@secilyl
|
Gece gördüğüm rüya yüzünden hala kafam karışıktı. Çok gerçekçiydi. Normalde rüyalarıma çok anlam yüklemeye çalışan biri değildim ama bu rüyayı diğerlerinden ayıran farklı bir şey vardı sanki. Çok düşünmemeye ve kafama takmamaya çalışarak uyumayı denemiştim fakat gece boyunca uyduğum uykudan hiçbir şey anlamamıştım. Sürekli bölük pörçük, kısa uykularla sabahı bulmuştum. Her sabah aynı saatte uyandığım için ne kadar yorgun olsam da kalkarak odamdaki banyoya doğru ilerledim. Bir an önce ayılıp kendime gelmem gerekiyordu. Bu yüzden güzelce temizlendim ve yüzüme de bol bol soğuk su çarpmayı ihmal etmedim. Banyodaki işim bittikten sonra dolabın karşısına gelerek ne giyebileceğime bakmaya başladım. Genellikle sade şeyler giymeyi seviyordum. Zaten özenle ayrılmış elbiselere göz gezdirdiğimde aslında dikkat ettiğim tek şey renkleriydi. Bugün nedense tercihimi koyu renklerden yana kullanmak istiyordum. O yüzden dolabın köşesinde koyu ama güzel duran mor renkteki elbise dikkatimi çekti. Oval yaka olan bu elbisenin kolları yoktu. Onun yerine küçük süsler kolumun belli kısımlarını kaplıyordu. Belime tam otururken sonrasında genişleyerek yerlere kadar uzanıyordu. Çok kabarık olmaması daha rahat hareket etmemi sağladığı için bu elbiseyi sevmiştim. Ayrıca çoğu elbisemde olduğu gibi yer yer minik çiçeklerle güzel bir görüntüsü vardı. Dolabımda genel olarak koyu renkler bulunmuyordu. Zaten içerisinde en koyu olanı da bu sayılırdı. Sanırım dolabımdaki elbiselerin renklerini annem seçmişti. Ona göre siyah gibi iç karartan renkleri daha olgun yaştakiler giymeliydi. Elbiseyi giydikten sonra her zamanki gibi aynı renk kurdeleyi de saçlarıma bağlamış ve aynada son kez kendimi kontrol etmiştim. Artık hazır görünüyordum. Büyük ihtimalle hizmetkar günlük programımı söylemek için yaklaşık iki dakika içerisinde odanın kapsını çalmış olurdu. Yine de onun gelmesini beklemek istemediğimden bugün değişiklik yaparak odamdan daha erken çıktım ve onu kapıda beklerken buldum. Beni karşısında görünce hemen kendine çekidüzen verip eğildi. “Günaydın majesteleri. Birazdan programınızdan bahsetmek için yanınıza gelecektim bir sorun mu var*” Kafamı iki yana sallarken bir yandan da sorusuna cevap verdim. “Hayır, herhangi bir sorun yok. Programı aşağı inerken anlatabilirsin. O da beni onaylamak istercesine kafasını aşağı yukarı hareket ettirerek, “Tabi majesteleri.” dediğinde ben çoktan yürümeye başlamıştım. Bir yandan da ne kadar burada yaşasam da çok dikkat etmeye fırsatım olmadığından duvarda asılı olan tabloları ve etrafı inceliyordum. Gördüğüm tablo dikkatimi çektiği için önünde durup incelerken, hizmetkar da günlük programımı anlatmaya başlamıştı. “İlk olarak dil dersini var. Kahvaltıdan sonra başlayıp yaklaşık iki saat kadar sürecek. “ bizim kahvaltımız her zaman sekizde başlardı. Genelde ailem ile ortak bir alanda rahat edemediğim için masadan olabildiğince erken kalkmaya çalışıyordum ki zaten çok uzun süre kahvaltı keyfi yapan bir aile de değildik. Onu onaylarken durduğum tablonun önünden ayrılarak yürümeye devam ettim. Dil dersimi yaklaşık kırk elli yaşlarında olduğunu tahmin ettiğim bir Lefin adlı kadın veriyordu. Genel olarak çok didaktik bir insandı, aynı zamanda da katı... derslerine her zaman önem verirdi ve verimli geçtiğinden emin olmaya çalışırdı. Onun için bir dakika bile çok önemliydi. O kadar ki bazen dersleri gerçekten katlanması zor birer zulme dönüyordu. “Sonrasında at binme eğitiminiz var. “ diyerek devam etti. Hayvanları seviyordum hatta bana ait bir atım vardı ve derslerimi onunla birlikte geçiriyordum. Birbirimize arkadaşlık ettiğimiz bile söylenebilirdi. Adını Lena koymaya karar vermiştim. Aslında bu kararımda etkili olan şey ona kendimden bir parça verme düşüncesiydi. Ama tek nedeni bu da değildi. Lena kelimesinin birçok anlamı olmasına rağmen bazı kaynaklarda cömert ve nazik olarak geçiyordu. Bu kelimeler tam olarak onu tanımlıyordu. Çok güzel bir attı fakat bir rahatsızlığı vardı. Bu rahatsızlığı onun vücudunda herhangi bir uzvuna zarar vermese de diğer atlardan farklı olarak bembeyazdı. Her zerresi... bence bu onu çok eşsiz ve özel kılıyordu. Lakin babam öyle düşünmüyor olacak ki sırf hastalıklı diye Lena yı istediğimde kabul etmişti. Açıkçası buna memnundum. Burada sahip olduğum çok az şey vardı ve Lena bana her zaman iyi geliyordu. Ben bunları düşünürken büyük koridoru geçip çoktan merdivenleri inmeye başlamıştık bile. “At binme dersinizden sonra dinlenebilirsiniz. Normalde dövüş dersiniz vardı fakat babanız askerler ile toplantı yapmaya karar verdiği için dersiniz biraz aksayacak. “ Hizmetkarın sözleri ile birlikte kafamı ona çevirerek kaşlarımı çattım. “Bu toplantı da neyin nesi*” şaşırmıştım ama bunun nedeni askerlerin toplantı yapması değildi. Babam zaten her ay düzenli olarak belli günlerde bunu yapıyordu. Ama bu farklıydı çünkü bu ayın toplantısı çoktan geçmişti. Babam normalde olduğundan daha tuhaf davranıyordu şu sıralar. Kafamı karıştıran bir şeyler vardı. Eğer bu soruyu sorduğumu duysaydı büyük ihtimalle rahatsız olurdu. İşlerine karışılmasından nefret ediyordu. Ona göre sorgusuz sualsiz dediklerini yapmamız gerekiyordu. Elimden geldiğince bunu uygulamaya çalışıyordum fakat her dediğini düşünmeden uygulama fikri canımı sıkıyordu. Hem büyük salonun kapısına yaklaştığımız için hem de böyle sorulara cevap verme yetkisi olmadığından dolayı hızlıca, “Bilmiyorum majesteleri. İzninizle.” diyerek selam vermiş ve kapının yanında bulunan korumaların yanında yerini alarak beklemeye başlamıştı. Aslında sorumun cevabını burada duymak istediğimden bende emin değildim. Çünkü babam kapının karşısında bulunan büyük masaya çoktan oturmuş diğer aile üyelerinin de gelmesini bekliyordu, daha doğrusu benim gelmemi bekliyordu. Annem ve abim masadaki yerini çoktan almıştı. Beklerken yanındaki koruma ile ciddi bir mesele konuşuyor gibiydi. İçeri girdiğimi görünce korumaya bir şeyler daha söyledi ve gitmesi için önüne döndü. Konuştuklarını duymamı istemiyordu, her zamanki davranışlarından biri olduğu için üzerinde düşünmedim. Ve evet tek duymaması gereken kişi bendim sanırım çünkü annem ve abimin yanında konuşmakla bir sıkıntısı yok gibi gözüküyordu. Aslına bakarsak onların yanında da işleri hakkında çok fazla konuşmazdı. Ama benim aksime bazı durumlarda onlarla beraber hareket etmeyi sorun etmiyor olmalıydı. Böyle durumlarda sanki yeterince dışlanmış hissetmiyor gibi daha da kötü hissediyordum. Düşen suratımı düzeltip her zamanki ifadesiz suratımı takındım ve babamın önünde durup oturmadan önce selam verdim. “Günaydın majesteleri.” dedikten sonra solunda olan ikinci sandalyeye oturdum. Yanıma annem ve onun karşısına da her zaman abim otururdu. Bugün de olduğu gibi... oturmadan önce onlara da selam vermeyi unutmamıştım tabi. Son gelen ben olduğum için biraz gerilmiş olsam da tam vaktinde geldiğimden bunu sorun etmedim. Ya da etmemeye çalıştım. Herkes kahvaltısını sessizlik içinde yaparken elim yanlışlıkla yanımdaki bardağa çarpınca bardak, sessizliğin de etkisiyle, gürültülü bir şekilde devrildi. Çıkan ses yüzünden hepsinin bakışlarının benim üzerimde olduğuna emindim fakat belli etmemeye çalıştım. Hızla zaten boş olan bardağı düzelterek kahvaltıma geri döndüm. Aslında çok da bir şeyler yediğim söylenemezdi. Gerginlikten yanlarında doğru düzgün yemek dahi yiyemiyordum. Yine de omuzlarımı dikleştirdim ve ağzıma, çatalımı aktığım ilk şeyi götürerek çiğnemeye başladım. Babam hafiften öksürür gibi yapınca kafamı kaldırıp ona baktım. Dikkati kendi üzerine çekmek istediği için böyle yaptığını biliyordum. “Konuşmamız gereken şeyler var.” dediğinde gergin bakışlarım yüzünde geziyordu. “Bunu söylemeyi istemesem de saraya saldırı düzenlemesini bekliyorum. Diğer krallıklarla belli nedenlerden dolayı anlaşmazlıklarımız devam ediyor ve bunun ne kadar süreceğini bilmiyorum. Saldırı durumunda tüm öğrendiklerini en iyi şekilde göstermeni istiyorum. Bu yüzden hazırlıklı ol. “Başka bir şey demeden önüne dönmüştü. Onun için böyleydi, söyleyeceklerini söyler ve konuşmayı bitirirdi. Babam önüne dönmesine rağmen ben ona şaşkın gözlerimle bakmaya devam ediyordum. Demek bu yüzden askerlerle tekrardan toplantı düzenlemişti. Neden diğer krallıklarla aramızda bir anlaşmazlık olduğunu ise anlayamamıştım. Zaten hiçbir krallık diğer krallıklarla çok iyi anlaşmıyordu ama çok sık aralarında böyle bir durumun yaşandığı da söylenemezdi. Krallıklar hakkında da birçok efsane vardı en makul bulunan ise önceden sadece tek bir krallık vardı. Burası doğa krallığıydı fakat kendi içinde sorunlar yaşadığı ve taht kavgalarından dolayı sonunda parçalanmaya mahkum olmuştu. Böylece diğer krallıklar meydana gelmişti. Doğa krallığı hala duruyordu ancak eski gücünün esamesi bile okunmuyordu. Son anda kafama dank eden düşünce ile şaşkın yüzüm yerini gerginliğe bıraktı. Babam bana hazırlıklı ol diyordu. Yani abimi korumam için en iyi halimi göstermemi istiyordu. Eminim saldırı düzenleneceğini bile abimi korumak gibi bir görevim olmasa söylemezdi. Buna emindim. Nasıl tepki vermem gerektiğinden bile emin değilken önüme dönüp neredeyse dokunulmamış tabağıma baktım. Olmayan iştahım da artık tamamen gitmiş bulunuyordu. Bu yüzden burada oyalanmak için daha fazla sebebim kalmamıştı. “İzninizle dersime gitmem gerekiyor.” Eminim derse biraz geç gitsem kimse için sorun olmazdı. Bunu onlarda biliyordu ama kimsenin ağzından bir şey çıkmadı. Sadece babam onaylarcasına kafasını salladı ancak yüzüme bakmadı. Bende daha fazla durmadan kalkarak salonun çıkışına doğru yürüdüm. Benimle ilgilenen hizmetkar beni beklemeye devam ediyordu. Çıktığımı görünce bana eşlik etmeye başladı ve birlikte dil dersini göreceğim sarayın farklı bölümündeki odalardan birine geldik. Birçok dil vardı, krallıkların kendi arasında kullandığı veya tarihi diller... küçüklüğümden beri eğitim gördüğüm için kendi krallığımıza ait dilin dışında iki dil daha öğrenmiştim. Çok yoğun dersler gördüğümden dolayı neredeyse bir yılda öğrenmeye başladığım dili konuşabilecek ve anlayabilecek kıvama geliyordum. Güneş krallığına ait şifreli dili öğrendikten sonra ilk öğrenmek istediğim Doğa krallığına ait dildi. Çünkü bu dili öğrenmem demek eski şifreli belgeleri okuyabileceğim anlamına geliyordu ve ben her zaman gizemli şeyleri merak etmişimdir. İkinci öğrenmek istediğim dil ise nedensizce ay krallığına ait olan dildi. Güneş ve ay birbirini tamamlarmış gibi geliyordu. Ayrıca ay ve yıldızlar bana her zaman büyüleyici gelmiştir. Ya da herhangi bir nedeni yoktu sadece öğrenmek istemiştim. Şu an da dersime giren kadının isteği üzerine ateş krallığına ait dili öğrenmeye çalışıyordum. Yaklaşık altı aydır bu dilin üzerinde epey yol katetmiştim. Normalde tabi ki krallıklara ait olan bu özel ve şifreli dilleri öğrenmek yasaktı. Hatta her krallık kendine özgü dili dikkatli bir şekilde saklamaya çalışırdı. Nasıl olduğunu bilmesem de dokuz ya da on yaşlarındayken bu kadın birden saraya gelmişti. Annem de yanıma gelip adının Lefin olduğunu söylediği bu kadından ders alacağımı ve her şeyi öğrenmeye çalışmam gerektiğinden bahsetmişti. Kadının her dili bildiğini düşünmeye başlamıştım çünkü hangi dili öğrenmeye başlarsam başlayayım bu kadın asla değişmemişti. Bu dillerin hepsini nasıl öğrendiğini çok merak ediyordum. Daha çok merak ettiğim şey ise bu gizli dilleri nasıl öğrendiği ve babamın onu nereden bulduğuydu. İçeri girdiğimde, geniş masaya sırtı dönük bir şekilde oturmuş ve beni bekliyordu. Ne kadar geldiğimi fark etse bile arkasına dönme zahmetine girmemişti. Her zaman kendine özgü bir kadın olmuştu. Normalde karşımda saygıyla eğilmesi gerekiyordu ama onun karşısına geçtiğimde tam tersi olmalıymış gibi hissediyordum. Ben masaya ilerlerken hizmetkar geride kalarak kapının yanında herhangi bir isteğim olursa yapmak için beni bekliyordu. Bazen onun için de üzülüyordum. Sürekli ayakta beklemek oldukça zor olmalıydı. Çok yaşlı olmasa da otuzlarının sonlarında sonlarında gibi duruyordu. Yine de yüzünde bazı yaşanmışlıkların izleri çoktan yerini almıştı. Küçüklüğümden beri benimle o ilgileniyordu. Küçükken daha yakın olsak da büyüdükçe omzuma yüklenen sorumluluklar ve saçma prenses kuralları yüzünden eskisi gibi bir daha hiç olamamıştık. Ne olursa olsun benim için yeri çok ayrıydı. Yeri gelmiş bana hem babalık hem abilik yapmıştı... Tekrar önüme döndüğümde masadaki yerimi aldım. Kadının gözleri oturmamla eş zamanlı olarak yüzüme dönmüştü. İsmini bana direkt olarak hiç söylememişti. Ben de annem sayesinde öğrenmiştim zaten. Tuhaf bir kadındı ama bunca yıldan sonra onu ve tuhaflıklarını kenara bırakmış olduğu gibi kabul etmiştim. “Hoş geldin. Umarım önceki dersleri tekrar etmişsindir. “ Direkt konuya girmesi şaşırtmamıştı. “Evet efendim, çalıştım. Fakat kütüphanemizde ateş krallığı hakkında çok fazla kaynak bulamadım. Ve siz bana çok uzun zaman geçmesine rağmen hala neden ateş krallığına ait dili öğrenmem gerektiğini söylemediniz.” gerçekten de bu dili öğrenmem gerektiği üzerindeki ısrarını hiçbir zaman anlamamıştım. Benim için sorun değildi ama merak etmeden de duramıyordum açıkçası. “Vakti geldiğinde anlarsın. Şimdilik sadece yeterince öğrendiğinden emin ol. Vakit azalıyor. “ sözleri üzerine kaşlarımı çatmış ona bakıyordum. Tam olarak hangi vakitten bahsettiğini anlamamıştım. Tam sormaya kalkacaktım ki derse başlayarak beni susturmuş oldu. Merakta kalkmaktan nefret ediyordum. Güzelce açıklamak çok zor olmasa gerekti. Ama illa bir gizem olsun ki Milena nın kafası iyice karışsın. Hiç dinlenmeden bir buçuk saati devirmek üzereyken hizmetkar masanın yanına gelince kafamızı kaldırıp ona baktık. Dersin iki saat olacağından bahsetmişti ama ben artık dayanamıyordum. Bu yüzden de ona doğru “kurtar beni.” bakışları gönderiyordum. Lefin hocanın bakışlarında ise “dersimi neden bölüyorsun.” gibi bir ifade vardı. “Dersi böldüğüm için üzgünüm fakat majestelerinin katılması gereken bir at binme dersi var. Bu yüzden artık dersi bitirmeniz gerekiyor.” Sevindiğimi belli etmeyerek, “Kusura bakmayın gitmem gerekiyor. Bir dahaki derste görüşmek üzere.” diyerek sakince oturduğum yerden kalktım. “Bir dahaki dersimizi gerçekleştirirsek tabi ki görüşürüz. Kendine iyi bak prenses.” Artık şifreli konuştuğu konusunda şüphelerim vardı. Yoksa bu kadını kimse bana normal diye yutturamazdı. Ayrıca bana ilk defa prenses diye seslenmişti. Gerçi daha önce bana “sen” dışında hiçbir hitap etme şekli olmamıştı orası ayrı. Nezaketten gülümseyerek, “Sizde kendinize iyi bakın.” dedim ve kapıya doğru yürümeye başladım. Kapıdan çıkar çıkmaz hizmetkara dönerek “Dinlenmek için zamanım var mı yoksa hazırlanıp hemen aşağı mı inmem gerekiyor.” diye sordum. Çünkü beynimi gerçekten yorgun hissediyordum. Dünkü uykusuzluğun üstüne dil dersi hiç hoş olmamıştı. “Maalesef, aslında vaktiniz vardı ama dersi geç bitirdiğiniz için hazırlanıp hemen aşağı inmeniz gerekiyor.” Dersi geç mi bitirmiştik* Demek ki düşündüğümden daha uzun süre ders yapmıştık. Yüzüm asılırken kabullenmiş bir şekilde odama doğru ilerlemeye başladım. En azından güzel Lena”m beni bekliyor. Ve ben onu çok özlediğimi düşünerek kendimi avutabilirdim. Hızlıca odama geldiğimde oyalanmadan elbisemi çıkarıp pantolon, gömlek ve üzerime de yeleğimi geçirdim. Rahat şeyler giymek hoşuma gidiyordu. Elbise giymek zorunda olmasam kesinlikle bu parçaları üzerimden çıkarmazdım. Sevimli ve hafif topuklu olan ayakkabılarımın yerini de uzun çizmeler almıştı. Kaskımı da koluma geçirdiğimde artık hazırdım. Odadan çıktığımda beni bekleyen hizmetkar ile birlikte dersin yapılacağı açık alana doğru yürümeye başladık. Sarayın arka tarafında bulunan büyük ve geniş alana çıktığımızda Lena ve yanında bana dersi verecek olan askeri beklerken buldum. Askeri incelemeye başladım. Siyah saçlara ve siyah gözlere sahipti. Güneşin etkisi ile yanmışa benzeyen bronz bir tene sahipti. Benden büyük olsa da yaşımız arasında çok fazla fark olmadığından genellikle iyi anlaşıyorduk. Lena yı gördüğüm için adımlarımı hızlandırarak ona doğru ilerlemeye başladığımda o da beni farkk etmişti. Heyecanla kişneyerek iki ayağı üzerinde havaya kalktığında adımlarım artık yürümekten çok koşmaya dönmüştü. O da yanıma gelmek için çoktan harekete geçtiğinden ortada buluşmamız çok da uzun sürmemişti. Yanına geldiğimde kollarımı olabildiğince açarak boyun kısmına sarıldım. O da kafasını saçlarıma sürtüyordu. Bu halleri kıkırdama sebep olmuştu. “Beni özledin mi* “ dediğimde bir kişneme sesi daha duydum. Gülümsemem kahkahaya dönüşürken , “Bende seni çok özledim.” demeyi ihmal etmedim. En sonunda uzaklaşmaya karar verdiğimde benim aksimi düşünüyor olmalı ki pek uzaklaşmamıştı. Normalde her gün düzenli olarak görüşüyorduk ama hem biraz rahatsızlandığı hem de benim ders yoğunluğum arttığı için neredeyse bir haftadır uzak kalmıştık. Bu zaman diliminin ikimize de işkence gibi geldiğine emindim. Çünkü Lena da çiftlikteki diğer atlarla anlaşmakta zorlanıyordu. Daha doğrusu dışlanıyor da diyebilirdik. Biz birazcık daha özlem giderirken ne bana eğitim veren askerin ne de hizmetkarın sesi çıkmıştı. Aramızdaki bağı ikisi de çok iyi bildiğinden yalnızca izlemekle yetinmiş olmalıydılar. Ne kadar Lena ile daha fazla oyun oynamak istesem de bu dersten sonra dövüş dersim olduğu için bunu yapamazdım. Neyse ki Lena ile biniş gerçekleştirmek oyun oynamak kadar zevkliydi. Ne zaman biniş dersim olsa zaman su gibi akıp geçiyordu. Aslında Lena bana ilk verildiğinde fazla hırçındı. Diğer atların onu dışlamasında da bunu payı büyüktü tabi. Ama birlikte vakit geçirmeye başladıktan sonra bu sorunu halletmiş ve birbirimizle arkadaş olmuştuk. Lena benim dışımdakilere hala hırçın olsa da eski hali yoktu. Bu yüzden onun için mutluydum. Asker oyun oynamayı bıraktığımızı görünce, “Artık derse başlamamızın zamanı geldi. Ama onun öncesinde diğer derslerde sorun yaşayıp yaşamadığını merak ediyorum.” Atış derslerinde genellikle Lena dan da yardım alıyorduk. Bu asker ise bana okçuluk, mızrak ya da kılıçla savunmayı at üstünde de yapamadığım konusunda ara ara sorular sorup yardımcı olmaya çalışıyordu. Kafamı iki yana salladım. “Hayır, bir sorun yok. Lena ile olan her ders eğlenceli geçiyor zaten.” derken gülümsüyordum. O da gülümseyerek onayladığında kaskımı taktım ve derse başladık. Her seferinde çeşitli parkurlar düzenleniyor ve bu parkurları aşmam isteniyordu. Yine ayni şekilde belli tur sayısını tamamlayana kadar sarayın etrafında ilerliyorduk. Önceden at binme derslerim de çok olurken artık sadece haftada bir veya iki kere oluyordu. Çünkü bu artık ders değil de Lena ve benim oyun saatime dönüşmüştü. At binme veya parkurlarla bir sıkıntım yoktu. Her dersin raporu babama gittiği için de ders saatimi azaltmaya karar vermişti. Hizmetkar da at binme dersimin iki ila üç saat arasında sürebileceğinden gelirken bahsetmişti. Ardından dinlenme aram ve dövüş dersiyle günü kapatmam gerekiyordu. Ama ben dinlenme vaktimden de birazcık çalarak olabildiğince Lena ile olan özlemimi gidermeye çalışmıştım. Bu rağmen giderken arkamdan üzgün bakıyordu. Keşke istediğim her an onunla birlikte olabilseydim. Ders sonunda askere teşekkür ettikten sonra odama çıktım. Yine kıyafetlerimi değiştirip dövüş için hazırlık yapmıştım. Sonrasında ise karnımın guruldama sesine rağmen kalan dinlenme süremi de yatağa uzanıp tavanı izleyerek geçirmiştim. Zaten çok uzun olmayan bu süre benim karmaşık düşüncelerim yüzünden on saniye gibi geçip gitmişti. Bugün sarayın sarayın dövüş salonuna inmek yerine tekrar dışarı çıkmıştım. Diğer derslerden farklı olarak gözlerim kapalı dövüşeceğim için hem heyecanlı hem de gergin hissediyordum. Dışarı çıktığımda dersi veren ustam da ne büyük ne de küçük olan beyaz bir bez parçası ile bana doğru geliyordu. Yaklaştığında sırıtarak göz kırptı. “Hazır mı bakalım prensesimiz*” Bende yalancıktan sırıtıyor gibi yapıp, “Tabi ki de hazır. Bir prenses her zaman her şeye hazırlıklıdır.” dediğimde, dalga geçtiğimin her halimden belli olduğuna emindim. “Bende öyle düşünmüştüm. Sonuçta sen koskoca Güneş krallığının prensesi Milenasın, kim durabilir ki senin önünde*” diyerek o da dalga geçmeyi ihmal etmezken bir yandan da gaz vermeye çalışıyordu. Ayak uydurmaya çalışırken beklediğimden erken gaza gelmiştim. “İyi, tamam. Başlayalım artık. En fazla senden dayak yerim. Daha önce olmayan şey değil.” hem sabırsız hem de gayet ciddiydim. Derse başladığım ilk zamanlar beni az hırpalamamıştı. Gerçi hala hırpaladığı oluyordu, sanırım onun için günün stresini üzerimde atabileceği bir oyuncaktım. Bezi bana uzattığında gözlerimi bağladım ve düşmemesi için iyice sıktım. İşte şimdi başlıyorduk. Arkamda birini hissettiğimde hamle yapmak yerine bekledim. Çünkü daha dövüşe başladığımızı söylememişti. “Bezi niye bu kadar sıktın* amacımız seni kör etmek değil, sadece dövüş çalışacağız.” Tam ağzımı açıp cevap verecektim ki, “Sus, konuşma.” diyerek beni durdurdu. Sonrasında bezi daha rahat bir şekilde bağladı ve arkamdan uzaklaştı. “Bir süre sana karşı hamle yapmayacağım. Doğayı dinlemeni istiyorum. Kuşların cıvıltısı, rüzgarın sesi ya da herhangi bir şey... onu dinle ve bütünleş. Biraz bekledikten sonra sana hamle yapmaya başlayacağım. Kendini olabildiğince iyi korumanı istiyorum. Unutma burada asıl önemli olan hissetmek. Hangi durumlarla karşı karşıya kalacağını bilemeyiz.” Dedikten sonra etrafa sessizlik hakim oldu. Daha doğrusu ilk başta koca bir sessizlik vardı fakat zaman geçtikçe önceden dikkat etmediğim seslerin varlığını fark etmeye başladım. Bu hoşuma gitmişti. Her zaman doğanın sesi bana huzur veriyordu. Bu şekilde hissetmeye çalışmak ise ayrı bir farkındalık kazanmamı sağlıyordu sanki. Bir süre daha bu sesli sessizliğin tadını çıkardıktan sonra tam kendimi iyice kaptırmaya başlamıştım ki karnıma gelen tekmeyle afalladım. Ufak bir nefes kesintisinden sonra öksürerek doğruldum. “Sana hissetmeni söyledim. Ama sadece hisset demedim. Tüm duyularını aç, kendini kaptırma. Yoksa tek bir tekme ile kurtulacağını sanmıyorum. “ bunları söylerken ses gittikçe yanımdan uzaklaşmıştı. Gerçekten kendimi o kadar çok doğanın sesine vermiştim ki onun içinde kaybolmuş ve bir dövüşün ortasında olduğumu unutmuştum. Ayrıca dövüş başladı dedikten sonra ustamın gerçekten de acıması olmuyordu. Attığı tekmenin etkisiyle bir iki adım gerilemiştim. Bu sefer dikkatimi daha fazla toplamaya çalışarak karşımdakinin hareketlerini dinlemeye başladım. Ama duyamıyordum, ne bir adım sesi ne de başka bir şey. Çimenlik alanda olmamız da işimi zorlaştırıyordu çünkü adım sesleri toprak sayesinde yumuşuyordu. Bu yüzden tek yaptığım kendi etrafımda kollarım hafif açık bir şekilde dönmekti. İkinci darbeyi de sırtımdan aldıktan sonra sinirlenmeye başlamıştım. Sanırım buradan dayak yiyip ayrılacaktım. Darbeyle birlikte dizlerimin üzerine düştüğümde ellerime batan taşların acısını hissettim. Sırtımın acısından bahsetmeye gerek bile duymuyordum. Genel olarak kolay kolay pes eden bir yapıya sahip değildim ama çok hızlı sinirleniyordum. Ve bu benim için büyük bir dezavantajdı. Sakince ayağa kalktığımda yine bana bağırmasını duydum. “Adımlarımın sesini duy. Rüzgarı hisset ve gelecek hamleyi tahmin etmeye çalış.” Askerlere de eğitim verdiği için bana da onlardan aşağı kalır davranmıyordu. Ve bu konuda gram acıması yoktu. Kendimi sakinleştirmeye çalışarak derin nefesler alıp verdim. Tamam, tek yapmam gereken rüzgar ve adımlarının sesine odaklanmak. Bu kadar basit işte... Etrafımda dönmeyi bıraktım. “Sadece odaklan. Toprak zemin yüzünden adım seslerini duymam zordu ama önemli değil, sadece odaklan.” Diye kendimi motive etmeye çalışıyordum. İç sesim de bana yardımcı olurken adım seslerinden çok rüzgarın sesini dinlemeye karar verdim. Yaptığı hamle sırasında yeterince iyi odaklanabilirsem uğuldama ya da herhangi bir şey duyabileceğimi düşünüyordum. Ufak bir bekleyişin ardından beklediğim gibi de oldu. Kulağımın yanından geçen uğuldamayı duymuş fakat bu sefer de zamanında tepki verememiştim. Sadece bir adım kenara kaçmaya çalışsam da gelen yumruktan kurtulamamış ve yeri boylamıştım. Gerçekten mi* bir prenses için yüz önemliydi. Şimdi yüzümdeki izi kapatmak için uğraşmam gerekecekti. Üçüncü darbemi de aldıktan sonra artık adım seslerini dinleyip rakibin nerede olduğunu anlamanın da önemli olduğunu iyice kafama sokmuş oldum. “Gerçekten bu kadar mısın* Hani bana gösterdiğin yumruklar, tekmeler nerede* Demek ki senin dövüşmen için özel bir salon tutmalıyız. Ne dersin*” Bu adamı kesinlikle dövmek istiyordum. İnadına sinirime basıp beni çıldırtmak istiyordu. Konuşurken sol tarafımdan uzaklaştığını hissettim. “Hadi bakalım, bu sefer bitir işini.” kendimi yüreklendirmeye çalışıyordum. Aksi taktirde gözlerimdeki bezi çıkarıp üzerine öyle atlayacaktım. En azından işini bitirmek o kadar kolay olmasa da bir darbe daha yemek istemiyordum. Bu sefer tahmin yürütmeye de başlayarak nereye gittiğini bulmaya çalıştım. Gerçekten her şeyimi kullanmam gerekiyordu. Ve bu hem yorucu hem de dikkat isteyen bir işti. Diğerlerine göre bu hamleyi yapmasının daha uzun olduğunu düşünecektim ki, hızla arkamı dönerek yüzüme gelecek tekmeyi tuttum. “Hadi ama senin benim yüzümle derdin ne* Ayrıca bu tekmeyi yemiş olsaydım bayılma ihtimalim yüksekti. Beni öldürmeye çalıştığını düşüneceğim artık.” bir yandan konuşurken diğer yandan da bacağını sıkı bir şekilde tutmaya devam ediyordum. Gerçi o da çekme zahmetine girmemişti. “Rakibin de sana zaten, aman prensesimizin yüzüne zarar vermeyelim üzülür sonra, falan diyecekti dimi*” dedikten sonra tuttuğum tekmesini hızla çekip bana takla attırdı. Bulursun belanı bir yerden umarım diyerek içimden saydırıyordum ki kafamda dikilmekte olduğunu fark ettim. Bence başkasına gerek yoktu onun en büyük belası bendim. Hamle yapmamı beklemiyordu, büyük ihtimal bana bir şeyler söylemeye devam edecekti. O yüzden boşluğundan yararlanıp hızla ayağını çekip yere düşürdükten sonra üstüne çıkıp tüm gücümle yüzüne yumruğumu geçirdim. Sen bana öyle davranırsan bende sana böyle davranırım beyefendi. İkinci yumruğu zaten vurmama izin vermeyeceğinin bilincinde olduğumdan dolayı üzerinde kalkıp kendimi yuvarlayarak ondan uzaklaştım. “Ben onu bunu bilmem, yüzüme vurursa karşılığını böyle alır.” derken sesim alaycı çıkmıştı. En azından yüzüme vurmasının bedelini ödemişti. Diğer ikisinin acısını da ondan çıkarmalıydım. “Aferin ama yine de yeterli değilsin. Daha fazla pratik lazım. Hadi devam ediyoruz. Ayrıca bu yumruğu birazdan sana ödeteceğim. Sen nasıl bir ordu komutanına yumruk atabilirsin*” sesi kızgın gelse de gözlerim kapalı olmasına rağmen güldüğünü hissedebiliyordum. “Gerçekten beni tam anlamı ile bir kere övsen ölürsün dimi* ayrıca ordu komutanının ayrıcalığı neymiş* sen koskoca Güneş krallığı prensesini sabahtan beri dövüyorsun.” abarttığımı biliyordum ama onun yanında her şeye rağmen rahattım. O da benim sözlerime çok takılmıyordu zaten. Ona nasıl hitap etmem gerektiğini sorduğumda komutanım demek istemediğimi biliyordu. Çok resmi ve gergin hissettiriyordu. Sonrasında da usta demeye başlamıştım zaten. Bu hoşuma gidiyordu. Güldüğünü duysam da ciddiliğinden daha fazla ödün vermeyip derse devam etti. Ders bittiğinde ben de tam olarak bitmiştim. Zaten derse başladığımızda güneş batmak üzereydi ama artık tamamen yerini karanlığa bırakmıştı. Yorgunluktan olduğum yerde uzanırken kalkmam için elimi tuttu ve hızla çekti. “Biraz nazik ol, nazik.” derken söylenmeyi ihmal etmiyordum. “Benim en nazik halim bu, işine gelirse.” dedikten sonra beni bırakıp saraya doğru yürümeye başladı. Bir yandan da konuşuyordu. “Bence yarına kadar elinden geldiğince dinlenmene bak çünkü yarın seni daha fazla çalıştıracağım. Bugünkü darbelerin acısını çıkarmam lazım.” dedikten sonra beni dinleme zahmetine bile girmeden yürümeye devam etti. Borçlu kalmayı sevmezdim. Bu yüzden karnıma ve sırtıma attığı tekmelerin acısını ondan çıkarmıştım. Bazen gerçekten onunla dövüşecek seviyeye yaklaştım mı yoksa bilerek mi benden darbe alıyor anlayamıyordum. Birincisinin olmasını tercih ederdim tabi ki ama o işinde gerçekten iyiydi. O gittikten sonra tekrar kendimi yere bırakmıştım. Yorgunluktan ölüp bitiyordum ve şu an tek istediğim birinin beni yatağıma taşımasıydı. Kimseye böyle bir şey teklif etmeyeceğimden dolayı da marş marş diyerek kalktım ve odama doğru yorgun bir savaşçı olarak yol aldım. Hizmetkar saraydan çağırdıkları için benden müsade isteyerek çoktan gitmişti zaten. Odaya ulaştığımda ilk yaptığım sıcak bir duş almak oldu. Ne kadar beklersem o kadar çok üşeneceğimin bilinciydim ve ben bir an önce kendimi uykunun kollarına atmak istiyordum. Hızlıca duşumu alıp günün kir ve terinden arındıktan sonra elbise şeklindeki geceliğimi giyip yatağıma uzandım. Bu aralar bir şeyler okuyamadığım için moralim bozuluyordu fakat yemek yemeye bile ayıracak vaktim yokken kitap okumak lüks gibi geliyordu. Akşam yemeği sırasında dövüş dersinde olduğum için gitmemiştim. Normalde programlarım yemek saatine göre ayarlanıyordu ama bugün olan toplantıdan dolayı babam yemeğe katılamayacağımı bildiği halde bir şey dememişti. Onun için yemek yememdense dövüş dersi görmem çok daha önemliydi tabi ki. Günün yorgunluğunun da etkisiyle yatağa yattığım gibi uykuya doğru usulca çekilmiştim. Ya da kabusa mı demeliydim* Hem de çok korkutucu bir kabusa...
|
0% |