun suçsuz olduğunu göstermiyordu. Eğer şüpheler doğru çıkarsa ve o bir mafyaysa mahvolurdum. Tek aileme ihanet edemezdim, o çocuk benim ailem olmuştu. Ezhel Sarı değildi benim ailem, o çocuktu. Beni soğuktan dolayı donmaktan kurtaran bir çocuktu, gözlerinden şefkat fışkıran. Benim ailem acımasız mafya değildi, içindeki çocuktu. Ama ben eğer mafyaya ihanet edersem içindeki çocuk mahvolacaktı. ben ailemi göz göre göre terk edecektim...


O çocukla aramdaki bağ çok derindi, kimse anlayamazdı. O çocuk benim tek ailemdi. Annem ve babam beni ölüme terk ederken o beni kucağında taşımış ve yetimhaneye bırakmıştı. Beni tek başıma bırakmamıştı ve o çocuk aklıyla bana yardım etmişti, ona nasıl ihanet ederdim?


Bu çelişkide köşeye sıkışmıştım ve nefes dahi almakta güçlük çekiyordum.


"Balpeteği," karşımdaki yatakta kıpırdanma hissettiğimde gözlerimi kapattım ve bir süre nefesimi vermedim. Sönmez'di bu.


"İyiyim," dedim nefesimi sesli bir şekilde verirken. Boğuluyormuş gibi hissediyordum çünkü ağlayamıyordum. Tıpkı bir robot gibiydik, artık istesek de ağlayamıyorduk.


"Değilsin, bir şeyler var galiba." Sesi boğuktu ve uykudan yeni uyandığı belliydi. Pürüzlü çıkmıştı sesi uyku sersemliğiyle. Saat kaçtı bilmiyordum, gece uyumuş muydum onu da bilmiyordum ama şuanki hâlimi çok net bir şekilde biliyordum.


Yattığım yerde rahatsızca kıpırdandım, "galiba vicdanım acıyor."


Bunu dememle kahkaha attı, kahkahalarımız arada sırada yerini koruyordu ama içten değildi, bunu herkes biliyordu. Zorlama bir kahkaha atıyorduk eğer çok gülmek istersek çünkü doğal bir şekilde kahkaha atmayı unutmuştuk. "Biz de vicdan yok, Balpeteği. Biz de acıma duygusu yok. Biz robotuz. Bir gün bile insan yerine konulmadık ki burada." Sesinde nefret, öfke ve kin duyguları vardı. Sönmez benim aksime ailesine karşı çok kindardı ve geçerli nedenleri olsa bile asla onları affetmezdi. Ben onları nedensiz bir şekilde kendi içimde affetmişken oysa... özür bile dilemeseler affederdim ki onları ama gelmiyorlar işte...


"Bu hissettiğim şey ne o zaman?" Elimle sıkışan kalbimi tuttum. "O çocuk benim kahramanım. Ona ihanet edemem ben. Bunu yapamam, tek ailem o benim." Ağlayabilseydim, deliler gibi ağlamak isterdim. Bir insan ağlamayı bu kadar isteyebilir miydi, isterdi. Normal bir insan olmak istiyordum sadece ama yavaş yavaş robota dönüşmüştük.


"Anlıyorum," Sönmez'e hissettiğim ve bildiğim her şeyi sabah anlatmıştım. Ve beni anladığını da söylese ona inanamıyordum, hissettiğim şeyi kendime bile tam açıklayamazken başkasının beni anlamasına imkan yoktu. Sadece kalbimde bir sıkışma vardı ama ruhsal bir şey hissedemiyordum sanki.


"Anlayamazsın." Dedim net bir şekilde. "O çocuk benim ailem, insan ailesine ihanet edemez."


"Çocuk dediğin yirmi sekiz yaşında bir mafya." Kısık sesle fısıldadı. Sinirlenmeye başlıyordu. Öğretmenimin gösterdiği tepkiyi o da gösteriyordu ama benim demek istediğim şey bu değildi. Ben o adamın mafyalığını ya da o adamı savunmuyordum. Ben sadece beni kurtaran, ailem olan çocuğun masumluğunu savunuyordum.


"Her neyse," bir nefes aldım. "İyi geceler."


Şefkatli bir şekilde, "kötüsün." Dedi. "Dışarı çıkalım, ister misin?"


"Saçmalama, eğer yakalanırsak benim yüzümden de ceza alacaksın."


"Emin ol," deyip bir süre duraksadı. "Risk almaya değer, değersin."


"Kolunda yer kalmadı çiziklerden." Bunu derken bakışlarım istemsizce kollarına kaydı. Bu da acımasızlıklarının başka bir kanıtıydı.


"Senin için değer be güzelim." Deyip yavaşça yattığı yerden doğruldu.


Ayakları zeminle buluşurken sağında ve solunda kalan yatakları kontrol etti. Kimliksiz ve Timsah mışıl mışıl uyuyordu. O ayaklanırken ben üstümdeki ipince örtünün ucunu tutup kaldırdım ve ben de doğrularak ayaklarımı zeminle birleştirdim. Ayağa kalkarken yanıma doğru yaklaştı.


Kadın ajanların giydiği pijama; beyaz, bileğe kadar uzanan yarım kollu bir elbiseydi. Erkeklerin giydiği ise iki parçadan oluşuyordu, tişört ve alt pijama olarak, pijamaları da siyahtı.


Sönmez ile hep gece dışarı kaçtığımızda camdan kaçardık. Yine o boydan cama doğru ilerledik. Sönmez bütün gücünü kullanarak korumalık demirleri genişletmişti. Ben camı açtım ve açılmış demirlerin arasından rahatlıkla geçtim, benim arkamdan Sönmez de bir tık zorlanarak geçti. Bu saatte hep bu pijamalarla dışarı çıktığımız için garipsemiyorduk.


Teşkilatın küçük bahçesinin dış kapısının önünde güvenlikler vardı. O yüzden onlar gözükmeden teşkilatın duvarına yaslanıp teşkilatın arka tarafına doğru ilerledik. Adımlarımız hızlandığından nefesim kısa süreliğine kesildi.


Sönmez arka duvarların oraya geldiğinde avuçlarını birleştirdi ve başıyla işaret verdi. Başımı sallayıp yanına doğru ilerledim ve iki elimle duvarın taşlarına tutunarak bir ayağımı Sönmez'in avucuna yerleştirdim. Daha sonrasında bütün gücümle duvarı tutunup bir ayağımı duvarın arkasına attım. Diğer ayağımı da attım ve vücudumu yavaşça aşağı doğru bıraktım. Ayaklarım yerle buluşurken elimde kalan taş tozlarını silkeledim.


Sönmez'in boyu benden epey uzun olduğundan dolayı iki eliyle duvara tutunup bir ayağını benimki gibi aşağı attı, daha sonrasında ise diğer ayağını da atarak kendini serbest bıraktı. Tam karşımda durduğunda, "en azından bir süreliğine özgürüz, arkadaşım." Dedi ve bir elini omzuma yerleştirdi. "İyi hissediyorsun değil mi şimdi?"


Masum sorusuyla birlikte gözlerimi kırpıştırdım, "evet." Dedim, robot gibi olduğumuzdan dolayı heyecanlanamasam da o beni anlamıştı, biliyordum.


Birlikte ormanda yürürken gecenin sessizliği huzur veriyordu. Hafif hafif esen rüzgarın tenimi okşamasıyla rahatlıyor ve mayışıyordum. Dışarıya stajlar harici çıkmak yasaktı ve ben tam sekiz yıldır kaçamaklar harici dışarı çıkamıyordum. Kaçamaklardan dolayı yakalandığımızda ise kollarımıza çizikler atılıyordu. Bunun gerçekten ajanlıkla pek bir alakası yoktu, kabul ediyordum; bu sadece disiplin amaçlı uygulanan bir şeydi. Eğer yakalanma ihtimalimiz olsaydı bizi staj için ajanlığa gönderirlerken yüzümüzde veya saçımızda değişiklikler yapıp bizi değiştirirlerdi.


"Dışarısı çok güzel," diye mırıldandım ormanlık alandan çıkıp çarşıya girerken. Bazı dükkanlar açık, bazıları kapalı ve bazıları da yeni kapatıyordu. İki kaldırımın arasındaki yoldan ilerlerken hem sağımızda hem de solumuzda sayısız mağazalar vardı.


"Keşke paramız da olsaydı..." dedi iç çekerek. "Sana pamuk şeker alırdım, belki gülümserdin."


Başımı sola doğru eğdim. "Pamuk şekerle keşke hallolsa her şey..." dedim. "Bizim doğallığımızı, insanlığımızı çaldılar. Pamuk şekerle olur mu sence?"


Masum bir şekilde, "deneseydik, belki olurdu." Dedi.


Pamuk şeker tezgahına baktık. Para verilmiyordu bize. Zorunlu olarak yetimhaneden alınmış ve bir binaya hapsolmuştuk. On liraydı ve biz de bir kuruş bile yoktu. Alayla yapmacık bir şekilde kahkaha attım. "On liramız bile yok. Hayat böyle geçer mi?" Kaçmayı çok kez denedik ama her defasında yokluğumuzu farkedip omzumuzdaki çip sayesinde bizi bulmuşlardı.


"Abladan rica etsem, he olmaz mı?" Diye sordu bir çocuk gibi mızmızlanarak.


"En gururlu olan sen mi söylüyorsun, hadi ama!" Dedim inanamayarak. "Gururuna canından daha çok önem veriyorsun. Benim için cidden bunu yapacak mısın?"


Sağ omzunu indirip kaldırdı, "izle ve gör, Balpeteği."


Ben ona bakakalırken sağ kaldırımda kalan pamuk şeker tezgahına doğru ilerledi. Hâlâ bunu yapabildiğine inanamıyordum. Satıcı ablayla bir şeyler konuştu, ısrar ettiği her hâlinden belliydi. Satıcı abla en son bana baktı ve beni kıramamış olacaktı ki bir tane pamuk şekeri alıp Sönmez'e uzattı. Sönmez çocuksu bir heyecanla pamuk şekeri kaptığı gibi yanıma doğru geldi ve pamuk şekeri bana uzattı.


O benim için canından bile önemli gururunu hiçe saymış pamuk şekeri almıştı ama ben onun için gülümseyemiyordum bile. Kendimden bir an için nefret ettim, hatta bu nefretim bir anlığına annem ve babama bile yansıdı. "Özür dilerim," deyip yutkundum ve pamuk şekeri elinden aldım. "Gerçekten özür dilerim. İnsanlığım alındı benden, gülümseyemiyorum. Gülümsemek istiyorum ama yapamıyorum."


"Olsun," dedi anlayışla. Kendisi de öyle olduğundan beni anlıyordu. "Özür dileme, benden sakın. Ben seni gülümsememenden anlıyorum. Kaş çatmanı seviyorum. Öfkelenmene ve sinirlenmene hak da veriyorum."


"Teşekkür ederim," dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. "Ne diyeceğimi, nasıl karşılık vereceğimi bilmiyorum ama teşekkür ederim." Galiba ona iltifatla karşılık vermem gerekiyordu fakat ben bunu yapamıyordum. Ona karşılık olarak bir çift iyi söz diyemiyordum.


Robottum.


Tam anlamıyla bir robottum.


Birlikte sahile doğru giden yolda ilerlerken ben pamuk şekerimin pakedini açıp kaldırımdaki çöp kutusuna attım ve pembe pamuk şekerden bir parça alıp ağzıma atarak erittim, yedim. Tadı çok güzeldi, ilk defa yiyordum. Paramız olmadığı için bunca zaman hiç yiyememiştim. "Tadı çok güzelmiş." Dedim. Sesim heyecandan çok uzaktı.


Pamuk şekeri Sönmez'e doğru uzattım, "al bir parça." Dedim. "Çok çok güzel." Ağızda eriyordu ve harika bir şeydi, yumuş yumuş.


"Ben biliyorum," dedi acı bir anıyı hatırlamış gibi. "Babam beni yetimhaneye teslim ederken kandırır gibi pamuk şeker tutuşturmuştu elime. Pembe kız rengi diye ağlamıştım, hiç unutmuyorum." Bunu anlatırken bir insanın duygulanması gerekiyordu fakat Sönmez ifadesizdi.


"Kaç yaşındaydın?" Diye sorunca bakışlarında değişik bir ifade hissettim. İfadesiz olan Sönmez bana karşı bir duygu geçirmişti gözlerinden. Ve ben bu ifadeyi biliyordum, kırgınlıktı.


"Söyledim kaç kez," gözlerindeki duygu hemen silindi. "Ben doğum gününden sevdiğin renge kadar ezberledim. Yetimhaneye nasıl düştüğünü de biliyorum. Karanlıktan ve şimşeklerden korkuyorsun. Seni senden iyi tanıyorum. Sen?" Yutkundu. "Sen benim hakkımda bunu bilmiyor musun?"


Başımı öne eğdim. "Kafam çok dolu, Sönmez. Biliyorsun."


"Biliyorum, onu da biliyorum." Rahatsızca kıpırdandı.


Başımı kaldırdım. Dudaklarımı araladım hemen ardından vazgeçip geri kapattım.


Aramızda derin bir sessizlik oluşmuştu ve ikimiz de bu sessizliği bozmuyorduk. Bana kırgın veya küs değildi hem öyle insani duyguları yoktu hem olsa bile bana kıyamazdı.


Birlikte sahil kenarına geldiğimizde koyu renk mavisi deniz kenarından esen rüzgar daha da üşütüyordu. Sahilin önündeki kayalık taşların üstüne çıktım ve ilerledim, denizin dibindeki kayalığa kadar gidip orada durdum.


Arkamdaki hareketlilik ise Sönmez'e aitti, yanıma gelmişti. "Ailen olduğu hayatı ister miydin?" Diye sordu Sönmez.


"İsterdim." Dedim duygusuz bir sesle. "Peki, sen?"


Bir süre düşündü, "sen benim ailem oldun." Dedi. "Annem beni yetimhaneye bıraktıktan sonra sen bana sarıldın. Ailem sen oldun. İnsan ailesini bırakır mı hiç?"


"Ama ben isterdim, Sönmez." Onu kırdığımın farkındaydım, çok iyi yalan söylememe rağmen karşımdaki ajandı ve hemen anlardı. "Çok isterdim hem de. Ağlamayı isterdim mesela, gülmeyi ve yaralarımın sarılmasını."


"Gülmen için çabaladım," dedi çocuksu bir hevesle. "Yaralarını da sardım."


"Ama geçmedi yaralarım." Dedim.


"Çabaladım." Dedi çocuksu bir heyecanla ama doğal değildi.


"Çabalamakla olmuyor ki ben de insan olmak için çabaladım fakat olmadı işte."


"Hiç mi? Diye sordu son bir umutla.


"Hiç."


Sustu. Ve rüzgar öyle bir esti ki bütün vücudum titredi. Bakışlarım duygusuz ve soğuktu. Yüzümde en ufak bir tebessüm bile oluşmuyordu. Her zaman katıydım, buz gibiydim. Bir insanın aklının almayacağı boyutta eğitim görmüştüm. Duygularımı, insanlığımı ve düşüncelerimi kaybetmiştim.


Ama hissediyordum, o çocuk benim yaralarımı saracaktı. Ailem olarak görmüştüm Ezhel Sarı'nın içindeki çocuğu ve Ezhel Sarı ile birlikte ben de iyileşebilirdim. O çocuk beni iyileştirirdi, ona ihanet edecek olan kalbi sarardı.


Çünkü o çocuk vicdanlıydı, bakışlarından görmüştüm.


"Bak, gemi geçiyor." Deyip işaret parmağıyla uzağımızdaki gemiyi işaret etti. "En azından bazıları özgürce gezebiliyor." Acıyla yapmacık bir şekilde gülümsedi. Gülüşlerimiz o kadar yapay o kadar robottu fakat bir insan bunu anlayamazdı.


"Belki biz de bir gün özgür oluruz." Sesimde zerre umut yoktu ama eğer bu şekilde konuşmasaydık kafayı yerdik. En azından hayallerimizde özgür olmayı deniyorduk ya da umut etmeye çalışıyorduk, bilmiyorum.


"İmkanın olursa ajanlığı bırakır mısın peki?" Diye sordu, hayalden uzak bu sefer gerçeği konuşuyorduk.


Bir süre düşündüm bu soruyu. Teşkilatı bırakır mıydım? Kendi içimde defalarca bu soruyu tekrar ettim fakat bir cevap bulamadım, tekrar sordum ama yine belli bir cevap alamadım. Ne evet diyebiliyordum ne de hayır. "Bilmiyorum." Bakışlarımı denizden çekip Sönmez'e baktım. "İnsan ailesini bırakabiliyormuş, bunu kendimden öğrendim. Mavi gözlü çocuğa ihanet edeceğim zaman. Ama dört duvar, bir çatısını... daha doğrusu, odasını terk edebilir mi, bunu bilmiyorum."


"Zaten konuşuyoruz, yine hayaller. Gerçek olması çok imkanı olmayan hayaller." Asla imkansızlıktan bahsedemezdik.


Ayakta durduğum taşta yere doğru çöküp yere oturdum ve bağdaş kurdum. Sönmez de yanıma oturdu ve bacaklarını karnına doğru çekti. Öylece denizi izledik, tek kelime konuşmadık, hem ne konuşabilirdik ki? Bütün sorularımız bitmişti, genelde hep bu tarz şeyler konuşurduk. Hayallerimizden, evlenmek istediğimiz tipten, gelecekte eğer olursa çocuklarımızdan söz ederdik. Gelecekle ilgili konuşup iyi hissederdik. Başımı öne eğip parmaklarımla oynadım, kafamı dağıtmaya ihtiyacım vardı galiba.


Keşke diyorum bazen, keşke beni annem ve babam bırakmasaydı öylece. Belki mutlu olabilirdim. Belki insan olabilirdim.


Bazı kişiler de insan olmak isterdi, insan olmalarına rağmen...


"Deniz çok güzel." Diye fısıldadım, duymuştu. Ben kendi sesimi kendim bile duymazken Sönmez duyuyordu. Elimdeki pamuk şeker bittiği için çubuğu sonradan çöpe atmak şartıyla yanımdaki taşın üstüne koydum.


"Girmek ister misin?"


"Gerçekten mi?" Dedim inanamıyormuş gibi. Sesimizdeki duyguları istediğimiz zaman inandırıcı yapabiliyorduk çünkü biz bu şekilde de ayarlanmak zorundaydık. Staj zamanı mafyaların yanında insani duyguları yapamacık da olsa yapıyorduk. Fakat Sönmez de ajan olduğu için o anlardı, o yüzden biz kendi aramızda tamamen kendimiz oluyorduk.


"Gerçekten," deyip üstündeki kıyafetlerle denize atladı.


Ben yapmacık bir şaşkınlıkla ona bakarken dayanamayıp ayağa kalktım ve gözlerimi kapatıp denize atladım.


Loading...
0%