Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. Bölüm: YIKIM BAŞLIYOR

@scriptorxx

 

YIKIM" 1. PERDE: SON DİLEK

 

"Kehanetler yazılır, kehanetler gerçekleşir. Fakat Ademoğulları ve Havvakızlar bundan bir haberdir."

⚔️⚔️⚔️

Su yeşili saçları yanan ateşin sıcağında havalanıyor, yürüdükçe sırtına çarpıyordu. Onu gören iblisler, onlar için yaratılmış zindanlara çekiliyorlardı. Zebaniler gözlerini onun üstünden ayırmıyordu. O ise sadece önünde uzanan engebeli yola bakıyordu. Yürüdüğü yolda oluşan küçük kıvılcımlar deri pantolonunu paçalarına bulaşıyordu. Ama bu küçük kıvılcımların ona bir tesiri olmuyordu. Küçük bir kıvılcım buradaki iblisleri yakarken ona zarar vermiyordu.

O Yaratıcılar denilen zümre tarafından kutsanmıştı.

Cehennem onu yakmazdı.

O Cennetle kutsanmıştı.

Olduğu yerde durdu ve bedenini sağ tarafında kalan zindana çevirdi. Karanlıktı. Elini kaldırdı ve hafifçe salladı. Eliyle oluşan rüzgâr ateşin sıcağı ile birleşti. Rüzgâr, ateşi tetikledi. Zindanın içi aydınlandı ve dizlerinin üstüne çökmüş, bileklerinden duvara zincirlenmiş, bedeni yaralarla dolu olan o çocuğu gördü. Kendi yaşına göre karşısındaki bu erkek, bir çocuk sayılırdı. Yavaşça izledi karşısındaki çocuğu. Kalın bileklerini saran kelepçeler iblisler için yapılmıştı. Cehennemin çukurlarında zebaniler tarafından dövülen bu kelepçeler o çocuğun bileklerini yakıyordu. Gücünü emiyor, onu zayıflatıyordu. Bedeni kırbaç darbelerine maruz kalmış gibi derin çiziklerle doluydu. Ve yaralar hiç durmadan kanıyordu. Altındaki pantolonun bir kısmı yırtılmıştı.

Zindanın aydınlanması ile gözlerini açtı ve başını kaldırdı. Karşısındaki kadını gördüğünde vahşi bir hayvan gibi hırladı. Gözleri aç bir kurdun gözleri gibi karşısındaki kadını izliyordu. Kelepçeler olmasa zindanın demirlerini kırıp o kadını parçalayacakmış gibiydi. Keskin dişlerini tehditkar bir havayla karşısındaki kadına gösteriyordu.

Kadının kaşları çatıldı. Tehdidi umursamadı. Aklında tek bir soru vardı.

Karşısındaki çocuğun gözlerinin rengi ne zamandan beri sarıydı?

Bakışlarındaki vahşilik değişmemişti ama göz rengi artık yaratılmış en güçlü varlığın varisinin gözlerine ait değil gibiydi.

"Gözlerin," dedi kadın. "Ne zamandan beri sarı?"

Karşısındaki çocuk cevap vermedi. Birkez daha hırladı.

Kadın sırtında hissettiği sıcaklık ile omzunun üstünden geriye baktı. Karşısında gökyüzünü kaplayacak kadar büyük olan kanatlarını germiş, ona bakan Cehennem Kralını gördü. Cehennem Kralı ona sorgular gibi bakıyordu. Tek kaşı havalanmıştı.

"Neden buradasın Aden?"

Cehennem Kralının sesini duyan zebaniler saygıyla selama durdular. İblisler zindanlarının köşelerine sindiler. Cehennem Kralının manası Cehennemde kopup bir parça haline gelen bu boyutta yankılandı. Zindanlarından kaçmış olan iblisler korkuyla titrediler.

"Onun için," dedi kadın ve yeniden zindandaki çocuğa baktı.

"Onu buraya attıktan sonra neden geliyorsun?"

Aden sessizce çocuğa baktı. Ama bu sadece birkaç saniye sürdü. "Bu gece gerçekleşecek," dedi.

Cehennem Kralı tek kaşını kaldırdı. "Araf Yağmuru mu?"

"Evet."

"Araf'a bir yağmur tanesi düştüğünde, Mavi Dünya'ya yıldız yağarmış. Mira bunları söylemişti, değil mi?"

Aden başını salladı. "Doğru," dedi.

"Zincirlerin kırılması için kaç dilek gerekli?"

"Bir trilyon."

"Bu yüzyıllar sürecektir. Araf'a düşen yağmur tanelerini çok az sayıda fani görebilir. Ve o buraya kapatalı daha 33 yıl oldu," dedi Cehennem Kralı.

Aden yeniden başını salladı.

Cehennem Kralı önünde duran bu kadının neden bu kadar düşünceli olduğunu anlayamıyordu. "Bir sorun var değil mi?" Aden, çocuğun ona diktiği bakışlardan ayırmadı gözlerini. "Evet."

"Nedir?"

"Firas," dedi Aden. Cehennem Kralının ismi bir zikir, büyülü bir sözcük gibi dudaklarının arasından döküldü. Zebanilerin bile irkilmesine neden oldu Aden'in zikrettiği bu isim. "O bir gün serbest kalacak. Ve o zaman onu kimse durduramayacak."

"Karanlık Varlık?" dedi Firas.

"İkisinin manası tüm evreni bir karadeliğin içine sürükleyebilir."

Firas sessiz kaldı. Zindana zincirlenmiş olan çocuğa baktı. Çocuğun sarı gözleri yaşama açtı. Cehennem köpeğinin gözlerinden daha korkunç bakıyordu.

"Gözleri ne zamandan beri sarı?"

Firas bir süre sessiz kaldı. "Burası onun gücünü emiyor. Araf varisini ne kadar korumaya çalışsa da gözlerinin kırmızısı, yerini sarıya bıraktı."

Kırmızı gücün rengiydi.

Sarı zayıflığı temsil ederdi.

Ve Aden'in gözlerinin mavisi kaybın ismiydi.

Aden zindana yaklaştı. Firas onu dikkatli gözlerle izledi. Aden zindanın önünde diz çöktü. Başını hafifçe omzuna yatırdığında su yeşili saçları omzuna döküldü. Sarı gözler onu izlemeye devam etti.

"Sen," dedi Aden. "Karanlık Varlığın evlatlığı, Araf'ın varisi ve evrenin yıkımı buradan çıktığın gün yeniden karşılaşacağız. Asla Tanrı'nın düzenini bozmana izin vermeyeceğim."

Sarı gözlü çocuk dudaklarını araladı. Nefesi zorlukla dudaklarından firar etti.

"Sen," dedi çocuk kutlu bir ses ile. Cehennem ateşinin yandığı bu zindanlara Cehennemin soğuğu bulaştı. "Aciz insan ırkının koruyucu, Avcıların annesi ve benim düşmanım buradan çıktığım gün yok olmak pahasına da olsa amacıma ulaşacağım. Bir gün buradan çıkacağım. O gün sen beni bulamayacaksın."

"Çocuklarım Mavi Dünyanın her bir karışına yayılmışken kaçabilecek misin?" dedi Aden.

Firas dudaklarını araladı. Cehennem soğuğu yerini sıcağa bıraktı.

"Senin çocukların beni durduramaz."

Sarı gözlü çocuk başını kaldırdı ve sarı gözlerinin üstüne ilk önce beyaz kirpikleri sonra göz kapakları örtüldü. Dudakları kıvrıldı. Beyaz tenindeki kızarıklıklara yenileri eklendi. Yaralanmaya devam etti. Gözlerini açtığında Aden anladı.

Araf'a ilk yağmur tanesi düşmüştü.

Sarı gözlü çocuğun zincirlerini kıracak olan dilekler için Mavi Dünya'ya yıldızlar yağmaya başlamıştı.

 

⚔️⚔️⚔️

Kendimi bildim bileli ellerimin arasında hiçbir şey yoktu. Avuçlarımı açtığımda avuçlarıma düşen sadece birkaç damla yağmurdu. Sonrasında cezalandırılmak için açtım avuçlarımı. Cetveldi ilk önce avuçlarıma sertçe vuran. Sonra bir sobanın sıcak maşası oldu. Büyüdüm... Büyümeyeceğimi düşünmüştüm ama bir şekilde büyüdüm. Bu sefer avuçlarıma vuran benim gibi bir insan değildi ve elindeki ne bir cetveldi ne de soba maşası. Hayat eline kaderimi almış sürekli avuç içlerime vuruyordu. Artık aldığım darbelerden sonra ağlamamayı öğrenmiştim. Sanki yeniden ağlamaya başlayayım diye hayat gelişine vurmaya başlamıştı. Avuç içlerimi üfleyen abim vardı. Ama ben, benim yüzümden üzülmesin istedim. Kendim sardım bir süre yaralarımı. Sonra o yaralarla yaşamayı öğrendim. Doğruldum ve yürümeye başladım. Önümde bir ışık süzmesi vardı. O ışığa ulaşmak için çabaladım. Ulaşamadım...

Abim elini uzatmış o ışığın önünde bana bakıyordu. Arkasındaki ışık o kadar kuvvetliydi ki güneşi andırıyordu. Ama güneş değildi. Güneş abimin gülümsemesinde parlıyordu. Arkasında binlerce ruhu taşıyormuş gibi sallanan cübbesinin kumaşı o ışığı saniyelik aralarla kapatıyordu. Yolum kararıyor, sonrasında yeniden aydınlanıyordu. Abim ona doğru koşmamı buyurduğunda sertçe yutkundum. Yolumun üstünde yılanlar belirdi. Ayak bileklerime dolandılar. Bir bal porsuğu yılanları bileklerimden ağzıyla ayırmaya çalışırken dişlerini etime batırıyordu. Acıyla haykırıyordum ama yürümem gerekiyordu.

"Soyun sonu..."

Abime ulaşmalıydım!

İrkilerek gözlerimi açtığımda nefesim dudaklarımın arasından firar etti. Hızla doğruldum ve odanın içinde gözlerimi dolaştırdım. Tektim, kimse yoktu. Gözlerimi açıp kapattım. Başımı bir sağa bir sola yatırdım. Yatağımın solundaki komodine uzandım ve üstünden su bardağını aldım. Su bardağının üstüne kapattığım çay tabağını komodine bıraktım ve kana kana suyu içtim. Bardağı dudaklarımdan uzaklaştırdım de komodinin üstüne koydum. Telefonuma uzandım. Saate baktım.

04.30

Başımı sağa sola salladım ve bacaklarımı yataktan aşağıya sarkıttım. Ayağa kalktım. Telefonumu eşofman altımın cebine koydum. Evin içinde tek bir ses yoktu. Abimin nöbeti devam ediyor olmalıydı. Yavaş adımlarla odamdan çıktım ve ev kapısına ilerledim. Kapının kilidini açtım ve kapıyı araladım. Anahtarı elime aldım. Üst kata yöneldim. Merdivenleri çıktıkça soğuk tenime nüfuz ediyordu. Çıplak ayaklarımın tabanları soğuk mermere her değdiğinde ayaklarım sızlamaya başlamıştı.

Teras kapısının önünde durdum ve elimdeki anahtarlardan terasa ait olanı seçtim. Kapının anahtar deliğine soktum ve iki defa çevirdim. Kapıyı açtığımda soğuk teras odası beni karşıladı. Elimi kapının sağındaki duvara uzattım, ışıkların anahtarını bulup ışığı açtım. Odanın içi aydınlandı. Çıplak ayaklarım soğuk mermerden soğuk olan ahşaba bastı. Arkamdan kapıyı kapattım. Abim geçen yıl buraya bir soba kurmuştu. Sobanın içine daima odun ve kömür koyardı. Koltukların arasında duran sehpanın üstünden çakmağı aldım ve sobaya ilerledim.

Sobanın kapağını açtım. Yerde duran çıralardan birini aldım ve çakmağı yaktım. Çırayı çakmağa yaklaştırıp birkaç saniye bekledim. Çıra tutuştu. Çırayı odunların arasına yerleştirdim. Birkaç saniye sonra ateş sobanın içindeki tüm odunları yakmaya başlamıştı. Birkaç dakika sonra da tüm odaya sobadan çıkan sıcaklık yayıldı.

Çocukluğumdan bu yana alışık olduğum bu sobanın ateşi dışında başka hiçbir şey beni ısıtmıyordu. Ellerimi ocağa uzattığımda bile ocaktan yayılan o ateş ellerimi ısıtmaya yetmiyordu. Ama sobanın ısısı her yerime yayılıyor, soğukta dağlanan bedenimi sıcağıyla sarıyordu.

Sobanın yanından ayrıldım ve terasın kapsına ilerledim. Terasın kapısını açtığımda sıcak bedenimi terk etti ve geriye sadece soğuk kaldı. Çıplak ayaklarım yine soğuğa bastı. Burnum üşümeye başlamıştı. Odanın soğumaması için kapıyı arkamdan kapattım ve terasın duvarına doğru ilerledim. Koskoca şehri sessizliğe gömülmüş gibiydi. On katlı apartmanın en tepesinden şehrin yarısını görebiliyordum. Köprünün aydınlatması ve uzaktaki o deniz kolayca görünüyordu. Ama gökyüzünün rengini yansıtan deniz şimdi lacivert ve siyaha boyanmıştı. Başımı kaldırıp bulutsuz gökyüzüne baktım.

Gökyüzü sadece siyahtı. Gözlerimin önünden bir uçağın kırmızı sarı ışıkları yanarak yavaşça geçti. Sonra birkaç tane kuş uçtu. Ve gökyüzü yeniden sessizliğe büründü. Yıldızlar vardı. İstanbul semalarında yıldızlar tek tük olurdu. Birbirinden uzakta duran yıldızlar orada parlarlardı.

"Çok güzel değil mi?"

İrkilerek başımı sola çevirdim. Yan binanın çatısındaki kadını görmek rahatlamama neden oldu. Korkmuştum. Kadın bana bakmıyordu. Gökyüzüne bakıyordu. Beyaz saçları sokak lambalarının ışığı yüzünden parlıyordu. Yüzünde kırışıklıklar vardı.

"Sanırım," dedim yavaşça.

"Bu saatte uyuyor olman gerekemez miydi? Senin yaşındakiler şu anda uyuyorlar."

"Kaç yaşımda olduğumu nereden biliyorsunuz ki?" dedim yüzümü buruşturmamaya çalışırken. Bana yandan bir bakış attı. "Yirmilerinde gibisin," dedi.

"Yirmi dört," dedim tereddüt etmeden.

"Yeni yetişkinsin o halde?"

"Evet." Kaşlarım hafifçe çattım. "Siz kimsiniz?"

Kadın elini kaldırdı ve elindeki bezi dudaklarının üstüne kapattı. Öksürdü. Öksürüğü epey kuvvetliydi. Bezi dudaklarının üstünden çekti.

"Avare," dedi sadece.

"Anlamadım."

"Bir derdin var gibi."

"Anlamıyorum..."

"Bir derdin var değil mi?" diyerek bana döndü. Bir gözü parlak yeşilken diğer gözünün bebeği yoktu. Kördü. Başımı salladım yavaşça. İçimde bir şeyler kabardı. Dürüst olmak istedim. Konuşmak istedim.

"Son zamanlarda kâbus görüyorum..." Aldığım nefesi bıraktım. Nefesim beyaz bir bulut gibi dağıldı. "Kendimi yetersiz hissetmeme neden oluyor bu kâbuslar." O kadının gözünde bambaşka bir şey vardı. Konuşmamı sağlıyordu. Konuşmak istemiyordum ama o kadının gözlerine bakarken konuşmak istiyordum. "Abim orada, beni çağırıyor. Ama ona ulaşamıyorum. Yılanlar bedenimi sarıyor. Bir bal porsuğu... Bal porsuğu onları benden uzaklaştırmaya çalışırken beni ısırıyor." Başımı sağa sola salladım. "Tuhaf ve yetersizmişim gibi hissettiriyor." Bakışlarım yeniden kadını buldu.

"Saat kaç?" dedi aniden.

Sorgulamadım ve eşofmanımın cebinden telefonumu çıkardım. Telefonu açtığımda ekranı parladı. Başımı kaldırıp kadına baktım.

"04.59," dedim. Kadın gülümsedi.

"Bir dakika sonra yıldız yağmuru başlayacak. Neden bir dilek dilemiyorsun?"

"Dilek mi?"

"Evet."

"Bu tür hurafelere inanmıyorum," dedim.

"Hurafe mi?" dedi gülümseyerek. "Hurafe olduğunu nereden çıkardın? Derler ki: Araf'a bir yağmur taneleri düştüğünde, yeryüzüne yıldız yağarmış. Bir dilek dile."

Araf...

"..."

Sessizce kadına bakmaya devam ettim.

Kadın arkasını döndü ve binanın teras kapısına ilerledi. Kapıdan geçti ve gözden kayboldu. Derin bir nefes aldım. Elimdeki telefonu kontrol ettim. Sonra başımı kaldırıp gökyüzüne baktım.

Ne zaman kendimi yeterli hissedeceğimi bilmiyordum. Abim bir yerlerde çabalarken ben olduğum yerde sayıyordum. Bu dünya bana iyi gelmiyordu.

Milyarlarca yıl önce dünyaya bir meteor düştü ve dünyadaki yaşam sonra erdi. Ardından insanlar var olmaya başladı. Neden aynısı olmuyordu? Yine bir göktaşı düşse ve dünyadaki yaşam yok olsa, insanlar yeniden hayat bulsalar. Belki yeniden dünyaya gelsem annemle babam ve kendimi yeterli hissettiğim bir yaşamamım olur. Abimin omuzlarına bir yük olmadığımı o zaman düşünmeye başlayabilirim belki de. Ah, bilmiyorum. Artık her şey anlamsız geliyordu. O kadının dediği bu dilek dileme olayı aptalca bir ümitti. Çocuk gibi hayaller kurmayı bırakmak istiyordum.

Telefonumu yeniden kontrol ettiğimde saatin 05.00 olduğunu gördüm. Birazdan sabah ezanı okunacaktı. Şehir şu anda büyük bir gürültüye ve kalabalığa gebeydi.

Başımı kaldırdığımda köprünün üstünden bir yıldızın geçtiğini gördüm. Dudaklarım yavaşça aralandı. Şaşkınlık yüzüme yayıldı. Ardından birden fazla yıldız yeryüzüne düşer gibi kaymaya başladı. Sertçe yutkundum. İlk defa gördüğüm bu manzara belki de hayatımın en güzel anıydı.

"Yıkım," dedim kısık bir ses ile. Gözlerimi kapattım. "Yıkımı diliyorum."

Her şey yıkılsın ve benim düzenim yeniden kurulsun istiyorum.

Gözlerimi araladım ve gökyüzüne baktım. Artık yıldızlar yoktu. Bir tanesi hariç... Gökyüzü yarılıyormuş gibi kayıyordu. Kaşlarımı çattım. Hayır! Kaymıyordu, düşüyordu. Bir uçak olmayacak kadar parlaktı. Bir yıldız gibi parlıyordu. Atmosferi delip geçen bir uzay aracı gibi ateş topuna dönüşmüştü ve şehir gebe olduğu gürültüyü doğurdu. Gökyüzünü yarıp geçen ateş topu Adalet Kulesine düştü. Bir tarih parçalara ayrıldı.

Benim dileğimden hemen sonra olması dileğimin kabul edildiği anlamına mı geliyordu?

Başımı sağa sola salladım ve geriye doğru bir adım attım. Elimdeki telefon titrediğinde bakışlarımı telefona çevirdim. Abim arıyordu. Panikle aramayı cevapladım ve telefonu kulağıma yaklaştırdım. "Abi?" dedim yavaşça. Bakışlarım yanan Adalet Kulesindeydi. İtfaiye sirenlerini çoktan duymaya başlamıştım.

"Çiçeğim," dedi abim. "Sen iyi misin?"

Başımı salladım. "Sanırım."

"Bu saatte uyanık olmayacağını düşünüyordum." Sesinde şüphe vardı.

"Uyku tutmadı." Bakışlarımı göğe yükselen alevlerden çekmedim. "Neden aradın?"

"Birkaç saniye önce evimizin yakınlarında bir patlama olmuş. İyi olup olmadığını merak ettim." Nasıl bu kadar hızlı bir şekilde haberi oldu anlamadım. Ama bozuntuya vermedim.

"İyiyim," dedim ve arkamı dönüp terastan çıktım. Kapıyı arkamdan kapattığımda sıcak bedenimi sardı.

"Patlamayı duymadın mı?"

"Duydum."

"Nerde olmuş biliyor musun?"

"Adalet Kulesi."

"Anlıyorum. Umarım zarar görmeden yangını söndürürler."

Başımı salladım ve yutkundum. "Umarım," dedim.

"İyi olduğuna emin misin?"

"Evet."

"O zaman sabah görüşürüz."

"Görüşürüz."

Telefonu kapattım ve derin bir nefes aldım. Aldığım nefes ciğerlerimi yaktı. Yalanı soludum. Abim benim için çabalarken bir yalancıyı oynamak canımı yakıyordu. Eminim ki abimin de öğrendiğinde canını yakacaktı. Yalancı bir kız kardeşi olduğunu bilmek onu üzer miydi? Ah, ne diyorum ki? Bu dünya yalanla dönüyordu. Benim gibi evrendeki minicik bir kozmik noktanın yalanı mı önemliydi?

Odadaki L koltuğa ilerledim ve yavaşça koltuğa uzandım. Sıcak mayışmama neden oluyordu. Göz kapaklarım ağırlaşırken ellerimi başımın altında birleştirdim ve dizlerimi karnıma doğru çektim. Cenin pozisyonundayken daha rahat uyurdum. Gözlerimi kapattım. Sıcağın gevşettiği kaslarımı ve mayıştırdığı bedenimi uyku kucakladı.

 

⚔️⚔️⚔️

Cam bir kafesin içinde gibiydim. Etrafımdaki her şey yanıyordu. Ama o ateş bana dokunmuyordu. Zindanlarla çevriliydi etrafım. Üstünde yürüdüğüm engebeli yolda kıvılcımlar vardı. Çıplak ayaklarımın altını yakıyordu. Yanımdan siluetler geçiyordu ama ne olduklarını seçemiyordum. Sadece yürümem gerektiğini biliyordum. Abim yoktu, ışık yoktu, yılanlar yoktu. Beni yılanlardan kurtarmak için dişlerini tenime geçiren bal porsuğu yoktu. Sadece ben vardım. Ben ve etrafımdaki zindanların içindeki mahkûmlar vardı.

Adım atacağım sırada havadaki ayağıma değen ateş ile irkildim. Daha fazla adım atmam yasakmış gibiydi. Olduğum yerde durdum ve etrafıma baktım. Mağaraya benziyordu. İçerisi meşalelerle aydınlatılmıştı. Meşaleler olmasa bile içeride yanan ateş burayı aydınlatırdı. Ateş ısıtıcı değildi, yakıcıydı. Camdan kafes yüzünden beni yakmıyordu. Ya da ben öyle olduğunu düşünüyordum.

"Kalbi avuçlarında atan küçük çocuk..."

Duyduğum mırıltı ile başımı sağa çevirdim. Bir zindanın parmaklıkları vardı. Kalın ve pürüzlü bir sesin mırıltısıydı ve o zindanın içinden gelmişti. İçi görünmüyordu. Karanlıktı. Ateş, karanlık zindanı aydınlatmıyordu. Zindana doğru bir adım attım.

"Renklerini görüyor musun?"

Mırıltı devam etti. Bir şarkı gibiydi. Yabancıydı. Ama kafamın içinde Türkçeye çevriliyormuş hissi veriyordu. Zindana biraz daha yaklaştım. Mırıltılar kulaklarımda yeniden hayat buluyordu sanki.

"Damarlarında akan yaşamın sesini duyuyor musun?"

Zindana attığım her adımda ömrümden bir yıl gidiyormuş gibi hissediyordum. Benden yaşamımı çalıyordu sanki zindandan gelen mırıltılar. Zindanın içinin aydınlanmasını istedim. Elimi zindanın demirlerine uzattım ve demiri kavradım. Ama sıcak demir avcumu yaktı. Hemen elimi geri çektim. Zindanın içi bir anda aydınlandığında başımı kaldırdım. Zindanın içini görmek irkilmeme neden oldu. Bir adım geri çekilmek istedim ama arkamda biri varmış gibi hissettim. Olduğum yerde durdum.

Sadece beyaz saçlarını ve yıpranmış bedenini görebiliyordum. Bilekleri kalın kelepçelere bağlı zincirlerle duvara sabitlenmişti. Bileklerindeki kelepçeler ateşin içinde erimek üzere olan demir misali parlıyordu. Tıpkı saçları gibi beyaz olan teninde kırmızı yaralar vardı. Bir ciğerin görünümünü andıracak kadar kırmızıydı yaraları. Teninden adeta parlıyordu.

"Kalbi avuçlarında atan küçük çocuk," dedi yeniden, irkildim. Sesi pürüzlü olmasına rağmen hoş geliyordu. Yutkundum ve zindanın demirine yaklaştım. Bir rüyadan arta kalan anının içindeymiş gibiydim. Bir rüyadaydım. Rüyada olduğumun farkındaydım ama uyanmak istemiyordum. Tekrar, dedim içimden. Tekrar söyle. Dillendirmediğim isteğimi duymuş gibi yeniden canlandı o pürüzlü seste kelimeler. "Kaybettiklerini hatırlıyor musun?" Yutkundum. Sesi masalsıydı. Elimi uzatmak istedim ama demirlerin yakmasından korktum. "Cennetin nasıl göründüğünü biliyor musun?" Kelimeleri büyülüydü. Bunun başka açıklaması olamazdı.

Etrafımı sarmaya başlayan sıcak nefes alışverişlerimi hızlandırdı ama soğuk yüzünden titredim. Isınmak istiyordum. Elimi demirlere uzattım ve demirleri sıkıca kavradım. Demirleri un ufak etmek ister gibi kavradım hem de. Dudaklarım benden izinsiz aralandı. Fısıltıma, karşımdaki mahkûmun pürüzlü sesi karıştı.

"Kalbi avuçlarına atan küçük çocuk, kurtulmak istiyor musun?"

Başını kaldırdığında irkildim. Demirin yakıcılığını o anda hissettim. Ellerimi hızla çektim. Gördüğüm yüzdü benim geri çekilmeme neden olan. Sarı gözleri güneş gibi parlıyordu ama güneşten daha yakıcı olduğuna yemin edebilirdim. Beyaz kirpikleri ile var olmuştu sarı gözleri sanki. Hayatımda gördüğüm en güzel şey olabilirdi. Uykularımı bölen kabuslar bana bir rüya mı hediye ediyordu bilmiyorum ama gördüğüm bu yüzün kabus için fazlasıyla güzel olduğuna emindim.

"Firas," diye fısıldadı. "Benim için Aden'e bir mesaj ulaştır." Pürüzlü sesinde şarkı mırıltıları yoktu. Kelimeler vardı. Kelimelere sesiyle can veriyordu. "Dilekler tükenmledi. Yağmur dinmedi. Mahkûmluğum bitmedi. Ama biri beni Mavi Dünya'ya davet etti."

Bir anda iki yanında asılı duran kollarını çekti. Duvarın içinden geçen zincirler kırıldılar. Nefes almak için dudaklarımı araladım ama sıcak buna engel oldu. Üstüme binlerce beden aynı anda atılmış gibi hissettim. Boğuluyor gibiydim. Rüya kâbusa dönüşüyordu. O yavaşça ayağa kalkarken sarı gözleri sıcağı arttırıyordu. Son kez nefes almak için dudaklarımı araladığımda her şey karardı. Son gördüğüm bal porsuğunun o beyaz saçlı adama benzeyen sarı gözleriydi.

Derin bir nefes alarak yattığım koltuktan doğruldum. Ellerimi boğazıma götürdüm. Bir daha nefes alamayacakmışım gibi hissetmiştim. Bu nasıl bir kâbustu? Nefes alışverişim hiç olmadığı kadar hızlıydı. Artık uykularım birer cezadan farksız değildi. Etrafımdaki her şey bulanıktı. Yutkundum. Gözlerimi kapatıp açtım. Etrafımdakiler netlik kazandı. Bacaklarımı koltuktan aşağıya sarkıttım.

Ayağa kalktığımda çıplak ayaklarımın soğuktan uyuştuğunu fark ettim. Yavaş adımlarla odanın kapısına yürüdüm ve odadan çıktım. Soğuk mermer ayak tabanlarımı yakarken merdivenlerden indim. Abimle birlikte yaşadığım dairenin kapısı aralıktı. Abimin ayakkabıları eşikteki küçük, kahverengi halının üstünde duruyordu.

Kapıdan içeri girdiğimde abim varlığımı hissetmiş gibi mutfaktan başını hole doğru uzattı. Bana göz kırptı ve yeniden mutfağa girdi. Kapıyı kapattım. Evin içi terasa göre daha sıcaktı.

Mutfağa girdiğimde abimi kahvaltıyı hazırlıyordu. Hafifçe esnedim ve elimi dudaklarımın üstüne götürdüm.

"Ne zaman geldin?" dediğimde abim durdu ve bana baktı.

"Sekiz gibi."

Kaşlarımı çattım. "Saat kaç ki?"

"On iki olması gerekiyordu."

Derin bir nefes aldım. "Epey uyumuşum."

"Geceyi ayakta geçirdiğin düşünülecek olursa çok fazla uyumamışsın çiçeğim," dedi abim ve parmaklarının arasındaki salatalık dilimini bana uzattı. Ağzımı açtım ve dişlerimle salatalık dilimini aldım. Çiğnemeye başladığımda abim domatesleri doğramaya başlamıştı. "Neden uyumadın?"

"Şey..."

"Ne?" dedi tek kaşını kaldırarak.

Onun karşısındayken vicdanım yalan söylememem için eline bir bıçak alıp bana geçirmeye başlıyordu.

"Dedim ya uyku tutmadı.

Elindeki bıçağı doğrama tahtasının üstüne sertçe bıraktığında dudaklarımı birbirine bastırdım. Mavi gözlerini bana çevirdi. Benimkine benzeyen mavi gözleri sorgulayıcıydı. "Yalan söylemek yok demiştik Çiçek," dedi.

Derin bir nefes aldım. Ağzımdaki salatalık parçaları beni rahatsız etmeye başlamıştı.

"Yalan söylemiyorum."

"Ama bir şeyler saklıyorsun değil mi?" Sessizliğimi dinledi. "Kâbusların yeniden mi başladı?" Bakışlarımı kaçırdığımda aldığı nefesi seslice geri verdi. "Bana söylemeliydin. Yeniden bir uyku ilacı ister misin? Uyumana yardımcı olur."

"Artık bedenim onlara karşı koyuyor. İşe yaramıyor."

Abim başını salladı. "Ne gördüğünü paylaşmak ister misin?"

"Şu sıralar sürekli sarı gözlü bir bal porsuğu görüyorum."

Abim tek kaşını kaldırdı ve kaşlarını hafifçe çattı. "Bir bal porsuğu mu?"

"Evet."

"Hepçil bal porsuğu?" dedi teyit etmek ister gibi. Yeniden başımı salladım.

Bal porsuklarını rüyamda görmeye başladığımda araştırmıştım. Hepçil canlılardı ve biraz da leşçilerdi. Kocaman bir geyiği tek başına kolayca yiyebiliyordu ve doğadaki en zehirli yılanlara meydan okuyordu. İzlediğim bir videoda yılan, onu ısırdıktan sonra sadece felç geçirmişti ve bir anda yatığı yerden doğrulup yürümeye devam etmişti. Akrebin ona batırdığı kuyruğu umursamadan akrebi de yemişti. Korkutucu bir canlıydı, küçük olmasına rağmen.

"Bunu araştırdın mı?"

"Rüya yorumlarına güvenmiyorum abi."

"Realist yaklaşımların çok sıkıcı," dedi abim oflayarak. "Rüyalar habercidir çiçeğim. Eğer rüyanda gördüklerinin anlamını bilirsen, rüyalarının sana bir şeyler anlatmak istediğini anlarsın."

Kaşlarımı çattım. "Bir doktordan beklemediğim cümleler bunlar."

Abim güldü. "Sende biliyorsun modern tıbbın temelinde alternatif tıp var. İnsanlar yüzyıllar önce bitkilerden ilaç yapıyorlardı. Onların ağrı kesicileri yoktu. Onlar haşhaş daha yeşilken haşhaşın kabuğundan aldıkları sütü kullanıyorlardı. Kırık bir kolun sabitlenmesi gerektiğini bize modern tıp öğretmedi Çiçek, alternatif tıpla insanları tedavi eden şifacılardan öğrendik."

"Ama şu anda bunların hiçbiri işe yaramıyor."

"Taşrada hala kullanılıyor," dedi abim tek kaşını kaldırarak.

Derin bir nefes aldım ve sırtımı mutfak tezgahına yasladım. Eşofmanımın cebinden telefonumu çıkardım. Abim domatesleri doğrarken ben de internetteki haberlere bakmaya başladım.

Çoğu haber Adalet Kulesine düşen o şeyle ilgiliydi. Haberleri kaydırırken gördüğüm başlık yutkunmama neden oldu.

Astrolog Ceyhun Nova: Dün gece görülen tüm rüyalar haberciydi. DAHA FAZLASI İÇİN LİNK...

Başımı sağa sola salladım ve hemen haberi geçtim. Daha fazla bakmak istemediğim için telefonumu kapattım ve tezgaha bıraktım. Abim bana yandan bir bakış attı. "Ekmek almaya gider misin?"

Tek kaşımı kaldırdım. "Vardı."

"Taze değil."

"Abi-"

"Ben mi gideyim? Ben dün sabah altıdan beri uyanığım. Geldim, uyumak yerine sana kahvaltı hazırlıyorum. Ama sen gidip ekmek almıyorsun? Ben-"

"Tamam!" dedim ve ellerimi kaldırıp daha fazla konuşmasına engel oldum. Abim sırıttı.

"Ama para vermelisin."

Başını salladı ve ellerini yıkayıp arka cebinden cüzdanını çıkardı. Cüzdanından çıkardığı yüzlüğü bana uzattığında tek kaşımı kaldırdım. "Kaç ekmek alayım?"

"Dört."

Başımı salladım ve elindeki yüzlüğü çekip hızlı adımlarla evin kapısına ilerledim. "Üstünü alacağım," diye bağırdı abim arkamdan. Çok beklerdi. Muhtemelen halk ekmeği bitmişti ve ben de fırına gidebilmek için yirmi ya da yirmi beş dakika yürümek zorunda kalacaktım.

Dışarıda soğuk bir hava olduğunu bildiğim için montumu ve spor ayakkabılarımı giydim. Üşümek istemiyordum. Dün gece yeterince üşümüştüm üstelik. Daha fazlası hasta olmama neden olurdu.

Evden çıktım ve asansöre yöneldim. Binanın en üst katında abimle birlikte yaşıyordum. Ve bu katta sadece abimle benim yaşadığım daire vardı. Asansörün kapıları açıldığında asansöre bindim ve zemin katın düğmesine bastım. İki kişilik olan bu asansör küs barıştırır diyebileceğim türden bir asansördü. İki kişi bindiğinde neredeyse birbirine yapışıyordu. Abim asansöre bindiğimizde sürekli kolunu omzuma atardı ki daha rahat sığabilelim. Bu asansöre abim hariç hiçbir erkekle binmemiştim ve binmezdim de. Sadece erkekler değil, aynısı kadınlar içinde geçerliydi. Biriyle birlikte bindiğimde bedenlerin birbirine değmesi kaçınılmaz oluyordu.

Asansör durdu ve kapıları kayarak açıldı. Asansörden indiğimde alt komşumuz olan kadın çocuğuyla birlikte asansöre bindi. Çocuğu dört beş yaşlarındaydı ve sürekli ağlıyordu. Sürekli ağlayan çocukları sevmiyordum. Bu hayata ağlamak için gelmiş gibi davranıyorlardı.

Binanda çıktığımda soğuk yüzüme vurdu. Saçlarım dağılırken montumun fermuarını çektim ve ellerimi montumun cebine soktum. Ve fırına doğru yürümeye başladım. Hava da kar soğuğu vardı ama kar yoktu. İstanbul'a komşu olan şehirlerde tek tük kar yağışları görülüyordu. Doğu illerinde çoktan kar yağmaya başlamıştı ve İstanbul'da sadece oradan gelen kar soğuğu vardı. Sulu sepkene bile razıydım ama yeter ki birkaç kar tanesi düşsün.

Caddeye çıktığımda yol bir anda kalabalıklaştı. Kadın-erkek kalabalığının içinde kısa boylu çocuklar vardı. Üstlerindeki okul forması görünce yüzümü buruşturdum.

Okul benim için cehennem gibiydi.

Muhtemelen yakınlardaki ilkokula gidiyorlardı.

Ben ilkokula giderken sabahçıydım ve bu hayatımın en kötü günlerine neden olmuştu.

Başımı sağa sola salladım ve yürümeye devam ettim. Saçlarım daha çok dağılmaya başladığında montumun şapkasını başıma örttüm.

Fırına girdiğimde derin bir nefes aldım. İçerisi yanan fırının etkisiyle oldukça sıcaktı. Montumun şapkasını indirdim ve kasaya yaklaştım. Türbanlı bir kadın hemen kasaya geçti. "Dört ekmek," dedim. Elinde beyaz bir eldiven giydi ve yeni çıkmış, dumanı üstünde dört ekmeği şeffaf bir poşete koyup bana uzattı. Poşeti alırken yüzlüğü kadına uzattım. Kadın sahte olup olmadığını kontrol ettikten sonra kasayı açtı. Para üstünü bana uzattı. Para üstünü alıp cebime attım. Fırından çıkacağım sırada gözüm tüplü televizyona ilişti. Makyajlı, güzel bir kadın haber sunuyordu. Ama en çok dikkatimi çeken ekranın altındaki yazıydı.

DÜNYA YIKILIYOR!

"...Dün gece Adalet Kulesine düşen yıldırımdan sonra Türkiye'nin farklı şehirlerinde bir takım doğa olayları gözlemlendi. Meteoroloji uzmanların açıklayamadığı yıldırımın sebebi hala bilinmezken İzmir yoğun bir kar yağışı altında. Şırnak'ın farklı bölgelerinde meydana gelen depremlerden sonra üç ev yıkıldı. Altısı ağır olmak otuz altı yaralı olduğu bildirildi. Bölgede artçı depremler görülüyor ve arama kurtarma devam ediyor. Topkapı Sarayı'nın denize doğru on santim kaymasıyla büyük bir kargaşa ortaya çıktı. Uzmanlar hemen önlem alınmazsa tarihi Topkapı Sarayı'nın denize kaymaya devam edeceği konusunda uyarılarda bulundular."

Kadın anlatmaya devam ettikçe ensemdeki tüylerin ürperdiğini hissediyordum.

Fırının kapısı açıldı. İki kişi fırına girdi. Onların konuşmalarına kulak misafiri oldum.

"Anlamıyorum ki, nasıl bu hale geldi bir anda ülke? Kıyamet alameti mi acaba bunlar?"

Adamın söyledikleri yutkunmama neden oldu. Arkamdaki kadın kanalı değiştirdi. Başka bir haber kanalı açıldı. Erkek sunucu konuşuyordu.

"... Kars'ta başlayan orman yangını şehrin geneline yayıldı. Dört büyük şehir ve Zonguldak'ta tarlalarda art arda obruk oluşumları gözlemleniyor."

Kanal değişti.

Kadın sunucu mimiksiz bir yüz ile haber sunuyordu. "... Marmara Denizinde daha önce görülmemiş olan balıklar, balıkçıların ağlarına takıldı. Deniz seviyesinin elli santim yükselmesi ile Antalya'da birçok kumsal yerli halka ve turistlere kapatıldı."

Kanal yeniden değiştiğinde kocaman bir haber başlığı gördüm.

"TÜRKİYE'DE NELER OLUYOR?"

Fırına birkaç dakika önce girenlerden biri konuştu. "Tüm ülke tuvalette ekmek mi kemirdik oğlum?" dedi çocuk. "Aynı anda sekiz milyar insanın ahını mı aldık? Ülke yıkılıyor."

"Biri bize beddua etmiş olmalı," dedi diğeri gülerek.

"Tuttuğuna göre Allah'ın sevgili kulu olduğu kesin."

İkisi gülerken hızla fırından çıktım. Dün gece aklıma geldikçe geriliyordum. Kalabalığın içine girdim ve hızlı adımlarla yürümeye başladım. Dün gece öylesine dilediğim o lanet dilek gerçekleşmiş olamaz değil mi? Basit bir dilekti. Anlamsızdı. Sadece karamsar ruh halimden dolayı dudaklarımdan çıkan bir kelimeydi. Yıkım, demiştim. Ama şimdi bunu istemiyordum.

"Siz Âdemoğulları ve Havva kızları..."

Olduğum yerde durdum. Etrafıma baktım. Duyduğum ses defalarca kulaklarımda yankılandı. Bir melodiyi andırıyordu ama kokutucuydu. Etrafımdaki kalabalık hareket etmeye devam etti. Ben kalabalığın ortasında öylece bekledim. O sesi tekrar duymak istedim.

"Ey Âdemoğulları! Ey Havva'nın doğurdukları!"

Ses yeniden yankılandı. Benim haricimde birinin daha durup etrafına bakmasını istedim ama kimse durmadı. Birkaç kişi bana çarptı ve homurdanarak uzaklaştılar. Her şey etrafımda dönüyormuş gibi hissettim. Elimdeki poşeti daha sıkı kavradım. Tırnaklarımı derime geçirdim.

Bir anda her şey durdu! Bu mecazi bir anlamda değildi. İnsanlar adım atmayı bıraktılar. Rüzgar esmiyordu. Kuvvetli rüzgarın etkisiyle uçan yaprak, görünmez bir el tarafından tutuluyormuş gibi havada asılı kalmıştı. Sadece ben vardım. Zaman akmıyorken, durmuşken sadece ben vardım.

"Âdemoğlu?"

Duyduğum boğuk ve pürüzlü ses yeniden irkilmeme neden oldu. Yavaşça arkama döndüm. Beyaz kirpiklerle süslenmiş sarı gözleri gördüğümde sertçe yutkundum. Ayaktaydı. Bana doğru yürüyordu. Fantastik filmlerden fırlamış gibiydi. Üzerinde önü diz kapaklarının üstünde biten arkası uzun bir tunik vardı. Bana doğru geliyordu. Belindeki kılıç dişlerimi birbirine bastırmama neden oldu. Kulaklarımda kılıçların birbirine vurduğunda çıkarttığı o ses yankılandı. Her adımında yarılan asfalta diktim gözlerimi. Yanından geçtiği sokak lambası yavaşça yerinden oynadı ve hızla yere düştü. Kimsenin üzerinde düşmemiş olması iyi miydi bilmiyorum ama karşımdaki bu...

"Sen," dedim yavaşça. "Nesin?"

"Doğru soru," dedi. Dudakları yukarıya doğru kıvrıldı. Sarı gözleri parladı. Artık her yeri sıcak kaplamıştı. "Siz Âdemoğulları bilmez misiniz kuyruklu yıldız kayarken dilek dilenmemesi gerektiğini?" Kaşlarımı çatmak istedim ama tüm mimiklerim donmuş gibi hissediyordum. "Bir dilek diledin Âdem'in çocuğu. Kuyruklu yıldız kayarken, Araf'a yağmurun içinde bir kar tanesi düşerken diledin dileğini." Başını sağa sola salladı. Bedenim kaskatı kesildi. Koşmak istedim ama hareket edemiyordum. "Dilek değildi." Sarı gözleri yakıcıydı. Güneşten bile daha yakıcı. "Bir davetti."

Sesi uzaktan gelen bir anı gibiydi. Tanıdıktı. Hatırlamak için kendimi zorladığımda şakaklarıma bir acı saplandı.

"Sen nesin?" dedim yeniden.

Karşımda durdu. Bedeninden yayılan sıcaklık beni yaktı. Elini kaldırdığında nefesimi tuttum. Kollarındaki kaslar kolunu kaldırmasıyla şişmişti. Bir darbeyle beni öldürecekmiş gibi görünüyordu.

"Ben, senin davet ettiğin yıkımım," dedi ve beyaz elini gözlerimin üstüne örttü.

Bir bal porsuğu belirdi karanlıkta. Bana doğru koşuyordu. Bilincim kaydı ve bal porsuğu kayboldu.

⚔️⚔️⚔️

BAM BAM BAM

Malum site yasaklanınca buraya sağ ayakla giriş yapalım dedim. Burada yayınladığım ilk kurgum Yıkım olacak. Umarım hoşunuza giden bir kurgu olur. Elimde baya bölüm var okumaları göre daha sık atmayı planlıyorum.

Bor sonraki bölüme kadar hoş kalın, büyülü kalın❤️

 

 

Loading...
0%