Yeni Üyelik
2.
Bölüm

2.Bölüm

@samiraertennn

Dün gece Sönmez ile birlikte denizde ıslandıktan sonra sahilde kurulanmış ve güneş doğmadan teşkilata gitmiştik. Deniz havası beni mayıştırdığından uykuya dalmakta zorluk yaşamamıştım ama uyumak kalbimdeki sıkışmayı giderememişti. Kalbimde dün geceki ağırlık ve sıkışma hissi hâlâ yerini koruyordu.


Saat 6.30'tu ve biz bu saatte uyanmak zorundaydık. Yataktan kalktım, bir saatlik uyku bile bana yetmişti. Yatağımın örtüsünü düzeltirken Kimliksiz saçlarını savura savura gelip topladığı yatağın üstüne oturdu. Ben hariç hepsi hazırlanmış ve yataklarını toparlamışlardı. O yüzden acele ederek yatağımı topladıktan sonra kimseyle sohbete veya kavgaya girişmeden dolaptan bugün giyeceğim kıyafeti çıkararak banyoya doğru gittim.


Üstümdeki beyaz gecelikten kurtulduktan sonra dolaptan aldığım mavi kot pantolonumu giydim, üstüne de beyaz, düz tişörtümü giydim. Saçlarımı banyodaki tarağımla taradıktan sonra ise elimi yüzümü de hızlıca yıkadım. Ellerimi ve yüzümü kuruttuktan sonra ise geceliğimi yıkanması için kirli sepetine atarak banyodan çıktım.


"Günaydın demek yok mu, Balpeteği?" Timsah'ın sesini duyduğum gibi büyük bir tiksinti içinde başımı ona çevirdim. Siyah gömleğinin yakalarını düzelttikten sonra yavaşça oturduğu yatağından kalktı ve bana doğru adımlar attı. "Ayıp ama." Gözlerine ve dudaklarına aynı anda yapmacık bir ayıplama duygusu yüklendi. "Oysa ben bugün yumurtamı sana vermek istiyordum." Burada sabah kahvaltıları bir adet haşlama yumurta, bir çatallık peynir ve bir dilim kepekli ekmekti. Hafta sonları buna ilave olarak üç adet zeytin ve belki de bir adet haşlama patates verilirdi. Su hariç her türlü içecek yasaktı.


Dudaklarımı öne doğru büktüm. "Tüh," dedim ona doğru bir adım atarak. "Çok üzüldüm." İşaret parmağımı omzunun biraz altına bastırıp gücümü uyguladım. "Aç köpeğimiz yemeğini birisiyle paylaşmak mı istiyor? Dünkü kıskançlığın üstüne bir de." Gözlerime alaycı bir ifade yerleşti.


Bu dediklerim üzerine yüksek sesle bir kahkaha attı, kahkahası ürkütücü tınıdaydı. "Bir kere," dedi fısıldar gibi. "Ben birinci olmak istemedim. Dördüncü olmak için çabaladım." Bu dediklerine inanmak istemesem de yalan söylemiyordu çünkü aldığım eğitimlerden dolayı yalanı hemen anlardım. "Sonuncu olmanın ayrı bir karizması yok mu sence? Hem Gamze Ersoy'u da kimse seçmedi. Belli mi olur, belki hayatımın aşkını bulurum. Kendi seçtiklerimi değil, bana kalanları severim." Bana öyle bir bakış attı ki adımlarım yere çivilendi sanki.


Ona diklenmeye devam ederek, "Gamze neden sana aşık olsun ki?" Diye sordum. Gözlerini kısarak onun gözlerine bakmayı sürdürdüm. "Sen zavallının tekisin, Timsah. Kendi öz baban sonradan evlendiği kadın yüzünden seni yetimhaneye atmadı mı? Sonradan gelen kardeşin için baban seni komaya sokacak kadar dövmedi mi, henüz beş yaşındayken? Gözünün içine baka baka o çocuğu severken seni çöp olarak görmedi mi baban? Hangi kadın senin gibi bir erkeği sever ki? Öz baban bile seni sonradan gelen karısı için satmışken? Annen... annen."


Devam etmeye hazırlanıyordum ki "sus." Dedi.


Ama ben devam ettim. "Annen bile seni düşürmek istedi. Ama sen yaşadın ve annen seni doğururken öldü! Baban bile seni karısının katili olarak görüyor! Sen doğarken ilk cinayetini işledin, Timsah! Senin bebekliğin masum değilken adamlığını hangi kadın sever?!"


Bu dediklerim yaralayıcıydı. Ve bunları Timsah haketmemişti. Kendi vicdanımla boğuşamadığım, nefretimi birisine kusamadığım için Timsah'ı seçmiştim. Pişman mıydım, bilmiyorum ama üzüntü hissetmiyordum.


"Dedi, daha doğduktan sonra ailesinin büyümesini bile beklemeden dışarı attığı zavallı kız!" Kimliksiz'in bana doğru adımlar atmasıyla dediklerini sindirmeye çalıştım. "Bebekliğin ne kadar kötü olmuş olabilir ki senin büyümeni bekleyememişler?"


"Sen bence hiç konuşma, Kimliksiz." Dedim ve ona doğru döndüm. "Annen sen daha bebekken sana bıçakla saldırıda bulunmuştu. Komşular son anda kurtarmasalardı, he..." yapmacık bir şekilde ona acıdım.


"İğrençsin." Dedi Kimliksiz, bunu biliyordum.


Sönmez yanıma geldi ve önümde durup benle Kimliksiz'in arasına girdi. Sırtı bana dönük olduğundan yüzünü göremiyordum ama ellerini altta yumruk yapmıştı sinirden. "Kendine gel, Kimliksiz'in İzi!" Diye haykırdı, sesi öyle öfkeli çıkmıştı ki bunu asla beklemiyordum.


Timsah öne doğru bir adım attı ve Sönmez'e baktı. Ardından bakışlarını bana indirdi. "Bir erkeğin arkasına saklanacak kadar mı düştün, Balpeteği?" Ses tonu ifadesizdi, bakışları donuktu. Az önceki dediklerimi düşündüğü her hâlinden bile belliydi. "Kendini koruyamaz mısın?"


Bu benim kırmızı çizgimdi. Sönmez'in arkasından çıktım. "Rövanşa var mısın?" Kaşlarımı cesurca kaldırdım. "Sana bir erkeğin arkasına saklanmadan da nasıl güçlü olunur, gösteririm." İddialıydım ve kendime güveniyordum.


Kimliksiz ile Sönmez'den uzaklaşıp onun tam karşısına geçtim. O da benim karşımda durdu. "Memnuniyetle, prenses." Çenesini havaya kaldırdı. "Beni öyle bir yen ki bir erkeğin gücüne ihtiyacın olmadığını göster. Beni öyle bir yere ser ki gücüne inandır."


Yumruk yaptığım elimi ona doğru savurunca elini büyük bir hızla havaya kaldırıp yumruğumu yakaladı. Bana karşılık verip vermemek arasında kaldı. Ama savunma derslerindeki başarımı görmüştü. Gücümü kanıtlamamı istediğinden bir yumruk savurdu bana. Diğer elimle yumruğunu yakaladım. Ellerimiz birbirine kenetliyken arkamı döndüm ve topuk kısmımı sertçe ayak bileğine geçirdim. Acıyla haykırırken ellerimiz birbirinden ayrıldı. Arkamı dönmeden yere çöktüm ve arkasına geçerek ayağa kalktım. Yüzümün onun sırtıyla karşı karşıya kalması yalnızca iki saniye sürdü. Aceleyle arkasını dönüp bana bir hamlede bulundu ama ben son anda öne doğru eğildim.


"Dikkat et, prenses. Sonra aşık olurum, kalırsın." Yere doğru eğilip fısıldadı ve kolumu yakalayıp ters çevirdi. Boynumu dirseğinin arasına sıkıştırdıktan sonra beni yenmesi an meselesi olmuştu. Yine aynı takdiği kullanarak topuk kısmıyla ayak bileğine vurdum. O yine bu hamlemi bekliyor olacaktı ki canı ne kadar yansa da ellerini gevşetmemişti.


"Savaşta her yol mübahtır, prensim." Deyip dişlerimi boynumu tutan koluna geçirdim. Acıyla inlerken onun kolundan kurtulmuştum.


Ona bir hamlede bulundum ve bir anda bütün gücümü kullanarak onu saniyeler içerisinde yere serdim. Ayağımla karnına sertçe vurduktan sonra geri çekmeden önce, "bir, iki, üç." Dedim ve yendiğimden dolayı gelen gururla ayağımı geri çektim.


Daha sonra ise elimi ona doğru uzatınca elimi tuttu ama ağırlığını vermeden kendiliğinden ayağa kalktı. Başını yana doğru eğdi. "Tebrikler," dedi. "Beni kadın gücüyle tanıştırdın."


Ona doğru yaklaşıp kulağına fısıldadım: "bir erkeğe ihtiyacım olmadığını zaten biliyordun değil mi? Seni yenebilirdim ama sen bilerek bana yenildin." Bir şeyleri analiz etmeye çalışarak gözlerimi kıstım. "Bunu benim için yaptın. Gücümü kendime kanıtlamam için. Ama ben salak değilim, Timsah. Bilerek yere düştüğünü ve kalkabilecekken kalkmadığını gördüm."


"Çok akıllısın." Dedi göz kırparak. "Ama gücünü kendine kanıtlaman için bunu yapmadım."


"Neden yaptın?" Dedim sesimi kısarak.


"Sana yenilmek hoşuma gidiyor." Diye bir itirafta bulundu. "Beni yenmen hoşuma gidiyor, Balpeteği."


Gözlerimi devirdim ve onu omzundan ittirip, "yalancının tekisin." Diye homurdandım.


Yapmacık bir şekilde güldü. "O kadar belli oluyor mu?"


Yalan söylüyordu, bunu anlamıştım. Kafa buluyordu benimle. "Ajanım ben, unuttun mu?"


"Hay aksi!" Dedi yüzünü buruşturarak.


Birlikte yapay kahkahalarımızdan attık, onunla nedensizce eğleniyordum.


Kapının çalma sesiyle birlikte Timsah ile muhabbetimiz tamamen kesilmişti. Sönmez önden giderek kapıyı açtı ve görevlinin getirdiği el arabasından dört tane yemek kutusunu almıştı. Görevliyle selamlaştıktan sonra ise kapıyı ayağıyla öne doğru ittirip kapattı ve bize doğru döndü. "Yemekler geldi." Deyip koltuklara doğru ilerledi. Dört yemek kabını da masanın üstüne bıraktıktan sonra bir tanesini alarak koltukta arkasına yaslandı.


Kimliksiz de yemeğini alıp yeniden tekli koltuğa geçti. Ben de kutumu alıp Sönmez'in yanındaki her zaman oturduğum yere yerleştim. Timsah da hemen karşımızdaki koltuğa oturduktan sonra öne doğru uzanıp kalan son yemek kutusunu aldı.


Yemek kabımın kapağını açtıktan sonra içinden dışarı doğru yayılan yumurtanın kokusu midemi bulandırmıştı ama bunu yemeye mecburduk. Yemeyenler de cezalandırılıyordu.


"Bugün çok kokuyor, yumurta." Dedi Kimliksiz elindeki yemek kabını masanın üstüne bırakarak. "Dün geceden yapıp kutuda mı beklettiler sabaha kadar?"


"Yeter!" Diye bağırdı Timsah. "Bu duruma hâlâ alışamadın mı?" O, kutusundaki yumurtayı yemeye başladı.


Ben gri, metal kutunun içerisindeki; yumurta, peynir ve bir dilim kepekli ekmeğe bakıyordum. İçindeki plastik çatalla yumurtayı parçalara ayırırken Kimliksiz, "buraya geldiğim ilk gün saygısızlıktan dolayı iki gün aç bırakmışlardı." Dedi. "On dört yaşında bir çocukken."


Ona baktığımda siniri geçmiş olacaktı ki koltuğa oturdu ve yumurtasını yemeye başladı. O günü hatırlayınca yemeğini yemeye başlamıştı. "Açlıktan karnıma ağrı girmişti. Sırf açlığımı bastırmak için bir sürü su içmiştim ve su zehirlenmesi yaşamıştım. İki gece de hastanede kalmıştım ve o hastane yemeklerinin lezzeti hâlâ damağımda." Yüzünü öne eğince içimde ona karşı bir acıma duygusu meydana gelmişti.


"Hepimiz aynı şeylerden geçtik." Dedim, bu onu teselli etmeyecekti. "Yetimhaneye dönmek için yalvardığım gün bacağımdan yakılmıştım." Bir elimle dizimin alt kısmındaki yanık lekesine dokundum, pantolonumun üstünden. "Bir zamandan sonra hiçbirimiz acı hissetmemeye başladık."


"Ve ben o gün acıyı hissetmenin ne güzel şey olduğunun farkına vardım." Diye devam ettirdi Kimliksiz. "İnsan acı çekmek ister mi ki?"


Masum sorusuyla başımı olumsuz anlamda salladım. "İstemez."


Sönmez alaylı bir tavırla araya girerek, "biz insan mıyız ki?" Diye sordu.


"İnsanız." Dedi Kimliksiz, Sönmez'i tersleyerek. "Ama insan olmak isteyen insanlarız. İnsanı duygulardan acıyı bile tatmak isteyen insanlarız. Acıyı hissetmek istiyorum, o duyguyu yeniden hissetmek istiyorum. Ben insan olduğumu hatırlamak istiyorum." Ekmeğinden bir parça koparıp zorlukla yutkundu.


"Ben de." Diye karşılık verdim ona ve yumurtamın son parçasını yedim.


"Belki gittiğimiz yerde insanlığımızı yeniden hatırlarız." Timsah bu dedikleriyle az önceki ona söylediklerime atıfta bulundu. Ona, Gamze'nin kendisine aşık olmayacağını söylemiştim ve o da bu dedikleriyle tam aksinin olacağını söylemişti. Meydan okuyordu.


"İhanet edeceğimiz kalpte insanlığımızı mı hatırlamaya çalışacağız?" Deyip kahkaha attım. "İroni mi yapıyorsun?"


"Belki masumdur o kalp." Diye söyledi, tahmin cümlesinden çok soru cümlesi tarzındaydı.


Bakışlarımı meydan okurcasına kıstım. "Ama onun masum oluşu, senin ona ihanet amacıyla gönderildiğini değiştirmez. Hem onun masum olma ihtimali çok düşük. Devlet az şüphelendiği adamları bize yollar mı sence? Tam anlamıyla vakit kaybı."


"Belli olmaz." Dedi. "Belki beraber masumlaşırız. Bebekliğimdeki kanlardan arınırım, olmaz mı?"


Az önceki dediklerimi yüzüme vuruyordu. "Özür dilerim. Yaptığım yanlıştı."


Dilini damağına vurarak cıkladı. "Alt tarafı günaydın istemiştim senden ve hâlâ bana istediğimi vermedin."


Başımı sallayıp, "günaydın." Dedim sakince.


İstediğini almış olacaktı ki yüzünde sinsi bir tebessüm meydana geldi. "Sana da günaydın, Balpeteği."


Arkama yaslandım ve kepekli ekmeği parçalara ayırarak peynirle birlikte küçük küçük yemeye başladım.


Sönmez elindeki boş kutuyu masanın üstüne fırlatırcasına koydu. "Aren Arsal." Diye kendi kendine söylendi. "Sizce nasıl bir adamdır?"


Bu dedikleriyle birlikte ona döndüm. "Biliyordum," dedim. "Senin ona o planla gitmeyeceğini biliyordum." Bunu dememle gözlerindeki parıltı daha da arttı. "Sahte kız kardeşine aşık olacak." Başını salladı. "İyi ama bu süper fikir, neden bunu dün söylemedin?"


"Öğretmenimin işimi şansa bıraktığımı düşünmesini istemedim çünkü. Sizin söylediklerinize ne tepki verdikleri ortada." Bu dedikleriyle ona hak vermiştim çünkü öğretmenlerimiz her zaman sağlam bir plan yapmamızı istiyorlardı. Onlar işimizi şansa bıraktığımızı öğrendikleri zaman deliriyorlardı fakat şuanda gönüllülük bitmişti ve planlar tamamen bizim kontrolümüze geçtiği için karışma hakları yoktu.


Derin bir nefes aldım. "Haklısın." Dedim. "Tepki vermeleri bile çok yersizdi."


"Karışma hakları olmadığı için nasıl patladıklarını farkettiniz mi siz de?" Kimliksiz'in yapmacık kahkahası ve dediği şeylerle yüzümü ona çevirdim. İstediği zaman sohbeti güzel ve kendisi daha çekilir olabiliyordu.


"Evet." Dedim, Timsah da onu onaylayan bir şekilde mırıldandı.


Herkes yemeklerini nihayet yavaş yavaş bitirmişti. Görevli yine tabakları toplamak için aynı saatte kapıya vurunca bu sefer bütün kapları kapaklarıyla birlikte ben topladım ve kapıya doğru ilerleyip açtım. Karşımda duran orta yaşlarındaki görevliye ellerimdeki boş kapları uzattım. Bir şey demeden kapları elimden aceleyle alarak el arabasına yerleştirdi ve karşıdaki odaya doğru hızlı adımlarla ilerledi.


Ben ise kapıyı kapatıp tekrardan koltuklara doğru ilerlemeye başlamıştım. "Yumurtanı bana vereceğini söylemiştin," deyip Timsah ile göz temasına girdim.


"İstemeyeceğini düşündüm."


Başımı olumsuz anlamda salladım. "Yemek ayrımı yapmam. Kokması umrumda bile değildi. Aç karnımın doyması gerekiyor." Bunu dememle şaşırma duygusu olsaydı şaşıracağına emindim ama o şuan ifadesizdi.


Daha demin kalktığım koltuğa geri oturup arkama yaslandım ve sağ bacağımı sol bacağımın üstüne attım.


"Bilmiyordum," dedi bu öğrendiği şey çok ilginçmiş gibi. "Ben de seni Kimliksiz gibi şımarık bir kız çocuğu sanmıştım."


Yapmacık bir şekilde alınganlık yapmıştım ve tam dudaklarımı aralamış bir şey diyordum ki Kimliksiz'den Timsah'a doğru giden yastığı görünce geri kapattım. Kimliksiz sinirle oturduğu yerden ayağa kalkıp Timsah'ın karşısına geçti ve işaret parmağını tehdit edercesine ona salladı. "Ben şımarık değilim." Diye kızdı.


"Az önceki söylediklerinden sonra asla inandırıcı değilsin, küçük kız." Deyip ayağa kalktı ve onun tam karşısına durdu.


Kimliksiz sinirle yumruk yaptığı elini Timsah'ın omzuna sertçe geçirdi.


Timsah ise "acımadı ki." Dedi.


Kimliksiz sınırını alamamış olacaktı ki bir ayağını sertçe zemine geçirdi.


Timsah bu ânı bekliyorcasına, "işte bundan bahsetmiştim." Dedi Kimliksiz'in zemine tekme atmasını kastederek.


Kimliksiz tam ona karşı yeltenmişti ki anahtar sesini duymasıyla geri gitti. İçeri girenler dört öğretmendi, bizim öğretmenlerimiz. Tekrar masa toplantısı vardı galiba çünkü bu iki ayda üç eğitim dışında teşkilata gelmeyecektik. Bu yüzden son uyarıları yapacaklardı.


Öğretmenler masadaki dört sandalyeye sırayla yerleştikten sonra hiçbir şey demediler ve bizim karşılarına geçmemizi beklediler. Bizler de bizden beklenenleri yaparak sırasıyla kendi öğretmenlerimizin karşısına oturduk. Ve defalarca tekrar ettikleri şeyi dinlemeye başladık.


İlk sözü benim karşımdaki benim öğretmenim devraldı, "biliyorsunuz ki bir saat sonra siyah servis araçlarında gideceksiniz ve iki aylık serüvene ilk adımınızı atacaksınız." Derin bir nefes alıp hepimize tek tek sırasıyla baktı. "Sizler iyi öğrencilersiniz, başarılı ve güçlüsünüz. Özellikle sen Balpeteği, devlet sana çok şey borçlu olacak. Epey başarılı oldun önceki stajında. Senden yine aynı performansı bekliyorum." Boğazını temizledi. "Hepinizden." Diye düzeltti boğuk bir sesle. Ama içten içe kendi öğrencisinin diğerlerinden daha başarılı olmasını istiyordu.


Sözü Sönmez'in öğretmeni devraldı bu sefer de. "İşte başarısız olmak, vazgeçmek ve karşı cinse aşık olmak yasak. O size aşık olabilir fakat sizin ona aşık olmanız kesinlikle yasak. Unutmayın, ajanlıkta duygulara yer yok. Karşınızdaki bir suçlu şüphelisi. Vatana ihanet edip kara para aklamadan başlayıp uyuşturucuya kadar her türlü pislik olabilir! Karşınızdaki kişinin suçsuz olduğunu kanıtlamayana kadar SBS'i almak zorundasınız eğer suçsuzsa da masumluğunu bize kanıtlamak zorundasınız."


Sönmez'in öğretmeni sözü bitirince bu sefer de Timsah'ın öğretmeni söze girdi. "Sizi zorlu bir süreç bekliyor. Yavaş yavaş karşınızdaki kişinin bütün hayatına sızacaksınız. Duygularınızı istediğiniz gibi yönetebilme ve bunun inandırıcılığı hakkında yıllardır eğitim görüyorsunuz. Hızlı düşünme ve anında yalan söyleme kabiliyetine sahipsiniz. Kendinize tam anlamıyla güvenin."


Son olarak söz, Kimliksiz'in öğretmenine geçti. "Ajan olmanın hakkını verin ve teşkilattaki en başarılı grup siz olun. Unutmayın, kimse sizin kimliğinizi öğrenmesine izin vermeyin. Bu teşkilatı bilerek ya da yanlışlıkla ele veren olursa ve gerçek kimlikleriniz ortaya çıkarsa idam cezası alırsınız! Unutmayın bu teşkilattan ne polislerin haberi var ne de bazı devlet yöneticilerin. Düşünün, o kadar gizli bir teşkilatız. Yıllardır gizli tutulan bu teşkilat beceriksiz bir ajan yüzünden tehlikeye düşerse ölümünüzle sonuçlanır." Sesi odanın duvarlarına vuracak kadar yüksekti.


Hepsi aynı anda ayaklandılar. "Bir saat sonra bahçedeki servis aracına gidin." Dedi benim öğretmenim ve hepsi tek sıra halinde kapıdan tek tek çıktılar. Son olarak Timsah'ın öğretmeni kapıyı sertçe yerine geçirerek çıktı ve dört kişiyi odada tek bıraktılar.


"O neydi be?" Timsah kendisini sandalyeye bıraktı, resmen sandalyeye yığıldı. "Gerim gerim gerdiler beni." Eliyle alnını sildi. "Zaten hava sıcak terliyoruz, bunlar daha da ter döktürdüler. Az kalsın bıçak çekeceklerini bile düşündüm."


"İki dakikada ölüm tehditleri savurarak gittiler." Diye söylendi Sönmez.


"Çok değişik iki dakikaydı. Kendi kendilerine söylenip gittiler, farkettiniz mi?" Diye sorduğumda hepsinin aynı anda kahkahasını işittim, elbette bunun yapmacık olduğunu bir ajan olarak anlıyordum.


"Hiç takmadım bile onları." Kimliksiz omuz silkerek koltuklara doğru ilerledi ve her zaman oturduğu tekli, siyah deri koltuğuna oturdu. Bacaklarını kendine doğru çektiğinde ise sinirlendiği her hâlinden bile belli oluyordu.


Onları umursamadım ve yatağımın karşısındaki elbise dolabına doğru ilerledim. Dolabın en altındaki kıyafetlerin arasında duran bebeklik pusetimi çıkardım. Müdire on dört yaşında teşkilata gönderileceğimiz gün bu bebeklik pusetimi elime tutuşturmuştu.


Puseti iki elimle kucağımda tutarak yatağın üstüne oturdum ve pusetin üzerindeki çocuğun fotoğrafını inceledim. Yüzündeki ben ve yaralar, Ezhel Sarı'ya aitti. Derin bir iç çektim ve fotoğrafı sıkıca tuttum.


Yanımda bir hareketlilik hissettiğimde Sönmez'in yanıma oturduğunu yeni farkettim. Oturdu ve elini uzatıp elimdeki fotoğrafı aldı. "Karizma çocukmuş ha." Dedi yapmacık kahkahalarının arasından.


Sinirlenerek ters ters ona baktım. Sonra da tekrar fotoğrafa baktığımda gerçekten çok tatlı ve yakışıklı bir çocuk olduğunu gördüm. Acaba büyüyünce nasıl bir adama dönüşmüştü, diye düşünmeden edemedim. İsmi söylendiğinde tamamen bana yabancı olan adamın fotoğrafını gördüğümde tek ailem olduğunu farketmiştim. Sadece vesikalık bir fotoğraf, o adamın içindeki çocuğu ailem yapmıştı.


"Şimdi büyümüş, daha da yakışıklı olmuştur."


Bu dedikleriyle omzuna sertçe vurdum. "Ona aşık olacakmışım gibi konuşuyorsun."


"Bence sen şimdiden onu yabancı olarak görmüyorsun." Bir şeyi teyit edercesine yüzümü süzdü. "Hadi ama. Beni kandıramazsın. Sen o adamın vicdanından etkilendin hem de onu görmeden."


Bu dedikleri midemde değişik hislere neden olmuştu. Aceleyle yüzümü buruşturdum, "konuyu kapat. Yoksa midemdeki halay devam edecek."


Ayağa kalkarken, "kelebektir o. Halay olsa duramazsın." Diye homurdandı.


Önümden geçerken sinirle ayağımla ona vurdum. Öylece önümden geçip giderken fotoğrafı yatağın üstüne yavaşça attı. Fotoğrafı tekrar elime aldım. "Ailem." Dedim samimiyetten uzak bir gülümsemeyle, oysa şuan fotoğrafa bakarak içten gülümsemeyi ne çok isterdim. Ama o kadar yapay gülümsemelere alışmıştım ki on dört yaşında nasıl gülümsediğimi hatırlamıyordum.


Fotoğrafı pusetin içerisine koydum. Puseti tekrar dolabıma bırakmayacak ve Ezhel'in yanına bu şekilde gidecektim. Puseti yatağın üstüne koyduktan sonra ayaklanıp herkesin yanına doğru ilerledim. Hepsi yine eski yerinde oturuyorlardı. Ben de yine eski yerime oturduktan sonra beklemeye başladık.


Bir saat sonra ihanet için buradan defolup gidecektik. Bu teşkilattan, bu gizli bölgeden; tıpkı bir ay üç hafta önceki gibi... yine uzaklaştırılıp ihanet edecektik. Derin bir nefes bıraktım dışarı ve parmaklarımla oynamaya bir son verdim.


"Gamze çok güzel bir kadındır değil mi?" Diye sordu Timsah, sesi heyecandan çok alaylı bir tınıdaydı. "Acaba Sarı'nın karizmasından mı etkilendi? Sizce kim yakışıklıdır? Benim değil mi?" Kimse cevap vermeyince kendi kendine cevap vermeyi tercih ederek, "benim ben." Dedi. Kendini çok beğeniyordu ve bunu hiçbir zaman inkar etmemişti. İnkar etmesine gerek de yoktu çünkü gerçekten çok yakışıklı birisiydi.


"Başladı yine." Kimliksiz'e bugün çok hak vermeyi garipsemiştim. Ne zamandan beri kendimi ona karşı iyi hissediyordum ki? Hem bu sabah az kalsın saç baş kavgaya girişecekken... aslında onunla iyi anlaşabilirsem kafa dengi arkadaş olabileceğimizi farkettim ama biz galiba düşman olacak kadar buna çok geç kalmıştık.


"Cidden abi," dedi Sönmez başını geriye atarak. "Bunun kendine olan sevgisi ne zaman geçer tahminen?"


"Hiçbir zaman." Dedi Timsah sinir bozucu şekilde sırıtarak. "Kendimi çok beğeniyorum." Bakışları kısıldı. "İtiraf edin," dedi gözlerini sanki mümkünmüş gibi daha çok kısarak. "Yakışıklı olmamı çekemiyorsunuz değil mi?"


"Bunu sadece Sönmez'e desen anlarım, bir erkek olarak bir kadın için rakip olarak düşebilirsiniz. Fakat kadın olarak benle Kimliksiz senin yakışıklı olmanı neden kıskanalım?"


Timsah bu dediklerimin sonradan farkına varmış olacaktı ki yüzünde aydınlanma yaşandı. "Doğru." Dedi alnını ovuşturarak. "O zaman Sönmez beni kıskanıyor değil mi?"


"Al işte," dedi Sönmez bana bakarak. "Yanlış anladı. Şimdi yıllar boyu bunu söyler durur."


Bugün bu grupla eğlendiğimin farkına vardım. Tam sekiz yıldır birlikteydik ve ister istemez bütün olmuştuk. Her ne kadar nefret edersek de edelim arada sırada güzel anlaşıp eğlenebiliyorduk. Grubumu fazla sevdiğim söylenemezdi fakat bu, onlarla eğlendiğim gerçeğini değiştiremezdi.


Bir saat boyunca arada sırada sohbet ettik. Onun dışında staj esnasında aldığımız telefonlarımızı bize teslim etmek için içeri görevli girdi. Telefonlarımızı verdikten sonra ise geri çıktı. Öğretmenlerimizin gruba mesaj atmasıyla birlikte aşağı indik ve gruptan çıktık. Çünkü yakalanma tehlikesi vardı.


~


Servis aracına bineli tam yarım saat olmuştu ve bu süre zarfında sadece Sönmez'i bırakmıştık. Geriye kalan kişiler ben, Kimliksiz ve Timsah'tı. Kendimi bu iki canavarın yanında tek kalan insanmışım gibi hissediyordum. Bakışlarımı onlardan kaçırıyor ve sohbete girmemek için elimden geleni yapıyordum. Onlarla kavga edip ceza almak istemiyordum.


İki elimle puseti sıkıca tutuyordum düşmemesi için. Bunu Sarı'ya gösterecektim ve o da bana güvenip beni eve alacaktı, ben de ona ihanet edecektim. Bu düşünce araba ilerledikçe daha da katlanılmaz hâle bürünüyordu. Gittiğimiz yolları daha önce hiç görmemiştim, daha doğrusu bir ay üç hafta önce İstanbul'u doğru düzgün görmemiştim.


Bir şeyleri kavrayacak yaşa geldiğimde, yetimhanede; on dört yaşından beri, işkence dolu teşkilatta hayatta kalmaya çalışmıştım. Şimdi ise bu yollara sanki doğduğumdan beri başka bir şehirde yaşıyormuşum da İstanbul'a yeni gelmişim gibi bir yabancılıkla bakıyordum. Başımı cama yaslamıştım.


"Ne bu puset?" Timsah'ın sorusuyla hep kaçtığım şey başıma gelmişti. Neden sohbet ediyordu ki benimle? Kimliksiz ile o benden nefret ederken neden sürekli bir sohbet çabasındaydı?


Hemen yanımda oturan Timsah'a baktım. "Peki ya sen neden Kimliksiz'in yanından kalkıp benim yanımda oturdun?" Sorusuna soruyla karşılık vermemin pek hoşuna gittiğini söyleyemeyecektim.


Huysuzca homurdandıktan sonra, "seninle yolculuk güzel gidiyor, kankacığım." Dedi yapmacık bir tatlılıkla.


"Iyyy!" Deyip bakışlarımı ondan kaçırdım ve pusete baktım. "Bu..." dedim yutkunarak. Ona cevap verme zorunluluğum yoktu fakat söylemek istemiştim. "Ona oynayacağım oyunla alakalı. Geçmişimizden gelen puset."


"Geçmişimiz?" Tek kaşını kaldırdı sorgularcasına. "Sarı kim, Balpeteği?"


"Ailem." Dedim bir anlığına. Boşluğuma gelmişti. Olduğum yerde silkelendim ve acilen toparlamaya çalışarak, "içindeki vicdanlı çocuk yani." Dedim. "Ailem beni kucağından indirip sokağa bırakırken beni sarıp sarmalayan... soğuktan veya açlıktan ölmek üzereyken vicdanına yenilen çocuk henüz altı yaşındayken beni yetimhaneye götürmüş. Orada bırakmak yerine müdireye götürmüş."


Pusete bakmaya devam ederken onun sesini işittim: "onu hiç gördün mü ki? Nereden biliyorsun? Hatırlatırım ama bir sürü mavi gözlü, sarı saçlı erkek var bu dünyada. Benzetmiş olmayasın."


Fotoğrafı aldım ve daha dikkatli inceledim. "Ben onu yaralarından tanıyorum," boğazımda küçük bir yumru oluştu. "İnsan ailesinin yaralarını tanımaz mı?"


"Bir mafyayı ailen olarak görüyorsun." Sesinde insani duygulardan şaşkınlık yoktu ama şaşırdığını hissediyordum. "Delirmişsin."


"Bazen delirmek de gerek." Deyip başımı koltuğun başına yasladım.


"Kimliksiz," deyip önümüzde oturan kıza seslendi. Kimliksiz iki koltuğun orta kısmından başını çıkarıp bize baktı. "Hâlâ küs müyüz?" Arabaya binerken Kimliksiz'in yanında Timsah, benim yanımda da Sönmez oturuyordu fakat Sönmez gidince Timsah da Kimliksiz'in yanından kalkıp benim yanıma oturmuştu.


Kimliksiz omuzlarını indirip kaldırdı, bir çocuktan farksızdı. "Yok, değiliz."


Timsah kaşlarını meydan okurcasına havaya kaldırınca bu Kimliksiz'in gözlerine öfke olarak yansıdı. "Ajan olduğum için yalan söylediğini ve bana hâlâ küs olduğunu gözlerinden anlıyorum."


Kimliksiz yeniden mızıkçılık yaptı ve omuzlarını art arda kaldırıp indirdi, Kimliksiz'i tanıyorsam bunu Timsah'a çok fena ödetirdi. Çok çabuk küsebiliyordu çünkü çok kırılgan bir kalbi vardı. Benim gözümde bir çocuktan farksızdı.


"Aman banane!" Dedi Kimliksiz önüne dönüp kollarını göğsünde bağlarken. "Ne düşünüyorsan düşün, umrumda değilsin."


Timsah bana döndü, "demek ki küstürmüşüz." Dedi onun duymaması için kısık sesle.


Tam bir şey diyecektim ki şoförün yanındaki görevli, "Balpeteği." Diye adımı söyleyince dudaklarımı geri kapattım. "Geldin."


Araba durunca Timsah ayağa kalktı, ben puseti tutmaya devam ettim ve ben de ayağa kalktım. "Bir daha görüşene kadar sağ kalır mıyız, bilmiyorum." Dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. "Sizinle kötü veya iyi anılarım oldu ama koskoca sekiz yıl... sırdaşım, düşmanım ve arkadaşım oldunuz. Teşekkür ederim."


Timsah alayla, "duygulandırıyorsun ama beni Balpeteği." Dedi. Her zamanki hâli olduğundan aldırış etmedim.


"Sen bizi sever miydin?" Kimliksiz'in sorusuyla bakışlarımı kıstım.


"Seni değil." Şaka yaptığımı anlamıştı. "Her neyse arkadaşlar, yolun sonu. Nasıl döneceğimizi bilemiyoruz. Görüşürüz."


"Görüşmek üzere." Dedi Timsah.


"Görüşürüz, Balpeteği."


Dudaklarımı birbirine bastırıp yavaşça arkamı döndüm ve tam o anda kapılar açıldı. Yavaş adımlarla arabadan indim ve arabanın kapısı saniyeler içerisinde kapandı. Araba gözden kaybolunca sokağın sonundaki gösterişli villayla baş başa kaldım.


Her iki kaldırımın sonu bu villaya çıkıyordu; etrafta ne bir ev ne de bir araba vardı. Kaldırımların kenarı ormanlıktı. Burada sadece bu villa vardı ve villadan sonraki yol ormanlıktan geçen patikaydı, araba da o patikayı kullanarak ilerlemişti.


Gözlerim gösterişli mavi villaya bakakalırken adımlarım o yöne doğru gitti. Villanın kahverengi bahçe kapısını öne doğru ittirirken gıcırdama sesleri kulaklarımı tırmalamıştı.


Hemen önümde havuz ve şenzlonglar yer alıyordu. Bahçede başka hiçbir şey yoktu. Bir de çimenler vardı. Burada sadece erkek yaşadığı çok belliydi çünkü bir kadın eli değmemiş bahçe ancak bu kadar sade olabilirdi.


Bahçede ilerlemeye devam ederken bahçeyle evi ayıran tabana çıkmak için iki basamaklı merdiveni kullandım ve evin kapısına doğru ilerledim.


Evin kahverengi kapısının sağında yer alan zile basarken dışarıdan bile duyulan kuş sesi kulaklarıma doluştu. Kapının açılma sesi duyulunca bir elin kalbimi sıktığını ve bir anlığına nefes alamadığımı hissettim.


Elimdeki puseti şimdilik yanıma bıraktım ve kapının tamamen açıldığını gördüm. Karşımdaki o adamdı, o çocuktu. Vicdanından etkilendiğim, bakışlarından masumluk akan o çocuk şuanda yirmi sekiz yaşındaki bir mafya şüphelisine dönüşmüştü.


O çocuk benim geçmişimdi, o çocuk benim ailemdi. Ben ona çok şey borçluydum. O çocuk bana kucağını açmıştı. Bir an soluksuz kaldım tekrar. Sakinleşmek için kendime zaman tanıyıp adamın gözlerine baktım.


Masmavi gözleri çok koyuydu. Sarı saçları hafif kumral gibiydi ama yine de güneşte sapsarı oluyordu. Keskin yüz hatları ve sürekli çatık kaşlarıyla da oldukça karizmatik durduğu bir gerçekti.


Bakışlarım bu sefer de burnunun üstündeki yanık lekesine kaydı, çok küçüktü ama vardı. Sağ kulağının üstündeki küçük benden bile tanırdım onu. Fotoğrafa her gece baktığım için milim milim konumunu ezberlemiştim. Çenesinin biraz daha sağında kalan küçük dikiş izinden de tanırdım onu; her şeyini en ince ayrıntısına kadar ezbere biliyordum ben onun. Ve son olarak sol gözünün altında izi kalmış bir bıçak darbesi de vardı.


İçimden, "seni seçtim, Sarı... Ezhel Sarı." Dedim. Ama dıştan elbette ki dememiştim. Sessizce geçen saniyeler arasından bir anda dilim tutulmuştu sanki.


Cümleye başlamak için kelimeleri tek tek, özenle seçmeye başladım. Nihayet konuşmaya karar verdiğimde rahatlamak adına önce burnumdan nefes aldım ardından da ağzımdan verdim. Ellerimi altta yumruk yapmıştım ve çaktırmadan yerdeki pusete baktım. Aklıma çok iyi bir duygu sömürüsü oyunu gelmişti. Kurumuş ve çatlamış dudaklarımı ıslattım. "Merhaba," dedim cılız bir sesle. Ajanlık sayesinde rolden role, karakterden karektere saniyeler içerisinde bürünebiliyorduk. Galiba ajan olmanın en çok bu yönünü seviyordum, tabii beni güçlü etmesi dışında.


"Kimsin?" Dedi sorgularcasına. Sesi tok, bakışları keskindi. Sesinin içime içime işlediğini hissedince ürperdim. Boyu gerçekten 197'ydi, çok uzundu. Ona bakmak için başımı havaya kaldırmam gerekiyordu.


"Yardımına ihtiyacım var."


Bunu dememle birlikte eli pantolonun cebine gitti, ne yaptığını bilmiyordum. Birkaç saniye aradan sonra kahverengi, deri cüzdanını çıkarıp bir desteye yakın bir sürü iki yüz çıkardı ve bana doğru uzattı. "Bu kadar yeter mi?"


Bir anda sinir oldum, "hayır," dedim hızlıca. "Bunu istemiyorum."


Kaşları alayla havaya kalkınca gururumun hiç bu derecede ezileceğini düşünmemiştim, "dilenci değil misiniz, hepiniz aynısınız." Diye söylendi ve cüzdandan o kadar paranın iki katını daha çıkarıp bana uzattı. Bir dilenci olarak gördüğü bana verdiği para gerçekten fazlaydı. Fazla cömertti.


"İstemiyorum." Dedim çok net bir şekilde, ona direnmeye devam ederken.


"Ne istiyorsun?" Diye sordu.


"Evinde kalmayı." Bir süre duraksadım. Ona bakmıyordum. "Kalacak bir yerim yok."


"Hadi ya," dedi alaylı tavrından ödün vermeden. "Benden önce nerede kalıyordun, sokakta mı?"


"Üniversitem bitti," bir süre duraksadım, söyleyeceğim yalanın önünü arkasını düşündüm. "Arkadaşlarımla kalıyordum, bir evde. Üniversite bitince hepsi aile evine döndü, ortada kaldım."


"Ailen yok mu senin?" Diye sordu, bakışlarındaki alay silinmişti. Hatta küçük de olsa bir şefkat kırıntısı vardı bana karşı. Onun da ailesi yoktu, beni kendine çok benzetiyordu.


"Bıraktılar." Dedim.


"Seni öz ailen bırakmışken bir yabancıdan mı yardım bekliyorsun?" Yanılmıştım, şefkat kırıntısı yoktu. Bakışları hâlâ aynıydı, bunun nasıl olduğu hakkında ise en ufak fikrim dahi yoktu.


"Evet," dedim çenemi dikleştirerek. "Gidecek hiçbir yerim yok."


"Seni bana getiren nedir?" Diye sordu, sesinde merak duygusuna rastlamıştım. "Benim sana evimi açacağımı düşündüren nedir? Sana neden bunu yapayım?"


"Yardımına ihtiyacım var."


Bir şey demeden evin içerisine geçti tamamen. "Üzgünüm ama bir yabancıyı hayatıma alamam."


Tam kapıyı kapatırken kozumu kullanma vaktim gelmişti, dudaklarımı aceleyle araladım. "Yıllar önce bebekliğimi sarmalayan altı yaşındaki çocuk şimdi adam olduğunda zavallı halime sırt çeviriyor, öyle mi?" Diye sordum. Duraksadı ve ellerini kapıdan çekti. Bakışları donuklaştı. Onun da aklına o gece gelmişti. "Beni ailem bırakmışken sarıp sarmalayan o çocuk..." gözlerimi rol kabiliyetime dayanarak doldurdum. "Büyümüş. Ama yara izlerin kalmış. Seni yara izlerinden tanıdım, sen beni tanımadın mı? Ben sana ailem diyerek her gece fotoğrafına sarılarak uyudum. Bir gece..." yutkundum. "Bir gece olmadı senin fotoğrafına bakmadan uyuduğum." Gözümden bir damla yaş aktı. "Her gece senin fotoğrafına ağladım. Senin küçüklük fotoğrafın, ailem; yara izlerin, evim oldu."


Fotoğrafı, ailem; yaraları, evim olan adam... söylediklerimin hiçbiri yalan değil, güven bana.


"Sen o musun?" Dedi, dehşete uğradığı belliydi. Elindeki cüzdanı bir anlığına yere koydu ve bana bakmayı sürdürdü. Beni inceledi sanki hatırlayacakmış gibi. "Yeşil gözlerin," dedi. "Sen o musun?"


Dolu gözlerimi kapatıp başımı sallayınca gözlerimden birkaç damla yaş aşağı doğru yuvarlandı. Gözlerimi yavaş yavaş geri araladığımda etrafı buğulu görüyordum. Yere doğru eğildim ve puseti havaya kaldırıp içindeki fotoğrafı aldım, fotoğrafı ona uzatınca gözlerini pusetten ayırdı ve fotoğrafı elimden aldı. "Sensin," dedim hiç düşünmeden. "O çocuk sensin, ailem olan o çocuksun." Fotoğrafı tutmaya devam ederken puseti kavradı. Puseti ona verdim ve devam ettim. "O gün beni sarıp sarmalayan çocuk şimdi bana sırtını mı çevirecek? Söylesene, hangi yıl kaybettin vicdanını?"


Hâlâ üzerindeki şaşkınlığı atamıyordu. "Sen nereden buldun beni?"


Kahkaha attım acıyla. "Çok uzun hikaye." Dedim. "Üniversite biteli bir ay oluyor, seni aramadığım hiçbir yer kalmadı. Bu semtte senin çocukluğunu tanıyan bir abiye rastladım. Galiba çocukken kaldığın ev burası." Bu son söylediklerim tamamen yalandı.


"Evet," dedi beni yanıltarak. Güneşe doğru çıkınca gözleri kısıldı. "Anılar var, taşınamadım."


Anı dediği de altı yaşında iki cesetle sabahladığı gündü; belki de benim terk edildiğim günle onun kimsesiz kalması aynı gündü. Yaşlarımız farklıydı ama kimsesizliğimiz aynı yaştaydı...


"Anladım," diye mırıldandım. "Beni içeri almayacak mısın?"


Bir süre baktı, "sana o gün sırt çevirmedim, yeşil gözlü bebek. Bugün de çevirmeyeceğim. Evimin kapıları bir tek sana açık." Çenesi kasıldı. "O gece benim annemle ablam öldü ve ben de tıpkı senin gibi kimsesiz kaldım. Sabah oldu ve ben yardım istemek için dışarı çıktığımda seni gördüm, ağlıyordun. Ufak bir şeydin. Aldım seni, pusetinden tuttum. Fotoğrafımı da koydum çocuk aklıyla, bir gün beni bulman için." Omuzlarını indirip kaldırdı. "Büyüyünce ismimi bile bilmezken beni bulacağına olan inancım sıfırken sen geldin."


"Geldim, bu hayattaki aileme geldim ben Sarı." Boğazıma oturan yumruyu gidermek amacıyla sertçe yutkundum.


Puseti kenara bıraktı ve geriye doğru çekilerek kapıyı daha da araladı ve geçmem için bana yol verdi. Ben de içeri doğru adımlar attım. Evin içerisi çok huzurlu gelmişti.


İçeriye doğru birkaç adım attım ve yanından geçtim. Girişin hemen sağında Amerikan tarzı mutfak duruyordu yani mutfakla salonu ayıran sadece tezgahtı. Mutfakta bej rengi ve kahverengi tonları hakimdi. Oturma odasında ise sarı koltuk takımı ve bir televizyon vardı duvara sabitlenen. Burayı bir kadının dekor ettiği çok belliydi. Sarı yıllardır evdeki mobilyaları değiştirmemişti, annesinin zevkiydi bu. Oturma odasının en sonunda da bahçeye açılan sürmeli kapı vardı.


Hemen sağda da tuvalet olduğunu tahmin ettiğim kapı ve ahşap merdivenler yer alıyordu. İkinci kata açılıyordu burası. "Ben nerede kalacağım?" Diye sordum, bunu sorarken bilerekten sesimi titretmiştim.


"Ablamın odasında." Dedi. Bunu demesiyle kalbimdeki ağırlık on kat daha da arttı. Vicdan azabı çekersek başarısız olacağımız yıllar önce söylenmişti. Peki bu yaşadığım şey de neyin nesiydi? Bana ablasının odasını verecekti, peki ya ben? Ben ona ihanet edecektim.


Bozuntuya vermeden, "öyle mi?" Diye sordum. "Ne diyeceğimi bilemiyorum..." dudaklarımı titrettim. "Sen çok iyisin."


Bir şey demedi ama bakışları çok şey anlattı sanki. Salonda öylece birbirimize bakarken geçmişten gelen anılar ikimizin de beynini kurcaladı. İhanetten geriye kalanlar, bizdik. Ya da ikimizden biriydi...


İhanetin bedelini vicdan azabıyla bir ömür ödeyecektim.


Ben bu eve ihanet için gönderilmiştim. Başımı dik tuttum ve yerdeki puseti aldım. "Fotoğrafı alabilir miyim?" Diye sorup Sarı'nın elindeki fotoğrafı gözlerimle gösterdim ve elimi uzattım.


Sarı fotoğrafı bana verdi.


Fotoğrafı pusetin içerisine yerleştirdikten sonra bir kez daha göz göze geldik. Ve bu sefer ihanet sancısıyla yeniden yüzleşmek zorunda kaldım...


Loading...
0%