@secilyl
|
Çok eski zamanlarda etrafı ormanlarla çevrili, masmavi gökyüzüne sahip, insanların huzur ve mutluluk içinde yaşadığı, bu nedenle de adına Paix dedikleri bir kasaba varmış. Bu kasabada yaşayanlar her daim barış ve sukünet dolu bir hayat sürmeye devam ederlermiş. Ta ki kasabada yaşayan herkesin, daha doğrusu kasaba da değil tüm krallıklarda ki insanların, hayatını değiştirmesine yol açan o olaya kadar... İnsanlar bazı şeylerin hiç değişmeyeceğini düşünür. Hep aynı kalacağını, asla son bulmayacağını... fakat bu yanılgıdan başka bir şey değildir. Paix halkı da yaşadığı olayla birlikte bunu öğrenmek zorunda kalmıştı. O gün insanlar her zamanki gibi uyandılar, kahvaltılarını yaptılar, aileleri ile vedalaştılar ve işlerini halletmek üzere evden çıktılar. Acaba ne olacağını bilseler yine de çıkarlar mıydı o evden* vedalaşırlar mıydı aileieri ile* Hayır çıkmazlardı sokaklara, gitmezlerdi işlerine... fakat bunun dönüşü yoktu, tıpkı bazı şeyleri önleyemeyeceğimiz gibi, yani kaderimiz gibi... Herkes her şeyden habersiz ayrıldı evlerinden, çocuklarını yalnız bıraktı oyun oynamaları için. Tabi beklenilen ama kimsenin bilmediği o özel gün, bugün değildi. Bugün sadece bir hazırlıktı. Belli mesajlar veren bir gün, sadece gerçeklerini görenler için... Burası Güneş krallığıydı, her zaman güneş halkı en tepede selamlardı. O gün güneş yine en tepedeydi fakat normalde olduğundan daha soğuktu hava,rüzgar esiyordu. Bu çok görülmeyen bir olaydı, lakin halk bunu ciddiye almayarak olağan karşıladı. Ne yazık... o gün güneş olması gerekenden daha erken battı ufuklara, kimse onun usulca kaybolduğunu fark etmedi. Fark etmedi yokluğunu... ta ki bir daha doğmayıncaya kadar... İşte sonunda herkesin dikkatini çekmişti bu durum. Ancak çok geçti. Gerçi daha önce anlasalar engel olabilirler miydi gelecek olana* yine bir bilinmezlik... O gün halk yine uyandı güne. Fakat gün doğmayan bir gün olur muydu hiç* olmuştu işte. O gün güneş hiç ortaya çıkmadı, endişelendiler, ne olduğunu merak ettiler. O gün sanki yas havası vardı, her yer karanlık, herkes endişeli ve meraklı... Krallıklar bu durum karşısında en az halk kadar şaşkındı. Önemli bir durum olmadığı sürece bir arada göremeyeceğiniz tüm krallıklar toplanmıştı. Güneş ilk defa Güneş krallığında kayboldu fakat diğerleri de kısa sürede karanlıktan nasibini almıştı. Krallıklar nedenini araştırdılar fakat onların da ellerinden hiçbir şey gelmiyordu çünkü sorunun nedenini dahi bilmiyorlardı. Yine de halkları endişe içindeyken bu şekilde beklemek onları rahatsız ediyordu. Bir sürü ihtimali gözden geçiriyor, nasıl önlemler alabilecekleri konusunda tartışıyor yine de bir sonuca varamıyorlardı. Sonunda tüm çabaların boşa olduğuna kanaat getirdiler. Ve beklemeye başladılar, sessizce ve kayıtsızca... Saatler ilerlemeye başladığında görünürde hala bir şey yoktu. Bir süre daha bekledikten sonra bir şey olmayacağına önce kendilerine sonra da halka inandırmaya çalıştılar. Ne yazık ki yanıldıkları çok büyük bir kısım vardı, onlar tek sorunun güneşin batması ve tekrar doğmaması olarak görüyorlardı. Bu bile yeterince büyük bir durumken daha asıl olayın gerçekleşmemiş olacağını öğrenseler nasıl bir tepki verirlerdi acaba* Gün yavaştan akşam saatlerine yaklaştığında sakinlik bozulmaya başlamıştı. Önce hafif bir ses duyuldu. Herkes evinin içinden dışarıyı izliyor, ne olacağını merak ve korku karışımı bir duygu içerisinde bekliyordu. İlk ses kutsal hayvanlardan gelmişti. İnsanlar evlerinin camlarına yapışmış bir şekilde, kafalarını ormana çevirmiş ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Başlarda o kadar yüksek olmayan bu sesler, bir süre sonra haykırışa dönmüştü. Yakarıyorlardı... bu tuhaftı onlar her zaman sessizliklerini ile bilinir ve kendilerini belli etmezlerdi. Onlar asildi, duruşlarından asla taviz vermezlerdi, öyleyse bu da neydi* İnsanların onların ne demek istediğini anlamıyordu belki ama asıl anlaması gereken kişi ya da yer anlıyordu. Hayvanlar önlemeye çalışıyorlardı çünkü gelecek olanın gelmesini istemiyorlardı. Artık her yerde hayvanların sesi vardı. Kurtlar, aslanlar, yılanlar, kuşlar ve diğer tüm canlılar... tek bir amaç için birlik olmuş karşı çıkıyorlardı. Birilerinin canının yanacağını, ilerleyen zamanlarda neler olacağını biliyorlardı. Onlar hissediyordu... İnsanlar korkunun esiri olmuş durumdaydı. Korkudan titreyenler, çocuklarının ağlamalarını sakinleştirmeye çalışanlar, ne yapacağını bilmez şekilde şoka girenler ve daha niceleri... Hayvanların sesi durulmazken aynı zamanda yağmur yağmaya başladı. İlk başta yavaştı, çişeler gibi yavaşça yağıyordu. Ardından çok geçmemişti ki bu yavaşlık kaybolmaya yerini sert bir yağmura bırakmaya başladı. Bunun üzerine hayvanlar seslerini duyurmak istercesine daha da haykırdı. Yağmur şiddetini arttırdı, hayvanlar seslerini yükseltti. Sanki birbirleri ile rekabet eder gibiydiler. Hayvanlar şanslarını ve güçlerini kullanarak pes etmeden son bir kez itiraz etmeye çalıştılar. Son kez tüm güçleri ile engellemeye çalıştılar. Fakat başarılı olamadılar... onların seslerini bastıran bir şimşek çaktı. Yağmur dağları, ormanları deldi geçti. Ve insanlık için tek yardım eli de böylece kayıplara karıştı... Hayvanlar bu kez suskunluğa büründü ve gelecek olanı saygıyla beklemeye başladı. Başka seçenekleri kalmamıştı... Halk daha da telaşlandı ve daha da... krallıklar neden koruduklarını bilmeden halkı korumak için askerler gönderiyordu. Sınırlara, ormanlara, evlere... askerlerde korkuyordu. Yağmurdan ve artan şimşeklerden korunmaya çalışıyorlardı. Her şey karışmaya başlamış, kimse ne yapacağını bilemez duruma gelmişti. Dışarısı askerler içinde güvenli değildi. Vicdan ve merhamet sahibi olan insanlar onları evlerine alabilmek için kilit vurdukları kapılarını açıyor, zorlukla yardım ediyorlardı. Tüm bunlara rağmen dışarıda kalan askerler ise... artık onlar için çok geçti. İşte o an, tam o an bir şey oldu. Ya da bir sürü şey. Her şeye bedel olan bir şey... gök yarıldı. Hayır, kimse yanlış görmedi, kimse bunu kafasından uydurmadı. Tam olarak gök yarıldı. Her şey son raddedeydi. Yağmurlar sele, şimşekler adeta ardı arkası kesilmeden atılan taşlar gibi krallığın üstüne yağdı. Her yer karanlıktı, tüm krallıklar... fakat en çok ışık veren etkilenmişti bu durumdan çünkü sadece güneş krallığında gerçekleşmişti her şey. En çok ışık veren, en çok karanlığa gömülen olmuştu. İnsanlar üzerindeki şaşkınlığı atlatamadan her seferinde bir yenisi daha ekleniyordu. Gök yarıldı, her şey herkes suskunluğa büründü. Yağmur dindi, şimşekler kayboldu... ve o indi. Kimsenin tanımadığı ve tanıyamayacağı. Büyük bir ışık yayıldı. İnsanlar kör oldu. Onun gücü kudreti ve güzelliği karşısında kör oldu. Kimse istese de sesini çıkaramadı. Gökten gelen yere indi. Gözleri kapalıydı, adeta bir heykel gibi pürüzsüz cildi, kadife gibi yumuşak teni vardı. İnsanlar bunu göremedi. Onun gelişinin tek bir sebebi vardı. Bunu insanlar haricindeki herkes ve her şey anladı. Hayvanlar ve doğa ana geleni saygıyla selamladı, önünde eğildi ve sadakat yemini etti. Bu bedeli bozmanın ciddi bedelleri olduğunu sadece birkaçı biliyordu. Eğer yeminlerini bozarlarsa, diğerleri de açık şekilde öğrenmiş olacaktı... Gelen yine tüm kudreti ve güzelliği ile geri döndü. Her şey eski haline dönmeden önce büyük bir patlama oldu. Onun daha güçleri yoktu. O daha doğmamıştı... fakat onun en ufak bir dokunuşu dünyalara bedeldi. Geri döndü zamanı geldiğinde tekrar geri gelebilmek için. Geri döndü ona ihtiyaç duyulduğunda yardım edebilmek için. Ve geri döndü, onu her küçük düşürüşlerinde, alay edişlerinde, ciddiye almayışlarında, intikamını alabilmek için... Her şey eski haline döndü, sadece görünüşte... çünkü o giderken iz bırakmayı severdi. Hem insanların zihninde hem de yerleşim alanının ortasında büyük bir iz bırakmıştı. Ondan geriye bir de kehanet kaldı. Herkesin duyabileceği şekilde kulaklarına fısıldandı, beyinlerinde yankılanıp, kalplerine korku saldı.
O tekrar gelecek, tekrar tekrar doğacak... Ondan korkun çünkü o acımasız, Ondan korkmayın çünkü o masum, O sizin hem düşmanınız hem dostunuz... Düşmanınızı ve dostunuzu seçin. Yıkım geliyor.
İnsanların zihninde tek tek bu kelimeler yankılandı. Artık kimse istese de onu unutamayacaktı. Bu kelimeler onların kalplerine ve beyinlerine mühürlenmişti... O günden sonra Paix halkında huzur denilen bir kavram kalmamıştı. Herkes tetikteydi, korkuyorlardı, bazıları aklını kaçırmak üzereydi. Tamamen delirmiş olanlar dahi vardı. Sırf bu insanların bakımları için yeni hasta bakım merkezleri açılmıştı. Onların korkularını tetikleyecek her şeyden uzak bir alanda tedavi görüyorlardı. Bu durum çok uzun zaman böyle devam etti. Sonrasında olaya dair hiçbir gelişme olmadığını fark eden halk, yaşamlarını devam ettirebilmek için, yavaş yavaş eski haline dönmeye başladı. Fakat tedirginlik hep oradaydı. Hep de orada olacaktı... Krallar halka belli etmese de kendi planlarını çoktan kurmaya başlamışlardı. O gün artık O”nun doğuşu olarak adlandırılmaya başlanmıştı. Krallar tekrar gelecek olan bu güçlü ve kudretli kişinin hep erkek olacağını düşündüler. O sırada tüm krallıklarda çocuk doğumları yok denecek kadar azalmıştı. Ve uzun zaman sonra doğan ilk çocuk erkek olmuştu. Doğan erkek çocuğu onlara göre tezlerini kanıtlar nitelikteydi. O günden sonra soylu ve erkek çocuk olmak şartı ile hepsi korunmaya başladı. Özellikle de Güneş krallığındaki erkek çocukları... bunun başlıca nedeni ise olayın bu krallıkta gerçekleşmesiydi. Aynı zamanda bu dönemden sonra erkek çocuklarının ölüm oranları da çoğalmaya başladı. Seçilmiş kişi olma ihtimalleri onları korkutucu kılmasının yanı sıra çekici kılıyordu. Yani seçilmiş kişi kim olursa olsun hem şimdiden korkulan hem de gücünden faydalanılmak istenen kişi konumundaydı. Bu yüzden o dönem doğan erkek çocukları ya öldürülüyor ya da çok özel şekillerde korunuyordu. Sonrasında bu yıllar hatta asırlar boyunca devam ederek devam ederek gelenek haline geldi. Hala O”nun doğumunun gerçekleşeceğini düşünen kişiler vardı. Bu kişilerden biri de abimdi. Bu yüzden herhangi bir saldırı durumunda onu korumam için her gün dövüş, ok kullanımı gibi birçok alanda ders alıyordum. Abim için canımı isteseler verirdim fakat beni onun askeri gibi yetiştirmeleri... işte bu asla aşamayacağım bir şeydi belki de. Böyle yetiştirilen tek kız çocuğu da ben değildim. Bu zamana kadar doğan tüm kız çocukları bu durumu üstlenmişti. Ormanın içinden duyduğum sesle irkilerek şimdiye geri döndüm. Sesin geldiği yönü saptamak için oturduğum yerden hafifçe eğilerek bakınmaya başladım. Tam yanlış duyduğumu düşünecekken bana bakan bir çift göz ile karşılaştım. Kendini çok iyi kamufle ettiği için ne olduğunu seçemesem de kediye benziyordu. Tabi ki normal bir kedi değildi. Orman kedileri oldukça vahşi olur ve mümkün olduğunca ne saraya ne de şehre inmezlerdi. Neden burada olduğunu merak ederken gözleri dikkatimi çekti. Sanki gözlerinin özel yeteneği olsa çoktan vücudumu delermiş gibiydi. Gerçi böyle bir yeteneğinin olmadığından çok da emin olmadığım söylenemezdi. O gözlerini kaçırmadı ama ben ürktüğüm için oradan kalkma gereksinimi duydum. Tam kalkarken biri ile çarpıştım. Düşmek üzereyken bana uzatılan eli görmezden gelerek dengemi kendim toplamaya çalıştım. “Üzgünüm majesteleri. Derse artık başlamanız gerektiğini söylemek için gelmiştim. Programınız ilk olarak dövüş dersi ile başlıyor. “ “Hazırlanıp geliyorum. Yalnız biraz beklemen gerekiyor. Bu sefer daha hızlı olacağımdan emin olabilirsin.” hizmetkar bir şey demek yerine önümde saygı göstergesi olarak eğildiğinde ona karşılık verdim. Saraydaki çalışanlara karşı saygılı olmaya çalışıyordum yine de bazen otoriteyi elimde tutmak için sert davrandığımda olabiliyordu. Sert ve siyasi özelliklerimin çoğunu babamdan almış olmalıydım. Fakat bu gurur duyduğum bir şey değildi. Gerçi benim vicdanım hala yerli yerinde duruyordu orası ayrı... Hızlıca odama ulaşarak dövüş için üzerimdeki elbise yerine daha rahat çalışmamı sağlayacak şeyler seçerek hazırlandım ve sarayda eğitim görmem için hazırlanan salona doğru ilerledim. İçeride beni bekleyen iki kişi vardı. Biri dövüş ustası diğeri ise benim kişisel işlerimle ilgilenen hizmetçimdi. Bakışlarımla ikisinin üzerinde de çok oyalanmadan bana ders verecek olan dövüş ustasının karşısına geçtim. “Isınma ile başlayalım mı*” ustamın yönelttiği soru ile duraksadım. Bana kalsa direkt dövüşe başlardım ama ilerleyen zamanlarda KENDİM için bir yerlerimin sakatlanmaması gerekiyordu. Bu yüzden kafa sallayarak onay verdikten sonra ısınma hareketleri ile başladık. Sonrasında ise küçük çapta münakaşalar yaparak ne durumda olduğuma baktı. Eksiklerimi söyleyerek yeni bir kaç hareket gösterdi. Genel olarak dövüş derslerini seviyordum ama atış üzerine olan şeylerde her zaman daha iyi olmuştum. Okçuluk gibi... Ders boyunca vurulma şiddetine göre bayıltma ve öldürme etkisi olan vücut bölümleri hakkında çalıştık. Daha çok ense, üst karın boşluğu ve boynun belli kısımları üzerinde durduk. Darbeleri bayıltıcı, felç geçirtici ya da öldürücü şeklinde nitelendirerek anlattı ve uygulama olarak hareketleri onun üzerinde denememi istedi. Bunu yaparken vuruş şekillerimi düzeltip, etkiyi nasıl azaltıp arttıracağımı da özellikle göstermişti. “Bir dahaki çalışmamızda gözlerin kapalı olacak şekilde eğitim gerçekleştirmek istiyorum. Hissederek dövüşmeyi de öğrenmelisin. Gerekirse rüzgarın sesini ve hareketlerin açılarını değerlendirmelisin. Bunların sana çok fazla yararı olacak, inan bana. Her zaman mükemmel şartlarda dövüşmeyeceksin. Her duruma karşı hazırlıklı olmanı istiyorum senden. Hızlı öğreniyorsun ama dikkatini yeterince vermiyormuşsun gibi hissediyorum. Hareketleri yaparken tereddüt etme, her zaman kendinden emin ol. Ayrıca bir sonraki derse kadar sana öğrettiklerimi tekrar et. “ deyip göz kırptı. Eleştirilerinden dolayı ona dik dik baktığımı görünce, “Tabi karşında ustan olduğunu unutma. Bana zarar vermek isteyeceğini düşünmüyorum.” diyerek bu sefer şakacı yaklaştı. Sözlerini bitirdikten sonra üzerimdeki etkisini incelemek ister gibi beni süzüyordu. Yalnız olduğumuz zamanlarda bana siz deme gereksinimi duymuyordu, bende bunu çok önemsemiyordum açıkçası. Hizmetçinin yanında da bu tarz şeyleri önemsemiyordum tabi. Çünkü yanımdan ayrıldığı yoktu. O beni gözlemlemekle sorumluydu ve bir ihtiyacım olur diye yanımdan bile ayrılmıyordu ben emir vermediğim sürece. Şu an bile durmuş beni bekliyordu. Küçük oyununa cevap olarak yavaşça sırıttım. “Tavsiyelerini dikkate alacağım. O zaman bir dahaki dersimiz dışarıda oluyor.” bu soru sorar nitelikte bir cümleydi. Açık alanlar beni rahatlatıyordu. Özgür ruhumu doğa daha da besliyordu sanki. Görünüşe göre sadece ruhum özgür olmaya çalışıyordu zaten. Hafif gülümser tonda, “Dışarıda.” diyerek beni onayladı. Verdiği cevapla beraber sevinirken, bir yandan da “O zaman bir dahaki dersi iple çekeceğim. Görüşmek üzere.” diyerek yanından ayrıldım. Girmem gereken birkaç ders daha vardı ama onun öncesinde biraz dinlenecek ve temizlenecektim. Yaklaşık üç saat çalışmıştık sanırım. Saat öğlen civarlarında olmalıydı. Ve ben şimdiden yorgun hissetmeye başlamıştım. Hizmetkar dinlenme aramın kısa sürmesi gerektiğini yarım saat sonra okçuluk dersimin başlayacağı ile ilgili bir şeyler söylemişti. Gerçekten de kısa süren dinlenmenin ardından okçuluk dersine de girmiştim. Bana eğitim veren kişiyi fazla sevmesem de dersleri hızlı geçiyordu. Bir önceki dersten farklı olan bir şey yapmamıştık. Zaten okçuluğu iyi bir şekilde öğrendikten gerisi kendini geliştirme isteğine bakıyordu. Hedef tahtaları her seferinde biraz daha uzaklaşıyor ve farklı alanlarda eğitim görüyordum. Okçuluk eğitiminden sonra prenses adabı gibi iki derse daha girmiştim. Bu dersleri annemin isteği üzerine alıyordum. Bir prenses her zaman zarafet kurallarını bilmeli ve ona göre davranmalıydı. Dersler dönüşümlü ilerliyordu çünkü günlerim zaten yeterince yoğun geçiyordu. Yarın at binme ve dil çalışma ile ilgili derslerim vardı. Programı aklımdan geçirirken bile yoruluyordum. Her zamanki gibi hızlı geçen günün ardından akşam yemeği için de ailecek masa başında toplanmıştık. Kimseden çıt çıkmamıştı. Bu benim de işime geliyordu. Yemek bittikten sonra odama çekilmek için izin istedim. Normalde uyumadan önce her zaman ya kütüphaneye çıkıp orada vakit geçirir ya da istediğim kitapları alıp odamdaki ormanı gören camın kenarına yerleşip onları okurdum. Ama bugün istediğim fazladan bir saat uykudan farklı bir şey değildi. Hızlıca uyku öncesi hazırlıklarımı hallettikten sonra yatağa girerek kendimi uykunun kollarına bıraktım. Fakat gördüğüm ilginç rüya yüzünden kaşlarım çatılmıştı. Etrafta su vardı. Çok fazla su... her yeri su kaplamıştı. Büyük bir okyanus... ya da küçük bir su birikintisi. Ayırt etmekte zorlanıyordum. Sonrasında bedenimin de suyun içinde olduğunu fark ettim. İlk başta gayet rahat nefes alıyordum. Sanki oradan çıkmak için acelem yokmuş gibi. Fakat sonra nefes alamamaya başladım. Ciğerlerim adeta oksijen için yalvarıyordu. Çırpınmaya başladım. Oradan kurtulmak istedim. Tepemde bir ışık gördüğümde yüzmeye başladım ama ne kadar yüzersem yüzeyim ulaşamıyordum o ışığa. Tüm bunar hem çok hızlı hem de çok yavaş gerçekleşiyor gibiydi. Tüm algılarım kaybolmuş gibi hissettim. Vücudum yoruldu, ciğerlerim daha fazla dayanamadı ve pes etti. İşte o an, okyanus sanki kollarımdan tutup bana sarıldı. Kendimi o kadar yorgun hissediyordum ki hiç karşı çıkmadım. Ve ben... ben okyanusla bütün oldum. Tüm benliğimle okyanusu hissettim. Hissetmek... daha önce içimde içimde ulaşamadığım bir dinginliğe ulaşmak gibiydi bu duygu. Tam bu duyguya kendimi kaptırmak üzereydim ki garip bir şey oldu ve suyun içinde gözlerim yavaşça kapandı. Aniden irkilerek uyandığımda gerçekte de nefesimi tuttuğumu fark ettim. Rüyanın etkisinden uzun süre çıkamamıştım. Tuhaftı, düşünürken arada başıma ağrılar giriyordu. Aslında bu kadar düşünmem de tuhaftı. Alt tarafı kabus deyip kafamdan atabilirdim ama yapamamıştım. Normal bir kabustan oldukça farklıydı benim için. Çok...nasıl tasvir etmem gerektiğini bilmiyordum ama gerçekçi olabilirdi sanırım. Ayrıca kabus olması gördüğüm şeylerin kötü olması gerekmiyor muydu* gördüklerim yeterince kötü gelmemişti, tam tersine huzurlu hissettirmişti aslında. Fakat asıl tuhaflıkta burada başlıyordu sanırım... |
0% |