Yeni Üyelik
3.
Bölüm

3.Bölüm

@samiraertennn

Dün gece kaldığım odaya defalarca göz gezdirdim. Saat bilmem kaçtı, kalbimdeki ağırlık gittikçe artarken gözüme bir damla uyku girmemişti. Ezhel'in ablası Nazlı'nın odasındaydım. İsmi gibi Nazlı birisiydi, odasının dekorundan belliydi.


Çift kişilik yuvarlak, pembe başlıklı yatakta oturmuş dizlerimi kendime doğru çekmiştim, başımı da dizlerime yaslamış, kollarımı dizlerime dolamıştım. Önümde hemen iki bölmeli, pembe elbise dolabı duruyordu. Dolabın çaprazında ise balkona açılan beyaz bir kapı vardı.


Yerdeki yumuşak, beyaz ve tüylü halıya yeniden baktım. Dün bu odaya adım attığımda akşama geliyordu. Dün bu eve girdikten sonra hissettiklerim bambaşka bir boyuta geçmişti. Ezhel Sarı ile kahvaltı yapmış ve akşam yemeği yemiştim. Daha sonrasında dinlenmek için odaya çıkmıştım.


Burada kalacağım günler Nazlı'nın odasında kalacak, onun kıyafetlerini giyecektim. Yirmi iki yıl geçmişti öleli ve Ezhel Sarı her yıl dolabını en baştan düzenlediğini söylemişti. Hatta ağzından kaçırdığına göre, bu odadaki her şeyi her yıl yenilemesinin sebebi de içinde küçük de olsa bir umut, benim onu bulacağımmış. Her sene, belki bu sene gelirim diye Nazlı'nın odasındaki eşyaları yenilemiş. Bu dolaptaki kıyafetleri, bu yıl Nazlı'nın her zamanki alışveriş yaptığı mağazadan getirmişti. Hatta makyaj malzemeleri, parfüm ve şampuanlarını da her yıl yeniliyormuş.


Onun için üzülmekten başka bir çarem olmadığını anlayınca kendimi sadece buraya geliş nedenime odaklamıştım.


Yavaşça ayağa kalktım ve dolaba doğru ilerledim. Ayaklarım soğuk zeminle buluşur buluşmaz içime nedensiz bir ürperme gelmiş ve gıcırdama sesi beni rahatsız etmişti. Saat çok erkendi, güneş yeni yeni doğuyordu ve Sarı'nın bu saatte uyanık olduğunu düşünmüyordum.


Dolabın kapaklarını açtım. Bugün Sarı ile şirkete gidebilme ihtimalim olduğundan günlük kıyafet giyecektim. Üstümdeki pijamalar bile Nazlı'ya aitti. O hiç giymemişti bunu ama onun için alınmıştı. Dolaptaki pembe, kısa gömleği aldım. Altına da beyaz, geniş paça, keten pantolonu seçtim.


Üstümdeki pijamaları çıkarıp sandalyenin üstüne koyduktan sonra ise elimdeki kıyafetleri giyindim. Son olarak pembe gömleğin düğmelerini kapattıktan sonra öndeki iplerine gevşek bir düğüm attım. Dolabın yanındaki beşli çekmecenin üstündeki pembe tarağı alıp saçlarımı güzelce taradım. Birinci çekmecede paketli bir şekilde duran makyaj malzemelerine nazikçe dokundum, bunları açmaya kıyamadım. Çekmeceyi geri kapattıktan sonra paketi olmayan ama hiç kullanılmamış parfümden birkaç fıs sıktım.


Çiçek bahçesi gibi rahatlatıcı bir kokuydu, Nazlı demek ki böyle kokuyordu diye geçirdim içimden. Nazlı bir çiçek gibiydi Sarı'nın gözünde ve ablasına bağlılığını gözlerinden okuyordum. Çok seviyordu onu. Özlüyordu, acı çekiyordu. Altı yaşındaki bir çocuk annesiyle ablasının ölü cesedine sarılıp uyumuştu, aynı gün babası hapse düşmüştü ve o sabah yardım istemek için dışarı çıktığında ise beni görmüştü. Yardım aramayı bırakıp bana yardım etmişti.


Ezhel Sarı, bir günde kimsesiz kalan o çocuktu...


Hazır olduğuma emin olduktan sonra bir de dolaptan çanta aldım ve dün yatağın üstüne bıraktığım telefonu içine koydum. Odadan çıkmadan önce yatağı da hafifçe toparladım ve kapıya doğru hızlı adımlar attım.


Kapıyı açtıktan sonra ince ve uzun koridora baktım. Toplam dört oda vardı; bir tanesi annesi ve babasının yatak odası, bir tanesi benim kaldığım oda, bir tanesi Sarı'nın yatak odası ve son kalan oda ise Sarı'nın çalışma odasıydı.


Odadan çıktıktan sonra kapıyı sessizce örterek merdivenlere doğru yürüdüm. Yavaş ve sessizce ayak uçlarımda yürüyerek merdiven basamaklarını tek tek indim. Son basamağa geldiğimde rahat bir nefesi dışarı vererek hızlıca mutfağa girdim.


Bana güvenmesi için elimden geleni yapacaktım, benden en ufak şüphe etmemesi gerekiyordu. Onun gözünde masum kızı oynamam lazımdı. Buraya tamamen yardıma ihtiyacım olduğu için gelen ve mahcup hisseden bir kız rolüne bürünecektim. Mahcup hisseden kız ev işlerine yardım ederdi. İlk iş olarak kahvaltı hazırlayacaktım.


Buzdolabının kapaklarını açtıktan sonra içerisinden kahvaltı malzemelerinin hepsini tek tek çıkarıp tezgahın üstüne yerleştirdim. Buzdolabını kapattıktan sonra ise mutfak dolaplarına ilerledim. Kahvaltı tabaklarını, servis tabaklarını, çatal, bıçak, tatlı kaşıklarını, servis kaşıklarını ve benzeri şeylerin hepsini çıkardım.


Kahvaltılıkları tabaklara yerleştirirken kendi kendime yabancı bir şarkı mırıldanıyordum ama sesim bana bile zor gidiyordu. Kahvaltılıkları tabaklara yerleştirdikten sonra mutfaktaki dört kişilik masanın üstüne koydum.


Sarı altı yaşından beri dört kişilik sofrada tek başına mı yemek yiyordu? Bu soru içimi bir kötü etmişti fakat üzüntü hissedemiyordum.


Ekmek poşetindeki ekmekleri dilimleyerek bir tabağa yerleştirdim ve onu da masaya koyduktan sonra kahve makinesinde şekersiz iki kahve yaptım. Kahveleri de karşılıklı sandalyelere yerleştirdikten sonra kahvaltı sofrasına baktım, baktıkça iç açan bir sofraydı. Gerçekten mükemmel bir iş başarmıştım.


Saate bakmak için oturma odasındaki duvara baktığımdaysa saatin beş buçuk olduğunu gördüm. Sarı'yı uyandırmam gerekiyordu, bu kahvaltılıklar onun uyanmasını bekleyene kadar çok kötü olurdu. Bu saatte de kahvaltı yapması ona garip gelirdi.


Kendi içimde çelişirken bu kadar nimete ve harcadığım emeğe saygısızlık yapmak istemeyen tarafım ağır bastığından merdivenlere yöneldim. Karakterini tam bilmiyordum, acaba bana kızar mıydı? Ya da uyku sersemliğiyle bana bağırır mıydı? Sonuçta bağımız benim bebekliğimden, onun ise altı yaşından geliyordu; çok geçmişti ve biz şuanda sadece yabancıydık. Ben onu ailem diye hep benimsemiştim fakat o beni ilk defa görüyordu ve gördüğü zamanda tanımamıştı, bu normaldi çünkü ben de onu yaralarından tanımıştım.


Benim onda bir fotoğrafım bile yoktu hem bütün bebekler birbirine benzerdi. Beni tanımaması normaldi. Ama demek istediğim şey bu değildi; ben onu her şeyim olarak görmüşken, o beni dün yeni hatırlamıştı. Benim ona duyduğum bağlılık hissi çok daha kuvvetliydi.


Odasının önünde durduğumda elimi havaya kaldırıp yumruk yaptım ve kapıya üç kez art arda vurdum. Yataktan çıkan sesler kulağıma gelince kalktığını anladım. Kapı açıldı ve karşımda belirdi. Üstüne ve altına simsiyah giyinmişti. Sarı saçları dağınıktı ve gözlerinden uyku akıyordu. Gözleri uykulu uykulu bana bakarken bir elini kapı pervazına yasladı. Diğer elinin avucunun içiyle de sağ gözünü ovuşturup görüş alanını netleştirdi.


"Günaydın," dedim tatlı bir gülümsemeyle ona bakarak.


O ise arkasındaki duvar saatine baktıktan sonra anlam veremeyerek bana baktı ve daha sonrasında üstümü inceledi. "Niye uyandın bu saatte?" Sesi yeni uyandığından dolayı çok hoş çıkıyordu.


"Kusura bakma, uyandırdım." Deyip utangaç bir tavırla dudaklarımı birbirine bastırdım. "Ama ben saatin farkında olmadan giyindim ve kahvaltı hazırladım. Emin ol, saati önceden farketseydim kahvaltı hazırlamazdım. Ama hazırladım işte, kahve de yaptım. Ziyan olmasın diye uyandırdım." Bilerekten hızlı ve çok konuşuyordum ki masum olduğuma iyice inansın diyeydi.


Derin bir nefes verdi. Ben geri yatacağını düşünsem de beni yanılttı. "Tamam," dedi. "Sen in, ben geliyorum."


O, odadan içeri girip kapıyı kapatırken ben başarmanın hissiyle gurura kapıldım ve hızlıca merdivenlerden aşağı indim. Hatta o kadar hızlı indim ki az kalsın son basamakta takılıp yere düşecektim.


Mutfağa geri girdiğimde ise masaya oturup onu beklemeye başladım.


Ellerimi masada ritim tutturmaya başlamıştım can sıkıntısından dolayı. Kahve bardağının üstünde tüten dumanı seyrettim kısa bir süre, yavaş yavaş azaldı ve en sonunda dumanlar süzülmeyi durdurdu ya da o kadar azalmıştı ki ben görmüyordum.


Üstümdeki pantolona tekrar baktım, pembe gömleğe baktım. "Nazlı," diye mırıldandım kendi kendime. Bunu söylerken kalbimdeki ağırlığın altında bütün ruhum ezildi.


Keşke ajan olmasaydım ve fotoğrafla Sarı'yı bulsaydım... keşke Nazlı da yaşasaydı ve annesi de. Keşke babası da yanımızda olsaydı. Mutlu bir aile tablosu. Belki normal zamanda normal şartlarda Sarı ile dillere destan bir aşk yaşama ihtimalimiz bile olabilirdi...


Bu bahsettiğim hayalde ailem yoktu. Onlardan öyle bir vazgeçip tek ailemi Sarı'nın çocukluğu yapmıştım ve Sarı'yı gördüğüm anda artık onlardan tamamıyla kopmuştum.


Merdivenlerde hareketlilik hissettiğimde başımı o yöne çevirip ona baktım. Yine siyahlara bürünmüştü. Üstüne siyah bir gömlek, altına da siyah pantolon giymişti. Saçları dağınık, mavi gözleri biraz daha açıktı. Sert yüz hatları her zaman gergindi ve o yaraları...


"Günaydın tekrar." Dedim yanıma doğru gelirken.


Başını hafifçe salladı, "Eyvallah." Deyip karşımdaki sandalyeye oturdu.


Kahvaltıya yavaş yavaş başlarken bakışlarımı ona yönelttim. "Erken kalkmaya alışmışım öğrenci evinde. Eğer rahatsız olduysan bir daha kaldırmam."


"Yok," dedi kahvesini yudumlamadan önce. "Rahatsız olmadım fakat kahvaltı hazırlamana gerek yok. Yardımcım hallediyor, her gün aynı saatte."


Hafif soğuyan kahve boğazımdan süzülürken, "öyle eve kurulmuşum gibi durmak istemedim." Dedim çekingen bir sesle. "Bir işin ucundan tutayım."


Kaşlarını kaldırdı. "Sence böyle düşünseydim, seni fazlalık olarak görseydim ablamın odasına göz ucuyla bile bakabilir miydin, Adal?"


Bu sorusuyla birlikte gözlerine baktım. Dün yabancı olduğumu düşünmüştü ve beni hayatına almayacağını söylemişti ama sonra ona kendimi tanıtınca ablasının odasını bana vermişti. Oturma odasında da yatırabilirdi beni ama yapmamıştı. Ve ayrıca dün bahsettiği pusetteki fotoğraf olayında ise sırf benim onu bulmam için koymuştu. Fotoğrafı da annesinin cüzdanından almıştı, annesinden kalan son fotoğrafını bana vermişti. Çocukluk aklıyla beni fotoğrafından bulacağımı düşünmüştü. Ama ben buraya devlet tarafından ihanet etmek için gönderilmiştim.


"Hayır," dedim yutkunup. Ekmekten bir parça alıp ağzıma attım ve yavaş yavaş çiğnedim. "O odayı göremezdim. Hatta beni de hayatına almazdın." Bu ev onun hayatıydı. Beni anılarının içerisine almıştı. O belli etmese de içinde bir yerlerde benim bebeklik hâlime karşı azıcık da olsa bağlılık duygusu hissediyordu. Çünkü bu ev onun özeliydi.


Başını salladı beni onaylarcasına. "Aynen öyle. O yüzden rahatına bak. İstediğin kadar benimle birlikte kalabilirsin."


Kahvemden bir yudum daha aldıktan sonra, "teşekkür ederim." Dedim. "Şirkete ne zaman geçeceksin?" Diye hevesle sordum. Onun gözünde şimdi ise meraklı bir kız çocuğu konumuna gelmek istiyordum ki bana olan güveninin zedelenmemesi için.


"Öğlen gibi gitmeyi planlıyordum ama madem kahvaltı yapıyoruz..." bir süre düşündü. "Birazdan çıkar, erkenden giderim."


Şimdi soracağım soruyu onun bana sordurtması gerekiyordu. O yüzden soru soracakmış gibi önce dudaklarımı aralayıp hafif öne atılmaya yelteniyormuş gibi yaptım. Onun dikkatini çektiğime emin olduktan sonra ise dudaklarımı aceleyle geri kapattım. "Söyle," dedi tok sesiyle. Sabahki sesindeki pürüz hafif hafif silinmeye başlamış dünkü normal sesine dönmeye yakınlaşmıştı.


Dudaklarımı kemirir gibi yaptım, şimdi birden utangaç rolüne girmiştim. "Evde yapacak hiçbir şey yok," dudaklarımı hüzünle öne doğru hafifçe büzdüm. "Sabahtan akşama kadar sen de yoksun. Duvarlarla konuşa konuşa kafayı yerim herhalde."


"Ne istiyorsun?" Soruları netti ve almak istediği cevapların da öyle olmasını istiyordu, bu sesindeki ton ve vurgulardan rahatlıkla anlaşılabiliyordu.


"Şirkete gelmeyi." Bakışlarımı ondan kaçırıp önümdeki tabağa kilitledim. "İşine karışmak gibi bir niyetim yok," dedim, çatalımla tabaktaki kalan salatalıkla oynarken. "Söz veriyorum, sana karışmam. Hiç konuşmam. Öylece otururum."


"Çok gelmek istiyorsan gel," dedi boğuk bir sesle. "Ama öyle dizilerde izlediğin gibi çocuk oyuncağı değil. Sıkılırsın."


Omuzlarımı indirip kaldırdım, "yok," dedim ısrar ederek. "Ben gelmek istiyorum. Evde sen de yoksun çünkü sıkıntıdan patlarım."


Başını gelişigüzel çok hafifçe salladı. "Tamam, kahvaltımızı bitirir çıkarız."


Onu onayladım.


Acaba şuan soru sormaya çalışsam güveni sarsılır mıydı? Ama iki ay çok kısıtlı bir süreydi ve en erken bitiren birinci oluyordu. Birinciliği kimseye kaptırmak istemiyordum. Kendi içimde savaş verirken yüz ifademde asla bir oynama olmuyordu, zaten yıllardır her hafta aralıksız olarak ifade yönetimi hakkında ders alıyorduk.


"Baban niye hapishaneye girdi?" Diye sordum en sonunda. Eğer bana güvenmeseydi dün bunu bana söylemezdi.


Bunu sormamla kaşları daha da çatıldı. Gözlerinde gördüğüm benim bu merakıma karşı anlayıştan çok şüphe kırıntılarıydı. Karşımdaki adam öyle zekiydi ki sekiz yıllık ajanlık birikimimle bile onu yenmem biraz zor olacaktı. "Mala ve cana zarar vermeden."


Bunu duymamla birlikte dudaklarım şaşkınlıkla aralandı. Babası katil olmasaydı bu kadar yıl yatmazdı. Demek ki cana zarar vermeden kastı, adam öldürmekti. Gözlerine baktım, yalan söylemiyordu. Babasının mafya olma ihtimali böylece çokça azaldı. Demek ki Sarı kendi isteğiyle bu işe girişmiş olabilirdi ama elbette ki henüz şüpheliydi, ortada mafya olduğuna dair bir kanıta rastlamamıştım. "Bunu beklemiyordum."


Gayet açık sözlü bir tavırla, "ne bekliyordun?" Diye sordu.


Yutkundum. Otuz saniye içerisinde yalan düşünmem gerekiyordu. Çünkü bir insanın şüpheye düşmemesi için geçen süre maksimum otuz saniyeydi. Aceleyle dudaklarımı araladım. "Nedensizce aklıma ilk uyuşturucu ticareti geldi. Ceza yıllarından haberim yok fakat cinayetten sonra en ağır suçlardan birisi uyuşturucu gibi geliyor. Sonuçta insan onu kullandıktan sonra ölü gibi. Yaşıyor ama bitkisel hayatta sanki. Annesini öldüren bile var uyuşturucu içtikten sonra."


Bunu dememle dudakları hafifçe kıvrıldı. "Yok," dedi. "Amcam uyuşturucu bağımlısı olduğundan babam uyuşturucu kelimesini duymaya bile tahammülü yoktu."


Mafya olma ihtimali gittikçe yok olmuştu. Çünkü uyuşturucu ticareti yapan mafyalar vardı, o ihtimal de ortadan silindi. Ama babasının mafya olmadığı Sarı'nın da olmadığı anlamına gelmiyordu. Bir sorum daha vardı, bu soruyla onun mafya olup olmadığı kanısında ufak da olsa bir fikre dayanabilirdim. Ama bu soru karşılığında elbette kesin bir sonuç elde edemezdim.


"Bu koskoca serveti babandan sonra mı elde ettin, yoksa kendin mi?" Dün serveti hakkında onunla konuştuğum için bu sorumu garipsemedi.


"Babamın sadece iki şirketi, bir oteli vardı. Bir de bu ev." Deyip evi kısa bir süre süzdü. "Geriye kalan bütün serveti ben kazandım."


Başımı salladım. "Ben burayı iki dakika toparlayayım. Sonra çıkalım, olur mu?" Deyip ayağa kalktım.


"Sen dur." Dedi. "Yardımcı öğlen gelip toplar." Oturduğu sandalyesinden ayağa kalktı.


"Elime mi yapışır?" Dedim şaşkınlıkla. "İki dakikada hemen hallederim. Zaten saat erken."


"Sana dur dedim, öyle değil mi?" Diye sordu. "Hadi, çıkalım." Nedensizce kendimi prensesler gibi hissetmiştim. "Bu arada," dedi kıyafetlerime bakarak. "Nazlı gibi çok güzel görünüyorsun, bu kıyafetlerin içinde." Bu nedensiz dedikleriyle donup kaldım. "İyi ki geldin, bu huzuru yeniden hissettirdin bana."


Bu dedikleriyle yanaklarım kızardı, teşekkür edemedim bir an ama o anladı. Sessizlik içinde göz temasımız devam ederken boğazımı sesli bir şekilde temizleyip çantamı masanın üstünden aldım ve omzuma astım. Arkamı dönüp kapıya doğru ilerlerken adım seslerini hemen peşimde hissediyordum.


Dış kapının koluna elimi atarak hızlıca açtım. Bahçeyle evi ayıran yüksek taban alanında, kapının hemen yanında ayakkabılık vardı. Sarı, siyah ayakkabılarını giyerken ben de Nazlı'nın topuklu ayakkabılarına baktım. Spor ayakkabısı neredeyse hiç yoktu diye düşünürken aynı numara bir tane beyaz spor ayakkabı bulmuştum. Sade bir ayakkabıydı. Onu hızlıca giyinip bağcıklarımı bağladım.


Sarı da doğrularken, "Sadece göz renginiz farklı." Dedi. Nazlı ile benden bahsettiğini anlamıştım. "Onun gözleri seninki gibi yeşil değildi, maviydi."


Ben bir şey demeden dış kapıyı kapattım ve ona döndüm. "Ablan nasıl öldü?"


Aramızda kısa bir sessizlik oluştu, Sarı o güne ışınlanmıştı sanki. "Belki sonra anlatırım, şimdi değil."


Üstüne gitmedim, şuan anlatmak istememesi gayet normaldi. Sonuçta aramızda geçmişten gelen bağ hariç biz iki yabancıydık.


O önden iki basamaklı merdivenlerden indi. Ben de aceleyle onun peşinden gidip bir çırpıda iki basamağı indim.


Evin hemen yanında dün farketmediğim kepenkli otopark vardı. Sarı cebinden çıkardığı anahtarla kepenkler havaya kalktı. Otoparkın içerisine baktığımda ise şok geçirmek üzereydim. İçeride yaklaşık yedi tane son model araba vardı.


Sarı en öndeki arabaya gidip arabanın altındaki anahtarı aldı ve kapı kilitlerini açtı. Yolcu kapısını benim için açtıktan sonra diğer eliyle gösterdi. "Geç." Dedi.


Kibarlığından dolayı, "teşekkür ederim." Deyip çantamı tutarak otoparkın içerisine girdim ve benim için açtığı kapıdan girdim.


O, kapımı kapattıktan sonra arabanın ön tarafından dolaşarak şoför koltuğuna oturdu. Sessizlik içerisinde villanın bahçesinden çıkarak ormanlık yoldaki patikayı kullanmak yerine servis aracının geldiği yolu geri dönmeye başladık.


Radyodan çalan yabancı müziğin sesini açıp arkama yaslandım, geçip gittiğimiz yollar İstanbul'da değilmişim gibi hissettiriyordu. Çünkü İstanbul benim için sadece yetimhane ve teşkilattan ibaretti. Bu yüzden kendimi yabancı bir şehre gelmişim gibi hissediyordum.


"Hiç sormayacak mısın?" Diye sorunca meraklı bakışlarla yüzümü inceledi. Neyi sorması gerektiğini merak etmişti. "Sonuçta beni üç aylıkken yetimhaneye bıraktın ve bir daha hiç görmedin. Sen beni hatırlıyorsun ama müdire seni bana anlatmasa varlığından bile bir haber olacaktım. Ben bile senin hakkında bir sürü soru sorarken neden hiç meraklı değilsin?" Bana soru sormasını istemem ve sorduğu sorulardan kaçmamam güvenini sağlamlaştırırdı. Bu taktikleri eğitimlerde sürekli görüyorduk.


"Neler yaptın bu yaşına kadar?" Diye sordu, sesinde merak yoktu. Sadece sorması gerektiğini farketmişti ve galiba sohbet etmeyince sıkıldığım hissiyatına kapılmıştı. Sırf canımın sıkılmaması için hiç istemediği hâlde sohbet ediyordu fakat ben sıkıldığım için değil aramızda çok derin bir güven bağının oluşması için çabalıyordum.


"On sekiz yaşına kadar yetimhanedeydim," diye anlatmaya başladım. "Sonra üniversite sınavına çalıştım ve Boğaziçi'ni kazandım." Ortaokuldan sonra okula gidememiştim ve okul derslerini bize teşkilatta vermişlerdi, sanki çok üniversiteye gitmemize izin vereceklermiş gibi... çok içimde kalmıştı, yurtta hep büyük ablalar lisenin güzelliğinden bahsediyorlardı.


Devam ettim. "Fakülteden arkadaşlarla ev tuttuk, çalışıyorduk ama aldığımız para çok azdı. Bir evde on kişi kalıyorduk, ona rağmen kendimize bir kuruş para ayıramıyorduk. Ne kazandıysak eve gidiyordu. Durumu iyi olan arkadaşlarımdan giyiniyordum, o yüzden sana gelirken bir parça elbisem bile yoktu." Teşkilattaki elbiseleri dışarı çıkarmamız yasaktı. Sadece o gün üstümüzdekiler kalabilirdi. "Öyle işte. Herkes aile evine döndü ve ben ortada kaldım. Her yerde seni aradım, bir ay boyunca. O sürede de sahilde yattım ve gündelik işlere gidip karnımı öyle doyurdum."


"Artık evin var." Beni çok çabuk kabullenmişti. O benim hayatımda hep vardı, sanki onun da hep hayatında ben varmışım gibi hissettiriyordu. Belki de Nazlı'nın yokluğunu bir nebze de olsun kapatmaya çalışıyordu, bilmiyorum.


"Kısa süreliğine," dedim aceleyle. Kendimi mahcup rolünden hemen çıkarırsam rol yaptığım hemencecik anlaşılırdı çünkü bu karşımdaki adamın zeki olduğu gözlerinden akıyordu. "Kısa zamanda iş bulup çalışacağım ve biraz birikim yapacağım. Ama birkaç hafta dinlenmem gerekiyor sanırım çünkü sahilde kaldığım günler gerçekten berbattı. Bütün vücudum hâlâ ağrıyor." Birkaç hafta boyunca işte çalışmaya zamanım yoktu bu yüzden işimi halledene kadar onu oyalamam gerekiyordu.


"Sorun olmayacağını daha ne kadar söylemem gerekiyor?" Diye sıkıntıyla homurdandı ve başını koltuğun üst kısmına yasladı. "İstediğin kadar kal. İstediğin zaman çalış. İstediğin kadar dinlen. Biraz rahat ol."


"Haklısın," dedim yine utangaç bir tavırla. "Çok konuştum, değil mi?"


Yüzündeki kederi bir türlü silmeyi beceremiyordum. "Rahatsız olmadım." Bu cevabı fazla net olmasa da rahatsız olmaması güzel bir şeydi. O yüzden bu rolden devam edecektim.


Geri kalan yolculukta kollarımı göğsümde birleştirmiş ve arkama yaslanmıştım. Yüksek sesle çalan müzik dışında aramızda pek bir ses olmamıştı. Benim de galiba konuşacak enerjim bitmişti. Zaten Sarı da ben konuşmayana kadar konuşmuyordu. Kelimeleri ağzından zar zor seçip alıyormuşum gibi hissediyordum bazen. Kendimi rolüme epey kaptırmıştım.


Şuanki Adal Sayer; deli dolu, kıpır kıpır, geveze, heyecanlı, meraklı, sürekli başına iş alabilen bir tip olacaktı ki gözünde tamamen masum bir kız olayım. Eğer benim güçlü ve cesur olduğumu yakalarsa bir şeyler konusunda daha dikkatli olurdu ama eğer onun gözünde tamamen saf birisi olmayı becerirsem beni fazla dikkate alacağı söylenemezdi.


Nihayet görkemli iş yerine girdiğimizde Sarı dışarıyı incelememe izin vermeden arabayı direkt otoparka doğru sürdü. Her zamanki yerine gireceğini boş yerlerin önünden geçerken anlamıştım. Kendi yerini görmüş olacaktı ki arabayı oraya doğru sürdü ve hızlıca park etti.


İkimiz de aynı anda arabaların kapısını açtık ve arabadan indik. İkimizin de kapıyı kapatma sesi aynı anda oldu, benimki birkaç salise daha erken olmuş olabilirdi.


Otoparkla şirket arasındaki bağlantıyı sağlayan kapıya doğru ilerleyen Sarı'nın peşine takıldım. Peşinden hızlı adımlarla geldiğimi farkeden Sarı adımlarını biraz yavaşlattı ve yanımdan yürümeye başladı.


Birlikte otomatik kapının açılmasıyla şirketin içerisine girdik. Her yer sade ve genişti. Şirket gerçekten çok ferahtı fakat doğru düzgün hiç kimse yoktu. Sarı asansörlerin oraya gitmek için sağa doğru döndüğünde ben de onunla birlikte o yönde ilerlemeye başladım.


Asansör tuşuna basınca bu katta olduğu için hemen açıldı ve biz içeri girdik. Sarı beşinci yani son kata bastığı gibi asansör kapıları kapanıp harekete geçti. Asansörün kenarları camlıydı yani şirketin içini her yerden izleyebiliyordum. Yavaş yavaş yukarı çıktığımızda bir tık sesi duyuldu ve kapılar açıldı.


Gelmiştik.


Tedirginlikle bir adım asansörden dışarı attım. Bu son kat diğer katlara göre daha değişik bir dekora sahipti ve sadece iki kapı, bir de lavabo yer alıyordu. Patron katıydı, bu belliydi. Kendi odası koridorun en sonundaydı, hemen yanındaki oda da, küçük tabelada gördüğüm üzere asistanına aitti.


Sarı önden gidip kapısını açtı ve önden geçmem için bir adım geriye geçti. Önden bir adım attım. Tam karşımdaki çalışma masası ve onun önündeki iki, deri sandalyeye doğru ilerledim. Yeşil ve deri sandalyelerden birisine oturup sağ bacağımı sol bacağımın üstüne attım.


O da geldi ve karşımdaki çalışma masasının sandalyesine oturdu.


"Bir şey soracağım," diye söyledim. "Bu kadar şirket ve holding zor olmuyor mu?" Belki paravan olup olmadığını anlayabilirdim.


"Hayır," dedi başını iki yana sallarken. "Hepsinde güvenilir adamlar var. Zaten burada pek bir şey yapmıyorum, günlük kontroller var sadece." Derin bir nefes aldı. "Çalışmayı pek sevmem."


"Günün çoğunda ne yapıyorsun?" Sadece kontrollerse altıdan sonra eve geçerdi diye düşündüm. Erken çıkıyordu.


"Davet edildiğim yerlere gidiyorum." Ses tonundaki tını, bu davetler hakkında bir soru sormamam gerektiğini bana hissettirmişti. "Hatta eğer tarihi değişmemişse dört gün sonra da var. İstanbul'un ünlü şirket adamları katılıyor."


İstanbul'daki ünlü şirket adamlarının başında Demir Ateş, Aren Arsal ve Gamze Ersoy da geliyordu. Eğer yarın onlar da orada olursa ortalık eğlenceli bir hâle bürünecekti. Hatta bu davet toplantısına Timsah, Sönmez, Sönmez'in ölüm döşeğindeki kardeşi ve Kimliksiz de gelebilirdi. Bu fırsatı asla kaçıramazdım. "Ben de geleceğim değil mi?" Diye sordum kirpiklerimi üst üste kırpıştırdıktan sonra. Sesimden herhangi bir art niyet çıkmaması için ekstra çaba göstermiştim. Sesimde sadece heyecan duygusuna yer vermeliydim ve öyle de yapmıştım.


"Sıkılırsın," dedi. "Sadece son yarım saat eğlence var, onun dışında hep adamlar gelip gidiyor ve bir şeyler anlatıp kendileriyle çalışmamız hakkında bizi ikna etmeye çalışıyorlar."


"Olsun." Deyip heyecanın verdiği duyguyla kıpırdandım, oturduğum yerde. "Ben de geleyim, lütfen." Diye ısrar ettiğimde gözleri gözlerime değdi.


Şüpheye düşmemişti. Rahatladım. Bir süre gözlerime bakıp bu kadar çok istememe pek bir anlam veremese de bakışlarındaki katı ifade yumuşadı. "Tamam," dedi en sonunda. "Birlikte gideriz."


Ellerimi birbirine vurdum. "Teşekkürler." Dedim gülümseyerek.


Kapı tıklanınca başımla açılan kapıya baktım. İçeriye neredeyse benimle yaşıt çok güzel bir kız gelmişti. Kahverengi saçlarını örmüş ve tek omzundan aşağı doğru salındırmıştı. Boyu ve fiziği ise benden kat kat daha iyiydi. Ben kilolu değildim fakat onun kadar da ince sayılmazdım. Topuklu ayakkabılarıyla içeri girerek elindeki dosyaları masanın üstüne bıraktı. "Günaydın, Ezhel Bey." Sarı ona cevap vermek yerine başını sallayıp devam etmesini bekledi. Karşımdaki kız ise elindeki defteri açtı. "Geçen haftadan Hüseyin Beyler benden gün almıştı. En müsait gününüz bugündü. İki saate kadar gelirler, iptal edilecek bir durum yok değil mi? Şirkettesiniz?"


Bana selam vermemesine bozulmuştum. Çok ayıp bir şeydi. Bakışlarımı kızdan uzaklaştırıp karşımdaki duvara bakmaya çalıştım, bir nevi oyalanmak istemiştim.


"Şirketteyim, gelsinler." Diye kısa bir cevap verdi ve arkasına yaslanıp tükenmez, gri ve metal kalemini elinde oynattı. "Başka bir şey yoksa çıkabilirsin."


Kız başını sallayıp arkasını döndü ve saniyeler içerisinde kapıdan çıktı, kapının kapanma sesi kulaklarıma doluştu. "Çok güzeldi."


Sarı beni duymamazlığa vurup önündeki dosyaları inceledi, üç tanesini aldıktan sonra geri kalanını dolabının içine bıraktı. Kaşlarımı çattım. Neden diğer dosyaları kontrol etmemişti? Bu meslek eğitimlerini  dinlemeliydim. Bu meslek dersleri seçmeli olduğu için bunlardan olduğumuz sınavlardan kalsak da bir şey olmuyordu. Çünkü bu eğitimleri daha sonradan ihtiyaç durumunda alabiliyorduk. Teşkilata tamamen döndüğüm zaman ilk işim bu eğitimi almak olacaktı.


"Eğer istersen şirketi gezebilirsin, ben gördüğün gibi çalışıyorum."


Aslında bu iyi fikirdi, Sarı toplantıdayken ancak bu odayı kurcalayabilirdim. Burada kalmam gereksizdi. "Tamam," dedim ayaklanarak. "Ben biraz bakınıp geleyim."


"Yardım için birisini göndermemi ister misin seninle?"


Başımı olumsuz anlamda salladım, "herhalde kaybolmam." Diye kıkırdadım.


O tekrar işe gömülünce ben de arkamı döndüm ve kapıya doğru gittim. Odadan çıkarken son kez omzumun üstünden Sarı'ya baktım. Ama onun bakışları hâlâ dosyaların üstündeydi. Kapıyı kapattıktan sonra tamamen onun odasından çıkmıştım.


Asansöre doğru ilerleyip tuşa bastıktan sonra arkamda bir hareketlilik hissettim. Elindeki ince dosyayla yanımda dikilen asistan kızdı. "Sevgilisisin galiba?" Diye sordu kız beni süzerek. Bakışlarında hissettiğim kıskançlık nedensizce değişik bir duyguya bürünmeme neden oldu. Ve o an içimden sevgilim olduğunu yüzüne baka baka haykırmak istedim.


Ama elbette bunu Sarı'nın öğrenme ihtimali vardı, yalan söyleyemezdim çünkü Sarı'ya karşı çok mahcup olurdum. "Arkadaş demek pek doğru olmaz," birazcık içimi rahatlatmanın bir zararı olmaz diye düşündüm. "Geçmişten gelen bir bağımız var." Asansörün kapısı açılınca ilk ben girdim, daha sonra da o girdi. O, giriş kata bastığından benim bir tuşa basmama gerek kalmamıştı. "Bir puset hikayesi." Derin bir nefes verdim. "Sarı ile aramızda çok derin bir bağ var."


"Sarı mı?" Deyip zorlukla yutkundu. Şaşırdığı gözlerinden belliydi fakat ben neden şaşırdığına anlam verememiştim. "O sadece değer verdiği kişilerin Sarı demesini ister." Bunu derken çok acı bir gerçekle yüzleşmiş gibi yüzü gerildi. "Sen onun hayatında en değerli insansın. Ona Sarı diyen üç kişiden ikisi toprağın altında, birisi de hapishanede." Sarı ona Sarı dememe bir şey demediğine göre beni ailesinden birisi olarak görüyordu.


Bunu bilmiyordum fakat biliyormuş gibi yaptım. "Öyle." Dedim. "Birbirimizle tamamlandığımızı hissediyorum. O benim ailem." Son kelimeye fazladan baskı yaptım.


Asansör kapıları açılınca önden ben indim, peşimden de o indi. Geniş ve ferah koridordan inerken ışıkların yeni açıldığını farkettim. Etraf daha da ferahlamıştı böylece. Asistan kız yanımdan geçip giderken koridorda tek kalmıştım.


O, sola doğru dönmüştü. Ben de sağa doğru yürüdüm. Kafeteryaya çıkıyordu. Param yoktu ama en azından orada oturabilirdim. Oraya doğru ilerleyince kantin tezgahının arkasındaki orta yaşlı kadın, "siz Adal hanım olmalısınız?" Dedi.


Kaşlarımı merakla çattım, "siz nereden biliyorsunuz?"


"Ezhel Bey buraya geleceğinizi tahmin etti ve bizi önceden aradı. İstediğinizi alabilirsiniz," deyip eliyle önündeki atıştırmalıkları işaret etti. Çok ince düşünceli bir adamdı. Param olmadığının farkındaydı ve kafeteryaya gidebilme ihtimalimi düşünmüştü. Nedensizce bu midemde halaylar çekmesine sebep oldu yeniden.


Kantin tezgahına doğru ilerleyip istediğim çikolatayı söyledim. Bana uzatırken ona teşekkür ettim ve kafeteryadaki masalardan birisinde durdum. Bir sandalyeyi kendime doğru çekip oturduktan sonra çikolatamı yemeye başladım.


~


Sarı toplantıya gitmişti ve beni odasında tek bırakmıştı. Oturduğum deri, yeşil sandalyede tam on beş dakikadır oturuyordum. Bir türlü ayağa kalkıp ona ihanet edecek gücü kendimde bulamıyordum. Bedenim ve ruhum büyük bir çelişkide gittikçe yıpranırken nefes almak gittikçe zorlaşıyordu.


Elimle çalışma masasından güç alarak ayağa kalktım ve Sarı'nın daha demin dolaba kaldırdığı dosyalarını almak için dolabın yanına geldim ve kapağı açınca dosyaları gördüm. Bir sürü dosyayı havaya kaldırırken zorluk çekmemiştim çünkü biz bunların çok daha ağırını kaldırarak eğitimler görmüştük.


Dosyaları masanın üzerine yerleştirdim ve ilk dosyayı açtım ama hiç anlamadığım şeylerle doluydu. Kendi kendime homurdanıp dosyalara bakmaya devam ettim. En ufak, en ufak bir kanıt arıyordum bir şirketin dahi paravan olması için. Ama bu dosyalar tamamen bu şirketle alakalıydı, diğer şirketler hakkında en ufak bir bilgi bile yer almıyordu.


Motivasyonumu kaybetmeyerek dosyaları dolaba yerleştirdim ve dolabın kapağını kapattıktan sonra onun üstünde yer alan çekmeceyi hızlıca açtım. Bir defter vardı sadece, koskoca çekmecede bir defter olması dikkatimi çekmişti. Hızlıca onu ellerimin arasına aldım ve umutla ilk sayfasını açtım, mavi kapaklı defterin. Ama hayallerim suya düştü çünkü bu defterin işle uzaktan yakından alakası yoktu. Bu kız kardeşi Nazlı'nın günlüğüydü.


Bir başkasının özel günlüğünü incelemek çok ayıptı ama ben bir ajandım. Mecburdum. Belki burada babasıyla alakalı bir şeyler yazıyor olabilirdi. Mafya olma ihtimali düşüktü ama vardı. İlk sayfasına göz gezdirdim.


Tarih kırk beş sene öncesine aitti, yani Nazlı henüz on beş yaşındaydı. On beş yaşında küçük bir kız... Sarı ile arasında on iki yaş olduğu için yaşını kolaylıkla hesaplayabilmiştim.


Merhaba sevgili günlük;


Bir gün bir çocukla tanıştım, benden yedi yaş büyük. Ama çok seviyor beni. Bu yaptığım yanlış fakat çok aşık oldum hem de çok. Biraz tehlikeli olabiliyor bazen. Belinde de silah taşıyor, ben çekindiğimde ise beni korumak için olduğunu söyleyip beni geçiştiriyor. İsmi Kıvanç.


Ve sana bir sır daha vereceğim, babasıyla babam birbirlerini öldürecek kadar çok nefret ediyorlar birbirlerinden. O yüzden Kıvanç'ı bilmemeleri gerekiyor. Sana güveniyorum, sen kimseye söylemezsin.


Okuduğum şeyler yüzünden kanım dondu. Ablasını öldüren kişi bu adam olabilirdi. Genç yaşta kendisinden yedi yaş küçük çocukla sevgili olan adamdan bahsediyordum. Derin düşünmem gerekiyordu. Sarı'nın babasıyla Kıvanç denen adamın babası mafya olup düşman olabilirlerdi fakat tek bir ihtimale yoğunlaşamazdım. Başka bir şey de olabilirdi düşmanlıklarının nedeni.


Günlüğün diğer sayfasını çevirdim. Bu tarihi görünce şaşırmıştım çünkü tam bir yıl sonrasını gösteriyordu. On iki Şubat.


Sevgili günlük;


Bugün kardeşim Sarı'nın doğum günü. Onu çok seviyorum. Bana Najli diye sesleniyor ve şimdiden çok kıskanç. Hayatımda birisinin olduğunu anlıyor sanırım ve odamdan çıkmamakta ısrar ediyor. Ama eğer büyük olsaydı ve Kıvanç'ı tanısaydı kıskanmak yerine onunla olmamı çok isterdi.


Bana neredeyse her gün çiçekler alıyor ve hep gezmelere gidiyoruz. Anneme arkadaşlarımla dışarı çıkıyorum diye izin alıp onunla çıkıyorum. Çünkü o benim hem sevgilim hem de en yakın dostum. Her şeyimi onunla paylaşıyorum. En ufak bir şeyde bile hemen onu arıyorum. O benden hiç sıkılmıyor, biliyor musun?


Ben onu çok seviyorum...


Derin bir nefes aldım ve arka sayfasını çevirdim. Yine tam bir yıl sonrasına geçmişti.


Sevgili günlük;


Korkunç şeyler oluyor, sevgili günlük. Babamla Kıvanç'ın babasının arasındaki sorun her neyse gittikçe daha da büyüyor. Bugün ilk defa babamın silah kullandığını gördüm ama ateş etmedi. Sadece kendini korumak için yanında taşıdı, gerçekten.


Ama babamdan eskisi gibi bir enerji alamıyorum. Sanki bir anda bambaşka bir adama dönüşmüş gibi. Gülmüyor, gece eve geç geliyor, sabah erkenden gidiyor. Ve işin tuhaf yanı işe de gitmiyor. Annem sürekli ağlayıp Sarı'ya sarılıyor. Ve bana da sarılıyor.


Ama babamda çok tuhaflıklar var. Evimizdeki huzur gittikçe azalıyor her gün. Biz artık mutlu aile tablosunda değiliz gibi hissediyorum. Her şey üst üste geliyor. Bunların yanında Kıvanç hep yanımda, biliyor musun? Hep ağlamalarımı teselli etmeye çalışıyor.


O beni çok seviyor, sevgili günlük.


Öbür sayfalar boştu, galiba bir yıl sonra aynı tarihe gelemeden ölmüştü.


Katilini bilmiyordum ama yüksek ihtimalle Kıvanç'tı. Sırf babalar arasındaki düşmanlık yüzünden intikam amaçlı olarak Nazlı hedef alınmıştı. On yedi yaşında olmasına rağmen yazdığı son sayfadaki kelimeler sanki bir çocuğa aitmiş gibi hissettiriyordu. Deli dolu, nazlı bir kız olduğu gerçekten çok belliydi.


Üzüntü hissedemiyordum ama kalbimdeki baskı daha da artıyordu. Elimdeki mavi kapaklı günlüğü tekrar çekmeceye bıraktım ve kapının açılma sesi gelince hızlıca oradan uzaklaşıp orta alanda durdum.


Yakalanmaktan son anda kurtulmuştum. Derin bir nefes bıraktım dışarı doğru ve gelen kişiye yani Sarı'ya baktım. Yüzünde çok minik bir tebessüm vardı.


"Sonunda." Deyip yanına doğru gittim. "Bir tık sıkılmış olabilirim."


"Toplantı bitti, gayet olumlu geçti." Diye hafifçe mırıldandı. "Adamlar babamın arkadaşı ve benim kadar olmasa da ismini duyurmuş insanlar. Güzel olacak." Kendi kendine söylüyor gibiydi.


"Senin adına çok sevindim." Deyip ben de gülümsedim. "Asistan kız seni tebrik etmek için sarıldı mı?" Bu birden bire sorduğum soru karşısında ben bile şaşırdım.


Dudakları alaylı bir ifadeyle hafifçe yukarı kıvrıldı. "Niye sarılacakmış bana asistan kız?"


Bir anda boşluğa düşmüş gibi oldum. Hızlıca toparlanmaya çalışarak, "yok, hani sevindi mi, anlamında..." dedim.


Yanımdan geçip giderken ben arkasından bir süre baktım ve ben de hızlı adımlarla peşinden gittim. O, sandalyesine oturunca ben de önündeki deri sandalyeye yerleştim. "İşin daha var mı?"


"Sana sıkılacağını söylemiştim." Dedi bilmiş bir ifadeyle.


"Ondan değil." Diye kendimi savundum. "Sen çalışmayı sevmiyordun, o yüzden. Hani erken çıkıyorum dedin ya."


"Birazdan çıkarız." Deyip arkasına yaslandı ve başını da geriye yasladı. Gözlerini bir süre kapatıp elleriyle şakaklarını ovaladı.


Yorgun gözüküyordu, ses tonuma pişmanlık ekleyerek, "yorgunsun, benim yüzümden." Diye kendime kızdım.


Yorgun ve kederli gözlerini yavaş yavaş aralayıp bana baktı. "Yok," dedi. "Hayatımda yediğim en güzel kahvaltıydı, bunun için pişman değilim. Benim bu yorgunluğum sürekli var."


Yorgunluğu fiziksel değildi, ruhsaldı. Onu çok iyi anlıyordum. Ben doğuştan, o da çocukluğundan kimsesizdi. Biz birbirini çok iyi anlayan insanlardık. O beni, ben de onu çok iyi anlıyordum. Onda acı, ben de değersizlik hissi vardı.


O yarım bıraktığı işini bitirirken ben de çalışma masasının üstündeki buruşmuş kağıt parçasını aldım. Bir şeyler yazılmış sonra da yanlış yazıldığı için üstü karalanmış gibi duran basit bir kağıt parçasıydı. Bunun için izin almaya gerek yoktu.


Kağıttan uçak yaparken bir çift gözü üstümde hissediyordum. Nihayet bittiğinde ayağa kalktım ve kağıttan uçağı havaya doğru fırlattım. Süzülen uçak yavaş yavaş aşağı doğru inerek onu aldığım yere yani çalışma masasının üstünde durdu. "Bazen," dedim uçaktan bakışlarımı ayırmadan. "Bizler de kağıttan uçak gibi önce gidiyoruz sonra geri dönüyoruz..." güldüm. "Bak, yıllar sonra sana tekrar geri döndüm. Terk edildiğim sokakların oraya..."


Bir şey demedi ama yorgun bakışları bana çok şey anlattı...


Loading...
0%