Yeni Üyelik
5.
Bölüm

5.Bölüm

@samiraertennn

Evde nihayet tek kaldığımda derin bir nefes alabilmiştim. O yardımcı kızı ikna edip göndereli yalnızca birkaç saat oluyordu. Teşkilattan birisi parayla birlikte ayarlanmıştı ve benlik hiçbir sorun kalmamıştı. Evde tektim ve Sarı üç saat sonra eve gelecekti.


Sarı'nın çalışma masasının önünde durmuştum, içeri doğru bir adım attım. Karşımdaki çalışma masasının ince dekorları çok hoş bir görüntü sağlıyordu. Masanın üstündeki beyaz kalem kutusu, siyah masayla tezatlık oluştursa da gayet iyi bir görüntü sağlıyordu.


Çalışma masasının kırmızı, deri koltuğunun buradan bile rahat olduğu anlaşılıyordu. Masanın arkasında ise boydan boya dolaplar, dört duvarda da yer almıştı. Çalışma masasına doğru ilerledim ve kırmızı deri koltuğu kenara ittirerek kendime geniş bir alan sağladım.


Yere doğru hafifçe eğilip çalışma masasının en baştaki çekmecesini açtım. Burada boş kağıt ve boş dosyalardan başka hiçbir şey olmadığını görünce umutsuz vakaymış gibi geri kapattım. Çekmecenin altındaki dolabı da açtığımda siyah bir kutu gördüm. Siyah kutuyu alıp kapağını açmaya çalıştığımda ise açılmadı. Kutunun arka tarafına baktığımda kilit olduğunu gördüm.


Bu kutu eğer önemli olmasaydı Sarı kilit taktırmazdı ve evde tek yaşıyordu. Demek ki yardımcısından bile sakındığı çok özel bir kutuydu. İçime bir kurt düşmüştü. Anahtarını ise kolay bir yere koyduğunu düşünmüyordum. Evde tek yardımcıyla yaşadığından bu kutunun içerisindekileri bir tek ondan saklıyordu. Aslında ben de vardım fakat benden öncesi yalnızca o vardı.


Dolabı açtıktan sonra içine baktığımda bir kutu daha vardı fakat bu kutu gümüştü ve galiba kilitli değildi, buna emin olmak için kutuyu incelediğimde herhangi bir kilit görememiştim. Kutuyu merakla açtığımda ise gördüğüm şeyle birlikte kanım dondu. Bir silah vardı kutunun içinde. Bir cinayet işlenmiş olabilir miydi?


O yüzden silaha dokunmadım. Eğer ruhsatsızsa Sarı'nın mafya olduğunu kanıtlardı ama bu silahın ruhsatlı veya ruhsatsız olduğunu bilmiyordum ve galiba öğrenemezdim.


Bunu bir kanıt olarak sayabilir miydim ki? Emin olamamıştım.


Silahın bulunduğu gümüş kutunun kapağını geri kapatıp dolabın içine yerleştirdim ve dolabın kapısını da aceleyle kapattım. Tekrar ayaklandıktan sonra duvara montelenmiş olan dolapları incelemeye başladım.


Fakat şirketlerle alakalı paravan olduğuna dair hiçbir kanıt bulamamıştım. Sarı kadar zeki bir adamdan da ancak bu beklenirdi. Eğer gerçekten mafyaysa kendisini çabucak ele vermeyeceği anlaşılabiliyordu.


Karşımdaki çok güçlü bir rakipti ama ben de en az onun kadar güçlüydüm. Bunun karşılığında gençliğim duruyordu. Bütün gençliğimi hapishanede geçiremezdim. Üstelik karşımdaki adam eğer gerçekten mafyaysa bile ben hapisteyken o suç işlemeye devam edecekti. Teşkilattaki en güçlü ajan ben olduğum için başka bir ajan onu nasıl yenerdi ki? O yüzden Sarı eğer mafyaysa bunu bir an önce kanıtlamam gerekiyordu.


Çalışma odasından dışarı çıktım ve koridorda tek kaldım. Kendi odama doğru ilerledim ve içeri girdim. Odamın balkon kapısından dışarı çıktığımda ise bahçeyi incelemeye başladım. Ağaçların altına odaklamıştım bakışlarımı, düşünüyordum. Bu evde kanıtlar öyle bir yerde olmalıydı ki kimsenin aklına gelmemeliydi. Ya da bu evde değildi.


Ellerimi saçlarıma geçirip geriye doğru yatırdım. Stresten tırnaklarımı kemiriyordum. Bunu Kimliksiz için düşünürken aynı duruma ben düşmüştüm. Sarı bana güveniyordu, o da şimdilik. Bu onun aptal olduğunu göstermiyordu ki. Karşımdaki bana güvense de işini hep sağlama almıştı.


Evine, şirketine, bütün hayatına sızmıştım yavaş yavaş ve üstüne üstlük güvenini de kazanmıştım ama bütün bunlara rağmen ne mafya olduğuna dair ne de olmadığına dair bir kanıt bulabilmiştim. Çünkü gönderildiğimiz kişilerden devlet çok şüpheleniyordu, onun masumluğunu kanıtlamadığımız takdirde biz yine hapise giriyorduk.


Kollarımı balkon demirliklerinden ayırıp arkamı döndüm ve balkondaki fıstık yeşili sandalyeye doğru ilerledim. Kitap okuma sandalyesine benziyordu ve aşırı rahattı. Oraya oturup kendimi geriye doğru attım ve hafif hafif sallamaya başladım. Plan düşünmeye çalışıyordum ama şu an beynim durmuş gibiydi.


Ya da bütün bu kanıt işlerini bırakıp SBS'i aramalıydım. Çünkü SBS'i bulmam demek onun kesinlikle mafya olması demekti. SBS'i bulamasam da masumluğunu kanıtlamaya çalışacaktım. Masumluğu kanıtlamak içinse; Şirketlerin paravan olmadığını, Sarı'nın bütün gelir kaynaklarının şirkete ait olduğunu kanıtlamam gerekiyordu ama bunu yapmam için Sarı'nın her şeyi öğrenmesi gerekiyordu. Ve ben bunları Sarı'ya anlatacak kadar güvenmiyordum. Hayal kırıklığı ile birlikte beni ispiyonlayabilirdi ve ben idam edilmek istemiyordum. Devlet, onların haberi olmadan masumluklarını nasıl kanıtlamamızı istiyordu ki?


Her taraftan kendimi bir çıkmazın içinde hissediyordum ve bu çıkmazın üstüne üstlük kalbimdeki ağırlık da yer alıyordu.


Yapacağım şu anlık tek bir şey vardı: bir kanıt aramak yerine direkt SBS'i bulmaya çalışacaktım. Bu yaptığım teşkilat tarafından yasal değildi, ilk başta bulduğum kanıtları söylemem gerekiyordu. Fakat ben SBS'in nasıl çalıştığını biliyordum. SBS'teki suçların hepsini zaten Sarı işlediği için sanki onları ben yakalamışım gibi teşkilata sunacak ve sonrasında SBS'i verecektim. Diğer ajanlar ise SBS'in nasıl çalıştığını bilmiyordu. Kendimi bu konuda şanslı hissediyordum.


O zaman rahatlamamam için hiçbir sebep kalmamıştı. Keyifle gözlerimi bir süre kapattım ve bugünlük kendim için izin tanıdım. Bugün çocukluğumun ailesi olan Sarı ile birlikte vakit geçirecektim. Bu akşam bir yere gitmek istiyordum; herkesten uzak, yalnızca ailemle yani Sarı ile yüzleşmek istiyordum. O yara izlerine tekrar bakmak ve bebekliğime kol kanat geren o çocukla yeniden yüzleşmek istiyordum.


Sarı benimle dışarı çıkmak ister miydi? Bence isterdi. Belli etmese de o da beni seviyordu yoksa ona Sarı dememden rahatsız olurdu. Bu düşünce içimi rahatlattığı için ona bu akşam dışarı çıkmayı teklif edebilirdim.


O gelene kadar balkonda oturduğum zamanın tadını çıkaracak ve uyuyacaktım. Balkonun ferahlatıcı havası şimdiden uykumu getirmişti. Sandalyeyi hafif hafif sallayan ayaklarım yavaş yavaş durunca gözlerim kendisini tamamen uykuya teslim etmişti bile...


~


Gözlerimi yavaş yavaş araladım, hâlâ balkondaydım ve karanlık çökmüştü. Gözlerimi ovuşturup hayal görüp görmediğime emin olmaya çalıştım ama gerçekten de güneş batmıştı. Balkondaki koltukta uzanıyordum ve üzerimde ince, pembe bir örtü vardı. Bu evde Sarı'dan başka kimse yaşamadığı için ve benim uyurgezerlik problemim olmadığı için bunu Sarı'nın üzerime örttüğünü anlamıştım.


Aceleyle üstümdeki örtüyü kaldırıp ayağa kalktım ve örtüyü tekrardan koltuğun üstüne bıraktım. Koşar adımlarla balkondan çıkıp odamın kapısına doğru gittim. Zaten açık olan odamın kapısından koridora adım attığımda Sarı'nın merdivenleri kullanarak yukarı çıktığını gördüm. Elinde dumanı tüten bir kahve vardı.


"Gelmişsin." Dedim ağzım kulaklarıma varırken. O her ne kadar benim güçlü tarafımı görmüş olsa da kendimi ona saf olarak göstermem gerekiyordu.


"Evet," dedi kahvesinden bir yudum alarak. Üstüne yine siyah bir tişört giymişti.


"Üstüme örtü örtmüşsün." Dedim daha da gülümseyerek. "Beni düşünmüşsün."


"Olur öyle şeyler." Başını hafifçe salladı.


Dayanamayıp kıkırdadım. "Olmuş zaten." Kolumu kapının pervazına yasladım. "Ben bugün evde çok sıkıldım. Biraz sahil kenarına gidelim mi?" Gözlerimi kırpıştırdım.


Bir süre düşündü ve gerçekten isteyip istemediğime emin olmak istedi. En sonunda teslim olmuş gibi bir nefes dışarı verdiğinde, "olur." Dedi. "Gidelim."


"Hazırlanıyorum." Heyecanımı sesime ve yüzüme yansıttım.


"Hazırlan." Dedi keyiflendiğini belli eden bir ses tonuyla. Dudaklarında ise gözle görülür yukarı doğru bir kıvrılma gerçekleşmişti.


Arkamı dönüp odama geçtiğimde kapıyı hafifçe örtüp son anda aklıma bir şey gelmiş gibi kafamı aralıklı kapıdan dışarı uzattım. "Pamuk şeker de alır mısın bana?" Sönmez'e gerçek gülümsememle karşılık veremezdim çünkü o anlardı ama Sarı gerçek gülüşüm sanardı. Bari en azından bir insanı gülüşümle, konuşmamla ve heyecanlanmalarımla sahte de olsa gülümsetebiliyordum.


"Olur," diye bir kısa cevabın ardından devam etti. "Ne istersen alırız." Bu tür adamlar genellikle kendileri tek başına bir şey alacak veya bir şey yapacak da olsa sürekli çoğul eki eklemeye bayılıyorlardı.


Yarım saat aradan sonra hazırlanmıştım. Üstüme rahat etmek için eşofman ve üstüne de pembe, uzun boy olmayan bir badi giymiştim. Saçlarımı da düzenledikten sonra nemlendirici ve rimelimi de sürdüm. Telefonu ve çantamı almayacaktım bugünlük. Odamın kapısını kapattıktan sonra ise arkamı döndüğümde kendi odasının kapısına yaslanmış ve elleri ceplerinde olan Sarı ile karşılaştım. Yine siyah bir gömlek ve pantolon giymişti. Hep aynı renk giyinmesine rağmen nasıl her zaman farklıymış gibi bir izlenim verebiliyordu, buna anlam veremiyordum.


"Beni mi bekliyordun?" Diye sordum bir adım daha atarak.


"Evet," dedi dürüstçe. Beni korumak dışında asla yalan söylememişti ve söylemeyecek gibi gözüküyordu. "İnelim mi?" Sohbeti uzun tutmamak için elinden gelen ne varsa yapıyordu.


Ben kendime robot diyordum, ta ki Sarı ile tanışana dek...


Ben önden, o da iki basamak arkamdan geliyordu.


"Denize girmek ister misin?" Deyip son basamağı indikten sonra omzunun üstünden ona baktım.


"Fark etmez benim için." Dedi ve daha sonra gözlerime baktı. "Eğer sen istiyorsan gireriz."


"Bu saatte kalabalık olabilir, onca seni tanıyan insanın içinde... bunu yapabilir misin gerçekten? İtibarın ve koruduğun bir onurun var." Dedim anlam veremeyerek.


"Hepsi yerin dibine batsın," Dedi ve dış kapıyı açıp önden geçmem için eliyle dışarıyı gösterdi. "Umrumda mı sanıyorsun?"


Kaşlarım şaşkınlıkla havaya kalktı ama bir şey demeden önce kapıdan çıktım. O da peşimden çıktıktan sonra kapıyı kapattı ve otoparka doğru ilerlemeye başladı. Ben onun arkasında kalırken, "umrunda değil mi?!" Diye seslendim.


O ise arkasına dönmeden, "senin kadar değil, prenses." Dedi ve otoparkın kapısını açıp arabaya bindi.


Arabaya bu sefer beni bindirmeden otoparktan çıkartmıştı. Tam önümde durduğunda bunu da kibarlık hareketi olarak gördüğümden kapıyı açmaya yeltenmiştim ki oturduğu yerden indi ve benim oturacağım kapıyı benim için açtı. Arabaya geçtim bir şey demeden ve o da kapımı kapatarak şoför koltuğuna oturdu.


Kısa bir süre düz yolda ilerledikten sonra ileriden bize ışık tutan arabayla karşılaştık. Sarı bir tepki vermeden hızını kesmedi ve hızla sürmeye devam etti. Aynı hızla karşıdan gelen araba da devam ediyordu.


"Sarı!" Diye bağırıp elimi tutma yerine yerleştirdim. "Ne yapıyorsun?!" Diye haykırdım. "Dursana! Çarpışacağız!"


Ama o beni duymuyor gibiydi. Karşıdaki araba onun durmayacağını anlayınca direksiyonu sola doğru çevirip bizim arabanın önüne kırdı. Sarı da arabayı ani frenle durdurunca öne doğru savruldum. Tam başım torpidonun üst tarafına çarpacaktı ki Sarı kendini önemsemeden iki eliyle de omuzlarımdan tuttu ve beni doğrulttu. Kendime geldiğimde ise Sarı'ya baktım. Ani bir sarsılmayla kafasını direksiyona çarpmıştı ve alnındaki ufak bir bölge de kanamaya başlamıştı. "Sarı," dedim dilim damağıma yapışmışken. Elimi yarasına uzatacakken geri çekildi. "Başın kanıyor."


"İyiyim," dedi.


Karşıdaki adam arabasının kapısını açıp inince inen kişinin Demir Ateş olduğunu ve yan koltuğunun kapısının da açıldığını görünce Kimliksiz'in de bu olayda yer aldığını gördüm. Demir bilerekten Sarı'nın üstüne doğru sürmüştü.


Sarı da arabanın kapısını açıp inince ben de arabadan indim. Kapıyı bile kapatmayı akıl etmeden Sarı'nın yanına koşturdum. Karşımızda Demir Ateş, onun yanında da Kimliksiz duruyordu. Kimliksiz ile göz göze gelince endişemizin aynı oranda olduğunu fark ettim. Sakinleşmesi için gözlerimi bir süre kapalı tutup açtım.


"Derdin ne senin?!" Diye bağırdı Sarı, Demir'e doğru yeltenip gömleğinin yakalarını tutarken.


Demir, yakalarında duran Sarı'nın ellerini kendi üzerinden çekmeye çalışırken kıpkırmızı kesilmişti. "Bırak!" Deyip bütün gücüyle Sarı'ya yumruk attı.


Sarı'nın elleri Demir'den ayrılırken geriye doğru yalnızca bir adım sendeledi. Bu durumda bir çığlık attım, "Sarı!" Diye haykırıp tam ona doğru gidecektim ki ağzından akan kanları elinin tersiyle sildi ve hızlıca Demir'in karşısında durup bir yumruk attı.


Demir'in birkaç adım geriye doğru sendelenmesiyle yere düşmesi aynı zamanda gerçekleşmişti. Sarı'nın yüzünde tehlikeli bir gülümseme yer almıştı. Sarı, Demir'e doğru yürüyünce Kimliksiz kendisini Demir Ateş için siper etti. Ve Sarı'ya karşı Demir için göğüs gerdi. Bunu yaparken de gözlerini refleksle kapatmıştı. Bunu Demir'in güvenini kazanmak için yaptığını anlamıştım. "Dur, lütfen. Lütfen durun artık." Kimliksiz ağlamaya başlayınca Sarı'nın eli gevşedi ve geriye doğru bir adım attı.


Ağzında biriken kanları elinin tersiyle bir kez daha sildi. "Sen böylesin işte!" Dedi Sarı keyifle. "Bir kadının seni korumasına izin verecek ve onun arkasına saklanacak kadar zavallısın."


Demir hızlıca ayağa kalkarken Kimliksiz yere doğru düşmüştü. Demir, Sarı'nın tam karşısında durduğunda ise bilerekten duymamış numarası yaptı. Gözleri sinirle seğirmeye başlarken, "ne dedin sen?" Diye sordu. Duymuştu ama kendine yedirememişti. "Ne dedin sen?!" Diye haykırdı. Öfkeyle bütün vücudu titremeye başlamıştı.


"Zavallısın, Ateş. Abin de sen de. Biriniz kaçar, biriniz de bir kadının arkasına saklanır." Sarı alayla karışık sinirle kahkaha attı. "Ne zaman adam olup karşımda duracaksınız, merak etmiyor değilim doğrusu."


Demir Ateş öfkesine hakim olamadı ve Sarı'nın üstüne atladı, birkaç yumruğu Sarı ile buluşurken Sarı ifadesizliğini korudu ve aynı şekilde birkaç saniye karşılık vermeden onun ataklarını bekledi.


Bu kavga gittikçe tehlikeli bir hâl alırken Demir'in kolunu ısırdım. Acıyla haykıran Demir panikle birkaç adım gerileyince yumruk yaptığım elimi yanağıyla buluşturdum. "Uzak dur, bizden!" Diye haykırıp tam öbür yumruğumu da atıyordum ki öbür elimi havada yakaladı. "Bırak," dedim.


Demir keyifli bir ifadeyle beni izlerken, "sen ne hakla bana vurursun?" Deyip üzerime doğru yürüdü.


Ondan sonrası ise tam bir faciaydı. Sarı'nın tam anlamıyla bir tehlikeye dönüştüğünü görmüştüm. Gözleri sinirden ve öfkeden kıpkırmızı kesilmişti. Demir'in eli, bileğimden ayrıldıktan sonra ortalığı kan götürmeye başlamıştı. Sarı, Demir'i döve döve yere doğru yatırmıştı. "Sen ne hakla ona dokunursun?!" Diye haykırıp bir yumruk daha atınca karşımdaki adamın benim ailem değil de tam anlamıyla bir tehlike olduğunu görmüştüm.


Bir şeyler yapmalıydım. Kimliksiz orada ağlarken hiçbir şey yapmadan onları izleyemezdim. Var gücümle koşturarak Sarı'nın bedenini sola doğru itekledim. "Sarı!" Diye bağırdım titreyen sesimle, en sonunda onu durduramayacağımı anlayınca. "Bırak onu!" Beni duymayacak kadar gözü dönmüştü. "Sarı!" Dedim yüksek sesle ağlamaya başlarken. Ağzımdan hıçkırıklar dökülünce Sarı bir anda silkelendi ve endişeyle bana baktı. Kendini kaybetmişti. Birisinin onu silkelemesi gerekiyordu ve bu görevi de ben üstlenmiştim.


Ağladığımı görünce Demir'in yakasını tuttuğu eli gevşedi. Demir hızlıca kalkarak Kimliksiz'i arabaya bindirdi ve daha sonrasında şoför koltuğuna atlayıp buradan büyük hızla uzaklaştılar.


Sarı'nın gözleri ise gözyaşlarımda sabitlenmişti. Elindeki kanlara bakarken gözlerini kıstı. "Bunu görmemeliydin. Kendimi kaybettim." Bana doğru bir adım atınca geriye doğru gittim. "Kaçma benden."


Bu son cümleyi söyleyince adım atmayı bıraktım ve onun tam karşımda durmasını izledim. Yüzünün bazı yerleri çok kötü yaralanmıştı. "Sen..." deyip zorlukla yutkunuyormuş gibi yaptım. "Sen bir tehlikeye dönüştün, Sarı. Benim ailem dediğim çocuk ne ara bu kadar kendini kaybetti?"


Geriye doğru birkaç adım atarak ondan uzaklaştım. Az önce benim Demir'e yumruk attığım yeri unutması için küçük bir oyun oynayacaktım şimdi. Yoksa gerçek karakterimi öğrenirse neden ona saf numarası yaptığımı öğrenmeye çalışırdı.


"Sana zarar verecekti, hem de benim yanımda!" Bunu derken gözü yine döndü. Çenesini sıkmış ellerini de kendi öfkesini yenmek için altta yumruk haline getirmişti. Sinirle arkasına dönüp bir ayağıyla arabanın tekerleğine tekme attı. "Senin bileğini sıkarken ben nasıl sakin kalabilirdim, söylesene!" Diye haykırıp önüne döndü ve karşımda durdu. Gözlerimi sıkıca kapattım. "O herif sana zarar vermeye kalkışırken ben nasıl sakin kalayım, sen söyle bana." Diye fısıldadı, bu fısıltı fırtına sonrası dinginlik gibi geliyordu.


Ben de bir elimi altta yumruk yaptım. Kendimi koruyabilecek güçte olduğumu söylemek istesem de bunu söyleyemezdim. Onun gözünde yavaş yavaş istediğim karaktere ulaşmışken egoma kapılıp bunu mahvedemezdim. "Kendini sakinleştir önce." Dedim gözlerimi yavaş yavaş açarken. "Bana o değil, sen zarar veriyorsun, görmüyor musun şu hâlini?! Az önceki hâlin... kendini tam anlamıyla kaybetmiştin."


İçimden bir ses, küçükken ablasını koruyamadığı için hayatına birisini almadığını ama ben hayatında çok önceden olduğum için tekrar aldığını ve beni koruyamamaktan deli gibi endişe duyduğunu söylüyordu. Küçüklükten kalan bir travma sonucu, hayatında ben olduğum için beni bütün tehlikelerden kurtarmak istiyordu. Bana zarar gelmemesi için kendini feda edecek kadar hem de. Çünkü o bir kere annesini ve ablasını kurtaramamıştı, yine aynı şeyin olmasını istemiyordu.


"Kendime engel olamadım." Dedi, ses tonunda pişmanlık olmasa da benim için büyük bir endişe vardı. "Gerçekten." Diye kendisini kanıtlamaya çalıştı. "Az önce gördüğün kadar kötü bir adam değilim, seni ağlatmak en son isteyeceğim şey bile değil. Lütfen, ağlama artık."


Ağzımdan küçük bir hıçkırık daha çıkarken ben ne olduğunu anlayamadan kendimi Sarı'nın kollarının arasında buldum. Ona sarılan bendim. Başım onun göğsüyle buluşurken ellerimi de beline dolamıştım sıkıca. Bunu neden yaptığımı bilmiyordum ama fotoğrafla uyuduğum günden beri Sarı'ya sarılmak istiyordum.


Bunu günler, haftalar, aylar ve hatta yıllar ardından sonra ilk kez yapmıştım. Gözyaşlarım harici bu yaptığım yalan değildi. Gerçekten istediğim için yapmıştım. Ve ona sarıldığım ilk saniye evimdeymişim gibi, ailemmişim gibi hissetmiştim. Ona sarılmak sanki bütün iyi şeylerin toplamıymış gibi hissettirmişti.


Ona sarılmak, ona sarılmak sahip olduğum en güzel hediyeydi. Ona sarıldığım ilk saniye tamamlandığımı hissetmiştim. Yalandan akan gözyaşlarım onun siyah gömleğini ıslatmaya devam ederken ondan ayrılmayı istemiyordum. O da bana sarıldı nihayet. Ellerindeki kanı önemsemeden yine bana altı yaşındaki gibi sarıldı. Bu sarılma yıllar öncesine aitti. Çünkü müdire tek elle beni tuttuğunu, diğer eliyle de puseti tuttuğunu söylemişti. Bunun nedenini sorduğunda ise, "o daha bir bebek. Yazık. Ailesi terk etmiş. Sarılmaya ihtiyacı vardır." Diye yanıt vermişti. Ve yıllar sonra o sarılma tekrar gerçekleşmişti, Belki de aynı yerde....


Çünkü ben bu eve yakın yerlerde terk edilmiştim, Sarı onun evine ilk geldiğimde söylemişti. Bu tesadüfler içimi sıcacık etti. Ve ona daha çok sıkı sarıldım sanki mümkünmüş gibi. Onu bir daha hiç bırakmak istemedim. İnsan ailesine sarılmayı bırakabilir miydi? Doyamazdı ki. Bir de ben yıllardır hasret kalmıştım, nasıl doyardım bu güzel hisse?


Hıçkırıklarım gecenin karanlığında gittikçe yükselirken gözlerimi kapattım bir süreliğine. Sarı ise benden ayrılmıyor ve bana teselli olmak için sarılmaya devam ediyordu. Onun ailesi önceden de olsa olduğundan aynı hisle bana sarılamıyordu ama ben ona ailem gibi sarılıyordum çünkü o benim ailemdi.


Ayrılmak istemedim, ayrılamadım. Saniyeler geçti, saymadım. Dakikalar öylece geçip gitti ama ben Sarı'dan ayrıldıktan sonra düşeceğim boşluğa henüz kendimi hazırlayamamıştım. Ondan ayrıldığım an kalbimdeki burukluk kaldığı yerden devam ederse ben bunu göze alamazdım çünkü bir kere aileye sarılmanın tadına varmıştım. Tekrar bunu kaybedemezdim.


Dakikalar daha geçtikten sonra artık bu duruma bir son vermenin zamanının geldiğini fark ettim çünkü Sarı, ben çekilmeyene kadar kendisini geri çekmeyecekti. İki elimi de kollarına yerleştirip bir süre destek aldım. Ve yavaşça geriye doğru çekildim.


"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. Bir şey demedi ve endişeyle iyi olup olmadığımı inceledi. "İyiyim." Dedim onu rahatlatmak adına. "Sahile doğru gidelim mi?"


Arabaya doğru yeltenince kollarında duran ellerimle onu durdurdum. "Hayır," dedim. "Yürüyelim."


Ellerimi kollarından ayırıp hem şoför kapısını hem de açık bıraktığım kapıyı kapattım ve Sarı'nın elinden anahtarı alıp kapıları kilitledim.


"Benimle yürü, Sarı. Birlikte yürüyelim. Seneler öncesinde nasıl ki birlikte bu yollarda yürüdük, şimdi de öyle yürüyelim." Yaşlı gözlerimden artık yaşlar akmıyordu ama hâlâ dolu doluydu.


"Yürüyelim, yeşil gözlü bebek." Dedi. Bu, küçükken ismimi bilmediği için taktığı bir isim olabilirdi.


Sırıttım. "Altı yaşında benim ismimi bilmediğin için yeşil gözlü bebek dedin bana, değil mi?" Yaşlı gözlerle yüksek bir kahkaha attım.


İkimiz de adımlarımızı aynı anda başlatarak düz yolda ilerlemeye başlayınca başını sağa doğru çevirdi ve beni görmek için başını eğdi. "Evet çünkü ismini bilmiyordum." Dedi. "Saçların da erkek gibiydi, kısacık. Renginden emin olamadım."


Sinirle omzuna vurdum. "Sarı benim saçlarım." Diye haykırıp kahkaha attım.


"Evet," dedi. "Senin saçların, benim soyadım."


Bu dediği şeyle aramızda tuhaf, hoş bir sessizlik oldu. Göz temasımızı ilk bozan ben oldum, bakışlarımı hızlıca ondan kaçırdım ve adımlarımı hızlandırdım ama elbette onun bana kolaylıkla ulaşacağını biliyordum. Yine aynı hizada yürümeye devam ederken az önceki sarılmamızın güzelliğini düşünmeye devam ediyordum.


"Bu sokaktı, öyle değil mi?" Deyip nihayet netleşen gözlerimle Sarı'ya baktım.


Bana bakıp hafif tebessüm etti, sıcacık oldu içim yeniden. Gülümsemesi bile sarılması gibi hissettiren adam, Sarı'ydı. "Evet," dedi. "O günü hâlâ hatırlıyorum, yeşil gözlü bebek. Hiç unutmak istemeyecek kadar hem de..."


"Hiç hatırlamasam bile hep hatırlamak isteyecek kadar..." diye karşılık verdim ve yürümeye devam ettik.


Sahil kenarındaki taşların oraya doğru yürüdüğümüzde etrafımızda çok olmasa da bir kalabalık vardı ama bunu ikimiz de önemsemiyorduk. Sarı önden gidip bir taşa çıktı, daha sonra da elini bana uzattı. Elini tuttum ve taşın üstüne adım attığımda elimi geri çektim.


Birlikte denizin kıyısındaki taşa doğru yürüyüp yan yana oturduk. Başımı sola doğru çevirip ona baktım, "şimdi atlar mısın? Yoksa kalabalığın dağılmasını mı bekleyelim?" Diye sordum.


"Bu bir meydan okuma mı?" Diye karşılık verdi muzip bir gülümseme takınarak.


Omuz silktim ve tatlı tatlı gülümsedim. "Sen ne dersen..."


"Meydan okumanı kabul ediyorum." Dedi kısık sesle ve bu kısık ses tahmin ettiğimden daha çok karizma katmıştı ona şu an için.


"Görelim," dedim dudaklarımdaki tebessümü soldurmadan.


Bunu dememle oturduğu taştan ayağa kalktı ve saniyeler içerisinde denize atladı. Etraftaki uğultular bir anda kesilmişti. Üzerime de hep su damlaları sıçramıştı. Ben ise hâlâ inanamıyormuşcasına dehşet içinde Sarı'ya bakıyordum. Sarı dakikalar sonra suyun içinden kafasını çıkarıp geriye doğru gitti ve bana baktı. "Atlayacak mısın?" Diye sordu bana bakarak.


Etraftaki kalabalığa son kez baktım ve kendimden emin bir şekilde kimseyi umursamayarak oturduğum taşta ayaklandım ve derin bir nefesi ciğerlerime depo ederek gözlerimi kapattım. Nasıl olduğunu tam hatırlayamasam da kendimi saniyeler içerisinde suyun içerisinde buldum. Su soğuktu ama beni üşütmüyordu.


Kafamı suyun yüzeyine çıkardığımda birkaç kişinin de bizden gaza gelerek suya atladıklarını gördüm. Gülerek Sarı'ya baktığımda onun beni izlediğini gördüm. Yüzündeki su damlaları bir bir suya dökülürken başını yana doğru eğmiş ve beni izlemeye başlamıştı.


"Çok güzel, değil mi?" Diye sordum.


Bir cevap vermedi.


Ellerimi iki taraftan da havaya kaldırıp kendi etrafımda dönerek kahkaha attım. Uzaktan esen rüzgar buz kesilmiş tenime değer değmez dişlerimin birbirine vurarak çenemin zangır zangır titremesine sebep oldu. Kıyıdan biraz uzaklaşmak için birkaç adım attığımda Sarı bana bir şey olur endişesiyle peşimden geliyordu. Her daim arkamda onun varlığını hissediyordum.


Sırtım ona dönükken ayaklarımla denizin en dibine bastım. Kendimi suyun yüzeyinde serbest bırakarak yavaşça arkamı döndüm.


Dudakları aralandı, "hiçbir meydan okuma bu kadar güzel değildi." Diye fısıldadı. Bu güzellikten kasıt, deniz olmadığını ikimiz de biliyorduk. Benim denizde mutlu olmamı kastediyordu.


"Ne yapayım?" Diye mızmızlandım. "çok huzurlu değil mi sence de?" Kıkırdayarak deniz üzerinden kolumu bir aşağı bir de yukarı oynattım.


"Öyle." Dedi.


Huzurlu havanın tadını çıkarmaya devam ederken Sarı tam karşıma geçmişti. Bugün oluşan yaralarına baktığımda suratının birkaç bölgesini kaplıyordu ama çok ciddi bir hasar yoktu. Kanaması duran çenesine dokundum. "Çok acıdı mı?" Bunu sorarken içim acımıştı.


O ise alayla kahkaha attı. "Bir yumruk mu?" Kahkahası daha da büyüdü. "Yapma, Adal. Ben bu yaşıma kadar bir sürü kişiyle dövüştüm. Birkaç sıyrık mı beni etkileyecek?" Başını iki yana salladı. "Ben sevdiklerimi koruyamamanın acısını taşırken hem de."


"Senin suçun değildi." Dedim. Bunu onu teselli etmek için söylemiyordum. Elimi çenesindeki yarasının üstünden çektim. "Altı yaşındaydın sen, Sarı. Küçük bir çocuktun. Nasıl anneni, ablanı ve babanı koruyabilirdin? Hadi, anneni ve ablanı bir şekilde koruyabilirdin diyelim ama baban suçluydu senin. Devletten nasıl kaçıracaktın onu? Cezasını çekmesi gerekiyordu. Asıl ceza çekmeseydi sen şu an daha da kötü bir durumda olurdun."


Bir şey demedi ama canını sıkmıştım. Yaralarını yeniden sarsmıştım. O, hâlâ kimsesiz kaldığı için acı çekmiyordu. Onları koruyamadığı için acı çekiyordu. Kendisini hep bu şekilde büyütmüştü. Nedensiz ve korkunç bir vicdan azabının yükleriyle. Altı yaşındaki çocuğu suçladığının farkında bile değildi, o çocuk bana aile olduğu hâlde. Hiçbir şeyin farkında değildi ve sadece tek bildiği şey kendisini suçlamaktı. Bu kendine yaptığı bir haksızlıktı. Kimsesiz kaldığı için üzüntü duyup bir teselli arayacağına altı yaşındaki küçüklüğünü suçluyordu.


Çok titreyince gözleri çeneme kaydı. "Çıkalım." Deyip bir eliyle kayalığı tutup çıktı. Daha sonrasında eğilip beni tuttu bir anda. "Çok yüksekti, çıkamazdın. Atlamaya benzemiyor." Dedi ve beni hiç zorlanmadan havaya kaldırdı. Ayaklarım zeminle buluşunca benden ayrıldı.


"Teşekkür ederim." Dedim.


Birlikte taşların üstünden geriye döndük ve çarşının yolundan ilerlemeye karar vererek oraya yöneldik. Mağazaların ışıklarına baktıkça saatlerce burada oturmak istiyordum. Etrafımda insan görmek bile bana iyi geliyordu. Dışarı çıkıp nefes almak veya çarşıları gezmek... hepsi dört duvar arasında daralan ruhuma çok iyi geliyordu.


Sarı, pamuk şekercinin önünde durduğunda on TL'lik bir pamuk şeker için cebinden çıkardığı altı yüzlüğü kadına uzatınca şaşkınlıkla ona baktım. "Ne yapıyorsun?" Diye çok kısık bir sesle fısıldadım.


"Pamuk şekerini al sen." Deyip kadının uzattığı pamuk şekeri aldı ve altı yüzlüğü kadına uzattı. Pamuk şekeri bana verdi.


Kadın şaşırdı fakat vazgeçmemesi için elini paraya hızlıca atarak, "çok teşekkür ederim." Dedi.


Sarı ile birlikte tezgahtan uzaklaştıktan sonra, "neden o kadar verdin?" Diye sordum.


"İçimden geldi." Diye karşılık verdi.


"Çok fazlaydı ama." Beş parasız bir şekilde buraya gelip bedava pamuk şeker isteyen Sönmez'di ve ben onunla aynıydım. Teşkilatta para vermiyorlardı çünkü bizim paraya ihtiyacımız yoktu. Dışarı çıkmamız yasaktı normal zamanlarda.


Bir şey demedi.


Ben ise yapmacık olduğu belli olmayan bir hevesle pamuk şeker pakedini açtım ve daha dokunmadan Sarı'ya uzattım. "Alsana."


Dalga geçiyormuşum gibi bana baktı. "Bunu teklif ediyor musun, gerçekten?"


Tek kaşımı kaldırdım. "Ne varmış?" Diye sordum. "Bitmedi yani şu renkleri cinsiyetleştirmeniz?"


"Tek sorun rengi mi?" Diye sorup yürümeye devam etti.


"Neymiş?"


Sorumla birlikte sıkılmış gibi derin bir nefes verdi. "Yürü, Adal, yürü."


Yüzümü beş karış asarak ve üstüne homurdanarak ayaklarımı yere vura vura yürümeye başlayınca o da beni izledi ve yaptığım çok komik bir şeymiş gibi güldü. Aslında bu yaptığımın komik olduğunu ben de biliyordum, hepsi roldü.


Ben onunla gerçeğimizi bile yaşayamıyordum çünkü kendime bir rol belirlemiştim. Değiştirme şansım, kendim olma şansım yoktu. Oysa ki belki kendim olsam onun yaralarını sarabilirdim çünkü o da beni ailesi olarak görüyordu. Fakat şu an karşısında ailesi değil de hareketlerine karşı her şeyinin yapay ve yalan olduğu bir ajan vardı. Bu şekilde onu iyileştiremezdim. Çünkü bir insanı gerçekten iyileştirecek ya ailesidir ya da ailesi olarak gördüğü bir kalptir.


~


Sabaha karşı bilmem saat kaçtı...


Güneş daha doğmamıştı fakat eve geleli saatler olmuştu. Eve gelince duşa girmiştim ve daha sonrasında pijamalarımı giyinip odama geçmiştim. Sarı bu akşam şirketteki diz üstü bilgisayarını getirmişti ve bu önemli bir şey olmalıydı. Şimdi odasına girip diz üstü bilgisayarını kurcalamam gerekiyordu.


Uzandığım yataktan yavaşça kalkıp ayaklarımı zeminle buluşturdum ve ayağa kalktıktan sonra ise odamdan çıktım. Yavaş ve temkinli adımlarla onun odasına ilerleyip bir süre durdum. Elimi kapının koluna koymakla koymamak arasında bir süre çelişki yaşadım. Sabah SBS'i bulacağımı direkt söylesem de bu bilgisayara bakmam gerektiğini hissediyordum. Yoksa durduk yere neden rastgele bir gün bilgisayarını getirsin ki? Belki de şirketinin paravan olduğunu kanıtlayabilirdim.


En sonunda kapıyı açtım ve tedirginlikle içeri baktım. Tam karşımdaki yatakta uyuyan Sarı'yı gördüm. Bugün gördüğüm şeyler aklıma geldi. Tehlikeli bir adamdan sıyrılmıştı sanki uyuyunca. İçeri doğru bir adım daha attım ve kapıyı yarım ederek içeri doğru girdim. Balkonla odayı ayıran şeffaf kapıdan içerisini görebiliyordum. Balkondaki masanın üstündeki bugün eve getirdiği diz üstü bilgisayarı yer alıyordu.


Kapıya doğru ilerleyip yavaşça sürgülü kapıyı sola doğru ittirdim. Çıkan seslerden dolayı gözlerimi Sarı'ya çevirdim fakat uyanmamıştı. Rahatlayarak açılan balkon kapısından içeri girdim ve balkon masasının önündeki sandalyeye oturdum.


Bilgisayarını açmaya çalıştığımda benden bir şifre istediğini görmemle hayallerim suya düştü ama sonra hemen toparlandım. Belki bulabilirdim. Kaç karakterli olduğu bile belli değildi ve beş hakkım vardı.


İlk hakkımı kullanmak için parmaklarımı klavyede harekete geçirip, "NAZLI" yazdım. Büyük ya da küçük harf kullanmamama rağmen direkt büyük harfle yazdığından küçük harfle denememe gerek kalmamıştı. Şifre yanlış olunca hızlıca sildim ve bir süre düşündüm. Ne olabilirdi ki?


Ablasından sonra aklıma gelen en değer verdiği kişiler anne ve babasıydı ama onların isimlerini bilmiyordum. Başka değer verdiği birisi var mıydı? Ben vardım... ona Sarı diyordum. Ama Sarı beni tanımadan önce de bu bilgisayarı kullandığı için ismim olması pek mümkün değildi. Bu yüzden yeniden parmaklarımı harekete geçirdim. "YEŞİLGÖZLÜBEBEK" yazdım. Heyecanla ekrana bakarken bilgisayarın açıldığını gördüm.


O an yaşadığım sevinç yüzünden çığlık atmamak için zor duruyordum. Ve o an bir şeyi daha fark ettim. Sarı öz ailesi yerine şifresini bana koyduğu bir lakap yapmıştı. Gözlerim istemsizce ona kaydı ve o an yapay da olsa buruk bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma. Bana çok değer veriyordu, sandığımdan daha da çok. O da en az benim kadar beni ailesi yapmıştı. Ben bu adama nasıl ihanet edecektim?


Bilgisayardaki bütün dosyaları kurcalamaya başladım fakat şirketle alakalı en ufak bir şey bile bulamadım. Çöp kutusuna atılan belge, fotoğraf ve medyayı tek tek inceledim ama en ufak bir şey bile bulamadım. Bilgisayar sanki yeni alınmış gibiydi, içerisinde hiçbir bilgi barındırmıyordu.


Umutsuzlukla bilgisayarı geri kapatıp ayağa kalkacaktım ki karşımda bir çift mavi gözü görmemle ayağa kalkamadım. Kafamı kaldırıp ona baktığımda yüzümde hiçbir duygu geçmesine izin vermedim. Buna hazırlıklı olarak eğitim görmüştüm. O yüzden soğukkanlılıkla karşılaşmıştım.


"Ne işin var burada?" Diye sorguladı beni. Her zamanki soğuk tavrı olduğu için rahatlamıştım ama bu rahatlama hareketimi bile görmesine izin vermeyerek içimde yaşamıştım.


"Şarjım bitti ve uyku tutmadı." Dedim aklıma gelen ani bir yalanla. "Ben de aklıma bugün bilgisayar getirdiğin gelince..." dudaklarımı birbirine bastırdım. "Çok özür dilerim odana gizlice girdiğim için ama tek amacım film izlemekti. Yaptığım çok ayıp bir şey, farkındayım." Konuyu bilgisayardan dağıtıp oda mevzusuna çaktırmadan gelebilmeyi başarmış olabilirdim.


"Şifreyi nasıl buldun?" Diye sordu gözlerini gözlerime kenetleyerek ama bunu sorarken hafif bir çekinme duygusunu hissetmiştim. Yine uyku mahmuruydu ve bir eliyle gözünü ovuşturuyordu. Sesinden yine geçenki gibi uyku akıyordu ve bu ses tonu çok karizmatikti.


"Ablanın ismini denedim. Sonra da annen ve babanın ismini bilemediğim için kendime geçtim. Çünkü yanında olup değer verdiğin tek insanım yani. Sen değer verdiklerinin sana Sarı demesini istiyorsun, yanılıyor muyum?"


"Öyle." Dedi bir an önce konunun kapanması için kısa cevap vererek.


Ayağa kalktım. "Hayatında değer verdiğin yanında duran bir tek ben olmak bir yandan üzüntü verse de..." üzüntüden kastım ailesinin burada olmamasıydı. "Çok güzel hissettiriyor."


Başıyla kendi odama geçmemi işaret etti. "Hadi," dedi sohbetten kaçmak istercesine. "Odana git."


Onun yanından geçtim ve "şimdiden günaydın." Dedim.


O ise bana baktı ve yatağına geçti. Uzandıktan sonra ise gözlerini kapatmadan, "iyi geceler." Dedi.


Ben gülerek odadan çıktım ve kapıyı kapattım. Başarısız olsam da bu dizüstü bilgisayarı B planımdı çünkü önceliğim artık SBS'i bulmaktı. Sarı çok zeki olduğundan dolayı bir kereliğine kuralları bozacak ve kimsenin anlamaması için elimden geleni yapacaktım.


Odama istemeye istemeye adımlar atıp içeri girdim ve yatağıma oturdum. Sırtımı yatak başlığına yasladım. Ayaklarımı karnıma doğru çektikten sonra ise kollarımı da bacaklarımın etrafına dolamıştım. Çenemi de dizlerimin üstüne koyduktan sonra karşımdaki dolaba bakarak derin düşüncelere daldım saniyeler içerisinde.


Loading...
0%