@secilkaraoglannn1
|
1.BÖLÜM: GÖKYÜZÜNE BAKAN RUHLAR
Dizlerinin üstüne çöküp ağlamak istiyordu.
Oysa bir zamanlar ne kadar da güçlü bir adamdı şimdi sadece içi dışına çıkana kadar ağlamak istiyordu. Bu, onu güçsüz yapar mıydı? Derin bir soluk alıp, sıktığı çenesi ve dişleriyle gökyüzünde kocaman parlayan aya baktı. İçine aldığı nefesler ciğerine ulaşmıyordu sanki. İçindeki acıyı söküp atmak istiyordu, başaramıyordu.
Yağan yağmur yüzünden siyah saçları anlına dökülmüş, cansız cesetler gibiydi. Anlındaki, çenesindeki tüm damarlar belirginleşmişti. Gözlerinde tek bir duygu vardı: Büyük bir acı. Hissettikleri bundan daha fazlaydı. İnsan böyle bir acıyla nasıl yaşardı? Oysa bir zamanlar o gözlerdeki tek duygu, acımasızlıktı.
Avuç içlerini kendine bakacak şekilde kaldırdı ve koyu kahverengi gözlerini usulca gökyüzünden çekip ağır bir şekilde ellerine indirdi. Hızla yağmaya başlayan yağmur şimdi kanlı avuç içlerini döver gibi yağmaya, ellerindeki kanı temizlemek ve sökmek istercesine parmaklarının arasından akmaya başlamıştı. Sağ gözünden yağmurun damlasına karışan gözyaşı, yanağından usulca süzüldü.
''Özür dilerim,'' dedi titreyen ellerine bakarken. Ağlıyor muydu? Ağlamalıydı.
Ellerini, daha fazla görmeye dayanamıyor gibi hızla pantolonunun ceplerine koydu. Gözlerini yumdu ve içinden bir yemin etti. Alev alev yanan gözlerini açıp karşıya baktığında; hissediyordu, hiçbir şey artık eskisi gibi değildi.
Barlas AKAGÜNDÜZ
Ankara
Dizlerinin üzerinden kalktığını hissediyordu. Dizlerinin üstüne çöküp pes etmek Barlas Akagündüz'e göre değildi. Kimse ama hiç kimse onu yıkamazdı. Kendisi hariç. Yürüdüğü yolda kısa bir an için durup bakışlarını yukarıya kaldırdı. Gökyüzünde tek bir yıldız bile yoktu. Gecenin karanlığını aydınlatabilecek tek bir yıldız bile. Belki olsaydı şu an yürüdüğüm yolu da aydınlatırlardı diye düşündü ama sonra bu düşünceden hemen vazgeçti. Hayır, kendinden başka kimseye ihtiyacı yoktu. Gecenin karanlığın da, yürüdüğü yolda insan namına kimse yoktu. Ayaklarındaki postalların, bağcıklarının birkaçı çözülmüş, ayağına dolaşıyorlardı ama umursamıyordu. Elinde tuttuğu sigaranın külü bir kadının saçlarını rüzgarda savuruşu gibi rüzgarının etkisi ile sallanıyordu ama o kadar dalgındı ki farkında değildi. Kafasındaki siyah şapkayı olabildiğince indirmiş, sokakta birinin onu görmesinden korktuğu küçük bir erkek çocuğu gibi ilerliyordu.
Sigarasından büyük bir nefesi içine çekti. Sanki tüm zehri çekip içten içe ölmek ister gibi sigaranın dumanını içine hapsetti ardından usulca havaya savurdu. Artık mecali kalmamış gibi yan tarafta duran banka yavaşça oturdu. Şapkasını çıkarıp dizlerinin üstüne koydu ve eliyle saçlarını hafifçe karıştırdı. Hala elinde tuttuğu ve artık sönmek üzere olan sigarayı yere attı ve postallarının ucu ile söndürdü. Hava bu aralık gecesinde o kadar soğuktu ki dişlerinin birbirine çarptığını hissediyordu. Üzerindeki cekete daha sıkı sarıldı ve arkasına yaslandı. Saatin kaç olduğundan bihaberdi ama bunu sorun etmiyordu çünkü onu merak edecek kimse yoktu.
O, her zaman başının çaresine bakardı ne de olsa öyle değil mi?
Hayır, bu defa öyle değildi. Barlas Akagündüz bu defa kendini kaybolmuş hissediyordu. İçinde birikenlerin büyüyüp bir dağa dönüşeceğini ve dağın üzerine sıkıntıları gibi yağan karın bir gün çığ olup taşacağını ve dağın başına yıkılacağını biliyordu.
Soğuktan kızarmış elini üzerinde yine soğuktan buz gibi olan deri ceketinin iç cebine soktu ve titreyen telefonunu çıkarıp ekranda yanıp sönen isme baktı ve sanki arayan kişi düşüncelerini hissetmiş gibi sanki hayır kardeşim yalnız değilsin ben varım der gibi tam da şu an da aramıştı. Ekrana düşünceli bir halde bakarken çağrı kapandı ve isim yok olarak ekran siyaha büründü. İçine derin bir nefes aldığında çok geçmeden ekran tekrar aydınlandı ve aynı isimi tekrar ekranda belirdi. Boğazını temizledi ve daha fazla bekletmeden çağrıyı cevapladı.
''Efendim, Tolga.'' Telefonu sol kulağına dayadı ve Tolga'nın diyeceği şeyi az önce aldığı derin nefesi usulca geri bırakarak beklemeye başladı.
Tolga. Tolga Mert Yücel. Barlas Akagündüz'ün en yakın dostu ve can yoldaşı.
''Barlas,'' dedi sorar gibi sandığının aksine daha yumuşak bir sesle. ''Dışarı da mısın?''
''Evet,'' dedim yalan söyleme çabasına girmeden ve sakin olmasının verdiği rahatlıkla yerdeki izmariti ayakkabımın ucuyla rastgele uğraşırken. Telefonun diğer ucunda bir süre bekledi ve içli bir nefes verdi. Sanki o nefeste birçok söz saklıydı. Bir müddet daha bekledi ardından artık konuşması gerekiyormuş gibi sakin bir sesle konuşmasına devam etti.
''Yağmur mu yağıyor?'' dedi. Sesi hafif endişeli çıkmıştı. Ardından konuşmama fırsat vermeden, ''Oğlum,'' Sıkıntıyla iç çekti. Sesi bir arkadaştan çok baba gibiydi. ''Bu saatte sokakta işin ne senin?''
Gülümsedim.
''Geçerim birazdan.'' dedim ama eve diye belirtmedim. Tolga da bunun üzerinde pek fazla durmadan her zaman ki gibi beni anladı. Tolga, beni her daim anlayacak kişiydi.
''Bana gelsene,'' dedi bir nefes sesi duydum büyük ihtimalle sigara içiyordu. ''Çocuklarda burada.'' Çocuklar diye bahsettiği büyük ihtimalle timdekilerdi. Peki timdekiler kimdi?
Yüzbaşı Barlas Akagündüz
Kıdemli Üsteğmen Tolga Mert Yücel
Teğmen Ateş Acar
Asteğmen Hayri Eryılmaz
Astsubay Kıdemli Başçavuş Kaan Altuner
Astsubay Başçavuş Egemen Tunç
Astsubay Kıdemli Üstçavuş Ali Berk Atay
Onlar birbirleri için canını verecek yedi kişiydi. Birbirleri için yaratılmış tamın tamına yedi dosttu, aileydi. Birine bir şey olsa diğeri bir diğerine fırsat tanımadan orada belirirdi ama günün sonunda hepsi bir arada olurdu. Onlar, yedi adam aslında hâlâ birer çocuktu ve birbirlerini her daim kollayacak, bir ailenin düğümlerini temsil eden iplerin bağlarıydı. Onlar, bu hayatta birbirlerinin en büyük şansıydı.
"Barlas," Tolga'nın sesi ile düşüncelerimden çıktım. "Orada mısın?" Ne zamandır bana sesleniyordu bilmiyordum ama ağzımı açıp cevap verecekken hattın ucundan Hayri'nin sesini işittim. "Cevap vermiyor mu?" diye sormuştu. Sesi her zaman ki şakacı halinde değil aksine merak ve endişe doluydu.
"Buradayım," diyebildim. "Geliyorum.'' Daha fazla zaman kaybetmeden telefonu kapatıp aracıma atladığımda büyük bir hızla oradan ayrıldım.
Oturduğum banktan kalkıp Tolga'nın evine gelmem yaklaşık kırk dakikamı almıştı. Nihayet kapının önüne geldiğimde derin bir nefes aldım ve omuzlarımı dikleştirdim. Zile basıp beklemeye başladığımda sanki beynimin içi bomboş gibiydi. Ben her zaman çok düşünen bir insandım ancak şu an düşünecek bir şeyimin olmadığından mı bilmiyordum ama sanki beynim kuru bir tahtaydı ve sadece dokunduğumda kıymıkları elime batıyordu. Dokunmasam sadece kafamın içinde bir ağırlıktı ve bu ağırlıklara alışmıştım. Ve sanırım en ağırı da bu ağırlıklara alışmaktı.
Kapı açıldığında gözlerimi kapının desenlerinden çekip kapıyı açan kişiye çevirdim. Ateş, elinde tuttuğu neredeyse tamamı içilmiş rakı bardağı ile karşımdaydı. Kafamdaki şapkayı çıkardığım da ve nemli saçlarımı geriye ittiğimde Ateş hala bana kıstığı gözleriyle bakıyordu. Aynı bakışlarla hatta kaşlarımı çatarak ona bakmaya başladığımda tek kaşını usulca kaldırdı. Kafamı iki yana hafifçe hayırdır der gibi salladığımda kaşlarını kaldırdı, bana dikkatle çözmek istediği bir bulmaca gibi ama aynı zamanda o her zamanki soğuk bakışlarıyla bakmaya devam etti. Ama biliyordum ki bu bakışlar beni yargılamak için değil anlamak içindi. Gözlerini bir kez açtı kapadı ve geçmem için hafifçe kenara çekildi.
''Eyvallah,'' dedim içeriye girip kapıyı ardımdan kapattım ve salona doğru bir bakış atarken bakışlarımı geri Ateş'e çevirdim hala dikkatle bana bakıyordu. Ceketimi çıkarıp solumda kalan partmantoya astım ve tişörtümü düzeltirken Ateş bardağının dibinde kalan rakıyı kafasına diktiğinde gözlerini kısma sırası bana geçmişti.
Ela gözlerini bana diktiğinde bir kez yutkundu ardından sonunda ''Hoş geldin.'' dedi.
''Hoş bulduk,'' dedim sorar gibi. ''Bir sorun mu var?'' Dikkatle bana baktı ardından kafasını iki yana salladı. ''Yok kardeşim,'' dedi hafifçe gülümsedi. Ardından birkaç adımda yanıma geldi ve omzuma iki kez dostça hafif bir şekilde vururken daha içten bir şekilde gülümsedi ve tekrardan, ''Hoş geldin.'' dedi.
Dikkatle yüzüne baktım boylarımız hemen hemen aynıydı. Hafifçe kafa salladım ardından konuyu daha fazla uzatmak istemedim. ''Karın nasıl izin verdi lan buraya gelmene?'' diye takıldım gülümserken. İşte şimdi kendimi daha iyi hissediyordum. Ateş, timdeki tek evli kişiydi ve yaşı henüz yirmi beş iken evlenmişti. Bana göre bu timde evlenmeyecek tek kişi Ateş olmasına rağmen sadece beni değil tüm timi şaşırtarak evlenmişti. Yaklaşık dört yıldır evliydi ve bu süreçte birçok sorunla baş etmek zorunda kalmışlardı ama her şeyin üstünden gelmişlerdi. İki kızı vardı ve ikizlerdi. Bu hayatta gördüğüm en güzel çocuklardı. Ateş'e baba olmak yakışmıştı.
Karısının adının cümlede geçmesiyle yüzü ışıldadı ve gülümsedi. ''Benim karım öyle biri mi?'' dedi bana dik dik bakarken. Değildi. Sadece timdeki tek evli olmanın bazı olumsuzlukları varsa o da böyle şakalara maruz kalmaktı. Gülümsemem derinleşirken, ''Şaka yapıyorum,'' dedim onun gibi omzuna iki kez dostça dokundum.
''Ne dikiliyorsunuz lan hala orada?'' Hayri'nin sesiyle ikimizin de bakışı sesin geldiği yöne çevrildi. Hayri, tıpkı Ateş gibi ama onun bardağının aksine ağır bir içecek dolu bardakla hafif yalpalayarak bize doğru adımladı. Belli ki yine sarhoştu. Ateş, sabır dolu bir nefes aldı ardından Hayri'nin bu haline gülümsedi. Hayri ise Ateş'e öpücük attı ardından büzdüğü dudaklarıyla bana döndü. ''Sakın Hayri,'' dedim gülmemeye çalışırken. ''Deneme bile.''
Bana sudan çıkmış gibi baktı, baktı, baktı... Ardından hala büzülü dudaklarıyla tekrar Ateş'e döndü ve bir öpücük daha attı. ''Boşa mı gitsin öpücük?'' dedi gevşek gevşek. ''Hiç olmazsa Bay Grey'ime gitsin.'' Sırıtarak Ateş'e bakıyordu. Bu, Ateş'in gözlerini devirmesine neden olurken ben bu durumdan epey eğleniyordum çünkü Hayri ne zaman sarhoş olsa saçma sapan bir şekilde Ateş'e sarıyordu.
Ateş, cebinden telefonunu çıkarıp Hayri'nin yanından bir kez daha göz devirip içeri geçerken; Hayri, Ateş'in arkasından bakıp kısık gözlerini bana çevirdi. ''Nesi var bunun?''
''Bilmem,'' dedim bende tıpkı Hayri gibi Ateş'in arkasından bakarken. ''Bunu sen söyleyeceksin. Ben daha yeni geldim.'' Dudaklarını bilmem der gibi büktü. ''Her neyse öğreniriz. Gelsene.''
Kafa sallayarak içeri adımladığımda peşimden benimle birlikte içeri girdi. Salona girdiğimde Egemen ve Ali yerde bağdaş kurmuş epey hararetli ve gürültülü bir şekilde playstation oynuyorlardı. Görünüşe bakılırsa Egemen önde gidiyordu çünkü Ali sinirden kıpkırmızı olmuş Egemen ise büyük bir eğlence ile ekrana bakıyordu. Ekrana o kadar dalmışlardı ki geldiğimi henüz fark etmemişlerdi. Tolga, elinde tuttuğu bardağı önündeki sehpaya koyup ayağa kalkacakken işaret parmağımı dudaklarıma götürdüm ve susmasını işaret ettim. Tolga, kaşlarını hafifçe çatsa da baktığım yere baktığında ufak bir nefes verip gülerek geri yerine oturdu ve arkasına yaslandı.
Ellerimi gülerek cebime soktum ve yüzümdeki eğlenen ifadeyi bozmadan yanlarına adımladım.
''Oynamıyorum lan ben,'' Ali, elindeki konsolu yere bırakarak çattığı kaşlarla dik dik Egemen'e döndü. Dikkatle Ali'ye bakarken sinirden kulaklarının kıpkırmızı olduğunu görebiliyordum. Egemen ise kazanmış olmanın verdiği sırıtışla Ali'ye bir kez göz kırptı ve yanağından makas alırken, ''Kıskanma bebeğim.'' dedi dolu dolu gülerken.
Ali, Egemen'in yanağındaki elini yüzünden uzaklaştırırken, ''Siktir git ne kıskanacağım seni.'' dedi ters bir şekilde. Egemen, gülerek ağzını açıp bir şey diyecekken Ali'nin arkasına geçmemle ağzını kapayarak hızla ayağa kalkmaya çalıştı. ''Komutanım,'' dedi ve salondakilere göz ucuyla bakarak geri bana döndü.
''Lan,'' dedi Ali inanamıyor gibi burnundan nefes vererek. ''Başka yalan mı bulamadın?'' Ali hala yerde oturuyordu ve başını kaldırmış ayakta bana bakan Egemen'e kafasını kaldırmış mavi gözleriyle dikkatle bakıyordu.
"Hayır, geri zekalı," Egemen, gözlerini gözlerimden çekmeden dişlerini sıka sıka konuşuyordu. "Barlas Komutanım burada," Bakışlarını hâlâ yerde alık alık bakan Ali'ye çevirdi. "Kalksana lan!" Ayağı ile bir kez Ali'yi dürttü. Yüzümdeki eğlenen ifadeyi bozmadan Ali'ye baktım. Ali, tek kaşını kaldırdı ve usulca arkasını döndü ve hızla olduğu yerden toparlanarak ayağa kalktı.
"Komutanım," dedi şaşkın bir sesle. Burada olmamı beklemiyordu büyük ihtimalle. Odadakilere burada olmamı anlamlandırmaya çalışır gibi dönüp baktı sonra geri bakışlarını bana çevirdi.
Bu odadaki altı adamla ilgili sevdiğim en önemli şey onların her ne olursa olsun saygıyı bozmadan devam edebilmeleriydi. Kafamı iki yana salladım hafifçe ve ardından gülümsedim.
"Üzerimde üniforma yok, beyler, sakin," Bu konuda bir türlü anlaşamıyorduk. Üzerimde üniforma olmadığı zamanlarda aramızda rütbe yoktu ama gel gör ki bunu her defasında söylemek zorunda kalıyordum. Dışarıdaki hayatta ben de tıpkı onlar gibi sadece onların arkadaşı ya da abisi konumundaydım. Aramızdaki rütbe sadece bundan ibaret olsun istiyordum ama dediğim gibi bu altı adam bu konuda epey ısrarcıydı. "O yüzden rahat." dedim hâlâ gülümsemeye devam ederken çünkü Ali ve Egemen hazır ol da duruyordu.
Ali ve Egemen aynı anda rahat bir duruşa geçerken Ali Egemen'e ters bir bakış atıp bana döndü. "Hoş geldiniz, Komutanım. Sizi beklemiyorduk." dedi sorar gibi. Dudaklarımı birbirime bastırdım ve bir cevap vermeden Tolga'nın yanına ilerledim. Böyle düşünmekte haklıydı çünkü henüz olayın üzerinden sadece on beş gün geçmişti. Tolga, kafasını hafifçe sağa eğerek Ali'ye baktı. Ali, mesajı almış gibi dudaklarını birbirine bastırdı ardından Egemen ile birlikte karşı koltuğa geçip sakince oturdular. Ortama bir sessizlik çökmüştü ve bunun sorumlusu olmaktan nefret ediyordum. Önümde duran sehpaya dikkatle bakarken kaç dakika geçtiğini umursamadım. Zaten hayat benim için sanki on beş gün önce durmuş gibiydi.
Hayri, tüm ortamın sessizliğine inat bir şekilde ayağa gürültüyle yalpalayarak kalktı ve salondan çıkıp mutfağa gitti. Kaan, geldiğimden beridir hiç konuşmamıştı. Zaten normalde çok az konuşurdu hatta çok çok az konuşurdu ancak geldiğimden beridir sesini bile duymamıştım. Hayri, elinde tuttuğu bardaklarla salona tekrar girdiğinde hepimizin bakışları ona döndü. Hayri, geniş bir sırıtmayla hepimize baktıktan sonra Ateş'e göz kırptı.
"Kendimi genç kız gibi hissettim şu an," dedi gevşek bir şekilde ardından cilveyle gülümsedi. "Sizde beni istemeye gelmiş aşiret gibisiniz," Hepimizi alıcı gözüyle ciddi ciddi süzdü. "Kime istiyorsunuz? Ya da dur. Hiç fark etmez inan biliyor musun?" Hepimiz Hayri'ye aval aval bakarken Hayri devam etti. "Ateş favorim tabii ama kendisi dört yıl önce bana ihanet edip evlenmişti. O yüzden," Sırıtarak Egemen'e döndü ve ne dersin der gibi göz kırptı.
Hepimiz aynı anda Egemen'e döndüğümüzde Egemen şaşkınlıkla önce bize bakıp ardından Hayri'ye baktı. "Af buyur?" dedi anlayamıyor gibi.
"Ne dersin?" dedi Hayri kapıya gerçekten genç kız gibi cilveyle yaslanarak.
"Neye ne derim?"
Hayri, oflayarak doğruldu ve elindeki tepsiyle bize doğru geldi. "Salak erkekle ömür mü geçer?" dedi kendi kendine. Tepsideki içeçekleri sırayla hepimize verdikten sonra kendisi oturmayıp ayakta durmayı tercih etti. Arkada kalan ada tezgaha yaslanıp elindeki içeceğini yudumlarken konuşmasına kaldığı yerden devam etti. "Erkek dediğinde bazı kriterlerin olacak," Hayri, konuşmaya devam ederken Kaan cebinden telefonunu çıkarıp Hayri'yi videoya almaya başladı. Yarın olduğunda büyük bir dalga konusu olacağından habersiz olan Hayri büyük bir iştahla anlatmaya devam etti.
"Mesela," dedi içeceğinden bir yudum alıp. "Öncelikle zeki olmalı ama şimdi çok da aman aman zeki olmamalı. Sonra, centilmen ve kibar olmalı. Her şeyden önce anlayışlı olmalı." Kendi kendine kafa salladı. "Erkek dediğin diye devam etmek istemiyorum ama şimdi güçlü de olmalı," Bakışlarını ona pürdikkat bakan bize çevirdi. "Haksız mıyım beyler?" diye sordu.
Hepimiz Hayri'ye bakarken Kaan hâlâ Hayri'yi çekiyordu. Egemen, "Yalnız beni tarif ediyorsun, Hayricim," dedi arkasındaki koltuğa yaslanarak. Hepimiz bu defa dönüp Egemen'e baktık ve Ali bir anda, "Siktir oradan," dedi ve yine hepimiz aynı anda kafa salladık. "Sen mi anlayışlısın? Lan, sen her gün başka bir kadınla gezen herifsin ne anlayışı?" İçeceğini kafasına dikti.
"Evet," dedi Egemen yerinde doğrularak kabul etmez gibi. "Çapkın olabilirim ama bu anlayışsız olacağım anlamına gelmiyor.,'' Tek parmağını hafifçe havaya kaldırdı. "Ayrıca neyim lan ben pezevenk mi? Sadece kadınları memnun etmeyi seviyorum. Ne var?"
Tolga, tek kaşını kaldırıp epey ciddi bir ifade ile Egemen'e baktığında Egemen hemen olduğu yerde toparlandı ve boğazını temizledi. "Yani karşılıklı tabii ki bunlar..." Tolga, hala aynı ifade ile bakmaya devam edince toparlamaya çalıştıkça daha da batırdığı için sustu ve dudaklarını birbirine bastırdı. "Sustum komutanım."
Ali, Egemen'in bu halinden epey bir zevk alırken Egemen dirseği ile Ali'yi sertçe dürttü ama bu Ali'nin gülmesini engellemedi. Elimdeki bardağı bitirip sehpaya koydum ve Tolga'ya döndüm. "Omzun nasıl oldu?"
Omzu yaklaşık iki ay önce bir operasyonda hasar görmüştü ve ondan beridir bizimle hiçbir operasyona katılamamıştı. Kendi elini sargının yeni çıktığı omzuna koyup hafifçe sıktı. "İyi," dedi bakışlarını bana çevirirken. "Sadece bazen ağrı yapıyor ama o kadar. İyileşti sayılır."
"Ne zaman döneceksin aramıza?"
"Yakında," Gülümsedi. "Ben de çok sıkıldım evde. Son kontroller için yarın hastaneye uğramam gerekli."
"Sevindim, kardeşim," Hafifçe omzuna dokundum. "Sensiz olmuyor biliyorsun," Güldüm.
"Aşk olsun Komutanım," dedi Hayri arkadan alınmış gibi. "Biz size yetmiyor muyuz?"
Bakışlarımı Hayri'ye çevirdim ve gülümsedim. "Ne o Hayri," dedim tek kaşımı kaldırıp. "Geçen gün sen değil miydin 'Ben Tolga Komutanımı istiyorum.' diye ağlayan," dedim hâlâ gülümserken. "Yoksa yanlış mı hatırlıyorum?"
"Ne?" dedi Tolga da Hayri'yi dönüp gülerken. "Harbi mi lan?" diye sordu. Epey eğleniyordu anlaşılan.
"Yoo," dedi Hayri hemen. "Ne ağlaması? Erkek adamım ben ne ağlaması," Hızla bardağındakileri kaçmak ister gibi içti. Kaan, gülerek Tolga'nın yanına geldi ve telefonundan açtığı videoyu Tolga'ya gösterdi. Odanın içi Hayri'nin ağlama sesi ile dolduğunda Tolga dikkatle telefona bakarken hepimizden büyük bir kahkaha döküldü.
"Lan," dedi Hayri öne çıkıp hemen Tolga'nın yanına geldi ve elinden telefonu almak için hamle yaptı ama Tolga telefonu ileri uzatıp gülerek videoyu izlemeye devam etti. Hayri, büyük bir sinirle Kaan'a bakarken Kaan omuzlarını kaldırıp indirdi. Video bittiğinde Tolga, büyük bir kahkaha atarken Hayri daha fazla sinirlenmişti.
"Ne diye çekiyorsun lan videomu," dedi küçük bir çocuk gibi Kaan'a bakarken.
"Hayri," Tolga hâlâ gülerken kendini tutmaya çalışıyordu ama başaramıyordu. Elindeki telefonu kenara koyup gülümsemesini eliyle bastırmaya devam ederken Hayri, Tolga'ya ters ters bakıp sol elini kaldırıp orta parmağını gösterdi. Bu, Tolga'nın daha gür bir kahkaha atmasına neden oldu.
Ateş, Kaan, Ali ve Egemen; Hayri'nin bu hali karşısında gülümsemeden edemezlerken ben eğlendiğimi saklamadan Hayri'ye bakıyordum. Ne kadar gerçekler ortada olduğu halde inkar etse de Tolga için ağladığını, -sarhoş olması en büyük etkenlerden olsa da Tolga'ya büyük değer veriyordu. Kafamı iki yana sallayıp gülümsememi bastırdım ve bakışlarımı daha fazla Hayri de tutmadan başka tarafa çevirdim.
Ateş, oturduğu yerden cebine telefonunu koyarak doğruldu ve ayağa kalktı. "Bana müsaade," dediğinde hepimizin bakışları ona dönmüştü. Tam ağzımı açıp itiraz edecekken devam etmesiyle sustum. "Gideyim artık. Karım ve kızlarım bekliyor."
Tolga, nihayet gülümsemesi durdurduğunda boğazını temizledi ve Ateş'i geçirmek için o da doğruldu. "Yolcu edeyim, kardeşim." Eliyle önden geçmesi için işaret etti ve birlikte salondan çıktılar. Arkalarından dikkatle bir süre baktığımda üzerimde olan bakışlar yüzünden gözlerimi baktığım yerden çekip bana bakan gözlere çevirdim. Egemen ve Ali özellikle de Ali çok dikkatli bir şekilde bana bakıyordu. Onlara döndüğümde hafifçe gülümsediler ve bakışlarını üzerimden kaçırır gibi çektiler. Derin ve sıkıntılı bir nefesi bıraktığımda elimde sıkıca tuttuğum ve sıcak avucum yüzünden epey ısınan içeceği kafama diktim. Bu gece düşünmek istemiyordum kendime söz vermiştim ama bu sözü yerine getiremiyordum. Nasıl silebilirdim ki o görüntüyü gözlerimin önünden? Hafızamı unutmak istemek bile bunu düşünmemi engellemez gibi geliyordu. Sanki bu yük benimle mezara kadar gelecekmiş gibi hissediyordum. Kalbimin üzerinde öyle ağır bir his vardı ki her nefes alışımda bu hisler kırılıp önce kalbime ardından dağılarak sanki göğüs kafesime batıyordu.
Yaklaşık iki aydır nefes alamıyor gibi hissediyordum. Hayır, öyleydi. Nefes alamıyordum. Dünya çok küçükmüş gibi ve ben nereye gitsem sanki kafamın içinde bunu taşımak zorundaydım. Bu benim ömürlük vicdan azabım olmuştu ve hiç geçmeyecekti. Hiçbir ilaç buna fayda etmeyecekti. Hiçbir merhem bu yara izini geçirmeyecekti. Hiçbir şey buna çözüm olmayacaktı. Ben, beni öldüren bu hisle ömür boyu yaşamak zorundaydım.
Bu his beni yaşarken her gün biraz daha içimi kemiren kurtçuklar gibi kemiriyor, bitiriyordu. Beni dünyada bu hisle yaşatmayan düşünceler her gün sonuma biraz daha yaklaştırıyordu, hissediyordum.
Alev alev yanan kocaman bir ateş vardı içimde. Her nefes alışımda bu ateş harlanıyor ve büyümeye devam ediyordu. Sanki ben bir ömür beni için için yakan ateşle yaşamak zorundaydım. İnsan böyle bir ateşle nasıl yaşardı ki? Öldürmüyordu ama belki ölsem daha iyidir dedirtiyordu. İçimden bu ateşi söküp atmak istiyordum ama beni ben yapan o ateşti. İçimde hiç sönmeyen o ateş bana her daim ışık olacaktı ve ben her zaman içimi yakan o ateşle, boğazıma dolan o dumanla yolumu bulmak zorundaydım. Kendime ya bir yol çizecektim ve devam edecektim ya da o duman beni içine alıp, o ateş beni cayır cayır yakıp yok edecekti.
''Komutanım, bizde artık gidelim. Geç oldu sanki,'' Egemen, Ali ile birlikte ayağa kalktıklarında düşüncelerimden sıyrılıp onlara döndüm. Tolga, bu sırada gülerek omuz omuza Hayri ile içeriye geri gelmişlerdi. ''Her şey için teşekkür ederiz.''
''Gidiyor musunuz?'' Tolga, dikkatle çocuklara baktığında bende ayağa kalkıp toparlanmıştım. ''Sende mi gidiyorsun?'' diye sormuştu bana dönüp. Sadece kafa sallamakla yetindim ve telefonumu cebime atıp üzerimi düzettim.
Gecenin geri kalanında Tolga'nın evinden çıkmış ve dışarıda biraz daha dolaştıktan sonra artık günler sonra evime gitme zamanım gelmişti. Gecenin karanlığında arabanın içine dolan tek şey sokak lambalarının ışığıydı. Arabamı otoparka park edip indikten sonra asansöre bindim. Gözlerim dalgın dalgın bakıyordu. Asansörün düğmesine basıp arkamdaki duvara güçsüzce yaslandım ve ellerimi ceketimin cebine koyup bakışlarımı bir noktaya sabitledim. Zaman ışık hızında akıp, takvim yaprakları bir bir döküldü. Kendimi bir anda o günde buldum. Göz kapaklarım usulca kapandı. Dinlenmek için kendime kısacık bir an verdiğimde görüntüler gözümün önüne geldi ve içime aldığım nefes ciğerime ulaşmadı.
İKİ AY ÖNCE
''Ölmeyecek' dedi kalın ve bozuk aksanlı bir erkek sesi.
Karnına yediği tekmeyle öne doğru büküldü ve ağzına dolan kanı karşısındaki kanı bozuk beş para etmez şerefsizlerin gözlerinin içine korkusuzca bakarak tükürdü. Dermanı kalmamıştı ama güçsüz görünmemeliydi. Elleri beş gündür kalın zincirlerle yukarıdan bağlanmıştı ve artık ellerini hissetmiyordu. Başını öne eğmemişti. Arkasındaki mağaranın soğuk ve engebeli duvarına yaslamıştı sırtını. Çok fazla üşüyordu. Evet, ölmemişti ama o kadar çok fazla kan kaybetmişti ki vücudundaki tüm kuvveti çekilmiş gibi hissediyordu.
''Ölmesine izin vermeyeceğim.'' dedi başka bir adam. Bu adamın sesi diğerine göre daha gençti. Barlas, karşısındaki duvara dimdik bakarken sadece belli belirsiz gülümsedi. Hiçbir şeyi umursamıyordu. Burada ölecek miydi? Ölebilirdi. Vatanı uğruna hemen burada can verebilirdi. O, bunun için yetiştirilmişti. O, şanlı bir Türk askeriydi.
Pis bir el düzensiz saçlarını kavrayıp sertçe çekip başını arkaya yatırdığında dişlerini öyle bir sıktı ki çene kemikleri ağaç kökleri gibi belirginleşmişti. Saçını çeken el başını iyice arkaya gerdirip yukarıdan ona baktığında Barlas adamın gözlerine öyle bir baktı ki adamın saçını çeken eli, Barlas'ın elleri bağlı olmasına rağmen bir anlığına gevşedi.
''Konuş!'' dedi bozuk Türkçesiyle küçümseyerek. Beş gündür sürekli aynı olay tekrarlanıyordu. Barlas'ı burada aç ve susuz esir ettiklerinden beridir bıkmadan gelip ağır işkenceler ediyorlar ve konuşmaya zorluyorlardı. İlk gün, elleri ve ayakları bağlıyken demir çubuklarla saatlerce kollarına, bacaklarına ve sırtına vurmuşlar ama bir karşılık alamamışlardı çünkü Barlas konuşmamıştı. İkinci gün ise kızgın bir demir çubukla göğsünün ve sırtının sayısız yeri acımasızca dağlanmıştı ama her şeye rağmen Barlas yine konuşmamıştı. Konuşmayacaktı. Gerekirse ölecekti ama vatanını satmayacaktı. Üçüncü gün olduğunda saçları kör bir makasla acımasızca ve çarpık bir şekilde kesilmiş ve yüksek dozda elektriğe maruz bırakılmış ve baygın düşmüştü. Hiçbir şey onu yıldırmamıştı. Dördüncü güne yorgun bir şekilde gözlerini açtığında işkenceler dozunu artırmıştı. Vücuduna acımadan yine kör bir bıçakla derin kesikler atılmış ve ardından bu derin kesiklerin üzerine yaptıkları şeyden keyif alarak gözlerini bile kırpmadan yakıcı sıvılar dökülmüştü. Bu sanırım fiziksel acının en ağırıydı çünkü önceki günlerden kalan yaralar bile geçmemişken buna katlanmak çok zordu. Hissediyordu; burada ölecekti.
Bu dört gün ağzından tek kelime çıkmamıştı. Bugünde ağzından tek kelime alamayacaklardı.
''Konuşmuyor musun?'' diye sordu yaşlı olan. Barlas, adamı göremiyordu. Tek görebildiği mağaranın tavanıydı. Saçlarına asılan el saçını biraz daha çekince dişlerinin arasından sert bir nefes verdi ama yine ağzını açmadı. Saçları kısa olmasına rağmen bu denli sert çekebiliyor olması sinirlerini bozmuştu.
''Peki,'' dedi saçını tutan el ve saçlarından elini çekerek bir adım geri çekildi. Barlas, zonklayan başını yavaşça doğrulttu ve çelik gibi sert bakışlarıyla karşısındaki şerefsize baktı. Adam, Barlas'ın yüzüne yaklaştı ve eğlenen bir ifadeyle yüzünün her yerini süzdü. ''Madem fiziksel acı işe yaramıyor bizde biraz psikolojik tarafa oynayalım yüzbaşı ne dersin?'' Barlas, hızla kaşlarını çattığında adamın yüzündeki iğrenç sırıtma büyüdü. ''Doğru yoldayım sanırım. Günlerdir gülümsemek dışında ilk defa kaşlarını çatıyorsun.'' Barlas, adamın yüzüne dikkatle bakarken beyninden bin bir düşünce geçmeye başlamıştı.
"Telefonumu getirin," dedi hâlâ Barlas'a eğlenen bir ifadeyle bakarken. Adamlardan diğeri telefonu uzattığında Barlas, gözünü kırpmadan sertçe bakmaya devam ediyordu. Telefonu eline alıp bir şeyler yaptıktan sonra ekranı Barlas'ın görebileceği şekilde kaldırıp doğrulttu ve göz hizasına kaldırdı. Bu bir görüntülü aramaydı. Karşı taraftan arama cevaplandığında önce maskeli bir adam gözüktü ardından çok geçmeden arka kameraya görüntü çevrildiğinde Barlas bir an nefes alamadığını hissetti ve ağırca yutkunarak ellerini kıpırdattı. Ekranda annesi ve babası evlerinde diz çöktürülmüş bir şekilde bağlanmışlardı ve kafalarına birer silah dayanmıştı. Kafasını iki yana salladı ve adama döndü. Günler sonra ilk kez konuştu.
"Hayır," dedi kabul edemez gibi. "Hayır."
Telefonu tutan adamın gülümsemesi derinleşirken Barlas bir an tekrar göz ucuyla annesine ve babasına baktı. Kalbinde öyle bir yer acıdı ki sanki bu tüm işkencelerin en ağırıydı. İhtimalleri düşünmek istemiyordu. Böyle bir şeyle karşı karşıya kalamazdı. Güçlü duruşu yerle bir oldu ve omuzları çöktü. Annesi ve babası ile sınanmalı beklemiyordu. Evini nereden bulmuşlardı?
"Konuşacak mısın?" Tek kaşını kaldırdı tehdit eder gibi ve devam etti. "Yoksa oracıkta annen ve baban gözlerinin önündeyken..."
Devam etmesine izin vermeden o cümleyi tamamlamasına müsaade etmeden aniden sertçe adama kafalık attı. Adam böyle bir hamle beklemediği için inleyerek sendeledi.
"Senin ecdadını sikerim duydun mu lan beni!" Günler sonra konuştuğu anlardı. "O cümleyi tamamlarsan seni diri diri gömerim buraya! Sakın," dedi sertçe. "Sakın tamamlama o cümleyi seni buna pişman ederim." Adam hırsla doğrulup yumruğunu Barlas'ın yüzüne sertçe geçirdiğinde kafası sağa çevrildi ve burnundan akan kan ağzından çenesine doğru süzüldü ama bu Barlas'ı yıldıracak şey değildi.
"Ellerin, ayakların bağlıyken hâlâ böyle konuşuyor olman sadece artistik," Barlas, kafasını tekrar adama çevirdiğinde içinde öyle bir öfke kaynıyordu ki bu öfke kendisiyle beraber her şeyi yok edecek güçteydi. "Hepiniz böylesiniz ama biliyor musun? Siz Türkler yani," Telefonu hâlâ havada Barlas'ın görebileceği şekilde tutuyordu. "Belki birazdan annen baban gözlerinin önünde ölecek ama hâlâ artistik peşindesin." Barlas'ın çenesinden sertçe kavradığında ellerine bulaşan kanı umursamadı. Barlas, kafasını geriye çekerek elinden çenesini kurtarmaya çalışsa da işe yaramadı çünkü çok sert bir şekilde tutuyordu.
"Şimdi," dedi adam buz gibi bir nefretle. "Konuşuyor musun yoksa anneni ve babanı tek bir kurşunla diğer tarafa göndereyim mi?" Barlas'ın gözlerine endişenin ve korkunun tüm emareleri bir anda doldu. Kafasını iki yana salladı.
"Konuşuyor musun?" diye sordu adam bir kez daha. Barlas, telefonda başı öne eğik duran anne ve babasına baktı. Kalbi bin parçaya bölündü.
"Yapma," dedi güçsüzse ve kendinden nefret etti. Bu pisliklerin karşısında güçsüz düşmek kendisinden nefret etmesine neden oldu.
"O zaman konuş!" Hâlâ çenesini sertçe tutarken Barlas'a dikkatle bakıyordu. Barlas ise ekrandan gözlerini çekemiyordu. Anne ve babasını böyle bir şeyle karşı karşıya bırakmak kendinden gerçekten iğrenmesine neden oldu. Özür diler gibi ekrana bakıyordu ama annesi ve babasının başı öne eğikti Barlas'ı görmüyorlardı.
"Üçe kadar sayıyorum. Konuştun, konuştun. Konuşmadın," dedi ve Barlas'ın yüzüne eğildi. "İkisini de gözümü kırpmam öldürürüm duydun mu beni?"
Barlas, ağırca yutkundu. Konuşamazdı ki... Nasıl yapardı bunu? Vatanını satamazdı. O bir Türk askeriydi. Her şeyden önce - kendinden önce bile vatanı gelirdi. Ama çok canı yanıyordu. Anne ve babasını böyle görmek çok canını yakıyordu.
"Bir," dedi adam ve Barlas gözlerini usulca kapadı kafasını iki yana salladı.
Durmadı, devam etti. "İki."
Barlas'ın ağzından sadece iki kelime döküldü: "Özür dilerim."
"Üç," dedi sertçe telefona yaklaşarak ve Barlas'ın hayatına bir balta vurdu. "İkisini de öldürün." Telefondan anında iki el ateş sesi gelirken daha fazlasına izin vermeden telefonu kapattı. Barlas'ın kalbine öyle bir acı bindi ki yaşadığı çektiği hiçbir acı buna benzemiyordu. Dizlerinin üstüne çökmek istiyordu ama elleri ve ayakları bağlı olduğu için buna bile izin verilmemişti. Kapalı gözlerinin altından gözyaşları hızlı hızlı akmaya başladığında haykırmak istedi; yapamadı. Her şeyi yok etmek, yakmak, dağıtmak istiyordu yapamıyordu. İçinde öfke ve acı harmanlanarak öyle bir kaynıyordu ki elleri boşta olsa her şeyi yok edebilirdi. Barlas, bugün hayatının son gününü yaşıyordu. Yaş gözlerini açtığında karşısında hâlâ ona gülümseyerek bakan adama baktı.
"Sana yemin ederim," dedi gerçekten bir yemindi sözleri. "Seni öldürmeden ölmeyeceğim," Çok ağrına gidiyordu. "Sen," Fısıldıyordu. Adamın yüzünü aklına kazıdı. "Ölmek için bana yalvaracaksın. Kendi ellerimle seni öldürürken sen bana ölmek için yalvaracaksın," Kendini o kadar güçsüz hissediyordu ki hiçbir şey artık onu toparlayamazdı. "Sen Ahmet Karahan bu yüzü aklına iyi kazı. Çünkü ölmeden önce göreceğin son yüz bu olacak." Kalbi dermansız bir acıyla yanıyordu.
Adam, sadece sinir bozucu bir şekilde gülümsedi ve telefonunu cebine atıp ellerini cebine soktu. "O günü bekliyor olacağım tabii buradan sağ çıkabilirsen."
Ardından arkasını dönüp mağaranın çıkışına yürüdü ve çıkmadan önce Barlas'a bakarak adamlarına konuştu. "Ölmeyecek," Bir lütuf bahşeder gibiydi kendince. "Burada bırakın. Kurtulabilirse," Burnundan nefes vererek güldü. "Yerimizi biliyor. Seni bekliyor olacağız." Ardından adamları ile Barlas'ı orada kaderine terk edip gitmişlerdi.
GÜNÜMÜZ
Asansörün kapısı kayarak açıldığında gözlerini açtı ve yanağından aşağı bir damla süzüldü. Ağlıyor muydu? Yanağının içini sertçe ısırdığında yerinden doğruldu ve asansörden indi. Adımları güçsüzdü. Anne ve babasının evine gidememişti ama kendi evine de gelememişti o günden sonra. Bugün günler sonra ilk kez geliyordu.
O gün mağarada tek başına bırakıldığında zaman kavramından bir haber duruma gelmişti. En son altıncı günü hatırlıyordu ama yedinci gün zihninde yoktu ne zaman ki gözlerini açtığında kendini hastane odasında bulmuştu. Arkadaşları tarafından yedinci günün akşamı kurtarılmıştı ve doktorun dediğine göre ölümden kıl payı kurtulmuştu. Oysaki o yaşamak istemiyordu ki. Anne ve babasına kavuşmak istiyordu. Hatta bu yüzden arkadaşları onu kurtardığı için arkadaşları ile bir süre konuşmamıştı çünkü yaşamak Barlas için çok büyük bir ceza gibi gelmişti. Ama sonra ettiği yemini hatırladı ve o güne kadar yaşamak zorunda olduğunun bilincine vardı. İntikamını alacak ve anne babasına kavuşacaktı.
Anahtarını cebinden çıkardı ve evine girdi. Üzerindeki ceketi doğruca çıkardı ve mutfağa gidip kendine sert bir içki alarak odasına geldi. Duvardan ışığı açtı elindeki içeceği komidinin üzerine bırakarak üstündeki kazağı da çıkardı. Kazağını çıkarmasıyla boynundaki künye tıkırdadı. Aynadaki aksini gördüğünde durdu ve kendini izledi. Vücudunda o kadar çok iz vardı ki sırf bu izlere bakarak bile intikamını taze tutabilirdi. Gözlerini kıstı ve vücudundaki izlere baktı. Dişlerini sıkarak zorlukla yutkundu. İntikamını almadan ölmeyecekti.
Gözlerini aynadan çekip bardağını tekrar eline aldı ve duvardaki mantar panoya doğru ilerledi. Kendine geldiği ilk andan itibaren planı için çalışmaya başlamış ve her bir bilgiyi bu panoya asmıştı. En ortada Ahmet Karahan'ın o pis yüzü vardı. Barlas, fotoğrafa tükürmemek için kendini zor tuttu. Kenarlarda ise örgütle ilgili bilgiler ve Ahmet'in fotoğrafının üstünde örgütün simgesi olan güvercinin fotoğrafı vardı. Bu o örgütte ki herkeste bir dövme olarak vücutlarında bulunuyordu.
Tüm bilgilere göz gezdirdi. Ardından gözleri en köşedeki fotoğrafa kaydı. Fotoğrafa o kadar uzun baktı ki bir an dalıp gittiğinin farkına varmadı.
"Füruzan Karahan," diye mırıldandı. Bu isim intikamına giden yolda en can alıcı kısımdı. Elindeki bardağından bir yudum aldı ama gözlerini fotoğraftan çekmedi. Kadının ismi gibi parlayan yüzüne baktı. Kadın fotoğrafta ışıl ışıl bir gülümsemeyle her şeyden habersiz kadraja poz vermişti.
Gözlerini zorlukla fotoğraftan çekti ve mantar panoya yeni bir bilgi daha ekledi ve bir adım geri çekilip tamamlanan plana baktı. Elindeki bardağı tek seferde kafasına dikti ama bardağı bırakmadı. Aksine elinde sıkıca tutmaya devam etti.
"Ben Barlas Akagündüz," Sesinden adeta güç akıyordu. Gözlerini kıstı ve ortadaki fotoğrafa odaklandı. "Adımın hakkını vermek ve son anıma kadar intikamımı almak için savaşacağım." Daha önce hiçbir savaşım uğruna ölmek için olmamıştı ama bu savaşta ölen ben olmayacaktım. Ben intikamımı alacak ve kazanacaktım. Adımın hakkını vermek için son ana kadar direnecektim. Artık taşların yeniden dağıtılması ve benim en şanslı el ile bu oyuna dahil olmam gerekiyordu. Bu oyunun şahı bendim. Ve oyun benim etrafımda dönecekti.
''Hile yapıyorsun,'' dedi Barlas karşısındaki kendisiyle yaşıt çocuğa. Siyah kaşlarını çatmış minik elini yumruk yapmıştı. Avucunun içinde bilyeleri sıkı sıkı tutuyordu. Sıcak bir yaz günü evlerinin önünde bilye oynuyorlardı. Normalde bu çocuğu pek sevmezdi çünkü hep hile yapıyordu ama çok canı sıkılmıştı ve yapacak başka bir şey bulamamıştı. Bilyelerini hile ile almaya çalışıyordu.
Karşısındaki çocuk yani Hüseyin Barlas'tan birkaç yaş büyüktü ve iri yarı bir çocuktu. Gözlerinin rengi çok açık bir yeşildi ve insan uzun süre bakamıyordu. Hüseyin, sinir bozucu bir sırıtmayla Barlas'a bakarken bu Barlas'ı daha da sinirlendirmişti çünkü Barlas'ın katlanamayacağı bir şey varsa o da haksızlığa uğramaktı ve şu an haksızlığa uğruyordu.
''Hayır,'' dedi Hüseyin omuzlarını kaldırıp indirdi. ''Bilyeler benim oldu.''
''Bilyeleri atarken çizgiyi geçiyorsun ama,'' dedi Barlas dişlerini sıkarak. ''Senin olmuş olmuyor.'' Çok fazla sinirlenmişti. ''Geri ver bilyelerimi.'' Avuç içini uzatarak bilyeleri avucuna bırakmasını istedi.
Hüseyin, bir avucuna bir de Barlas'a baktı. Sinir bozucu bir gülümsemesi vardı. Barlas'tan yaşça büyük olabilirdi ama Barlas'a göre Barlas ondan daha zekiydi. O, her şeyin güç olduğunu ve bu gücün kollardan geldiğini sanıyordu oysaki gerçek güç zihinde ve kafada bitiyordu.
''Bilyeler,'' dedi üstüne basa basa. ''Benim.''
Hüseyin'in babasını küçükken sadece iki kez görmüştü. Garip bir adamdı. Çocuklar onu gördüğünde korkarlardı. Barlas'a göre bence Hüseyin'de babasından korkuyordu çünkü iyi bir baba değildi sürekli bağırıyordu. Annesi, babasının yanı sıra pamuk gibi bir kadındı. Çocuklara asla bağırmaz ve korkutmazdı. Üç ay önce eşini kaybetmişti. Üstelik şu an sekiz aylık hamileydi. Barlas'ın annesi ile arkadaşlardı ve annesi eşini kaybeden bu kadına tüm desteğini veriyordu.
Barlas geri adım atmadı. Korkak bir çocuk değildi ve bilyelerini alacaktı. Hüseyin ile büyük bir kavga etmişlerdi günün sonunda evine gittiğinde burnundan kan akıyordu ama avucunun içinde bilyelerini sıkıca tutuyordu. Bilyelerini almıştı. Küçük avucunu usulca açtı ve en önemli cam gibi parlayan mavi büyük bilyesine baktı. Burnundan akan kanı elinin tersiyle sildi. Tam evine girecekken Hüseyin'in yaşadığı evden bir kadın feryadı yükselmişti. Hızla arkasını dönüp omzunun üstünden eve baktı. Kadın feryatları yükselmeye devam ediyordu. Bu, Hüseyin'in annesinin sesiydi. Barlas'ın annesi evlerinden kapıyı açıp hızla dışarı çıktığında Barlas'ı fark etmemişti. Doğruca hızlı adımlarla Hüseyin'in evine gitti. Barlas olduğu yerde kımıldamadan dururken evden babası da çıkmıştı. Adım sesleriyle arkasını dönüp babasını fark eden Barlas babasına baktı.
Babası doğruca Barlas'a baktığında kaşlarını hızla çattı ve iki büyük adımda oğlunun yanına gelip önünde diz çöktü. Oğlunun yüzünü avucunun içine aldı. Endişeli gözlerle oğluna bakıyordu.
''Oğlum,'' dedi içten endişeyle. ''Ne oldu?''
Barlas bu soruyu umursamadı. ''Nihan teyze,'' Yani Hüseyin'in annesi. ''Neden bağırıyor baba?''
''Gel seninle önce yarana bakalım,'' dedi babası ve Barlas'ı kucağına alarak evlerine adımladı. Barlas, babasının kucağında hala feryatların yükseldiği eve bakmaya devam etti. Elinde tuttuğu mavi bilyeyi hala bırakmamıştı. Babası ile birlikte yarasını temizlemişlerdi. Bu sırada evden yükselen feryatların sesi kesilmişti. Annesi neredeyse iki saattir yoktu ve babasından izin alarak annesinin yanına Hüseyin'in evine doğru adımladı. Açık kapıdan içeriye girdi ve kapıyı arkasından kapattı. Doğruca minik adımlarla içeriye adımladı ve gördüğü görüntüyle adımları duraksadı. Nihan Teyze, yer yatağında uzanıyordu ve oldukça bitkin duruyordu ama belki de Barlas bu kadını ilk defa bu kadar mutlu görüyordu. Yüzünde yorgun ama çok içten bir tebessüm vardı. Annesi de gülümseyerek kadına bakıyordu. Hüseyin, annesinin yanında kapıya sırtı dönük oturuyordu. Henüz Hüseyin, Barlas'ı fark etmemişti. Sessizce kapının pervazına yaslanmış ne olduğunu minik aklıyla çözmeye çalışıyordu. Annesi, Barlas'ı fark ettiğinde kocaman gülümsedi ve oğluna gelmesi için eliyle işaret etti. Barlas, küçük adımlarla annesinin yanına geldi ve hemen dibinde durdu. Hüseyin, Barlas'ı gördüğünde Barlas, Hüseyin'in sinirleneceğini düşünmüştü ama öyle olmamıştı. Hüseyin, Barlas'a kocaman gülümsemişti.
Barlas, bakışlarını Hüseyin'den çekip Hüseyin'in önüne çevirdiğinde nutku tutulmuş gibi kalmıştı. Çünkü Hüseyin'in kardeşi doğmuştu. Barlas, şaşkınlıkla annesine baktığında annesi oğlunun saçlarından öpmüş ve ona gülümsemişti. Barlas, şaşkın bakışlarını annesinden çekip bebeğe baktığında küçük bebek bakışların onda olduğunu hissediyor gibi kollarını kıpırdatmıştı. Barlas, annesinin yanından bebeğe doğru yavaşça adımladı ve onu korkutmamaya çalışarak yanında diz çöktü. Küçük bir kız çocuğuydu bu. Yüzü henüz kırmızı olmasına rağmen o kadar güzel bir bebekti ki yüzü ışıldıyordu. Barlas, gözünü bile kırpmadan bebeğe bakarken bebek bakışlarını Barlas'a çevirdi ve yeşil gözleriyle dikkatle Barlas'a baktı.
Barlas dikkatle bebeğe bakarken tek düşündüğü bebeğin çok güzel olduğuydu.
Nihan, Barlas'a gülümsedi. ''Elini tutmak ister misin?''
Barlas, Nihan'a dikkatle baktı ve kafa salladı ardından minik elini kendi elinden daha minik olan ele uzattı ve bebeğin elini nazikçe kavradı. Küçük bebek Barlas'ın işaret parmağını sıkıca tuttuğunda Barlas şaşkınlıkla önce bebeğe ardından Nihan'a baktı. Nihan, Barlas'ın şaşkın hali karşısında gülümsedi. ''Seni sevmişe benziyor.''
Barlas daha fazla şaşırarak geri bebeğe baktı ve ona gülümsedi. Bebek onu sevmişti.
Elinde tuttuğu bilyeyi küçük bebeğin yanına bıraktı. Bu Barlas'ın en sevdiği bilyeydi ama bu bilyeyi minik bebeğe hediye etmek istemişti. Küçük bebeğin ışıldayan yüzüne ve yeşil gözlerine baktığında içinden sonsuz bir sevginin aktığını hissetti.
Kararlı adımlarla hastane koridorunda yürüyordu. Attığı her adımda ayak sesleri güçlü ve tok bir şekilde koridorda yankı yapıyordu. Hiçbir yere bakmadan doğruca ilerliyordu. İçinde tarif edemediği bir his vardı. Adımları durduğunda karşısındaki kapıya baktı ve bakışları kapının yanında duran isime döndü.
Füruzan KARAHAN
İsmi birkaç kez içinden okudu ve derin bir nefes alarak kapıyı iki kez yavaşça tıklattı. İçeriden birkaç saniye sonra hoş bir ses duyuldu: ''Girin!''
Omuzlarını dikleştirdi ve kapıyı usulca açtı. Biliyordu ki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Kapıyı açtığında içeriden anlamlandıramadığı hoş bir koku yayıldı ve Barlas'ın göz kapakları istemsizce kısa bir an kapandı ama hemen ardından kendini toparladı ve içeriye girdi. Karşısındaki genç kadın usulca ayağa kalktı ve önlüğünü düzeltti. Barlas, bakışlarını kadının gözlerine çevirdiğinde bir an nefes alamıyor gibi hissetti. Yeşil gözleri arkadan vuran gün ışığıyla o kadar güzel bir renge bürünmüştü ki hafifçe kaşlarını çattı ve ağırca yutkunarak ardından kapıyı kapattı. Nasıl hala aynı olabilirdi? Fotoğrafını görmüştü ama bu direkt olarak görmek gibi değildi.
''Merhaba,'' dedi Füruzan gülümseyerek ve elini uzattı. ''Hoş geldiniz.''
Barlas, bakışlarını karşısındaki kadının eline çevirdi ve dikkatle baktı. Titrek bir nefes aldığında sanki o güne gitmişti. Füruzan, hala elini havada tutarken yaklaştı ve nazikçe elini kavradı. İçinden akıp giden o hissi biliyordu. Füruzan, Barlas'ın aksine tuttuğu eli sıkıca kavradığında Barlas bakışlarını ellerinden çekip kadının yeşil gözlerine baktı.
''Merhaba,'' diyebildi sonunda.
''Şöyle geçin lütfen,'' diyerek elini çekti ve masanın yanındaki sandalyeyi işaret ederek kendi yerine dikkatle oturdu. Barlas, tam üzerindeki ceketi düzelterek sandalyeye oturacakken masanın üstünde gördüğü şeyle duraksadı. Füruzan, dikkatle Barlas'a baktı ve kaşlarını hafifçe çatarak Barlas'ın baktığı yere baktı.
Masanın üzerinde Barlas'ın yıllar önce minik bebeğe hediye ettiği o mavi büyük bilye vardı.
|
0% |