Yeni Üyelik
1.
Bölüm

Dünya'nın Dışında

@sbnbrk

Tam tepeden vuran güneş ışınları, uzun çınar ağaçlarının dallarının birbirine girmesiyle oluşmuş yapraktan siperleri geçerek ormanın içini az da olsa aydınlatıyordu. Ağaçların diplerinde büyümüş üstünde rengarenk çiçek olan çalıların arasından geçen yol ormanın derinlerine doğru uzanıp giderken yolun bir ucundan üstünde boynundan yere kadar uzanan siyah pelerinli bir adam gözüktü. Uzun boylu, cüsseli, yaşlılıktan yüzünde hafif buruşukluklar oluşmuş ve saçlarının arasından tek tük beyazlar çıkmış bu adam oluşan patikada ağır adımlarla yürürken içinden bir melodi mırıldanıyordu. Belli bir müddet yürüdükten sonra durdu ve hemen yanında duran çalıya doğru döndü. Çalının üstündeki mor renkteki çiçeklere baktıktan sonra yavaşça tek dizinin üzerine eğildi ve sağ elini pelerinin içine sokarak iç cebinden bir makas çıkardı. Çiçeklerden birini dikkatlice tutarak hafifçe çekti ve çiçeğin sapını kesti. Beline bağlı olan keseyi açtı ve çiçeği dikkatlice keseye koydu. Bir eliyle yerden destek alarak yerden yine aynı yavaşlıkla kalktı. Tam yoluna devam edeceği sırada arkasından önce dal çatırdama sesi, sonra birinin yere yığıldığını anlamaya yetecek şekilde bir ses geldi. Aniden arkasını döndü ve sesin geldiği yöne baktı. Daha sonra yavaşça sesin geldiği yere doğru yürüdü. Önündeki sarmaşıkların arasından yerde yatan genç yaşlarda bir kız gördü. Belinin sağ tarafına bağlı olan hançeri çıkararak sarmaşıkları kesti ve kıza doğru yürüdü. Sarı saçları yüzünü kapamış, beyaz tenli, üstünde kısa kollu bir tişört ve kot şort olan bir kız yerde uzanıyordu. Kıza doğru yaklaştı ve eğildi. Yavaşça elini kızın yüzünü kapayan saçlarına götürdü ve saçlarını yüzünden çekti. Gözleri kapalı olan kızın bayıldığı aşikardı. Adam elindeki sıcaklıkla beraber kızın anlındaki yaradan akan kanı fark etti. Sol elindeki hançeri tekrar yerine koyduktan sonra kızı yavaşça sırt üstü çevirdi ve sol elini boynunun arkasından sağ elini ise dizlerinin altından geçirerek kızı kucağına aldı ve geldiği yöne doğru geri yürümeye başladı.

Yaklaşık beş dakika yürüdükten sonra ağaçların arasında patikanın bittiği yerde olan iki katlı ahşap bir eve yaklaştılar. Kız hala baygındı. Adam evin etrafını çeviren çitin açık kapısını bacağı ile iterek geçti ve evin kapısına doğru ilerledi. Kapıya yaklaştı ve bağırdı:

???: Harold! Harold! Ben geldim! Ellerim dolu! Şu kapıyı aç! HAROLD! HAROLD!

Kapı açılmayınca yaşlı adam kapıyı aceleci bir şekilde tekmelemeye başladı.

???: HAROLD! AÇ ŞU KAPIYI!

Çok geçmeden içeriden yere düşen eşyaların ve koşuşturmanın sesi geldi ve kapı açıldı. Kapıyı on beş yaşlarında, uzun boylu, sarı saçları omuzlarının üstüne kadar gelen yeşil gözlü bir genç açtı.

Harold: (Telaşla) Çok özür dilerim Frank, duymadım…

Adı Frank olan bu adam acele ile salona açılan kapıdan içeri girmeye çalışırken.

Frank: Çekil, çekil!

Frank içeri girer girmez kucağındaki kızı bir koltuğa sırt üstü bıraktı.

Harold: Hey bu da kim! Onu nerede buldun.

Frank: Şu an sırası değil! Çabuk bana bir bez getir.

Çocuk kızın kafasından akan ve Frank’in ellerine bulaşmış olan kanı fark etmiş olacak ki acilen salondan mutfağa doğru giden koridordan koşarak mutfağa girdi. Eline temiz bir bez alarak Frank’in yanına yine aynı acele ile geri döndü. Bezi Frank’e uzattı. Frank çocuğun elinden bezi alarak kızın yarasına bastırmaya başladı. Çocuk kızın üzerindeki kıyafetlere dikkatlice baktıktan sonra avucuna doğru baktı. Sonra kendi ellerini kaldırarak kendi avucuna baktı. Hayır kızın ellerinde kendi ellerinde bulunan sarımsı dairelerden yoktu. Dehşet içinde:

Harold: Frank! BU BİR İNSAN MI?

Frank: Evet… Çabuk şu bezi tut. Bir merhem hazırlamam gerekecek.

Harold: (Geriye doğru bir adım atarak) Hayır bunu asla yapmam! O canavara asla yaklaşmam!

Frank: Canavar mı?

Harold: Evet! İnsan işte! Uzun tırnaklı ve büyük dişli olan! Büyücüleri yiyerek beslenen canavarlar!

Frank kızın ellerini göstererek.

Frank: Çok da uzun tırnakları olduğunu sanmıyorum…

Daha sonra sağ elini kızın çenesine götürdü ve dudaklarını aralayarak kızın küçük dişlerini göstererek.

Frank: Ya da büyük dişli olduğunu söyleyemem. Hatta ağızı seninkinden az kokuyor. Şimdi şu bezi tut merhem hazırlamazsam kan kaybından ölecek.

Harold önce tereddüt etse de Frank’in yerini alarak bezi kızın kafasına bastırmaya başladı. Ayağa kalkan Frank hızlı adımlarla koridordan geçerek mutfağa doğru ilerledi. Mutfak kapısını eliyle aralayarak içeri girdi. Kapının hemen sağ tarafında duran masanın üzerinden eski demir kazanı alarak tam karşısındaki tezgaha yöneldi. Kazanı tezgahın üzerine koyduktan sonra, eğildi ve tezgahın altındaki dolaplardan birkaç tanesini açtı. Dolabın içini bir şey arıyormuşçasına dikkatli bir şekilde inceledi ve sonunda aradığı şeyi buldu. Ağzı açık ufak bir sepetin üstündeki bir keseyi aldı ve kalktı. Kesenin ağzındaki düğümü ipin ucundan çekerek açtı. Keseden çıkan mavi renkteki birkaç bitki sapını kazanın içine attı. Daha sonra yukardaki raflardan birkaç ufak şişe aldı. Şişelerde duran sarı, yeşil ve kırmızı renkteki sıvıları sırasıyla kazanın içine döktü. Tekrar gözleri ile bir şeyler arar gibi oldu ve tezgahın üzerindeki büyük tahta kaşığı fark etti. Kaşığı kaptığı gibi kazanın içindeki bitki saplarını kaşığın ağzı ile ezmeye başladı. İyice ezdikten sonra karıştırmaya başladı. Karıştırdıkça karışımın rengi koyu yeşil bir renk aldı. Karışım katı ve sıvı arasında akışkan bir hale gelince kaşığı çıkarttı ve kaşığı odanın köşesinde duran ve içinde başka kullanılmış kaşıklar olan sepetin içine attı. Daha sonra yukarıdaki raflardan küçük bir kase indirdi ve kazanı eğerek içindeki karışımın birazını kasenin içine döktü. Daha sonra kazanı tezgahın üzerine bırakarak kaseyi aldı ve tekrar salona doğru ilerledi. Salona girdi ve koltukta uzanmakta olan kıza doğru yaklaştı ve eğildi. Kızın kafasındaki bezi bastırırken hala yüzündeki telaşlı ifadeyi koruyan Harold’a alaycı bir gözle baktıktan sonra:

Frank: Tamam bana bırak.

Harold yavaşça kalkarken onun yerini Frank aldı. Bezi yavaşça kızın alnından kaldırdı. Bezin yüzeyi tamamen kan olmuş ve kızın alnına yayılmıştı. Etrafına baktı ve birkaç adım uzaktaki koltuğun üzerinde duran temiz bezi fark etti. Sağ kolunu kaldırdı ve beze doğrulttu. Bez ile arasında hala mesafe olmasına rağmen, bez bir anda havalanarak Frank’in eline doğru geldi ve Frank bezi havada kaptı. Daha sonra bez ile kızın yarasını ve etrafını iyice temizledi. İki bezi de hemen yanına bırakarak elini kasedeki karışımın içine soktu ve az bir miktar aldı. Karışımı hafifçe kızın alnındaki yaraya ve etrafına sürdü. Karışımı sürdüğü yerler aniden ışık saçarak parlamaya başladı ve yaranın etrafındaki deriler birbirine doğru uzanarak yavaşça yarayı kapatmaya başladı. Frank yüzünde başarmış bir gülümseme ile ayağa kalktı. Elindeki kase ile beraber tekrar mutfağa doğru yürümeye başladı. Bu sefer arkasından Harold da onu takip ediyordu. Arka arkaya mutfağa girdiler. Frank elindeki kaseyi tezgaha bıraktı. Daha sonra tezgahın sağındaki, az önceki kazanın on katı kadar olan ve odanın bir kısmını kaplayan içi su dolu başka bir kazana yöneldi. Ellerini kazanın içindeki suya soktu ve ovalamaya başladı. Elini ovaladıkça eline bulaşan kan ve karışım temizlenip çıkıyor fakat su kirlenmiyordu. Kan ve karışımın kalıntıları su içinde yok oluyordu. Harold mutfağın kapısında ellerini beline dayamış ve boynunu eğmiş şekilde bekliyordu. Frank göz ucuyla ona baktıktan sonra, derin bir iç çekti ve:

Frank: Tamam söyle…

Harold’un korku ve heyecan karışımı duygusu sesindeki titremeden belli oluyordu. Hızla konuşmaya başladı:

Harold: Az önce hayatımda ilk defa bir insan gördüm! Tanrılara şükürler olsun ki baygındı orası ayrı konu! Yıllarca kitaplarda insanların en az kurtlar veya ayılar kadar tehlikeli ve vahşi canavarlar olduğunu gördüm ve sen onu evimize getirip bizi tehlikeye atıyorsun!

Frank: Korkunu anlıyorum çocuk… Fakat dediklerinin hepsi birer uydurmadan ibaret. İnsanları öyle biliyorsun çünkü İmparatorluk böyle istiyor. Bu senin hayatında gördüğün ilk insan olabilir ama benim değil. Bundan önce de insanlar tanıdım. Ara sıra diyarlar arasında bir boşluk oluşur ve insanlar farkında olmadan buraya gelebilir. Ya da bizler oraya gideriz. Bu on beş yirmi yılda bir olur bunda hiçbir sorun görmüyorum.

Harold: Ne? Neden İmparatorluk böyle bir şey yapsın!?

Frank: Yıllarca İmparatorluk ordularına hizmet ettim Harold. Sadece buraya gelen insanlara değil, büyücü olmayan bir çok ırka yapılan zulümleri gördüm… İnan bana biz insanlardan daha gaddarız.

Harold’a doğru yaklaştı ve tek elini onun omzuna attı ve yüzüne bakarak:

Frank: Onu bu eve ağırlamak benim sorumluluğumda. Sana hiçbir sorun çıkmayacağına dair yemin edebilirim.

Harold az da olsa rahatlamıştı. Bunu gülen Frank işi dalgaya vurarak alaycı bir tonla:

Frank: Ayrıca burası benim evim rahatsız olduysan çıkabilirsin.

İkisi de ciddi bir şekilde bakıştıktan sonra kahkaha atmaya başladılar. Daha sonra tekrar salona doğru ilerlediler. Kız hala baygındı fakat yaşadığı rahatsızlık yüzündeki ifadelerden belli oluyordu. Terlemişti de. Frank ona doğru yaklaştı ve elini anlına koydu. Kızın ateşi aşırı derecede yükselmişti. Hemen arkasını döndü ve mutfağa doğru ilerledi. Harold yine onu takip etti. Frank küçük kazanın içindeki karışımı açık bir pencereden dışarıya döktü ve tekrar tezgahın altındaki dolaplara eğildi. Yine bir şeyler arıyordu. Yüzü düştü. Aradığını bu sefer bulamamıştı. Ayağa kalktı ve arkasına döndü. Harold’a baktı:

Frank: (Şaşkınlıkla) Orid otu kalmadı mı?

Harold: Hayır hepsini dün kullandın ya…

Frank: Doğru, unutmuş olmalıyım. Harold, kızın ateşi çok yüksek o ota ihtiyacımız var. Lütfen benim için kasabaya in ve al. Ben de o sırada kızın ateşini düşürmeye çalışacağım.

Harold arkasını döndü ve kıza baktı. Tereddüt etti. Bunu bir insan için yapmak istediğine emin değildi. Fakat yıllarca okuduklarına inanmaktansa, Frank’in söylediklerine inanmayı tercih etti. Sonuçta hatırlamadığı zamanlardan beri ona bakan bir adam onun kötülüğünü düşünemezdi.

Harold: Tamam, hemen çıkıyorum.

Harold salona doğru yöneldi. Evin girişinde duran askılığın üzerindeki lacivert pelerine yöneldi ve pelerini kaptığı gibi kollarını geçirdi. Daha sonra askılığın altındaki küçük yuvarlak masadan önce metal bir parça alarak pelerinin boynunu ilikledi. Daha sonra metal parçanın emen yanında duran ince ve uzun asayı alıp pelerinin içindeki ceplerden birine koydu. Daha sonra masanın üzerinde duran kavanozun içindeki birkaç gümüş parayı aldığı gibi iç ceplerinden birine attı ve kapıya yöneldi. Kapının önünde duran kahverengi botlarını aldı ve ayağına geçirdiği gibi patika yoldan ormanın içine doğru koşmaya başladı…

**********************************************************************************

Harold yaklaşık on beş dakikadır ormanın içinden geçen patika yolda yürüyordu. Sonunda yolun sonu gözükmüştü. Ormanın bittiği yerde çakıllı bir yol ve çoğunlukla iki veya üç katlı kiremit çatılı taş evler başlıyordu. Harold kasabanın oldukça büyük ve geniş kapısından geçti ve kasabanın iç tarafına doğru ilerlemeye başladı. Kasaba oldukça canlıydı. Nerdeyse tüm herkes sokaklara dökülmüştü. Bazı erkekler daha öğlenin bu sıcağında tavernayı doldurmuş içiyorlar bazıları ise hala dükkanında işinin başında gelen müşterileri eli boş göndermemeye çalışıyordu. Kasabanın kadınlarından bazıları yanlarında arkadaşları ile gülüşerek sokaklarda yürüyor, bazıları girdiği terzilerde dükkan sahiplerine yaptırmak istedikleri elbiseleri tarif ediyorlardı. Çocuklar sokaklarda koşturup birbirlerini kovalıyorlar ya da ara sokaklarda bilyeleri ile oynuyorlardı. Harold tüm bu kalabalığın içinde sokağın ortasından elindeki gümüş parayı havaya fırlatıp tutarak yürüyordu. Kısa bir süre bu sokakta yürüdükten sonra. Ortasında oturmak için banklar olan geniş bir meydana çıktı. Meydandaki evlerin önünde tezgahlar vardı. Tezgahlardaki her satıcı çeşit çeşit otlar, iksirler ve öğrenciler için olan basit asalardan satıyorlardı. Harold sol tarafında kalan tezgahlardan birine baktı. Tezgahın başında kısa boylu, oldukça kilolu, ve sağ bacağı yerine tahta bir sap olan bir adam bekliyordu. Harold ona doğru yürümeye başladı. Harold’u görünce adamın yüzünde mutlu bir ifade oluştu. Harold da aynı gülümseme ile ona yaklaştı:

Harold: Bay Bill! Nasılsınız efendim.

Bay Bill: Mükemmel diyemem Harold, ama iyi durumdayım.

Harold: Bunu duyduğuma sevindim. İşlerin daha iyiye gitmesi dileğiyle.

Bay Bill: Teşekkürler Harold. (Elindeki şişeyi tezgaha koyduktan sonra) Frank’in bu sefer neye ihtiyacı var.

Harold: (Gülerek) Evde Orid otu kalmamış. Yapacağı bir karışım için ihtiyacı olduğunu söyledi.

Bay Bill: (Tezgah’ın altındaki kısma eğilerek) Bir bakalım… Orid otu… Ahaha işte burada!

Adam tuttuğu sarı renkteki bir tutam otu aldı ve kalktı. Otu Harold’a uzatarak

Bay Bill: Buyur. Borcun üç gümüş.

Harold aldığı otları önce pelerinin içindeki ceplerden birine koydu, daha sonra başka bir cepten çıkardığı gümüşleri adama uzattı.

Harold: Teşekkür ederim Bay Bill.

O sırada meydanın ortasındaki bankların yanında duran ve üstlerinde koyu mor pelerin olan gençler Harold’a bakarak konuşuyorlardı. Aralarından kısa sarı saçlı ve kısa boylu olan erkek, yanındaki uzun boylu, siyah saçları beline kadar gelen ve gözleri de pelerini kadar mor olan kıza dönerek:

???: Hey Eva! Bu Harold değil mi? Senle takılmaya çalışan ezik.

Kız Harold’a doğru baktı. Daha sonra gülerek:

Eva: (Gülerek) Evet, hem de tam kendisi!

???: Neden onla uğraşmıyoruz ki…

Eva: Evet, bu eğlenceli olabilir…

Hep beraber Harold’a doğru yürümeye başladılar. Harold daha yüzlerine bakmadan pelerinlerinin renklerinden onların kim olduğunu anlamıştı. Anlar anlamaz da yüzü düştü.

Harold: (Sessizce) Hayır lütfen yine olmasın…

Eva: Vay canına! Kim kasabaya gelmiş. Küçük kulübendeki mağara adamı ile yaşamaktan sıkıldın galiba.

Harold yavaşça arkasına döndü.

Harold: Şimdi olmaz Eva, lütfen git başımdan…

Eva: Eğer gitmezsem? Bana bak ucube ne yapacağımı sana soracak değilim.

Harold: Ciddiyim Eva, beni bırak yoksa…

Eva: (Dalga geçerek) Yoksa ne? Beni öldürür müsün? Elindeki asayı bile hak etmiyorsun Harold. Burada olmanın tek sebebi Frank. Eğer o olmasaydı sen de ailen gibi muhafızlar tarafından öldürülmüştün. Lorda şükret ki Frank’e fazla hoşgörülü davranıyor.

Gençler kahkaha atmaya başladılar. Harold sinirden elindeki otları sıkıyordu. Fakat Eva’nın söylediği şeylerden dolayı da gözleri dolmuştu. Eva her zaman ona sataşırdı ama asla bu kadar ileri gitmemişti. Bay Bill olaya müdahale etmesi gerektiğini anladı:

Bay Bill: Tezgahımın gönünden gidin sizi küçük veletler! Müşterilerimi rahatsız etmeye hakkınız yok!

Aralarından az önce Eva ile konuşan çocuk öne çıktı ve kibirli bir biçimde:

???: Sözlerine dikkat et köylü! Kiminle konuştuğunu bil yoksa-

Çocuk daha sözünü bitirmeden adam tezgahının üzerindeki asaya uzandı ve asayı çocuğa doğru uzatarak savurdu. Asayı savurmasıyla beraber asanın ucundan çıkan ve adeta bir yıldırıma benzeyen büyü hızla çocuğun göğsüne çarptı ve çocuk havada savrularak geriye doğru düştü. Eva hemen arkasını dönerek yerdeki çocuğa baktı.

Eva: Earl!

Harold ve Bill’e dönerek sinirli bir yüz ifadesi ile:

Eva: Bunun sonuçları olacak!

Gençler hemen yerde yatan çocuğu kollarından tutarak kaldırdı ve koltuk altına girerek onu taşımaya başladılar. Onlar oradan ayrılırken Harold arkalarından yaşlı gözlerle ona bakıyordu. Bill ise elini Harold’un tezgahın üzerindeki elinin üstüne koyarak teselli etmek amacı ile yavaşça iki kere vurduktan sonra:

Bay Bill: Üzülme çocuk. Birkaç tane serseri işte…

Harold: Teşekkürler Bill…

Harold yavaşça elini çekti ve arkasına döndü. Elindeki otları pelerinin içindeki cebe koyarken geldiği yöne doğru yürüdü ve kalabalığa karıştı…

**********************************************************************************

Harold kasabadan çıkmış ve geldiği yollardan tekrar evine varmıştı. Kulübenin kapısını açtı ve içeri girdi. Kız hala koltukta yatıyordu. Frank ise kızın yüzüne ve ensesine ve boynuna, yanındaki su dolu kovadan aldığı sulu bezleri yerleştiriyordu. Kapının açılmasıyla döndü ve içeri girmekte olan Harold’a baktı:

Frank: Bir az olsun ateşini düşürerek rahatlatmaya çalıştım. Otları aldın mı?

Harold hızlıca elini pelerininin cebine soktu ve otu alıp çıkararak Frank’e uzattı:

Harold: İşte burada.

Frank otları hızlı bir şekilde Harold’un elinden aldıktan sonra hiç beklemeden mutfağa yöneldi. Hızlı adımlarla koridordan geçtikten sonra mutfağa girdi ve masanın üzerindeki, Harold evde değilken hazırladığı başka bir karışımı alarak tezgaha koydu. Bu sefer otları direkt karışımın içine atmadı. Raflardan birinden aldığı keskin bir bıçak ile önce otları ince ince doğradı. Daha sonra kasenin içine koyarak karıştırmaya başladı. Bu sefer karışım daha akışkan bir hal almıştı. Mutfaktan çıktı ve tekrar salona ilerledi. Kızın başına gitti. Durdu ve Harold’a baktı. Bir süre bakıştıktan sonra Harold kafası karışmış bir biçimde gözlerini kısarak kafasını salladı:

Frank: Ne bekliyorsun kızın kafasını kaldır biraz.

Harold hemen koltuğa geçerek kızı omuzlarından hafifçe kaldırarak oturdu ve diziyle kızın sırtına destek verdi. Frank sol eli ile hafifçe kızın çenesini tuttu ve ağzını araladıktan sonra kaseyi dikkatlice kızın ağzına dayadı ve eğdi. Baygın kızın kasenin içindeki tüm karışımı yuttuğundan emin olduktan sonra, Harold tekrar kızı dikkatlice bir şekilde yatırdı. Frank elindeki kaseyi bırakmak için mutfağa doğru gittiğinde Harold tekrar onu takip etti. Frank kaseyi koyarken:

Harold: Frank sana sormak istediğim bir şey var.

Frank: (İç çekti, ellerini yıkarken) İnsan ile ilgiliyse, bu konuyu konuşmuştuk.

Harold: Hayır aslında… Ailem ile ilgili…

Frank bir an dona kaldı, daha sonra sakince:

Frank: Neyi merak ediyorsun?

Harold: Ailem’in muhafızlar tarafından öldürüldüğünü biliyorsun… Neden Frank? Onlar ne yaptılar?

Frank, Harold’a döndü. Yüzünde sinirli bir ifade vardı. Ama bu ifade Harold’a değildi. Harold’ın bu soruyu sormasına sebep olanlaraydı:

Frank: Onlar hiçbir şey yapmadı çocuk. Onlar tanıdığım dürüst, onurlu ve yardımsever büyücülerdi. Bir daha onlar hakkında böyle konuşmanı istemiyorum.

Bu sözler sayesinde Harold’un içi az da olsa rahatlamıştı. Frank’e baktı ve gülümsedi. Frank de ona bakarak gülümsedi. Ne yazık ki bu huzurlu an birkaç saniye sürmeden bile bozuldu. İçeriden gelen gürültülerle ikisi de arkasına döndü. Hızlıca salona doğru ilerlediler. Kız uyanmış ve ayağa kalkmıştı. Sağ eli ile kafasının arkasını tutuyor ve zar zor ayakta kalmaya çalışıyordu. Kız kafasını kaldırıp Frank ve Harold’a doğru baktıktan sonra korkuyla bir çığlık attı. Harold’da ona bakıp bağırmaya başladı. Kız korkuyla etrafına bakındı ve koltuğun yanında gördüğü sandalyeyi alıp önüne siper etmek amacıyla kaldırdı. Harold korku ile pelerininin içindeki asayı çıkartıp kıza doğru doğrulttu. Frank sakince Harold’a baktı:

Frank: Ne yapıyorsun Harold?

Harold: Görmüyor musun işte! Bizi öldürecek!

Frank elindeki sandalyenin arkasına sığınmış olan kıza baktı. Sonra tekrar Harold’a dönerek:

Frank: Sanmıyorum…

Kız: (Bağırarak) Kimsiniz siz! Benden ne istiyorsunuz! Niye buradayım ben! Lütfen bana zarar vermeyin!

Frank: Zarar vermek mi? Bence canını kurtardığımız için bize teşekkür etmelisin.

Kız: Ne saçmalıyorsun! Beni niye burada tutuyorsunuz! Lütfen bırakın evime gitmek istiyorum!

Frank: Bana bak çocuk, neler olduğunu düşünüyorsun bilmiyorum ama hiçbir şey düşündüğün gibi değil. İnsanlar aleminde değilsin. Büyücüler diyarı Heralsadya’dasın.

Kız: Heral ney? Siz delisiniz!

Frank: Evet bunlar sana uydurma gibi gelebilir. Zaten sizin evreniniz için öyle. Fakat dediğim gibi. Artık orada değilsin. Lütfen açıklamama izin ver.

Kız: Ne dediğini kulağın duyuyor mu senin? Lütfen bırak da gideyim!

Frank: Bak çocuk. Seni kaçırmadık. Ormanda bayılmış haldeydin ve kafan yarılmıştı. Ben de seni buldum ve kan kaybından ölmemen için sana yardım ettim. Burada tutsak değilsin. İstediğin zaman gidebilirsin. Ama lütfen önce bana kim olduğunu söyle ki sana yardım edebileyim.

Kız: (Sakince) Adım Emily… Emily Sand.

Frank bir an duraksadı. Daha sonra:

Frank: Demek Emily. Ne güzel. Ben Frank, (Eliyle işaret ederek) Yanımdaki de Harold. Evimize ve diyarımıza hoş geldin.

Emily: Bak iyice kafam karıştı! Bunu üçüncüye söylüyorsun! Ne diyarından bahsediyorsun!

Frank: Dediğim gibi Emily, sana şu an uydurma geliyor gibi olabilir. Fakat artık insanların yaşadığı bir dünyada değilsin. Her nasıl olduysa iki diyar arasında bir geçitten geçtin ve bizim boyutumuza geldin. Artık dünyada değilsin.

Emily: Bu saçmalığa inanmamı istiyorsan kanıtla!

Frank: Arkandaki yastığı görüyor musun…

Emily arkasına baktı ve koltuğun üzerindeki yastığı gördü.

Frank: Fırlat onu bana.

Emily yastığı eline aldı ve tereddüt etse de yastığı Frank’e doğru fırlattı. Frank aniden elini kaldırdı ve kolunu üstüne gelen yastığa doğrultarak avucunu açtı. Yastık hiçbir şeye değmeden havada aniden durdu ve o şekilde havada asılı kaldı. Frank daha sonra kolunu sola doğru çekti ve yastık o tarafa doğru savrularak duvara çarptı ve yere düştü. Emily’nin gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Gördüğüne inanamıyordu. Frank’e doğru anlamsızca bakıyordu:

Frank: Gördün mü? Şimdi sandalyeyi indir ve olanları tekrar konuşalım.

Frank, kızı korkutmamak için yavaş ve dikkatli adımlarla yaklaşmaya çalıştı. Fakat kız, daha Frank’in yastığı havada tutmasından paniğe kapılmıştı. Frank’in ona yaklaşmaya çalışmasıyla elindeki sandalyeyi onun üstüne fırlattı. Frank, sandalyeyi de havada durdurmuştu fakat kız çoktan evin kapısını açıp koşabildiği kadar hızlı koşmaya başlamıştı. Kız, kasabaya giden patika yolda koşarken güneş batmaya başlamıştı bile. Harold ve Frank kızın arkasından bakarken:

Harold: Şimdi ne yapacağız?

Frank: Peşinden gidip bir yaratık tarafından öldürülmeden onu bulacağız…

**********************************************************************************

Emily koşabildiği en hızlı şekilde patika yolda koşuyordu. Ara sıra arkasına bakıyor ve takip edilmediğinden emin olmak istiyordu. Arkasından kimsenin gelmediğinden emin olduğunda yorulduğu için yavaşlamak zorunda kaldı. Nefes nefese kalmıştı. Az önce tanık olduğu şeyler hayatı boyunca karşılaştığı her şeyden daha fazla korkutmuştu onu. Şu anda tek istediği bir yardım bulabilmekti. Hava çoktan kararmıştı. Etraftaki tek ışık yolun sonundaki kasabadan geliyordu. Emily yolun sonuna yaklaştığında kafası daha da karışmıştı. Daha önce ne önündeki kadar büyük surlar, ya da onun üstüne dalgalanan sarı bayrağı görmemişti. Bayrağa dikkatlice baktı. Tam ortasında bir kale sembolü vardı. Hayır, daha önce böyle bir bayrak görmediğinden emindi. Surların tam ortasındaki geniş kapıya yaklaştı. Kapıdan geçip kasabaya girdiğinde daha da şaşırmıştı. Burası küçük bir kasabaydı. Ama sanki yaşadağı zamandan değil, geçmişten gibiydi. Görmeye alışık olduğu apartmanlar ve gökdelenler yerine küçük kiremit çatılı taştan evler, arabalar yerine faytonlar, sokak ışıkları yerine karşılıklı evler arasında asılan iplerden sarkan gaz lambaları, her an bir yere yetişmesi gerekiyormuş gibi hızlıca ve stresli bir şekilde yürüyen takım elbiseler giyen iş insanları yerine deri kıyafetler içinde olan ve huzurla sokaklarda yürüyen kişiler. Emily hayretler içinde kasabanın sokaklarında yürümeye başladı. Daha sonra Harold’un sabah bulunduğu meydana çıktı. Kurulmuş olan tezgahlardan rastgele birine yaklaştı ve satıcıya bakarak:

Emily: Pardon? Burası hangi şehir acaba?

Elindeki tombul ve küçük iksir şişesini diğer elindeki bezle silmekte olan yaşlı adam şaşırmış bir şekilde Emily’nin yüzüne bakarak:

Satıcı: Pardon anlayamadım?

Emily: Burası… Burası tam olarak neresi?

Satıcı: Sakinleyin küçük hanım? Ne demek istediğinizi anlayamadım?

Emily: (Derin bir nefes aldı, yavaşça konuşarak) Burası hangi eyalet onu soruyorum. Kaliforniya? Alaska? Washington? Teksas?

Satıcı: Dediğiniz kasabaların hiç birini daha önce duymadım küçük hanım…

Emily bir an düşündü. Az önceki karşılaştığı kişilerin anlattıklarına hala inanmak istemiyordu. O yüzden son bir umutla sordu:

Emily: Nasıl yani burası Avrupa mı? Neredeyiz! Birleşik Krallık mı!?

Satıcı: Tekrar söylüyorum, dediğiniz hiçbir yeri duymadım. Burası Viverian Kasabası. Heralsadya İmparatorluğu’nun en batıda kalan topraklarındasınız...

Emily’nin yüzünde bir an umutsuzluk ve hayal kırıklığıyla karışık bir ifade oluştu. Daha sonra kendini sakinleştirerek adama son bir soru sordu:

Emily: Bakın, büyük ihtimalle kayboldum. Evime dönmem gerek. Lütfen bana yardım edin…

Satıcı sağ tarafına döndü ve koluyla, biri atın üstünde oturur pozisyonda diğerleri ise ayakta duran, elinde mızraklar olan, ve üstlerinde demir zırhlar olan muhafızları işaret ederek:

Satıcı: Eğer kaybolduysanız muhafızlardan yardım isteyebilirsiniz. Onlar size yardım edecektir.

Emily muhafızları gördükten sonra duyduğu her şeyin gerçek olduğunu anladı. Dünyada olmadığından kesinlikle emindi artık. Tam onlara doğru yöneldiği zaman arkasından yaklaşan bir kadın ve erkek ona doğru yaklaştı. İkisinin üstlerinde eski püskü yırtık kıyafetler vardı. Yüzleri de yara izi içindeydi:

Adam: İstemeden kulak misafiri oldum… Fakat dediğiniz yerleri daha önce duymuştum. Sanırım size yardımcı olabiliriz.

Yanındaki kadın da yüzünde bir sırıtma ile onaylar anlamda başını salladı. Emily ilk önce o adama güvenmekte tereddüt etse artık onları takip etmekten başka bir çaresi olmadığını düşündü.

Emily: Yardım ederseniz çok mutlu olurum…

Adam: Tabi ki de. Fakat dünyaya dönmen için bir portal açmamız gerekiyor. Bu biraz zaman alacaktır. İstersen o zamana kadar kuzenimin hanında kalabilirsin. İki sokak ileride…

Emily: (Canı sıkkın biçimde) Tabi ki. Olur. Teşekkürler.

Adam Emily’e onu takip etmesini söyleyerek onun önünden yürümeye başladı. Kadın ise Emily’nin arkasından yürüyordu. Hemen yakınlarındaki ara sokağa girdiler. Emily’nin içindeki huzursuzluk gittikçe artıyordu. Kasabanın karanlığından sıyrılarak tenha sokaklara girdiler. Üç sokak yürüdükten sonra Emily:

Emily: İki sokak demiştiniz. Ne zaman varacağız iki sokak demiştiniz.

Adam olduğu yerde durdu.

Adam: Üzgünüz ama varmayacağız.

Emily’nin yüzünü korku dolu bir ifade sardı. Adam arkasını döndüğünde elinde üstüne kan lekesi olan bir hançer vardı.

Adam: İmparator’un bir insanın kellesi için ne kadar para verdiğini bilmiyorsun galiba.

Aniden Emily’nin arkasındaki kadın kıyafetinin cebinden asasını çıkarıp Emily’e savurarak onun havada dona kalmasını sağladı. Adam pis bir gülümseme ile Emily’e yaklaşırken arkadan hızla bir şeyin ona doğru uçmakta olduğunu fark etti. Tekrar arkasını döndüğü anda yüzüne yediği yumruk ile havada nerdeyse üç metre savrularak yere düştü. Bu gelen Frank’ti. Kadın onu fark ettiğinde asasını ona doğrultup aynı büyüyü ona yapmaya çalıştı. Fakat büyünün Frank’in üstünde işe yaramadığını fark ettiğinde iş işten geçmişti. Frank elini havaya kaldırıp yumruğunu sıktığı anda kadının asası elinde patlayarak yok oldu. Daha sonra diğer sokaktan ortaya çıkan Harold ayaklarını yerde kaydırarak kendini durdurmaya çalışırken asasını kadına savurdu ve Harold’un asasından çıkan büyü kadına çarparak onun da arkasındaki duvara çarpıp bayılmasına sebep oldu. Tam bu sırada yerden kalkan adam Frank’in üstüne koşmaya başlamıştı. Ona doğru salladığı yumruğunu Frank sol eli ile havada tutunca adam dona kaldı. Frank önce elini daha da sıkarak adamın yumruk yaptığı elini kırdıktan sonra sağ eli ile adama iki tane sağlam yumruk geçirdikten sonra adamı saçından tutarak kafasını duvara vurdu ve adamı bayılttı. Adam yere düşünce ellerini birbirine çarparak silkeledi. Tam o sırada Emily olanları hayretle izliyordu. Çok geçmeden sokağın iki ucundan da muhafızlar etraflarını çevirdi. Muhafızlardan biri Frank’e doğru yaklaştı ve miğferini çıkardı. Uzun boylu, yüzünde yara izleri olan, kahverengi kısa saçlı ve gözleri de saçları gibi kahverengi olan adam Frank’e bakarak:

Komutan: Büyü sesleri duyunca geldik? Burada neler oldu Frank?

Frank: (Sinirle) Bilmem, sana sormamız lazım Edward? Bunlar senin yakalaman gereken kaçaklar değil mi?

Edward: İşimi sakın bana öğretme Frank. Karşında İmparatorluk Orduları Komutanı var. Vali olman bana karşı saygısızca davranabileceğin anlamına gelmez. Yerini bil.

Frank: Bu durum daha da komik değil mi? İmparatorluk Orduları Komutanı’nın yaşadığı şehirde kaçaklar bir çocuğu öldürmeye çalışıyor.

Edward: (Umursamazca) Evet o konuya gelince. Bu insanı göz altına almak zorundayım.

Edward, Frank’in yanından geçip korkudan titreyen kızın yanına gitmeye çalışınca Frank onu kolundan tutarak.

Frank: Üzgünüm Edward, fakat buna izin veremem…

Edward: (Sinirle) İmparator’un emirlerini biliyorsun Frank, zalim insan ırkından olan hiçbir canlının burada işi yoktur.

Frank: Burası benim kasabam Edward, burada yaşlı bir bunağın kuralları değil benimkiler geçer. Buna alışsan iyi olur.

Edward: Eğer onu almama izin vermez isen daha fazla kişi ile geri dönerim Frank…

Frank: Orası sana kalmış Edward, ama istersen imparatorunu da al gel insanı size vermem. Ona yaklaşan kim olursa ölümü benim ellerimden tadar. Bunu yapabileceğimi biliyorsun. Şimdi arkanı dön ve ikile, bu an hiç yaşanmamış gibi davranalım…

Edward sinirle kolunu çekti ve Frank’in elinden kurtardı. Daha sonra arkasını dönüp giderken:

Edward: Muhafızlar! Yerdekileri alın ve takip edin! Olay kontrolümüz altında!

Muhafızlar ayrılırken Frank kıza döndü ve yaklaştı. Eğilerek onla aynı hizaya geldi.

Frank: Umarım sana zarar vermek değil seni korumak istediğimi anlamışsındır…

Bundan çoktan emin olan ve bu sefer karşısındaki adama güvenebileceğini anlayan Emily:

Emily: Evet anladım. Teşekkür ederim.

Frank ayağa kalktı ve elini ona uzattı. Emily ilk başta tereddüt etse de Frank’in elini tuttu:

Frank: Şimdi eve gidelim uzun bir gün oldu…

**********************************************************************************

Eve girdiklerinde Frank ilk iş olarak salonun gaz lambasını yaktı. Daha sonra hızlı bir şekilde içeri gitti ve kısa bir süre sonra elinde battaniye ve yastıklarla geri döndü.

Frank: Üzgünüm ama odalarımızdan hiçbiri müsait değil. O yüzden birkaç akşamlığına koltukta yatmalısın. Birkaç akşam diyorum çünkü dünyaya dönmen kolay olmayacak ve uzun zaman alacak. O zamana kadar idare etmelisin.

Kız konuşmadan sadece başını salladı. Frank elindekileri kızın yatacağı koltuğa bıraktı.

Frank: Feneri istediğin zaman söndürürsün. Ben mutfakta olacağım, koridorun sonunda. Huzursuz hissedersen veya aklına bir şey takılırsa sorabilirsin. Söyleyeceğin bir şey yoksa yarın sabah görüşürüz.

Frank ve Harold salondan çıkıp koridora doğru ilerlerken ara kapıyı kapattılar. Emily’nin aklına takılan çok şey vardı ama hiçbirini soramadı. Önce yaşadığı şeyleri iyice içinde sindirmesi gerekti. Yavaşça koltuğa oturdu. Yastığını hazırladı ve uzanırken üstüne battaniyeyi çekti. Hayır ışığı söndürmeyecekti. Kafasını sağına çevirip karşı duvardaki pencereden yıldızları izlemeye başladı. Çok geçmeden de uykuya daldı…

**********************************************************************************

Loading...
0%