@sayfaarasinda
|
“Selam.” dedi ağız ucuyla Artin. Teyzem ona bir dirsek attığında zorla gülümsedi. “Çok mutluyum seninle tehlikeli bir yolculuğa çıkacağım için!”
Gözlerimi devirdim. Sliqs Meydanı’ndaydık. Tabii teyzem de bizi baş başa bırakmamıştı.
Tamam, ben de teyzemi gelmesi için zorlamış olabilirim.
“Bende sen geleceğin için çok heyecanlıyım!” dedim alaycı bir sesle.
Teyzem “Alayı bırakın.” dediğinde Artin hemen gülümsemesini sildi ve iç geçirdi. “Anlat.” Ciddi Artin aramıza dönmüştü.
“Annemi kurtarmaya gideceğim.”
Birkaç saniyelik sessizlikten sonra Artin büyük bir kahkaha attı. “Ne dedin sen?” Hala gülmeye devam ederken gözlerimi devirdim. “Gülmesene, ciddiyim ben!”
Hala gülerken teyzeme baktı. “Hafızasını mı kaybetti?” Teyzem ona ciddi bir bakış attığında yavaşça sustu. “Gerçekten mi?” Sanırım sonunda ciddi olduğumu anlamıştı.
Artin yanıma yaklaştı ve ellerini omuzlarıma koyduğunda kaşlarımı çattım. İç geçirip konuşmaya başladı. “Çok üzgünüm…”
“Ne için?”
“Hafızan için…” Ona sinirle bir yumruk attığımda tekrar gülerek ellerini omzumdan çekip geri çekildi.
“Biliyorum çok zor. Ama birazcık ciddi olabilir misin?” Hala gülümserken ciddiliği boş verip anlatmaya koyuldum. “Zila Adası’na gidip Naia’yı alacağım.”
Aniden gülümsemesi silindiğinde şokla gözleri açıldı. “Naia mı?” Başımı salladım. Şaşkınlıkla “Yani şu bildiğimiz Naia. Çiçek olan. Zehirli olan.” dedi.
“Gelmek zorunda değilsin.” dediğimde teyzem bana ters bir bakış attı. “Yani,” dedim lafı çevirerek. “Teyzem istemişti ama zorunlu-“
“Sen şaka mı yapıyorsun?! Tabii ki geleceğim!”diyerek sözümü kestiğinde onu inceledim. Çocuksu bir heyecanla bana bakiyordu. "Böyle bir macerayı asla kaçıramam!"
Derin bir nefes verdim. "Peki, emin misin? Bu çok tehlikeli ve aynı zamanda çok-"
"Ne zaman gidiyoruz?" Böyle bir tepki vereceğini hiç düşünmemiştim. Can korkusuyla peşimi bırakır diye umarken düştüğüm durum içler acısıydı.
İç geçirdim. "Gerçekten emin misin? Daha hiçbir şey bilmiyorsun bile."
Omuzlarını silkti. "Anlatırsın."
"Tamam." dedim nefesimi vererek. "Gel bakalım." Evet, kesinlikle bir kabus gibi geçecekti bu yolculuk.
"Yarın sabah erkenden limanda buluşuyoruz." dediğimde kafasını salladı.
<———————————————————————>
Eve döndüğümde odama kapanmıştım. İç geçirip kendimi yatağa attığımda içimde tarif edilemez bir duygu vardı. Başarılı olursam annemi tekrar görecektim. Hiç görmediğim annemi görebilecektim. Ne hissedecektim? Acı? Mutluluk? Heyecan? Belki de kızgınlık? Hiçbir fikrim yoktu. Onun bana nasıl davranacağını bile bilmiyordum.
Yataktan kalkıp raftan bir resim aldım. Annemle olan tek şeyimdi bu. Annemi hatırlatan, onu kalbimde hissettiğim tek şeydi bu resim. Resimde annem saçlarımı tarıyordu, daha 2 yaşındaydım. Kağıdın arkasını çevirdiğimde o günün tarihi atılmıştı, idamdan 1 hafta önce. Annemi benden kopardıkları tarihten 1 hafta öncesi.
Anneler çocuklarının saçlarını taradığında canları acımazmış, benimki neden acıyordu?
Resmi yanıma alıp tekrar yatağa uzandım, elimde annemden bana kalan tek hatıraya bakarak sessizce ağladım ve uykuya daldım.
<———————————————————————>
Limandaydık. Dalgaların hırçın çırpınışları içimdeki yangını körüklüyordu. Sakin bir şekilde esen rüzgar saçlarımı savuruyordu. Artin’in gelmesini bekliyorken limana yakın olan saat kulesinin çan sesini duydum. Bir saat geçmişti ve o hala gelmemişti. Tam vazgeçip gemiye binecekken sesini duydum. “Rosa!”
Başımı çevirip ona baktım. Üstünde bir zırh vardı, belindeki kemerde hançerleri ve kılıcı bulunuyordu. Saçları dağınıktı. Siyah gözlerinde heyecan vardı. Bir gemi yolculuğuna göre fazla savaşçı giyinmişti. Yaklaştığında “Hayırdır, savaş mı çıktı?” diye sordum.
“Lazım olur diye düşündüm.” dedi gözlerini devirerek. Başımı iki yana salladım ve vakit kaybetmeden gemiye bindim. Artin de arkamdan gemiye atladı.
Kaptana başımla işaret verdim. Geminin mekanik sesi dalgalara karıştı ve suları yararak hareket etti. Güvertedeki sandalyeye oturdum ve yanımda getirdiğim torbadan tarih, botanik ve geçen gün sahaftan aldığım Naia ile ilgili olan kitabı çıkardım. Artin’e bakıp “Otur.” dediğimde karşımdaki sandalyeye oturdu. “Ee, anlat bakalım.” dedi.
“Naia’yı ve annemin hikayesini biliyorsundur diye düşünüyorum.”
“Evet, biliyorum. Ama neden Naia’ya gidiyoruz, anneni nasıl geri getireceğiz?”
“Naia için onlarca savaş çıktı. Özellikle Ridio ve Ales’te iç savaşlar çıktı ve krallıklar ikiye bölündü. Bu savaşların hepsi o çiçek için çıktı ama halk o çiçeğin neden bu kadar önemli olduğunu bilmiyordu.”
İç geçirdi. “Bunların hepsini bende biliyorum Rosa. Bilmediğim şeyleri anlatır mısın?”
Kollarımı masaya koydum ve Artin ile göz temasını bozmadan konuştum. “Naia’nın özel bir gücü var. Geçmişe yolculuk.”
Kaşlarını çattı. “Ne? Geçmişe yolculuk mu?”Başımı salladım. “Evet. Ben de Naia’yı kullanarak geçmişe döneceğim ve annemi kurtaracağım.”
Gözlerini kapatıp sandalyede geriye yaslandı. Söylediklerimi sindirmesi için bekledim. Gözlerini açtı ve denize baktı. Bir şeyler düşünüyordu, gözlerinden ve ifadesinden anlamıştım. “Ne düşünüyorsun?” diye sordum.
“Şizofren olup olmadığını.” dediğinde gözlerimi devirdim. Sandalyede geriye yaslandım. Deniz kokusu genzimi doldururken tarih kitabını açtım. İçinde diyarın bir haritası vardı. Haritayı açıp masaya yaydım. Belimdeki hançerimi çıkararak ucunu Ridio Limanı’na yasladım. “Buradan yola çıktık.” Hançeri Ales Krallığı’na kaydırdım. “Deniz yoluyla Ales’e varacağız. Yaklaşık 3 gün sürecek.”
Gözleri haritaya odaklanmışken “Neden direkt Zila’ya gitmiyoruz?” diye sordu. Başımı iki yana salladım. “Olmaz. Ridio’dan Zila’ya gidersek yakalanırız. Adanın etrafında muhafızlar nöbet tutuyorlar, özellikle Ridio bölgesinde çünkü annem Ridio’luydu. Bütün çalışmalarını burada yaptı. Bütün arkadaşları ve öldürenlerden intikam almak isteyenlerin hepsi Ridio’da. Mantıken o taraf daha iyi korunuyor. Üstelik Ales Zila’ya daha yakın.” İç geçirdim. “Tek sorun korsanlar olacaktır.”
Söylediklerimi büyük bir dikkatle dinliyordu. “Korsanlar mı?”
“Evet. Adanın etrafında sadece muhafızlar değil, korsanlar da var. Hem çiçeğe ulaşmak istiyorlar hem de bizim gibi çiçeğe ulaşmak isteyenlere bela oluyorlar.” Korsanlara yakalanırsak işimiz biterdi.
Artin yavaşça başını salladı. “Peki, ama anlamadığım bir şey var.” Soran gözlerle ona bakarken “Biz şu an ne için Ales’e gidiyoruz?” dedi.
Söylemek istediğini anlamıştım. Gülümsedim. “Tohum ticareti.” O da gülümsedi. “Tohum… tabii ya.” diye mırıldandı. Bir şey fark etmiş gibi kaşlarını çattı. “Bazen zekanı fazla küçümsediğimi fark ediyorum.”
Gülümsemem genişledi. Tohum ticareti bizim için en mantıklısıydı çünkü tohumlar büyüdüğünde ağaçlara, çiçeklere, bitkilere dönüşürdü. Bitkiler ise bütün krallıklar için ortak bir ticaret aracıydı.
Diyarda toplam dört krallık vardı, her krallığın kendine ait bir elementi vardı ve soylular güçlerini bu elementten alırlardı. Ridio toprak, Ales hava, Mios su ve Woles ateşti. Bu elementlerin ortak tek noktası bitkilerdi.
Çünkü bitkiler, toprakla büyür, suyla beslenir, havayla nefes alır ve ateşle son bulurdu. Bu yüzden dört krallığın birlikte yönettiği Zila Adası’nın bayrağında bir meşe ağacı vardı.
Saatler geçtiğinde hava kararmaya başlamıştı. Dalgalar durgunlaşmış, rüzgar azalmıştı. Güvertenin ucundaydım, gökteki yıldızlara bakıyordum. Tek başlarına parlıyorlardı. Teyzemin dediğine göre annemin öldüğü gün gökte tek bir yıldız bile yokmuş, o gece hep yağmur yağmış. Sanki gök ona ağlamış, yıldızlarını göndermemiş, kendince yas tutmuş...
Yıldızları izlemeye devam ederken gün geceye dönüyordu. Annem oradaydı, gökteydi, tek başınaydı; ben buradaydım, onu izliyordum, tek başımaydım. Ruhunu yıldızlarda görüyordum. Yanıma biri çöktü benimle beraber yıldızları izledi.
Artin ses çıkarmadan göğe bakarken arada gözleri bana takılıyordu. Bense gözlerimi yıldızlardan ayırmıyordum. İç geçirdi. “Anneni görüyorsun, değil mi?”
Başımı salladım. Konuşmak içimden gelmiyordu. Artin de bunu anladı ve sustu. Bir süre sonra tekrar ağzını açtı. “Ben de babamı görüyorum.”
Gözlerimi ona çevirdim. Yıldızlara odaklanmıştı, gözlerinde acılı bir adamı görüyordum. “Babana ne oldu?” diye sordum.
Bu soruyla gözlerindeki o acılı adam yıkıldı, bir daha toparlanamayacak gibiydi. Yutkundu. “Babam benim için kendini feda etti. Benim için. Ya o ölecekti ya da ben. O beni kurtardı, kendini ateşe attı, ardında hayatı boyunca onun için vicdan azabı çekecek ve kendini suçlayacak bir çocuk bıraktı.” Üstü kapalı anlatmasıyla bu konunun onu yaraladığını anlamıştım. Daha fazla üstelemedim. Tekrar yıldızlara döndüm.
“Onu özledim” dedim, ona neden anlattığımı bile bilmeden. “Hiç görmediği birini özleyebilir mi insan? Özlüyormuş.”
“Özler.” dedi Artin. “Öyle bir özler ki, kalbinde bir ağırlık oluşur, nefes alamazsın. Görmek istersin göremezsin. Duymak istersin duyamazsın. Kokusunu almak istersin alamazsın. Yanında olsun istersin ama olmaz. Olamaz, çünkü yoktur artık o. Belki de hiç olmamıştır, o yokluk hissinde boğulur gidersin.”
İç geçirdim. Kendime itiraf edemediklerimi bana anlatmıştı. “Sonra da, anlarsın artık olmadığını. Olamayacağını. Sadece hayallerinde yaşayacağını. Vazgeçersin özlemekten ama kurtulamazsın. Rüyalarına girer, atamazsın. Aklını bulandırır, kaçamazsın. Hep onunla yaşarsın da anlayamazsın. Her hatırladığında kalbinde bir sızı olur, koparıp atmak istersin de, yapamazsın.” Artin yavaşça başını salladı. O sırada gökten bir yıldız kaydı, bu geceki konuşmalarımız o yıldızda saklandı ve o yıldızla kayıp gitti. Bir dilek diledim. Gerçek olamayacak bir dilek diledim. İlk defa annemin içinde olmadığı bir dilek diledim. |
0% |