Yeni Üyelik
1.
Bölüm

B-1 METHAL NOKTASI

@scelik

 

 

 

 

 

 

 

Karmaşık Ağlar

 

 

 

 

 

 

 

~Methal Noktası~

 

🕸Bu kurgu ve karakterler tamamıyla hayal ürünü olup gerçeklikle herhangi bir ilgisi söz konusu değildir.Okuduğunuz sizin benim hayal dünyama misafir gelişinizdir. Keyifili Okumalar;

 

Bölüm Şarkıları;

Sezen Aksu – Rakkas

Phonk Killer – Trunk

Kordhell – Murder In My Mind

Gökhan Kırdar, Özer Özel - Oy Asiye

Dedublüman - Belki

Mabel Matiz - Bahçemin En Zor Gülü

 

Instagram Adresim: eftelya_hel

 

 

 

 

 

 

 

"Ahlak ve namus deyince sadece kadından konuşmaya başlayan herkes, ahlaksız ve namussuzdur."

 

 

 

 

 

 

'Frida Kahlo'

 

***** 

 

16 Aralık 2023;

 

Kendini hazır hissetmeyi, doğru zamanın geldiğini nasıl buluyordu insan?

Hemen ardından ansızın dedim en savunmasız anında karşılaşıyordun, bir zamanlar yapamayacağını düşündüğünü yaparken buluyordun kendini. Düşündüğümde, kendime söylediğim tek bir şey vardı. Hazır mısın Mahru? Sorun şu ki ben ise cevabını bilemediğim sorunun odağındaydım.

Hem de tam merkezinde.

İçimde heyecan aynı zamanda korkunun tedirginliği ile sakin olmam adına elimden gelenin fazlasını sarf ediyor olsam da aldığım kesik nefeslerim başarısızlığımı sırtlanmış gibiydi, çıkışa doğru yürürken sanki iki yüz metrelik bir parkuru koşmuş gibi nefes nefese kalmıştım.

Zor olanı yapınca insan kendi başarılı olarak görürken, ben ise şu an korkudan titriyordum. Nefes nefese kalışımın endeni bile korkuydu. Sadece derin nefes alıp sakince ilerlemem gerekiyordu. Sakince...

Nerde miydim?

Trabzon, benim kaçışım olan şehirdi. Arkamda bıraktıklarım ile kilidini vurduğum günlük defterimdi. Şimdi ise dönmem dediğim yere dönmüştüm. Kulaklığımdan bangır bangır Sezen Aksu – Rakkas çaldığı gibi Trabzon havaalanına inişin ardından soğuk havasını bildiğim için tedbirimi alarak siyah boğazlı badi, siyah polarlı eşofman takımım üstüme ise içi yünlü siyah deri ceketim ve siyah güneş gözlüğüm elimde küçük bir valiz ile çıkışa doğru yürürken aynı zamanda telefonum ile Akça'yı aramış bu sebeple Sezen'in eşsiz parçasını bölmüştüm.

Bir kez çalan telefonun ardından "Nerdesun yosma diktin bizi kapıya! Bedir Abim bir yandan Mertcan bir yandan boğattu benu" tiz sesiyle telefonu kulağımdan yeterli bir mesafeye alarak uzaklaştırmış cevap vereceğim esnada tam karşısında beni bekleyen Akça, kardeşleri ve arkalarında üç bilemedin beş düzine siyah takım elbisenin içinde duran adamların olduğu büyük bir kalabalık ile beni karşılamışlardı.

Güneş gözlüğümü hafifçe aşağı indirmiş şaşkınlığımı atlattığımı düşünsem de her defasında benim için karşılama töreni hazırlamışçasına bir ordu adamla gelip havaalanından alan Alabora ailesine doğru adımlarken aynı zamanda gözlüğümü saçlarıma kulaklığımı ise enseme doğru iteledim.

Sağ elimde tutuğum telefonumu havaya kaldırarak "Bana yosma dememen konusunda anlaştığımızı sanıyordum, kenafir gözlü." derken altında yatan ima Bedir abi ve Mertcan dışında Eril'in de bildiği bir konu olduğundan bıyık altından gülen sadece onlar olmuştu.

Adamlar bizden belli bir mesafe uzakta duruyordu.

Dudaklarını aralayan Akça. "Bak bakalım bana sen benim gözlerim hiç kenafir göze benziyor mu?" derken bile sinirden gerilmesini yakınımda olmamasına rağmen hissetmiştim.

Onu taklit etmiş aradaki mesafeyi tam anlamıyla bitirdiğim an "Sen bak bakalum baa bende yosmaya benzer bir hâl var mi?" derken üstten bakmayı ihmal etmemiştim. Boyu benden birkaç santim kısa olması bazen işe yarıyordu.

Yüzündeki gergin ifade yerle bir olurken kollarını sıkıca belime sarmış. "Uyy sen şive mi yapiyisin baaa." Akça'nın ruh haline gülerken sarılışına karşılık vermemi beklemeden benden ayrılmış hızla yanaklarımı elleri arasında buldum. "Yerum, vallahi de yerum şu ekşi surata bakun. Şu isot surata bakun." sevmediği her halinden belli iken yanaklarımı tüm gücüyle sıkması az önce yapamadığını severim ayağına aradan çıkarıyor gibiydi.

Yanaklarıma uyguladığı baskıyı artırıp başımı kukla gibi hafifçe sağa sola sallarken "Uyyy benum ekşi eriğum, uyy benum ekşi elmam, uyy benum kalamondium uyy-" daha fazla bu işkenceye devam edeceği an da hemen arkasında duran Bedir abi imdadıma yetişmiş.

"Akça!" uyarı tonlamasını hallice barındıran sesiyle araya girmişti. "Rahat bırak kızı da bir sarılalım önce. Yine tutun ekşi sevdan çok acıktıysan Mahru'nun yanaklarına göz koyacağına bekle eve varınca yersun eriğuni, elmani komumludinum." derken son söylediğini yanlış telaffuz ettiğinin farkında bir hareketle yanında duran erkek kardeşi Mertcan'a başını çevirip. "Neydi ula bunun evde saksılara dikip büyüttüğü mandalinanın adı." derken dudaklarımdan kaçan kıkırtımla Akça'nın Bedir abiye anlaşılmaz sanıldığından ötürü başını olumsuzca sallamış.

Bıkmış bir edayla "Ya abiciğim Allah aşkına kaçtır diyorum sana Calamondin ya Calamondin." demiş.

Sakince fakat her daim ırsi olan çatık kaşlarıyla "Dışı mandalina tadı limona benziyor evde bir ecnebi meyvesi büyütmediğimiz kalmıştı sayende onu da yapıyoruz abisinin sari sincabı." diyen Bedir abinin sesindeki keyif alan tını anlaşılmıştı.

Tam o sırada Akça'nın hemen arkasında duran Mertcan tepkili bir ifadeyle öne atılmış. "Abi, abla cidden ayıp ediyorsunuz Mahru abla onca saat uçmuş yol yorgunu kızcağızı dikmişsiniz ayakta bekletiyorsunuz." kollarını bana doğru kaldırmış ardından verdiğim karşılıkla boynuma sıkıca sarılmıştı.

"Hoş geldin en güzel ablam." içli içli getirdiği cümlede taş yine Akça'ya atılmıştı. Üç erkek kardeş kız kardeşleri ile uğraşmaktan bildim bileli keyif alırdı. "Hoş buldum canım." sıkıca kollarımı beline sarmıştım. 21 yaşında olmasına rağmen gittikçe irileştiğini bedenine sarıldığımda daha iyi fark ettim.

Akça'nın tiksinti dolu bakışlarını ne yazık ki Mertcan bana sarıldığından dolayı göremiyordu. "Yılışık bücür, İstanbul Trabzon arası asırlık bir yolculukta ben mi bilmiyorum? 4 yıl boyunca okudum bir kez olsun beni bu şekilde karşılamadın." hiddetle hemen yanında duran Bedir abiye dönmüş. "Daha doğrusu karşılamadınız, yoksa üvey miyim?" her zaman cevap almayı beklemeden söylediğinden sadece kendisi şüphe ederek "Cidden üvey miyim abi?" hemen doldurmayı başardığı yeşil gözleriyle ben daha fazla tutamadığım kahkahayı salıverdim.

Yaşı 25 olsa da değişmeyen huylar kalıcıydı... Akça bunun canlı örneğiydi.

Bedir abinin sert görünse dahi Akça'nın ve benim anladığım bir lisan ile yumuşamış ifadesi attığında bu Akça için yeterli bir cevap olmuştu sanırım ki sonrasında konuşmadı. "Sen en azından üvey de olsa kardeş kategorisine giriyorsun Mahru ne yapsın Akça?" kollarımı bir yandan Mertcan'ın belinden ayırırken bu kez Bedir abi geniş gövdesine beni çekmişti.

Söylediklerimden yana sert çıkan sesiyle her seferinde olduğu gibi "O ne demek öyle Mahru. Kanımdan değilsin diye canımdan da mı değilsin abisinin kara civcivi." kollarını biraz daha sıkarsa kemiklerim her an iç organlarımla iç içe girebilirdi.

Sevgisini gösterişi her zaman haşindi.

"Sağ kalmamı istiyorsan belirtmek isterim ki kemiklerimin kırılmasına çok az kaldı ve bu durum da ne yazık ki durman gerekecek." hemen kollarını gevşetmiş nefes aldığımı fark etmemle bu kez omuzlarımdan tutmuştu.

"Ağzından çıkanlar için ufak bir uyarı olarak gör sen bunu. Bir daha da saçma sapan konuşma kaç defa söylemem gerekiyor sende bizim kardeşimizsin. Evine hoş geldin." sesinde barındırdığı tını aile şefkatine bulanmıştı. Bu her zaman için böyleydi. Böyle olmuştu.

Onlar benim sahip olmadığım ailemdi. Bedir abimin de dediği gibi kandan değilsek bile candan kardeştik biz. Eksik hisleri olan insanların her zaman kaybetme duygusu daha fazlaydı. En çok kaybetmekten korkanların kaybetmesi gibi yazılı olmayan kurallar vardı bu da onlardan biriydi.

Evim bu şehirdeydi ben de Trabzon'a gelmiştim.

Hazırsızca yakalandığım Akça'nın sarılışı ile "Bilirsin abicum Mahru saçma sapan konuşma bayulur." Karadeniz şivesini bastırmıştı. Farkında olmadan hepsinin kelimelere döktüğü anlar çok güzeldi. Genellikle konuşmazdı ruh haline nasıl eserse o şekilde davranırdı. Ya çok mutlu ya da çok üzgün hissettiği an da böyleydi.

Ortamın yumuşaması adına Akça'nın izinden giderek bende sıkıca kollarımı ona sarmış. "Evet bayulurum." dedim asla beceremediğim Karadeniz şivem ile Bedir abi, Mertcan ve Eril bıyık altından gülerken Akça kıkırdamıştı.

Kollarımı beline daha çok sararak "Çok özlemişim seni Akça kuşum." neredeyse bir yıldan fazladır yüz yüze görüşmüyorduk.

Behzat ve Bedir abi arada birkaç kez İstanbul'a gelmiş lakin onlarda son 6 aydır gelmemişti. Tufan dayım oldukça rahatsız olduğu için İstanbul'a uzunca bir süredir gelemiyordular. Sadece iş için o da Behzat ve Bedir abi oluyordu. Toplantıları yurt dışından gelen misafir ve iş ortakları İstanbul-Trabzon da ağırlamağı tercih ediyorlardı.

Birliklerinin birinci merkezi İstanbul da ikinci merkez ise Trabzon diğer şehir ve ülkeler zincirleriydi. Karma Birliği ile alınan ortak kararlarıydı.

Kısa bir süreliğine de olsa Trabzon'a dönmemin iki nedeni vardı. İlki Tufan dayımın rahatsızlığı ileri boyuta taşındığı ve sıklıkla beni görmek istediği son zamanlar da bunu çok istiyordu hata bir tek bunu istiyordu benden ikinci neden ise yakın olmasak ta çocukluk arkadaşımız Kayla'nın düğünü için son iki aydır kafamın etini yemesiydi.

Bir arkadaş düğünü için iki ay önceden davet almış olamazdı bu bir ilkti. İlklerin kadını olduğum gerçeği bir kez daha yüzüme vurulmuştu.

Hazır olmadığım noktaya geleceksek Kayla, Barutçuların ikinci çocuğu Adal Pusat Barutçu ile evleniyordu. Adin'in erkek kardeşiydi, Adin'i görmeye asla hazır değildim. Ondan kaçarken kendimi onun karşısında bulacaktım, biliyordum...

Beni görünce nasıl bir tepki verecekti? Ya da beni tanıyacak mıydı yoksa yine bir yabancı gibi yanımdan mı geçecekti?

Bunları düşünmek istemiyordum ilk dakikadan inkar ettiğim bir gerçeğin sarsıntısını yaşamıştım. Farkında olmasam bile havaalanı kapısında olamam rağmen kokusunu derince içime çekerken Trabzon'u sandığımdan fazla özlediğimi hissettim.

Bir insanın özlemi uzak kaldıkça yıpratıcı olurdu.

Arabanın kapısında bizden oldukça geride duran Eril'i gördüğümde yüzümde genişleyen tebessüm büyüdü Akça'nın beni sıkan kolları ne ara gevşemişti anlamamıştım bile.

Elleri arkasında birleşmiş Birliğe mensup olan arabanın hemen arkasında duran korumalardan aykırı giyinişi olmuştu her zaman. Siyah postalları asker yeşili kargo pantolonu beline taktığı siyah silah kılıfı sağ bacağına birkaç kez doladığı ip sayesinde silahının sağ baldırının yanında açık bir şekilde gösterir vaziyetteydi üstüne giymiş olduğu haki yeşili tişörtü ise Trabzon'un buz gibi havasından etkilenmediğini gösteriyordu.

Her daim üç numara kesilmiş saçları hiçbir zaman değişmezdi sinek kaydı tıraşı Eril'i tam bir asker olarak gösteriyordu. Üniversite dönemimde yanımda olduğundan herkes ondan korkup çekindiği için pek arkadaşım yoktu. Hatta hiç yoktu. Aslında olmasına da gerek yoktu. Arkadaşa ihtiyacım olmadığından hiç arayışa girmemiştim bile, bakıyorum da zaten kimse Eril'in yerini dolduramazdı.

Adımlarımı konuşturan ben olmuştum. Tam önüne dikilirken "Ne oldu Eril bir hoş geldin demek yok mu?" bastıramadığım gülüşüm ile benden tahmini on beş belki on sekiz santim uzun olan iri vücudu kalın kol pazularını sıkan tişörtü ile heybetli duruyordu. Hem de oldukça heybetliydi. Geniş omuzları gün geçtikçe daha da kocamanlaşıyordu.

Başını hafifçe öne eğip saygıyla. "Hoş geldiniz, Mahru Hanım." derken oldukça resmiydi. Evet inadıma gitmek istediğinde resmileşiyordu. Son zamanlarda bu en büyük sinir bozan yanı olmuştu.

Başımı dikleştirip "Ne, ne bu resmiyet Cumhurbaşkanı falan mı oldum da benim mi haberim yok." biraz sinirlenmiş olabilirdim. Biz beraber büyümüştük neydi bu mesafe. Bu uzaklık aramıza hiç girmemişti ta ki son zamanlarda arada keyif bozmak adına oyun oynaması olmasa tabi ki.

Eğik başı ile alt dudağını ısırdığını fark edince alttan ona bakmaya çalışırken Eril başını daha da önüne eğiyordu. Ben bakmaya çalıştıkça o eğdiğinden ötürü her an bel fıtığı olabilirdim en acilinden yardım etmek adında arkamda birileri yerini almalıydı.

Ağzının içinden mırıldanışı "Estağfurullah o ne demek Mahru Hanım. Ben sadece saygıdan ötürü size bu şeklide hitap ediyorum. Sonuçta dünya gündeminde olan saygın bir gazetecisiniz." dediğini duymuştum ki. Uzun cümleler, Eril ve uzun cümleleri yana yana görmek oldukça tuhaf gelmişti.

Başını deve kuşu gibi daha da önüne indiriyordu.

"Eril!" derken her nasıl seslenmiş isem anında başını kaldırmış kısık gözleri güldüğü için daha da kısılmış tek çizgi halini almış yüzünde ise tutamadığı gülüşünü bastırmak adına elinden gelen çabayı sarf ettiği belliydi.

Fazla gülmezdi, hatta hiç gülmezdi. Konuşmazdı, genellikle sessizdi ama benimle beraber olduğu zamanlar da değil. Arkada duran korumalardan yeni alınanlar olacaktı ki Eril'in gülüşünü gördüklerinde şaşkınlıktan kocaman olmuş gözlerle ona baktıklarını fark ettim.

Fazla gülmeyen biri için oldukça hatta oldukça bedbah bir durumdu. Goril suratlı eşek herif resmen benimle dalga geçiyordu. Küçükken de böyle yapardı. "Herkesin de benimle uğraşası var bugün haa tadınızdan yenmiyor." ufak bir göz taraması ile beni çembere alan kişilerde gözlerimi gezdirip. "Bu da kaldığınız yerden devam ettiğinizi gösteriyor olsa gerek yoksa geldiğim gibi İstanbul'a tekrar mı dönmeliyim?" biraz üzülmüş olabilirdim.

Ne zamandır onları görmediğimin farkında değillerdi belli ki.

Eril, benim koyu elalarımı izlerken onun da açık kahvelerinde özlemin kıvılcımlarını görmüştüm. Her zaman yan yana olmuştuk ta ki ben üniversiteden sonra iş nedeniyle Trabzon'dan ziyade İstanbul'da sıklıkla kalmaya başlamadan öncesine kadar hep beraberdik.

İşim en büyük bahanemdi.

Benim yetiştiren ailem olarak yanımda duran Alabora ailesi varken Eril için bir tek ben vardım. Aslında benim ailem de Eril'di. İstanbul da belli bir dönem korumalığımı üstlenmiş okul bittiği zamana kadar bu devam etmişti.

Son iki yıldır Trabzon da daha sıkı kalmaya başlamıştı. Burada güvenlik ekibinin sorumlusuydu. Alabora ailesinin güvenliği ve güvenlik şirketlerinin Trabzon da ki ipi Eril elindeydi. Bu yıldan itibaren ise Birlik'te Şef konumdaydı.

Son yaşanan ihtilalleri göz önüne alırsak Behzat abinin Eril'in yanında olmasına ihtiyacı vardı. Ailenin başına Behzat abi geçmiş işleri Trabzon'dan yürütürken Bedir abi genellikle İstanbul da ki güvenlik şirketinin başındaydı.

Eril yalnızlığa alışkındı. Benim tam tersimdi, ben asla yalnız olamazdım. O da benim için her zaman yalnızlığından vazgeçerdi. Bunu ona yaptıran başka bir insan olduğunu görmemiştim.

Kendi zevklerinden vazgeçen biri değildi.

Kıvrılan dudakları yüzümün aldığı ifadeden ötürüydü "Söyle ki ben şimdi burada ağlayacağım, kolundan tutar ben sokarım o uçak görünümlü tabuta." zorlukla duyulan keyifli çıkan sesiyle.

Gerçeği tereddüt etmeden "Yok sen bana kıyamazsın." söylediğim ile kendimden oldukça emindim. Yüzüne bir kez daha yakınlaşıp, "Bakayım, yok kesinlikle kıyamazsın bana." parmak ucuma yükselerek kollarımı boynuna sıkıca sardığım gibi o da kollarını sıkıca belime sarmış neredeyse ayaklarım yerden yükselmişti.

"Hoş geldin." özlem dolu bir sıcaklıkla konuştu. İşte şimdi hoş gelmiştim "Sanıyor ve inanıyorum ki bu kez temelli geldin Mahru." bastırdığı sesi duymak istediğinin aksini söyleyeceğimi hissetmiş gibi çıkmıştı. Aslında hiç cevaplamak istemeyeceğim bir soruydu, fakat o yanıtlamam için bekliyordu.

Tehlike altında olduğumu söylüyordu genellikle ama bunu son zamanlar da daha sıkı dile getirmeye başlamıştı. Geçen hafta yayılnladığım habeden sonra endişesi fazlasıyla artmış benim yanıma gelemediği için benim Trabzon'a gelmemi istiyordu.

İşimiz gereği tehlikenin nefesi her zaman ensemizdeydi. Hak veriyordum ama, aması vardı işte... Nedeni vardı Trabzon'a temelli dönemezdim...

Son yaptığım haberler buna tuz biber olmuş olabilirdi. Bu kez büyük oynamış Alabora ailesinin de karşı olduğu büyük bir Hükümdarlık olarak gösteren Uluslararası Yasa Dışı ticaret yapımının Misao Çetesi (Japonya), Venganza Çetesi (Meksika), Jander çetesi (Kolombiya), Aldo Çetesi (İtalya) hakkında yaptığım haber Euronews ve BBC News de dünya gündemine birinci sıraya düşmüştü.

Bu da beni açıkça Hükümdarlığın masasında oturanların açık hedefi olarak göstermişti

Şimdilik bunları göz ardı ederek Eril'i cevaplamış "Yani evet demek güzel olurdu." boynundan kollarımı çözmüş aynı zamanda bir adım gerilemiştim. Ve şu an üç kişinin gözleri ile beni kurşuna dizdiğine şahit oluyordum.

Mertcan'a sırtım dönük olduğundan bakışlarını fark edemezsem de hissetmiş kadar oldum. Düzelterek durum bildirimi yapıyorum dört kişi beni kıskaçları altına almış bir vaziyetteydi.

Bu konuşmanın yeri cidden burası mıydı?

Bedir abinin "Telefonda konuştuğumuz vakit dönmeyeceğim demiştin kara civciv yokisa sende mi ha punun gibu." derken yanında duran Akça'yı başıyla göstermiş. "Yalana dolana başladun, ulan ikinuze de mu güvenemeyeceğum!" sesi yükselmişti.

Birden başını gökyüzüne kaldırmış. "Allahtan iki kizsunuz, iki kişisunuz, kurban olduğum takip edup göndermüş ha sizu." konuşmasını kesmez bana da bir cevap hakkı tanımazken son dediğinden sonra "Tövbe estağfurullah, tövbe." bunu daha çok kendi kendine söyler gibiydi.

Akça, yalana başvuran biri değildi aralarında ne olduğunu merak ederken aynı zaman da Bedir abinin yanlışını düzeltmek adına "Temelli dönüyorum demedim bu sefer ki misafirliğim olduğundan birazcık daha da uzun olacak dedim Bedir abi." adımlarımı arabaya doğru atarken arkamda kalmış olanlara ise "Yol yorgunu bir insanı bunca zamandır ayakta tutuyorsunuz uykum var benim. Uyumam gerek eve gidelim artık yoksa Trabzon havaalanının kapısında uyuya kalan ilk kişi ben olacağım." Eril'in arabasını tanıdığım için siyah jeepte ki yerimi aldım.

Arkamdan Akça'nın Mertcan'ın koluna yapışıp "Yok ben cidden anlamıyorum alt tarafı bir buçuk saatlik bir yolculuk gören günlerdir yollarda sürünüyor sanır." sesini duyduğumu bildiğinden desibelini daha da yükselterek. "Git bu duygu sömürülerini Behzat abime, babama yap cicim onlar yutar. O da belki." dediği ile başımı arabanın koltuğuna yaslarken.

Onlara bakıp şüpheyle süzdüğüm ilk isim Bedir abi "Benda yutarum, aha şimidi bile yuttum herhalide." deyişi ile hızla arabaya adımlamasını fark ettim.

Ardından ise Mertcan'a değen bakışlarım "Ben zaten yutuyorum sorunun ucunun bana dokunması bile büyük suçtur." demiş o da hızla Bedir abinin arabasına adımlamış bir an önce eve gitmemiz için bunu yaptığını anlamak zor olmamıştı.

Akça araca ilerleyen iki kardeşine şaşkınca bakarken bakışlarını bir tek yanında duran durumdan da oldukça keyifsiz görünen Eril'e çevirirken, Eril de hisseder gibi yüzündeki ciddiyeti ağırca silip daha ciddi ifadesiyle Akça'ya bakıyordu. "Bana hiç bakmayın Akça Hanım benim cevap vermeye yeltenmem bile bir ihtimal değil. Ben kendimi bildim bileli yutucuyum." alttan kısık gözlerimle izlediğim ikili ile yüzümdeki tebessüm daha genişlerken kahkaha atmamak adına alt dudağımı dişledim Eril araca yöneldiği an arkasından.

"Bana da Hanım demeyeceksin demedim mi Eril?" o da bu durumdan yakınıyordu. Eril bizden dört yaş büyüktü Akça ile beraber büyüdüğümüz için Eril ile o da çocukluk arkadaşıydı.

Akça da Hanım tabirinden en az benim kadar nefret ediyordu kim yakın çocukluk arkadaşından duyarsa bu her insan için rahatsız edici olurdu. Huysuz iki ikiz gibiydiler, birbirleir bulaşmadan geçirdikleri bir anları yoktu.

Eril asla silinmeyen tüm ciddiyetiyle "Siz benim işverenim olan ailenin kızısınız, Akça Hanım." dedikten sonra "Ben senin çocukluk arkadaşınım." Eril'e yetişmeye çalışırken adımlarını koşturmuştu. "Eğer bana bir daha Hanım dersen bende senin küçükken gorile benzediğini buradaki bütün korumalara söylerim cicim okey mi?" Akça'nın tehditti ile kahkahaya boğulan ben ve Mertcan olurken.

Eril, Mertcan'a bakışlarını çevirdiği gibi çocuk az kalsın kahkahasında boğulacaktı ki "Özür dilerim, Eril abi." demişti. Ben ise bu durumda daha da yüksek kahkaha attım.

Herkesin Eril'e karşı bir çekincesi vardı. Tekrar belirtmek isterim ki herkesin. Ben bu listede yerimi almıyordum.

"Eyy kurban olduğum Allah'um sen aha bunlarun buyudüğünü bana göstermeyu nasup edesun." Bedir abi yine kendince söyleniyordu.

Mertcan ile ikisi aynı araca binerken hemen arkada var olup benim ise yeni kalabalık dikkat ettiğim bu sefer ki koruma sayılarının her zamankinden oldukça fazla oluşu olmuştu.

Eril ve Akça arasında bir tartışma sinyalleri başlamıştı ki dün geceden bu yana sadece iki saatlik uykuyla olduğumdan ötürü göz perdelerim kendiliğinden kapanmıştı.

Kapalı gözlerime inat Eril ve Akça'nın arabaya bindikten sonra da konuşmalarına devam ettiklerini uğultularından ayırt edebiliyordum. Bayağı uzunca bir süreden sonra bu kadar sıcak hissediyordum, sıcacık hisleri bedenime yayılıyordu.

Yalnız olmaktan her zaman nefret eden ben son 8 yıldır yalnızlığı kendim tercih etmiştim. Trabzon'dan uzak durmak zordu ama kalmayı göze alacak kadar değildi.

Havaalanın da duyduğum özlem kokusu anne ve babamın kokusuydu aslında. Onların bu şehre işlenmiş havasına, denizine kadar hiç hatırlmadığım kokuları işlenmişti. Özlemi yaşatan aynı zamanda dindiren de bir şehirdi benim için Trabzon.

Bir kişi daha vardı gitmemin asıl nedeni, kaçışım en büyük sebebi de buradaydı. Yüzleşmeye asla hazır değildim. Onunla en son ki görüşmemiz...

Hayır, düşünmek insanı yorardı. İster tatlı ister acı olsun hatırlar her şekilde can yakıcıydı. Bunca süredir can yakan kabuk tutup atan yaralar ise iz bırakırdı. Ben arkama bakmam gerektiğini çok küçük yaşta öğrenmiştim.

Benim bir geçmişim yoktu ama geleceğim olmalıydı. Kim olduğumu bilmiyordum, annemi ve babamı tanımıyordum bile kablolu kulaklığımı takarken beni rahatlattığına inandığım melodisini yabancı bulmadığım şarkıyı açtım.

Zaten indirilmiş tek bir parça vardı. Ayşegül Kolivar Ağlamasun Sevduğum.

Ben kendi başına ailesi olmadan, aile olarak Eril Sisa'nın varlığı ile büyümüştüm. Yere düştüğümde beni kaldıran Eril'di, hastalandığım zaman beni iyileştirmek için bilinçsizce bir doktor gibi davranan da Eril'di.

Kendi ailem hakkında bildiğim sadece bir şey vardı. Trafik kazasında ölen evli bir çift ve yaşaması mucizevi olan 4 yaşında bir kız çocuğu. Anne babamın geçirdiği kazada araçtan canlı çıkmış olmam bir mucizeymiş Tufan dayım anlatmıştı bir kez. Annemler Tufan dayımın yanında çalıştıkları için beni kendi yanına alıp büyütmüştü, çoğu hayatta yalnız kalan çocukları yanına alır büyütürdü. Ben ve Eril onlardan sadece ikisiydik.

Hayat hikayem bana sadece bir defa anlatılmıştı.

Ben Mahru, henüz bu dünyayı tanımazken yalnız kalmış bir kız çocuğuydum. Bu yüzden her zaman yalnızlıktan nefret etmiştim.

***** 

Olay Gecesi 18 Aralık;

 

Bir peri masalından çıkmış bir tabloyu yansıtan salona bakarken büyülenmemek elde değildi.

Monza Medotu havası yakalayan salon gergi tavanın beyaz bulutlar ile kaplanmış düğün alanına eşsiz ve bir o kadar muazzam görsellik sunarken bakıldığında her şey kusursuz görünüyordu. Kullanılan ürünler fazlasıyla ihtişamlı olsa da asla göz yormuyor. Salonun tam ortasında tavandan sarkan uzun çoklu elmas avizelerin oldukça dikkat çekiyor oluşu sadece görkemli göstermesine neden oluyordu.

Alandaki duvarlardan sarkan yeşil yapraklı sarmaşıklar etraflarına dolanmış led şeritler ile naturel bir şıklık oluşturmuş her masada bulunan devasa büyüklükte ki kristal vazolarda beyaz şakayık çiçekler çok hoş bir görüntü sunuyordu.

Beyaz sandalyelerin sırtına dantel kumaşlar sarılmış alan beyazın hakimiyeti içerisindeydi. Aslında böylesine lüks bir mekanı olabildiğince sadeleştirmek adına yapılan dokunuşlar vardı. Bu dünya için fazlasıyla masum bir düşünce olduğunu kendime hatırlattıktan sonra biraz da etrafta gezindi gözlerim.

Her davetli kendi ailesine ait bir masa da yer alıyordu. Giyinmiş pahalı ipek kıyafetler yepyeni özel dikim olduklarını bağırıyorken kadınların boyunlarında taşıdıkları servet değerindeki mücevherler mekanın sadeliğinden oldukça uzaktı.

Salon ikiye ayrılmış.

Bir tarafı Atilla Barutçu davetlileri bir diğeri ise Barutçu kardeşlerin iş ortakları ve saygın misafirleri doldurmuştu. Bilen gözle bakıldığında bir taraf bataklık iken bir diğer bölüm kalender kesimdi. İstanbul ve Trabzon emniyetinin çoğunluğun burada olması oldukça mizahi bir görüntü oluşturduğu için kıkırdamadan durmak için zorlandım. Keza becerememiş kıkırdamıştım.

Eril hemen yanımda oturduğu için hızla açık kahvelerini bana dikip "Dikkat çekecek herhangi bir hareket sergileme!" diyen sesi fazla toktu aynı saniyeler içinde gözleri bu kez etrafı tarttı.

Kıkırdayışım yüzünden dikkat çekmiş miyim diye kontrol sağlıyor gibiydi.

Bu haliyle daha da gülebilirdim ama henüz canıma susamış değildim. "Abartma, o kadar da göze batıyor değilim!" derken bile sesim benim yalancım olamamıştı.

Bu gece gözleri benden ayrılmayan fazlasıyla yırtıcı vardı.

Hiddetle kahvelerini tekrar bana dikmiş. "Mahru, geldiğimizden beridir şu evveliyatlarını siktiğimin heriflerinin odak noktası olduğunu hissetmemiş olamazsın değil mi?" ettiği küfürle yüzümü buruşturmuştum. Pek tercih ettiğim bir yöntem değildi.

İşareti bataklık tarafını gösteriyordu.

Eril'i rahatlatmak adına her zaman olduğu gibi sağ avucumu sağ omzunun kürek kemiğine yavaşça vurmuş. "Koruyucum yanımda değil mi?" kaşımı kaldırırken onu kastetmiştim.

Ama Eril'in gergin vücudu rahatlamamıştı. Zaten hep gergin ve kasıntı biriydi.

Az önce de dediğim gibi izlendiğimi düşünüyorum hem de birçok yırtıcı göz tarafından.

Gözlerim bataklık tarafına dönünce kadınların yanında duran partnerleri ortamı kasvete boğmak adına burada bulunuyor gibiydiler. Hepsi olmasa da birçoğu varlığı ile kesinlikle rahatsızlık uyandırıyordu.

En çok ta bana.

Bizler de ortama ayak uydurmuş şık giyinmiştik elbette fakat karşımda duranların yapmış olduğu kadar fazla bir şaşaaya gerek yoktu.

Benim için can çekişen bir hazırlanma süreci koskoca iki saat olmuşken burada bulunan diğer kadınların yaptığı hazırlığı ve süreyi tahmin bile edemiyordum.

Düşündükçe migrenimin tutması muhtemeldi.

Çoğu yanında duran adamlardan yaşça oldukça küçüktü. Hepsi olmasa da tanıdığım simalar vardı aralarından Japon Misao Çetesinin Lideri Nyoko Nanami uyuşturcu ve kadın ticareti yapsa da genele bakıldığında para rantı toz ve hap tüccarıydı. Tüm uzak doğu olmasa da Asya kıtasının belli bir kısmını avucunun içine almış onlara satan kişi kendi çetesiydi.

Yaşı henüz otuzlarının ortasında olan orta boylu ve tombul yüzü ile her ne kadar çocuksu dursa da acımasızın öz evladı Nyoko Nanami olmalıydı. Nyoko babasından kalan bir çeteyi ve öyle görünmüyor olsa da ülkesini bile yönetiyordu. Söz hakkına fazlasıyla sahip biriydi. Hemen arkasındaki masada ise çekik gözlü bir grup erkek oturuyordu.

Mimiksiz ve oldukça sempatiden uzak bir duruşları etrafa iğrençlik ile bakarken onların bu tavrıyla yüzümü buruşturmadan edemedim. 'Sevimsiz herifler' Misao çetesi için yaptığım araştırmalar da ilginç bulduğum bir özellikleri ise önemli sayılan veya herhangi bir fedakarlık göstermiş üyelerin serçe parmaklarını kesmeleriydi. Bu onlara da sadakat ve affetmeyi simgeliyordu.

Cidden oldukça mide bulandırıcıydı. Ya da benim midem oldukça hassastı ama düşündükçe hâlâ ilk seçeneğim daha makul geliyordu. Kesinlikle delirmişlerdi. Kaçık herifler.

Sol tarafta kalan Kolombiya, Jander çetesi Lideri Elkin Alexi kırklarını geçmiş saçlarında yer yer beyazlıklar serpilmiş olsa da iri gövdesi karşısındaki için çekinceli olunacak bir görüntüye sahipti. Yanında eşi, büyük oğlu Daniel ve iki kızı ile onlar için ayarlanmış masada oturuyordu. Misao Çetesi gibi kadın ticareti ve uyuşturucu tüccarlığını Kuzey ve Güney Amerika'ya yapıyor. Japonlar ile birbirlerini asla sevmezler ve rakip olarak görürlerdi.

İçimdeki ses masalarını yan yana gelmiş olmasının asla tesadüfi olan bir şey olmadığını söylüyordu. Ev sahibi Barutçular fazla zekilerdi, bu kesinlikle bilinçli yapılmış bir hamleydi.

Her an arada bir anlaşmazlık çıkma ihtimali vardı.

Jander çetesi uyuşturucu ticaretine daha fazla ağırlık veriyor kadın ticareti yok denilecek kadar az şekilde yapıyordu.

Olay çıkarmak isteyen Elkin'in hemen arkasında bulunan masa da onun adamlarının Japon çetesine öldürücü bakışlar atışlarına bakılırsa söylentiler hurafe değildi, gerçekten birbirlerinden nefret ediyorlardı.

Çete de ilk göze çarpan üyelerin taktıkları küçük siyah küpeler dikkat çekiciydi. Farklı bir sembol olarak görülse de anlam karşısında tek küpe takmak yalnızlığı simgeliyordu. Oldukça açık bir karttı. Zirvede olan biziz ve olması gerektiği gibi yalnızız.

Resmen düğün alanının karanlık köşesini izliyor gibiydim. Buna devam etmiş.

Hemen bir diğer masa da bulunan Meksikalı Arian Reyes, Venganza çetesinin Lideri aralarından en nefret ettiğim kişi olarak ilk sırada yer alıyordu. Her masada bulunan adının yazılmış olduğu altın sarısı isimliği, masasın da tam üç kadınla oturmuştu otuzlarının başında fit vücuduyla olsa da daha küçük gösteriyordu.

İğrençlik burada başlıyordu masa da oturan her kadın bir diğerinin ayrısı üçünün de fiziksel görüntüsü birbirinden oldukça farklı.

Sarı uzun saçlı bembeyaz tene sahip buradan seçemesem bile renkli gözlerinin olduğunu tahmin etmek zor değildi, kesinlikle İskandinav ülkelerinin herhangi bir yerindendi. Bir diğeri kumral küt kıvırcık saçlı keskin bir yüze sahipti. Oldukça sert duruşlu oluşu tamamen bir Fransız kadını havasını hissettiriyordu.

Ve son kişi ise diğer iki kadının aksine oldukça tatlı bir yüze sahipti. Siyah uzun Afrika örgülü saçları dolgun dudakları yakıcı bronz teni ile tamamen Güney Afrikalı bir kadın modelindeydi.

Bu açı karşısında midem bulantıdan kasıldı, aşağılık herif!

Arian'ın karanlık tarafını tahmin etmek hiçte zor olmasa gerekti. Kaçakçılık işerinde eli olsa da asıl işi kadın ticaretiydi.

Bunun yanında saplantılı bir tarafı vardı. Fazlasıyla açık verdiği noktaları bulunuyor gibi görünse de insaniyetsiz sadistçe zevkleri olan biriydi. İlgi alanın büyük bir kısmı tamamen kafes dövüşüydü, her ay döngüye oluşturmuşçasına bir kez olsun kendi için ayarlar bu ise altı yıldır tekrar ederdi.

Venganzo çetesi üyelerinin kol pazularında maya maskeli dövme bulunur. Renkleri ise çete içindeki mevkileri temsil ederdi. Dövme çete için oldukça önemli bir adımdı tüm üyeler sadece bir dövme hakkına sahip olur en yetkili kişi gri maya maskesi dövmesi taşıyanlar en düşükleri ise kırmızı taşırlardı.

Arian, bakışlarımı yakalayınca bana aç bir köpeğin lezzetli bir ete baktığı gibi bakıp ardından dudaklarını yaladı. İğrenç herif yüzünden her an kusabilirdim. Bir diğer hareketi ise elinde döndürdüğü viski kadehini hafifçe bana kaldırıp tek seferde fondiplemesi olmuştu. Bu son yaptığım haberde sıklıkla iğrençliğini dem vurduğum içindi.

Bu bölge de olan özellikle masada oturan Liderler beni oldukça iyi tanıyordu keza daha yeni bir haber yapmamın ardından 2 gün geçmemişti bile. İşlerine çomak sokan herkesi yok etmek huyları Hükümdarlık için altın kuraldı.

Bazen beklenmeyen balık boğazda kalırdı. Küçük bir kılçık olsa dahi...

Bakışlarımı ise son olarak İtaylan Aldo Çete Lideri Luce Bonaventure'ın bulunduğu masaya çevirdim. Aralarında bulunan en disiplinli kişiydi arkasından herhangi bir kanıt bulmak neredeyse her zaman imkansız oluyordu. Sol tarafında oturmuş ilk kez canlı gördüğüm güzeller güzeli sevgilisi Mirabella söylentilerin de dışında olan zarafeti ile adı gibi harika bir kadın profili olduğu gerçeğini taşıyordu.

Ancak yanında oturduğu Luce'nin karartısı Mirabella'nın ışıltısını bir kara delik gibi içine çekip yok ediyordu.

Aldo çetesi her zaman kapalı bir kutu olmuştu.

Çete için bildiklerim sınırlı kalıyordu. Bildiklerim kendilerini aile olarak görür herhangi bir örgüt olarak anılmak istemeyişleri. Karanlık kolları kumarhane işletmek. Kadın ticareti işine asla girmez, bu konu üzerinden teklif kabul etmezlerdi. Hükümdarlığın masa Lideri pozisyonun da bulunan Luce Bonaventure ile diğer Liderler arasında çatışma yaşansa da Aldo Çetesinin kuralları ve kabul edişlerini sağladıkları yollar nasıl uyguladıkları hep gizli kalıyordu.

Bir türlü kesin bilgi toplamadığım tek çete Aldo Çetesiydi. Aralarında iş birliğine de casusluğa da yanaşan bulmak zordu. Para her kapıyı açar dedikleri martavaldan başka bir şey değildi.

Aldo çete üyeleri, oturmayı reddetmiş gibi kapı pervazında ayakta dikilen altı kişi kapının hemen diğer taraftın da altı Luce'ye yakın duran da tahmini sekiz dokuza yakın adam vardı.

Ortam resmen güç gösteri alanına dönmüştü.

Herkes ben daha güçlüyüm diye böbürlenmiş gibi omuzlarını kaldırıp çenelerini dikleştirmişti. Bizler normal bir davete gelmiş gibiyken onlar suikasta gelir gibi hazırlanmışlardı. Bataklık alanında hızlı bir göz taramasının ardından fark ettiğim diğer çete liderlerine tezat Luce'nin oldukça vurdumduymaz oluşuydu. Memnun kalıyor olduğu ise tartışılırdı.

Başını ilk kez kaldırıp baştan sona karşı tarafı izlemeye koyuldu. Adal Pusat Barutçu İstanbul Emniyet Müdürlüğünde Başkomiserdi. Bu sebeple birçok polis ve özel harekatçılar salonda bulunuyordu.

Türkiye de bulunan işlerini engelleyen her koldan bir tim tam karşısındaydı. Bakışları her ne kadar hissiz tutmuş olsa da göz bebekleri düşmanca bir zevkle parlıyordu.

Luce'in takılı baktığı yöne baktığımda arkamda kaldığı için görüş alanımın tersine denk geliyordu. Feride Barutçu'nun siması hemen yanında oturan Asiye Firuze'yi gördüm büyümüştü. En son hatırladığımda altı yaşında olmalıydı.

8 yıl onu değiştirmişti...

Şimdi siyah saçları bembeyaz teni ile ay gibi parlıyordu. Hevesle karşısında olan sadece geniş sırtını görebildiğim kişiye eliyle bir takım olay anlatıyordu. Beyaz elbisesi su dalgası saçları tamamen peri kızına dönüşmüştü.

Beni uyandıran tekrar Luce'ye baktığım da sırtı ile yüzleştiğim kişiye gardını almayı unutmuş kin dolu bakışlarıydı. Tabi ya, bu kişi aslında masanın Türkiye'ye ulaşmaya çalıştığı kolunu kesen Birliklerinden biri olan Karma Birliğinin Kurucusu ve Lideri Adin'di.

Gaddarca baktığı kişi Adin Boran Barutçuydu.

Yıllardır görmediğim, ısrarla görmeyi reddettiğim kişiydi. Ağırca yutkundum tepkim nasıl olmalıydı bilmiyordum ama dudaklarımdan kaçan titrek bir nefes kalbimin yine göğüs kafesime haddinden fazla sert vurmaya başlamış oluşu bile açıklıyordu göz ardına attığım gerçekleri.

Gergin geniş omuzlarının sardığı siyah smokini her daim özenle kestiği saçları aynı modeldeydi... Sadece biraz daha kısaydı. Onu en son gördüğüm güne nazaran serçe parmağımın uzunluğu bile değilse bile kısaydı.

8 yıl önce... O güne göre birazcık kısaydı...

Göz pınarımın nemlenişini, kalbimin sesi heyecanla atmayı sürdürüşüne engel olamadım.

Buna hazır olmalıydım oysaki her şeyi göz önüne alarak Trabzon'a kısa bir süreliğine de olsa geri dönüş yapmıştım. Bora Birliği ile Karma Birliği ortaklığı vardı. Yüz yüze gelecektik, hem de fazlasıyla...

Hâlâ içimde tuttuğum hislerim bu kadar dinç miydi? 8 yıl geçmiş olması hiç mi bir şeyi değiştirmemişti?

Sadece sırtını göre bildim, ne çehresini ne de deniz gibi masmavi olan gözlerini sadece gergin sırtını... Hissediyor muydu bilmiyorum? Ama bir yandan da biliyor gibiydim.

O hissederdi, Adin hep hissetmişti...

Sanki içimde toprağına sıkıca bağlanan bir çiçeği kökünden koparmaya çalışılan bir güç, bir el vardı. İçimde oluşan tedirginliği diziginleyemez bir durumdayken Luce'in odağını takip etmeye devam ettim. Bakışları ayrılmadı Adin'in sırtında bir müddet daha durmuştu sonra ağırca bizim bulunduğumuz masada duran onların uzattığı bir diğer kolu kesen Bora Birliğinin Kurucusu ve Lideri olan Behzat Alabora da durmuştu.

Ahestelikle kıvırdığı sadistçe bir gülüş dudaklarına yayıldı. Havada bataklığın çürük kokusu vardı. Bu bilinen çürük yumurta kokusundan ziyade çürük kan kokusunu andırınca korkuyla irkildim.

Bir haltlar oluyordu, veyahut bir haltlar olmak üzereydi.

Kasvetle yoğunlaşan düğün alanı daralmaya, duvarlar bedenleri kıskıvrak köşeye sıkıştırıyordu sanki. Bataklık taraf tam anlamıyla haydutların toplama merkezi olmuş gibiydi. Attila Barutçu her zaman olduğu gibi yanlış kararı oğlunun düğün gecesi vermişti.

Suç örgütlerinin dokunulmazlığı sayesinde ellerini kollarını sallayarak her ülkeye giriş yapma hakları vardı. Onlara tanınmış haklar yüzünden hiçbir cezai işlem uygulaması devreye sokulmamaya neden oluyordu. Kısacası özetleyecek olursam kendi oluşturdukları bir kararname sayesinde her suçu işleyebilir fakat herhangi bir cezai işlem alamazlardı.

Mahkemelere çıkmazlardı bile sunulan delil ve kanıtlar ortadan bir daha ulaşılmayacak şekilde yok edilirdi. Bizim ülkemizde Hükümdarlığın masaya oturtmak istediği isim Atilla Barutçu'ydu.

Oğulları bir güç oluşturmuş onları yok etmeyi hedeflerken babaları ise onlar için çalışıyordu. Aslını gördüğümüzde bu ne yaman çelişkiydi ama değil mi?

Hükümdarlık kararıyla Atilla ayak işlerinin başında durur ve onlara yön veriyordu. Oğulları ile arasında çetin bir savaş varken o bu gece dünya üzerindeki sayılı diktatörleri oğlu Adal Pusat'ın düğününe davet etmişti.

Amaçları her ne kadar uyuşturucu gibi görünse de kadınların ve çocukların bulundukları kamplar onlara yapılan çeşitli deney ve işkenceler vardı ama Hükümdarlığın lideri Luce ellerini kadın ticareti sayılan veya görülen hiçbir işe uzatmaz gösteriyordu.

Kadın ticareti işinde yoktu lakin diğer liderlerin yapabilme izni ondan çıkıyordu. En gizli projeleri ise kadın ve çocuk deneyleriydi.

Kurulan bu sahte saltanatı yıkmak için çeşitli birlikler, timler, örgütler ve haber ajansları birleşmişti.

Ülkede adaleti yıkmak isteyen kadar gerçek adaleti kurup devam ettirmek isteyenler de vardı.

Lacivert portföy çantamdan hissettiğim titreşim sayesinde içindeki telefonumu almış gelen aramanın kimden olduğunu öğrenmek için ekranına baktım. Şaşıracağım bir arama olmamıştı. Trabzon'a geldiğimden bu yana kaçıncı arayışıydı. Davete geldiğimden bu yana on defadan fazla arayan kişi Çağlar'dı.

Aramayı yine reddetmiştim. Ekran da adını görmek bile son yaşadığımız anıları tekrar yaşatıyordu. Onu öldürmediğime şükretmeliydi.

Burnumdan öfkeyle nefesimi verdim. Yaydığım gerilim dolu enerjiyi alan kişi ise yine yanımda duran aynı zamanda beni şaşırtmayan kişi Eril olmuştu. Bakışlarında bir sorun mu var dese de kaşları her zaman olduğu gibi çatıklığını yerinde tutmayı başarır haldelerdi.

Eril'in hep bir gözünün üzerimde olması dışarıdan bakıldığında kızından gözlerini ayıramayan bir babayı andırıyor gibi görünüyordu. Uzak olduğum bu hisse Eril sayesinde bir bakımdan da alışkındım oysa.

Ben sorun yok dercesine bir mimik sergilerken Eril tatmin olmamış kuşkuyla bakmaya devam etti.

Bu kez sözlü dile getireceğim esnada telefonum tekrar titremeye başladı. Yine uyuz herif Çağlar olduğu düşüncesiyle hiddetle telefonumu elime alırken çatık kaşlarımın gevşemesinin şaşkınlıkla bürünmesinin nedeni arayan numaranın yurt dışı hattı olduğunu gördüğüm içindi.

"Birinden arama mı bekliyordun?" sorusuyla Eril'e dönmüş. Kısa süren dalgınlığımdan sıyrılmamı sağlamıştı. Beklemiyordum, ama önemli bir arama olabilirdi.

Tek kaşı hava da sorguya çekilmiş bir suçlu gibi hissetmemi sağlayan ifadesiz ve müthiş bir dehşetle beni izleyen koyu kahveleriydi. Tavrını görmemezlikten gelmeye çalışarak sandalyeme yasladığım lacivert kaşe kabanımı üzerime geçirip.

"İş için bir arama sanırım, cevaplamam gerekiyor." diyerek sırtımı dönmüştüm. Masada oturan Behzat ve Bedir abi kendi aralarında bir konuşma halindeydiler. Davranışlarına bakacak olursam Akça ise Mertcan ile yine kavganın başında olmaları muhtemel olarak görünüyordu.

"Mahru, beni bekle." diyen sesiyle Eril'in sandalyesinin çekilişini duydum. Omzumun üstünden bakarken "Burası pek tekin görünmüyor sana eşlik edeyim." bakışlarımla cevap vermiş olmalıydı.

Çünkü şu an elimin altında titreyen bir telefon dev cüssesiyle karşımda dikilen Eril ciddi olduğundan şüphe etmek istesem de bu nafile olarak görünüyordu.

Şimdi bir davette olmasaydık buna tepkim çok ayrı olurdu ama ısrarla titreyen telefonu açmam gerektiğinden ötürü sinirli bir yüz ifadesiyle Eril'e bakmaya devam ettim.

Önüme döneceğim esnada yabancısı olduğum bir telefon melodisi duydum çıkışa yöneldiğimde ise "Efendim Ufuk. Ne diyorsun lan sen sizin de yapacağınız işi de! Geliyorum hemen!" öfkeyle yıkanmış kulağımı dolduran sesin sahibi Eril'di.

Ben de o sırada, ikinci bir arayış ile beni tekrar arayan telefonumu yanıtlamıştım. Eril arkamda kalmış olmalıydı bakmamıştım bile. "Alo." karşıdan herhangi bir yanıt beklemiştim ama beni karşılayan kocaman bir sessizlik oldu.

Uğultulu ve lanetli bir sessizlik.

Düğün alanından yükselen çello sesi havanın atmosferini sadece romantikleştirirken yüksek olmadığı halde boşta olan kulağımı kapatıp. Sorun sanki buymuş gibi "Sesimi alıyor musunuz?" dedim fakat beni karşılayan yine o uğultuyu duydum.

Kapattığım kulağım sayesinde daha iyi algıladığım sadece hışırdama sesi vardı. Hat yurt dışına ait bir numaraya ait olsa da irtibatta olduğum herkes Türkçe bilirdi. Bu aramızda olan gizli bir şifreydi. Yemi atıp şansımı denemek istedim. " Who am I meeting with. (Kiminle görüşüyorum.)" sesimin hattın diğer ucunda olan kişiye ulaştığını biliyordum.

Bu her ne kadar içgüdüsel olsa da önsezilerimden asla yanıldığım görülmemişti.

Düğün alanını geride bırakmış çıkış kapısının hemen sağ tarafına çalılıkların yoğun olduğu bir tarafa yöneldim. Sessizlik devam etmişti "What is the reason for calling me? (Beni aramanızın nedeni nedir?)" karşı tarafın pekala İngilizce bildiğini aramızda kurulan sessiz iletişimden hissediyordum.

Boğuk anlaşılmaz Türkçe aksanı daha önce bildiğim bir sese ait değildi. "Senin için hazırladığım sürprize hoş geldin, Şeker kız." iğrenç sesin bitirdiği cümle sonunda başıma geçirilen nesne yüzünden her yer karanlığa dönüştü.

Çığlığımı bastıran ise ağzımı kapatan iri bir eldi. Debelenmeye arkamda bulunan bedeni uzaklaştırmaya çalışmama vaktim bile olmadan sertçe enseme yediğim darbe sonrası bu kez bilincimin yavaşça kapandığını bedenimin ise bir omuza atıldığını hissedebildim.

Eril yoktu, sesler yoktu sadece karanlık bir girdabın hakimliği vardı. Ve ben üşüdüğümü hissettim.

***** 

 

Başındaki ağrının şiddeti baygın bedenini yavaşça kendine getirmişti. Elini kafasında ağrının yayıldığı noktaya doğru uzattı. Bir ıslaklık hissederken gözlerini hâlâ açmakta zorlanırken etraf gri titreşim pikseli görüntü karşıladı onu avucunun tamamını bastırdı bu kez gözlerini açık tutmayı başarmasına rağmen açmamış gibi bulunduğu yer kör karanlık olduğundan ötürü görüş açısında sadece kara siyahlık hakimdi.

Sesini duyurmak adına var gücüyle bağırsa da iniltili bir fısıltısı çıkmıştı sadece. "Kimse yok mu? Yardım edin!" ne olduğunu henüz anlamazken iken üstünü yoklama gereği duydu. Üzerinde olan kaşe kabanın ceplerini kontrol etmek aklına gelmişti ki elini bu kez cebine uzattı evet telefonu buradaydı. Hiçbir anlam veremiyor şu an için hiçbir şey hatırlamıyordu en son hatırladığı tel şey telefon görüşmesi yaptığıydı.

Buraya nasıl gelmişti, burada ne işi vardı. Ufacık bir fikri dahi yoktu, yavaşça birkaç kez ayağa kalkmaya çalışmış olsa da başarısız olunca bir kez daha deneyişi ile en sonunda bedenini kaldırmak adına tüm gücünü kullanarak bunu başarmıştı.

Dengesini kuramadığı için sendeledi iki defa eli hâlâ başının ağrıdığı ensesine çok yakın noktada iken telefonundan üstün bir çabayla açmayı başardığı fener sayesinde görüş açısına yakın olunacak uzaklığı gözlerini hızla kırpıştırırken görebilmeye başardı sadece. Bulunduğu yeri gerek karanlık olmasından gerek ise zonklayan baş ağrısından ayırt edemezken.

Tam nerede olduğu tahmini yürütecek olmuştu ki yine şiddetli bir ağrı saplandı başı felaket derecede ağrırken her an yere kapaklanabilirdi. Yavaşça arkasını dönünce birden arkasında kaldığını fark ettiği ağaçlık bölgeden yükselen sesler çok kalabalık ve fazlaydı. Bu keskin ağrının daha da şiddetlenmesine neden olmuş olacaktı ki yüzü buruştu. Dinlemeye koyulduğu sesler arasından ayırt ettiği ise iki ayrı isim bağırılıyordu. Duyduğu isimlerden emin olmak adına bir kez daha kulak verirken ağaçlık bölge de yankılanan iki isim vardı.

"Asiye Hanım! Neredesin Asiye Hanım ses verin!'"

"Firuze Hanım! Firuze Hanım sesimizi duyuyor musunuz?"

Nerede olduğunu anlamak istiyordu tek hatırladığı en son telefon görüşmesi yapıyordu onu arayan bilinmeyen bir çağrıyı açmıştı şimdi bu da neydi? Feneri bir diğer tarafa çevirdiği an göl ile karşılaştı gölün yüzeyinde bir nesneyi fark edince daha dikkatli bakmak ,için iki adım öne doğru yürürken ayırt etmek adına ışığı o yönde tuttu fakat fark ettiği ama asla beklemediği başka bir şey daha vardı.

Gölün kenarına yakın bir yerde su yüzeyine çıkmış beyaz elbise içinde hareketsizce yatan bedeni fark ettiği gibi irkildi farkında olmadan ilerlediği birkaç adım geri atarken zor zapt ettiği dengesini kaybedip yere düşmüş korkuyla çığlığını bastırmamış karanlık olan bir taraftaydı. Ağaçlık taraftan yükselen seslere sesini duyurmak onlardan yardım istemek adına var gücüyle "Burada biri var!" diyerek bağırdı Mahru.

Bağırışı istediği yere ulaşmış mı bilemeden ardı ardına bağırdı Mahru. Korkudan titrerken güç bela ayaklanmış yaklaşan hışırtılar ile elindeki telefonunu havaya kaldırarak salladı. "Buradayım, yardım edin gölde baygın yatan biri var. Buradayım!" göle yönlenen adamların duyduklarının ardından hızlı adımların yeri koşuşturmaya dönmüştü. Bir asker taburun içtima koşusunu andıran bir görüntü ve ses yankılandı göl ve ağaçlık alan da.

Şimdi hatırladı burası gölün kıyısıydı. Av köşkünün hemen yanıydı, ama buraya nasıl gelmişti ki.

Herkes bu tarafa yönelmiş. Düğün alanından gelenler yüzünden yüzlerce insan arka arkaya sığıştı. Sadece siyah kamuflaj giyenler bir birliğe mensupmuş gibi aynı kıyafetlerin içindeydi hepsi siyah boğazlı combat uzun kollu badiler üzerlerinde çelik yelek, çelik yeleklerinin cepleri el bombaları ve şarjörlerle doluyken boyunlarına taktıkları son model savaş silahları vardı. Altlarında ise siyah kamuflaj pantolonları ve belirli kişilerin ise siyah delikli avcı kemerleri varken siyah postalları ve hepsinin yüzünde termal siyah kar maskesi vardı.

Hiçbirinin yüzü görünmüyordu, görünen tek organları parlak renkli gözleriydi.

Ellerinde tuttukları fener sayesinde karanlık olan bölge tamamıyla aydınlanmış lakin onların varlığı hiçbir şekilde görünmüyordu. Dikkatli bakılmadığı sürece orada değil gibiydiler. Arkadan bir kişi daha aralarından hızla yürürken en ön safhaya geçtiği an herkes esas duruşa girmiş gibi yerinde dikleşmiş taktıkları maskelerden bile oldukça çekingen bir tavra bürünmüş oldukları görünüyordu. Onların öncüsü gibiydi. Oldukça korkutucu görünen adamın ürkütücü yeşil gözleri ilk olarak göldeki cansız bedene ardından hemen kenarda elindeki telefonun yanan feneri ile titreyerek duran Mahru'ya döndü.

Daha fazlasına dayanamayacak bilinci ile başı dönmeye gözleri yavaştan kararırken aynı zamanda kalbi, korkuyla Mahru'yu sersemletecek şiddette atıyordu. "Mahzer, bulundu mu Asiye?" diyen ve kalabalığın içinden öne atılan kişi ile Mahru bu kez yutkundu.

Tanıdığı simanın sahibi ise Adin'di. Adin Boran Barutçu yıllar sonra karşısındaydı. Ama Mahru'yu görmemişti bile bakışları hemen yan tarafta olan göldeydi

Asiye diye aradıkları kişi de aslında Firuze'ydi, Firuze Barutçu.

Açıklama yapmak adına dudaklarını hareket ettiren kişi Mahzur olurken "Boran Bey..." diyebilmişti zorlukla.

Az önce varlığıyla burada bulunan iki düzine korumalara korku salan adam değildi sanki. Sonra bakışlarını göle çevirdi Mahzur. O an Boran'ın da gözleri de takip etmişti ve göldeki bedende durmuş. Odak noktası sadece gölde hareketsizce yatan kişide durmuştu. Yutkunmaya çalışmış lakin boğazına oturan yumru sayesinde başaramamıştı.

Adımları bilinçsizce harekete geçmiş göle doğru yürümüştü. Asiye'si olmayabilirdi bu ihtimal vardı çünkü yüz üstü yatar bir vaziyetteydi. Elbisesi Asiye'sinin elbisesi olabilirdi ama yüzü görünmüyordu Asiye'sinin olmama ihtimali vardı... Saçları Asiye'sinin sarı saçlarının tıpa tıp benzeriydi ama yüzü görünmüyordu Asiye'si olmama ihtimali vardı.

Yürüdükçe dizini aşmaya başlayan suyun yüksekliği her adımda cansız yatan bedene yaklaştırıyordu. Boran geri gitmek isterken suyun üstünde kalan bedenin tam dibinde durmuş buldu kendini derince nefes alması gerekiyordu, soğukkanlı olması gerekiyordu.

Elleri öne doğru uzanınca bir ilk yaşanmış hayatında ilk kez titremişti. Annesinin mezarına toprak attığında eli titrememiş adamın dibindeki yüzünü görmediği bedene uzanan eli titriyordu. Anlamıştı anlayacağını Adin Boran. Yatanın kim olduğunu anlamıştı, görmekten korktuğu gerçekle yüzleşmek adına kolundan tuttuğu bedeni sırt üstü çevirirken vermekte zorlandığı soluğunu tutmak zorunda kalmış kaskatı kesilen vücudu elleri arasındaki bedeni yüz üstü çevirdi.

Gördüğü yüzle beraber veremediği nefesi dudakları arasından kesikçe çıkmış "Asiye'm..." kısık sesi kendi tarafından bile duyulmadı. Göl yuttu sesini...

Güçsüz sesi tekrarlarken yapışmış ıslak saçları yüzünden itelemiş güzel yüzü buz kesmiş bedene mırıldandı. "Asiye'm uyan..." alnını bembeyaz kesmiş alına yaslamıştı. "Uyan Asiye'm aç gözlerini..." kollarını beline sarıp hızla göğsüne çekti. Su buz gibiydi, çok soğuktu. Asiye soğuktan nefret ederdi.

Acısı göğsünden göğe yükselirken yakıcılığı küle dönüşmesine geçilmiş evredeydi "Ambulans, ambulansı arayın!" etrafa da telaş içinde kalan adamlar etten duvar örmüş olsalar bile geç kalınışlarının faturası ödenmiş şekilde yerde yatıyordu. Kucağındaki bedenin kanı ellerini suluyordu. "Asiye.. Asiye aç gözlerini!" dedikleri duyulmuyor gibiydi.

Duyamayacağını bilerek son umudunu dillendirdi. "Yalvarırım aç gözlerini Asiye'm..." Boran'ı karşılayan tek şey sessizlik oldu. Kıraç gölü kanla karışmıştı o gece, unutulmayacak bir gündü. Unutulmasına asla müsaade edilmeyecek 18 Aralık gecesiydi.

O gece Asiye'nin bedeni nefretine bürünmüştü. Buz gibiydi...

***** 

 

Sabahı olmayan bir güne doğan güneşten hayır gelir miydi?

Radyo da çalan tek bir türkü vardı, sabahın güneşine şahit kıldığı geceye eşlik eden sadece tek bir türkü vardı. 'Oy Asiye'm' Barutçu ailesinin güneşi dün bir daha doğmamak üzere batmıştı.

Derin işlemeleri ile ihtişamlı görünen fazlasıyla büyük deri kaplamalı kereste sandalye bile heybetli vücuduna kıyasla olduğundan daha da küçük görünmesini sağlıyordu. Tutulan vücudunu bile hissedemez halde yatak odasındaydı dün cenazeyi defnettikten sonra girdiği odasından bir daha ayrılmamıştı.

Şimdi ise saat sabahın altısına sadece birkaç dakika vardı. Tekrarladı çalan türkü her duyduğun da omuzları mümkün oldukça daha da çöküyor yıkılmaz sanılan Adin Boran küçülüyordu. Dışarıda yağan kara Karadeniz'in buz gibi havasına o da Asiye'si gibi sabaha kadar eşlik etmişti.

Buz kesen vücuduna da lanet etti.

O hissediyordu. O soğuk havayı hissederken toprağın altında olan Asiye'si hissetmiyordu. "Nefret etsen bile keşke hissetseydin şu havayı. Yanıma gelip göğsümde ısınsaydın Asiye'm yanımda olsaydın, burda olsaydın." hemen yanda duran ahşap zigonun üzerinden dünden bu yana kaçıncı paketini devirdiğini hatırlamadığı sigarasına dudaklarını sardı.

Birkaç kez taşı sürtmüştü soğuktan buz kesen parmakları nedeniyle bir daha tekrarladı ve dördüncü denemesinde ateşlenen çakmağın yüzüne nüfus eden sıcaklığı ile gözlerini kapatırken Karadeniz'i andıran yoğun mavilerinden süzülen yaşlar yüzünü ıslattı.

Karadeniz'in hoyrat dalgaları kıyıya vuruyordu. Omuzları sarsılmaz iken onu dinlemeyen gözlerinden yaşlar akmış kendini daha fazla tutamadı dünden bu yana tutmuyor muydu? İçinde boğuşan dalgalar onu tüketiyordu.

Başı önüne düştü, eğilmez başı değerlisini kaybettiği gün yıkılmıştı. "Sayamayacağım kadar söz veriyorum sana kesip attığın tırnağına dahi zarar veren herkesi bu yeryüzünden sileceğim Asiye'm. Beni sensizlikle sınamaya kalkan herkes kendi urganını boynuna doladığını öğrenmeden geberecek." kendine verdiği yemini büyüktü.

Verdiği yemini dünden başlatmıştı Adin Boran İstanbul ve Trabzon başta olmak üzere birçok ülke ve şehre cehennemi yaşatmış ama içi bir damla bile soğumamıştı. Bedeni zemheri kesilmişken, içi ateşti.

Asiye'yi defnetmeden önce düşmanlarının her birine savaş ilan etmiş mekanlarına yas tuttuğu gece sadece odasından devam ettirip tüm düşmanlarına eş zamanlı saldırı düzenledi. Petrol istasyonları, gece kulüpleri, restoranlar, bankalar ve şirketler her yere saldırı düzenleyen adam odasında yanmayan şöminenin önünde durmuş sessizce gözyaşı döktü. Akan yaşlar Asiye'si için ilk değil lakin son olacaktı.

Ortalık savaş alanından çok cehenneme dönmüş haldeydi!

*****

 

Hellllllöööööö pandislerim Karmaşık Ağlar kurgumuzun ilk bölümü sizlerle ona sevginizi vermeyi unutmayın...

 

Sizleri kocaman öpüyorum...


 

Loading...
0%