@secilyl
|
Son günlerde gördüğüm kabusların artık haddi hesabı yoktu. Sürekli olarak kabuslar görüyor ve sabah uyandığımda onları hatırlamakta zorlanıyordum. Günlerim uykusuz geçtiği için derslere odaklanmakta da zorluk çekmeye başlamıştım. Sırf bu yüzden eğitimlerimden geri kaldığımı düşünüyordum ki, kapıda bir savaş olduğu düşünürsek, bu beni hem strese sokuyor hem de kötü hissetmeme neden oluyordu. En son ki dövüş dersimin üzerinden neredeyse iki hafta geçmişti. Gözlerim kapalı bir şekilde çalışmak normal dövüşmekten çok daha fazla dikkat istiyordu ve şu an bende tek eksik olan şey biraz dikkatti. Sırf bu yüzden ustayla bile aramız gergindi. Dikkatim dağıldığı için sürekli bana kızıp daha iyisini yapabileceğimi söylüyordu. Bunu tabi ki bende biliyordum. Beni sinirlendiren asıl kısım da buydu zaten. Fakat usta bana bunu söylediğinde sanki keyfimden yapmıyormuşum gibi hissediyordum. Sanki öyle bir şey mümkünmüş gibi... aslında baktığımda ikimizin de haklı tarafları vardı ama önemli olan bu değildi. Son kabusumu görmemin üzerinden neredeyse on beş dakika geçmiş olmalıydı. Kabusları görmeye başladığımdan beri normalde kalktığım saatten daha erken uyanmaya başlamıştım. Yatakta dizlerimi karnıma çekmiş, ellerim kafamda karşıya bakarak düşünceler havuzunda yüzüyordum. Başım hafiften ağrıyor ve gözlerim de uykusuzluktan acıyordu. Ne kadar düzenli antrenmanlar sayesinde kas kütlemi korumayı başarsam da belirgin zayıflama evresinde olduğumun da farkındaydım. Gördüklerimin etkisinde o kadar çok kalıyordum ki tüm hayatım kabuslarıma göre şekillenmeye başlamış gibi hissediyordum. Bana ne olduğunu gerçek anlamda anlamıyordum. Son zamanlarda olan baş dönmelerim ve mide bulantılarımda da belirgin bir artış vardı. Ailem zaten ayrı bir dünyaydı benim için. Babam her an tetikte ve savaş çıkmasını bekliyordu. Abimi artık eskisi kadar bile görmüyordum. Babamın gözde çocuğu Sancos, yüksek bir güvenlikle korunuyor ve sınırlı sayıda kişi ile görüşebiliyordu. İstesem ben de görüşme talep edebilirdim fakat aramızda hiçbir zaman abi kardeş bağı olmamıştı. Yani yanına gitsem bile klasik bir nasılsın faslından ileri gidemezdik. Bu yüzden yanına gitmeyi teklif bile etmemiştim. Annem de kendi halinde takılıyor ve vaktinin çoğunu da abimin yanında geçiriyordu. Daha fazla oturup boş duvarı izlemeye katlanamadığım için ayağa kalkıp pencerenin kenarına yürüdüm. Ormanı izlemeyi sevdiğimden dolayı buraya küçük bir koltuk koydurtmuşum. Odamın en sevdiğim köşesi burasıydı. Her zamanki gibi koltuktaki yerimi alıp ormanı izlemeye koyuldum. Aslında uçsuz bucaksız ağaçlardan başka bir şey gözükmüyordu. Yine de bakmak bile bana huzur vermeye yetiyordu. Vaktimin birazını da burada geçirdikten sonra hazırlanmak için dolabıma yöneldim. Elbise seçme işini de bırakıp önüme gelen ilk elbiseyi askısından çıkardım. Şöyle bir göz attığımda sarı üstünde çiçek desenleri olan bir elbise olduğunu fark ettim. Nedenini bilmediğim bir şekilde çoğu elbisemde çiçek desenleri vardı. İnceleme faslını da çok uzun tutmadan elbiseyi üzerime geçirmiştim. Saçlarımı da her zamanki gibi belli bir kısmını sarı kurdeleyle arkadan bağladığımda artık hazırdım. Tam ayakkabılarımı da giymiştim ki kapı tıklatıldı. Ayağa kalkıp üzerimi düzelttikten sonra, “Gel.” dedim. Hizmetkar kapıyı açıp önümde durduğunda selam verdi. “Günaydın majesteleri. Rahatsız ettiğim için affımı buyurun.” “Önemli değil. Sorun ne*” daha kahvaltı için beni çağırmasına beş dakika vardı. “Majesteleri bugün kralın emri ile odadan dışarı çıkmanız yasaklandı. Günlük öğünleriniz odanıza getirilecek. Ayrıca kralın size iletmemi istediği bir şey var.” dediğinde uzattığı kağıda baktım. Kaşlarım çoktan çatılmış durumu anlamaya çalışıyordum. Elindeki kağıdı alırken ne düşünmem gerektiğini bilmiyordum. Hızla açıp içinde yazanları okumaya başladım. “Gelecek olan yaklaşmakta, kendinden emin ve hazır olmanı istiyorum. Gerekli bir durum olursa tekrar sana ileteceğim.” Gelecek olan yaklaşmakta mı* savaştan mı bahsediyordu* savaş bu kadar yakın mıydı yani* ve böyle bir zamanda bile beni yalnız mı bırakıyorlardı* o kendi başının çaresine bakar, gerekirse abisini de canını hiçe sayarak korur. Böyle mi düşünüyorlardı gerçekten* Göz yaşlarımı gelmelerine izin vermeden geri yolladım. Neden ağladığımı bile bilmiyordum. Sanırım birazcık korkuyordum ama önemi yoktu ne de olsa. Ben alışmıştım. Alıştım. “Bir isteğiniz yoksa çıkıyorum majesteleri. Kapının önünde bekliyor olacağım. İstediğiniz zaman emrinizdeyim.” dedikten sonra onayladığımda tekrar selam verip çıktı. Bense hala durmuş durumu idrak etmeye çalışıyordum. Savaş ya da her neyse bu kadar yakın olmasa babam eğitimlerime ara vermemi asla istemezdi. O zaman savaşın bugün olacağına dair bilgi almış olabilir miydi* peki bu durumda benim ne yapmam gerekiyordu* Derken dışarıdan gelen seslerle beraber ne olduğunu anlamaya çalıştım. Odadan dışarı çıkmam yasak olduğu için ilk işim camdan dışarı bakmak olmuştu. Camım sadece ormanı ve bahçenin çok az bir kısmını görüyordu. Ama asıl görmem gereken şey ikisi de değildi. Gördüğüm karşısındaki şaşkınlığımla beraber elimde tuttuğum kağıt yavaşça yere doğru süzülürken içimde filizlenen tek şey korkuydu. Yağmur yağıyordu... ama bu nasıl olabilirdi* Güneş krallığında yağmur yağmazdı. Aslında sadece çiseler gibiydi ama fark etmezdi. Burada çok garip şeyler oluyordu. Ne düşünmem ne hissetmem veya ne yapmam gerektiğine dair bile bir fikrim yoktu. Gördüğüm kadarıyla askerler arasında hararetli konuşmalar geçiyordu. Ve içimden bir ses ne olursa olsun bugün bir şeylerin değişeceğini fısıldıyordu. Ama ben içimdeki sese inanmaktan korkuyordum... Ne yapabilirdim ki* şu an elimden hiçbir şey gelmiyor ve ben kendimi kapana kısılmış gibi hissetmekten alamıyordum. Eğer savaş bugün olursa, bunu yapan kişilerin bu olayı da tahmin etmesi de mümkün müydü* hiç sanmıyordum. Bunun için tanrıyla bile iş birliği içinde olmaları gerekirdi. Bu olamazdı. Olmamalıydı... Belki de benim bilmediğim ve benden saklanan şeyler de vardı. Lanet olsun ki kafam çorba gibiydi. Her şey birbirine girmişti. Hızla dolabıma yöneldim. Dövüş yaparken giydiğim pantolon tarzı ama rahat olan siyah altı elbisemin içine giydim. Yine aynı şekilde zarif ve kibar duran ayakkabılarımı da çıkararak onların yerine askeri botlarımı geçirdim. Botların içine de birer tane bıçak yerleştirmiştim. Beni neyin beklediğini bilmiyordum ama olur da bugün bir savaş çıkarsa hazırlıklı olmalıydım. Elbiseyi direkt çıkarmamıştım çünkü zayıf bir prenses imajı çizmek benim için daha iyi olabilir diye düşünmüştüm. Ya da şu an sadece saçmalıyordum bilmiyorum. Bıçaklar konusunda ise kullanabileceğimden şüpheliydim. Çünkü daha önce hiç canlı birini bıçaklamayı denememiştim. Birine gerçekten zarar vermem gerektiği an bunu başarıp başaramayacağım konusunda emin değildim. Yine de zorunda kalırsam başarmalıydım. Odanın içinde tüm gün boyunca volta atmaya devam ettim. Bir iki kere yemek gelmişti ama hiçbirini yememiştim. Böyle bir durumda nasıl yiyebilirdim ki zaten. Aynı zamanda stresten arada mideme kasılmalar giriyordu ve bu çok rahatsız ediciydi. Hava yavaştan kararmaya başlamasına rağmen kimseden ses seda da çıkmamıştı. Arada gelen hizmetkar bile sorduğum soruları cevaplamamıştı. Gün içinde yağmur şiddetini arttırmıştı ve halkın ne durumda olduğunu hayal bile edemiyordum. İnsanlar kendilerine O”nun gelişini o kadar çok efsane olarak kabul ettirmişti ki şu an olan şey inkar ettiklerinin aslında gerçek olarak yüzüne çarpması gibiydi. Odanın içinde durmaktan bunalmıştım. Dışarı çıkarsam, korumalar bana uzun süre itiraz edemese de, krala bunun haberinin gideceğini biliyordum. Ayrıca dışarı çıkıp ne yapacağıma dair de bir fikrim yoktu. İçimden söylenmek dışında yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Tam olarak çıldırmak üzereydim. Aksi gibi kimse yanıma gelip bana neler olduğu hakkında da haber getirmiyordu. Bu kadar önemsiz biri miydim gözlerinde gerçekten* Stresten terlemiştim ama her an tetikte olduğumdan dolayı duşa girememiştim. En sonunda havasızlık yüzünden iyice bunaldığımı fark ettiğimde cama doğru yöneldim. Elimi camın kulpuna atmıştım ki gözüm küçük bir karaltıya takıldı. Çatılan kaşlarımla birlikte duruşumu bozmadan gördüklerimin netleşmesini bekliyordum. Ormanın içinde ilk başta çok net olmayan insan silüetleri git gide netleşmeye başladı. Bunlar bizim askerlerimiz değildi. Üniformalarının bizim askerlerimizin üniforması ile yakından uzaktan alakası yoktu. Gerçi giydikleri kıyafetlere üniforma demem bile çok zordu. Tamamen siyaha bürünmüş bir sürü insan ormandan saray sınırlarına girmeye çalışıyordu. İçeriden duyduğum ses ile birlikte arkamı döndüm. Yaşadığım şoktan mı yoksa farklı bir sebeple mi bilmiyorum ama üzerimde saçma bir sakinlik vardı. Ve kafamda da tek bir düşünce, sanırım o an geldi... Dakikalar belki de saniyeler geçerken hayatım gözlerimin önünde değişmeye başladı... odamda kendimi savunabileceğim hiçbir şey yoktu. Oklarım da yanımda değildi. Bir an önce kendime ok bulmalıydım. Üzerimde sadece iki tane bıçak vardı ve bunların yeterli olmayacağını biliyordum. Fakat şu an elimde daha fazlası yoktu maalesef. Aşağıdan gelen sesler yükseldiği sırada tüm gücümü toplamaya çalışarak odamdan çıktım. Korumalar yerlerinde yoktu. Hizmetkar da öyle. Onların beni korumak için her daim burada olması gerekmiyor muydu* öyleyse nereye kaybolmuşlardı* birazcık etrafıma bakındım ancak bu kat bomboştu. Sanırım daha buraya gelememişlerdi. Zaten sarayı koruyan askerlerin olduğu düşünülürse buraya gelmeleri zamanlarını alacaktı. Sanırım benim kapımdaki korumalar da onlara destek için gitmişti. Aklıma başka bir açıklama gelmiyordu. Bende daha fazla oyalanmadan hızla ilerlemeye başladım. Merdivenleri olabildiğince çabuk adımlayarak aşağıya indiğimde, önümdeki karmaşa yüzünden duraklamak zorunda kaldım. Herkes bir yerlere koşturuyor, bazıları da dövüşüyordu. İlk hedefim abimi korumaktı. Babam bunun için beni defalarca uyarmıştı ama tanrı aşkına beni odama kapatırken tam olarak ne düşünüyordu. Abimin nerede olduğuna dair en ufak bir fikrim yoktu. Saklanmış olabilirdi ya da babam onu korumak için herhangi bir yere götürmüş olabilirdi. O an aklıma bunu neden bilmediğim geldi. Böyle durumlar olması her zaman beklenen bir şeydi. Hatta bana eğitim vermelerinin sebebi de buydu. O zaman neden böyle bir durumda bana ne yapmam gerektiği söylenmemişti. Kafamı hızlıca iki yana sallayarak odaklanmaya çalıştım. Bu tarz soruları düşünmeyi bir an önce bıraksam çok daha iyi olacaktı. O yüzden neler yapabileceğimi gözden geçirdim. Şu an abimi aramam saçma ve zaman kaybı olurdu. Babamı aramaya zaten gerek yoktu, o her zaman kendi başının çaresine bakardı. Annem... işte bunu bilmiyordum. Şimdilik planım sarayı koruyan korumalara yardım etmekti, o sırada da annemi bulmalıydım. Hızlıca ilerlerken önümde dövüşen ve zor durumda olan birini gördüğümde onun yanına ilerledim. Saldıran taraftaki kişilerden biri askerimizin üzerine çıkmış onu boğmak üzereydi. İlerleyip adamın sırtına tekme geçirdim. Böyle bir darbe beklemeyen adam afallayarak yana doğru yuvarlandı. Göz ucuyla askere baktığımda sık nefesler alarak doğrulmaya çalıştığını gördüm. Biraz önce sırtına tekme geçirdiğim adam bu sefer de benim üzerime geliyordu. Derin bir nefes aldım ve onu beklemeden ben ona hamle yaptım. Vücudum ona nazaran çok güçlü değildi bu yüzden stratejik gitmeye karar verdim. Adamın yüzüne vuracakken yön değiştirip bacağına tekme attım. Onun darbesinden korunmak için de tekmeyi atar atmaz yere eğilmiştim. Hareketim yüzünden yumruğu boşa giden adam, tekme yüzünden de hafiften eğilmek zorunda kaldı. Bunu fırsata çevirip yüzüne rahatça yumruğumu geçirdim. Umarım benim canım yandığı kadar onun da canı yanmıştır yoksa bir hiç uğruna elimi kaybetmiş olacaktım. Adam yumrukla beraber yere yığıldığında sağlam vurduğumu düşündüm. Tam arkamı dönecekken az kalsın bir yumruk da ben yiyordum fakat az önce kurtardığım asker bana gelen yumruğu ustalıkla engelleyerek, “Buradan uzaklaşıp saklanın hemen.” diyerek adamla mücadele etmeye başladı. Ne yani öylece oturmamı mı bekliyordu* eğer öyle düşünüyorsa da yanılıyordu. Ben o kadar eğitimi boşuna almamıştım. En azından bir işe yaramalıydım. Diğerleri ne durumda diye bakmak için bir tur etrafımda döndüm. Şimdiden her yer kan gölüne dönmüştü. Yerde baygın yatanlar, yardım arayanlar... herkes birbirine karışmıştı. Artık bizim askerlerimizi bile doğru düzgün ayırt edemiyordum. Onlar için elimden bir şey gelmiyordu. Halk... ya onlar ne durumdaydı. Bu bir savaş değildi. Kafamda yeni oturan şeyler vardı sanki. Bu bir baskındı, isyandı. Tek taraflıydı... kendimizi savunmaya çalışıyorduk ama yeterli değildik. Eğer düşündüğüm gibi bu bir baskınsa asıl işleri buradaydı. Ama yine de sadece bir düşünceye tutunamazdım. Halk da tehlike de olmalıydı. Çaresizlik hissi şimdiden etrafımı sarmıştı. Hayır, böyle olmamalıydı. Omuzlarımı dikleştirdim. Kendimi koruyarak ana salondan çıkmaya çalıştım. Bir yandan da zor durumda olan kişilere yardım etmeye çalışıyordum. Bu sırada yüzüme yumruk yemiştim ama umursamadım. Bu benim ilk gerçek dövüşümdü. Yine de gayet iyi iş çıkarıyor gibiydim. Salondan çıkar çıkmaz babamla annemin odasına gitmeye karar verdim. Koşarak sarayın en arka tarafında kalan odaya merdivenlerden çıkmaya başladım. Kapıyı adeta kırarcasına açıp odayı kontrol ettiğimde beklediğim gibi kimse yoktu. Kimsenin olmayacağını tahmin etmiştim çünkü burası baskın sırasında bakılacak ilk yerlerden biriydi. Yine de emin olmalıydım. Moralimi bozmayarak bulduğum her yeri karıştırmaya başladım. Burası babamın odasıydı. Önemli bir şeyler bulabilirdim belki de. Ne aradığımı bile bilmeme rağmen... Arayışlarım sonunda bulabildiğim tek şey özel yapım ok setiydi. Ve şu an ihtiyacım olan şeylerden biri buydu. Yakın dövüş sırasında kullanamasam da işime yarayacağına emindim. Bu yüzden kaptığım gibi sırtıma geçirdim ve odayı terk etmek zorunda kaldım. Burada bakabileceğim başka bir yer yoktu. Sarayda onlarca gizli geçit ve oda vardı fakat ben hiçbirini bilmiyordum. Onlardan birisini kullanarak kaçmış olma ihtimalleri çok yüksekti. Beni arkalarında bırakarak gitme ihtimalleri kalbimde büyük bir sancıya yol açtı. Yok saydım... o an ne gerekiyorsa onu yapmış olmalılardı. En azından ben bu durumdayken böyle düşünüp kaçtıklarına kendimi inandırmalıydım. Tekrar salona geldiğimde sadece bir bakış atıp ön kapıya yöneldim. Burada bir yararım yoktu. Zaten askerlerimiz ellerinden geleni yapıyordu. Burada dolaşmaya devam edersem beni de korumaya çalışacaklardı. Onlara sadece ayak bağı olurdum. Hem halka karşı da bir saldırı düzenlendi mi bilmiyordum. Onları da kontrol etmem gerekiyordu. Belki orada daha çok yararım olur diye düşündüm. Diğer aile fertleri zaten ortalıkta yoktu. Terlemiştim. Elbise koşarken sürekli ayaklarıma takılıyordu. Şimdiden elbiseyi çıkarmayarak hata yapıp yapmadığımı düşünüyordum. Yine de aldırmamaya çalışarak ön kapıya doğru koşmaya devam ettim. Elimden geldiğince hızlı koşmaya... Ana salondan çıkan koridor boyunca ilerlediğinizde çıkışa ulaşıyordunuz. Fakat sanki yol ben koştukça daha da uzuyor gibiydi. Tuhaf bir hissiyata kapıldım, kulağımda bir ses çınladı. İşte o an arkamı dönme gafletinde bulundum. Ana salonun kapıları sonuna kadar açıktı. İçeride onlarca belki de yüzlerce insan vardı ama benim bakışlarım sadece iki kişiye kenetlenmişti. Babam ve annem... ikisi de kanlar içindeydi annem yere yığılmış, babam da onun başına eğilmişti. Annemin gözleri kapalıydı, babamın başından ve kolundan kanlar akıyordu. O an sanki anlaşmışız gibi babamın bakışları da beni buldu. Her şey donmuştu, bedenimi hissetmiyordum. Baskıncılardan biri elindeki bıçağı babamın göğsüne geçirdi. Dizlerin titredi, bedenim uyuşmaya başladı. Babamın gözünden bir damla yaş süzüldü. Yere yığılmadan önce bana bakarak son kez gülümsedi. Hayır, babam bana gülümsemezdi. Yanlış görmüş olmalıydım. Gözlerimi ovuşturdum. Tekrar etrafıma baktım ama gözlerim çok geçmeden hedefini tekrar bulmuştu. Benim yenilmez, sert görünüşlü babam gözlerimin önünde ufaldı sanki. Bir babanın kızına ilk defa gülümsemesi ölümün kollarında olmamalıydı, bir babanın gülümsememesi kızına ölümü getirmemeliydi... İçimde bir şeyler hareket etti, vücudum gerildi. Yanlarına gitmek istiyordum, onlara yardım etmek...olmadı. Ne işleri vardı orada* kaçmış olmaları gerekiyordu. Haykırmak istedim. Ne işiniz var orada, neden kaçmadınız, nasıl yaralandınız* açın gözlerinizi bir şeyiniz yok demek istedim. Gözümden aynı babam gibi bir damla yaş düştü. Ne daha fazlası ne daha azı... Hala yaşananların şokunu atlamamıştım ki biri beni yakaladı. Arkamdan beni yakalayana kadar hiçbir şeyin farkında değildim. Gerçi nasıl fark edecektim ki... kocaman bir yenilmişlik çöktü üzerime. Bu kadar mı, dedim içimden. Her şey bu kadar mıydı* beni tutan adama direnememiştim bile. “Bir kişi bile olsa işimize yarar.” diyordu. Sesi kulaklarıma çk uzaktan geliyordu sanki. “Ortalıkta bu şekilde dolaşmamalıydın küçük prenses.” Sözlerine odaklanamıyordum. O an için ne dediği umurumda bile değildi. O an sadece ruhumda kopan sessiz kıyametlerin güçlü seslerini duyuyordum... yakarıyordu içimdeki her zerre. Annem ve babam... ikisi de gözlerimin önünde ölmüştü. Öylece yitip gitmişlerdi. Abim ortada yoktu, belki de kaçırılmıştı. Askerler daha fazla dayanamazdı. Neredeyse herkes ölmüştü. Halkın ne durumda olduğu belli bile değildi. Ya ben... saray halkından geriye sadece ben kalmıştım. Ben... ben daha küçüktüm. O an daha da ufaldım kendi içimde. O kadar ufaldım ki beş yaşındaki küçük çocuk sızdı hatıralarıma. O küçük kız koşturarak babasının yanına gelmişti. “Baba.” demişti. “Bir gün beni bırakıp gider misiniz*” O küçük kız yalnızlıktan çok korkuyordu o zamanlar. Babası yavaşça kızın omzunu okşadı. “Eğer bir gün yalnız kalırsan, kimsesiz...o zaman kendi ayakların üzerinde durup yoluna devam et. Buna biz de dahiliz. Ben sana sadece acı gerçekleri söyleyebilirim. Böyle yetiştirildim. Herkes sadece kendisi için yaşar. Sadece kendini düşün.” Küçük kız sözler üzerine kırıldı. Bilmiyordu ki daha çok kırılacaktı... “Ama ben sizin için de yaşarım. Azıcık büyüyeyim, hepinizi kötülüklerden korurum. O zaman hep birlikte kalabiliriz.” Adam kafasını iki yana salladı. “Hayır, sende büyüyünce anlayacaksın ki çoğu insan sadece güç için yaşar, hep daha fazlası için... işte bu yüzden sadece kendini düşün.” Ve konuşma orada sonlandı. Bir ses yankılandı sanki kafamda, sana ihtiyaçları var, dedi. Gözlerimden bir damla göz yaşı daha düştü. Benim de ihtiyacım var ama... benim de şu an ağlamaya, haykırmaya, birilerinin yardımına ihtiyacım var. Tekrar o ses, senin kimseye ihtiyacın yok. Bağırmak istedim. Nereden biliyorsun demek istedim. Ama yapmadım, yapamadım... kafamın içindeki yabancı sesle bile savaşacak gücüm yoktu o an. Beni tutan adam hareket etmediğimi fark ettiğinden dolayı sürüklemeye başlamıştı vücudumu. Böyle olmamalıydı, her şey böyle bitemezdi. Bitmemeliydi... toparlanmam gerekiyordu. Nasıl olacak bilmiyordum ama bir şeyler yapmalıydım. “Topla kendini.” diyerek adeta kendime emir verdim. Ben emirlerle büyümüş bir kızdım. Her emre itaat etmek zorundaydım, bu kendim olsam bile. Çünkü bana böyle öğretilmişti. Babam bana böyle göstermişti. Adam tepki vermeyeceğime o kadar emin olmuş durumdaydı ki bana bakmıyor, götüreceği yöne doğru bakıyordu. Vücudumdaki bıçaklardan birini çıkarmayı düşündüm ama ben ayakkabımdan bıçağı çıkarana kadar beni çoktan etkisiz hale getirmiş olurdu muhtemelen. Babamın oku da sırtımda olduğu için kullanma imkanım yoktu. Zor yoldan denemem gerektiğine karar verip, aniden ayaklarımın yerde sürüklenmesini durdurdum ve adamın kolundan sertçe çekerek kendime döndürürken aynı anda karnına dirseğimi tüm gücümü kullanmaya çalışarak geçirdim. Adam benden tepki beklemediği için hareketlerime de hazırlıksız yakalanmıştı. Darbelerim sonucu dengesini kaybedip iki büklüm oldu. Bunu fırsat bilip, gram acımadan ayağımı kaldırıp suratına tekmemi geçirdim. Adam yere yığıldığında ağzından kan geliyordu fakat darbelerimden beklediğimden daha az etkilenmiş gibiydi. İşimi garantiye almak için sırtımdaki yayı çıkarıp sert kısmını adamın kafasına geçirdim. Bu sefer de kafasından kan gelmeye başlamıştı. Öncekilere nazaran bu hareketimden daha çok etkilenmiş gibiydi. Yerden kalkmak için hamle yapmaya çalışsa da daha fazla dayanmayıp olduğu yere yığıldı. Sarayın büyük kapılarına kadar sürüklemişti beni. Nereye gitmem gerektiğini düşündüm. Bugün bunu kim bilir kaçıncı kez düşünüyordum. İki seçeneğim vardı. Ya şehre inip halkı kontrol edecektim ya da kaçıp saklanacak sonrasında ne yapmam gerektiğine karar verecektim. Bana doğru koşan birini hissettiğimde aniden savunma pozisyonu alarak arkamı döndüm. Bu hizmetkardı... “Şimdiye kadar neredeydin*” onun da yüzü gözü kan, ter içinde kalmıştı. “Ben...ben...” soluksuz kalmıştı. Şu an çok göz önündeydik. Baskıncıların hepsi, eğer burada gözcü bırakmadılarsa, ki bıraktıklarını düşünüyordum, içeride olduğu için şu an kimse yoktu. Ama her an birine gözükebilirdik. Çok yorulmuştum. Gerçek anlamda hem fiziksel hem de ruhsal olarak yaklaşık olarak son bir iki saat beni yormuştu. Hizmetkarı kolundan tutup ormanlık alana doğru çekiştirmeye başladım. Onlarda oradan gelmişti, yakalanma ihtimalimiz çok yüksekti fakat başka gizlenebileceğimiz bir yer yoktu. Zaten her her çevrelenmişti. Ağaçlık alanlardan birine saklandığımızda hizmetkara döndüm. Şu an kutsal hayvanların yerini işgal ediyorduk. Acile bu düşünceyi kafamdan atmam lazımdı. Odaklanmam gereken çok fazla şey vardı. “Şimdi sakinleş ve bana her şeyi tek kelime bile atlamadan anlat.” Bir süre sessiz kaldıktan sonra onu iteklememle konuşmaya başladı. “Bilmiyorum, kimse bilmiyordu. Bir anda ortaya çıktılar. Buraya kadar nasıl sorunsuz geldiler bilmiyorum. Kralımız fark eder etmez ilk olarak abinizi korumak için onun yanına gitti. Kraliçeyi göremedim bile.” Yutkunamadım... konuşamadım da... sadece devam etmesini belli eden bir şekilde kafamı salladım. O da devam etti. “Sonrası zaten malum. Çok kalabalıklardı. Askerlerimiz yetmedi. Ama bence bunda bir tuhaflık var. Sizde bilirsiniz en kuvvetli ordulardan birine sahibiz. Fakat bu sabah yarısı halkı korumak için görevlendirilerek gitti. O yüzden asker sayımız azdı. Normalde saray çok daha fazla askerle korunurdu.” “Sana tuhaf gelen ne*” diye sordum. Ona soruyordum ama askerlerin halkı korumak için gönderilmesi de çok garipti. Zaten halkı korumakla görevli belli bir birlik her zaman oradaydı. Ayrıca babam bugün baskın düzenleneceğini daha önce tahmin etmişti. Buna rağmen neden sarayı koruması gereken askerleri de halkın yanına göndermişti* İkimiz de kısık seste konuşuyorduk. Ayrıca burada uzun süre kalamazdık. Öğrenmem gerekenleri öğrenip harekete geçmeliydim. Hizmetkara baktığımda biraz çekindiği ya da söylemek istemediği şeyler vardı sanki. Omzunu dürtükledim. “E, halkı korumak için daha önce de asker gönderilmişti. Ayrıyeten böyle durumlarda nereye baskın düzenlenmişse diğer yerden destek istenirdi. Bu sefer böyle bir durum olmadı.” İşte burada da karşımıza büyük bir soru işareti çıkıyordu. Etrafıma göz gezdirdim. “Daha fazla burada kalamayız. Bana ne yapmam gerektiğini söyle.” Dediğim şeye şaşırmış gibi duruyordu. “Ama sizin emir vermeniz gerekir. Ben size emir veremem.” “İnkar etmeye gerek yok. Sen benden daha büyüksün, daha bilgilisin. Böyle durumlarda ne yapmam gerektiğini az çok bilebilirsin. Bunu emir vermek olarak düşünme çünkü emirleri hala ben veriyorum. Senden tek istediğim öneri ya da nasihat. Bir yol göster bana.” Yüz hatları yumuşadı, “Kaç.” dedi. Kısa ve net. “Şu an yapabileceğin bir şey yok. Kendi başına altından kalkamazsın. Herkes bir yere dağılmış durumda. Bu baskının neden yapıldığını az çok sende tahmin edebilirsin.” çok da tahminlik bir şey yoktu aslında. Her şey gayet açıktı. Bu yüzden başımı salladım. O da bu sessiz onaylamanın ardından devam etti. “Abini yakaladılar mı bilmiyorum. Tek bildiğim ise onu yakalayamasalar bile seni yakalamak isteyeceklerdir. Seni yakalamaları demek ellerinde koz olduğu anlamına gelir. O yüzden önce kendini kurtar ki, halkını ve aileni koruyabilesin.” aile kelimesini duyduğumda tüylerim diken diken olmuştu. Daha yaslarını tutmaya bile vakit bulamamıştım... ama demek istediğini anlamıştım. Halkı korumak için önce kendimi güvence altına almam lazımdı. Ayrıca babam o kadar askeri boşuna halkın yanına göndermiş olamazdı öyle değil mi* onlar güvende olmalıydı. Yani umarım güvendeydiler... “Nereden ve nasıl kaçmam gerektiği hakkında da bir fikrin var mı*” Olumsuz anlamda kafasını salladı. “Uzaklara.” dedi. “Çok uzaklara. Ama geri dönmeyi sakın unutma. Senin bir halkın ve sorumlulukların var.” ailemin öldüğünü biliyordu. Bunu biliyordu fakat ağzına dahi almamış sadece yardımcı olmaya çalışmıştı. Bu tarif edilemez bir şeydi... Cevap vermek üzereydim ki, sesler duymaya başladım. Aynı şeyi hizmetkar da duymuş olmalıydı çünkü sessiz ol işareti yapmıştı. “Kaç, ormana kaç. Şu an en iyi seçenek bu. Kutsal hayvanlara saygı duy ve zararın olmadığını belli et. Eğer seni görürlerse onları oyalamaya çalışacağım, dikkatli ol.” o an sarılmak istedim. Anlamış olmalı ki ellerimi avuçlarının arasına alıp okşadı. “Güçlüsün, bunu unutma.” dedi ve ellerini çekerek gitmeme müsaade etti. Dediği gibi olmasa bile öyleymiş gibi hissettim o an. Sessizce çömeldiğim yerden kalktım ve yavaş hareketlerle ormanın içinde ilerlemeye başladım. Her an hayvanlar çıkıp üzerime atlayacak gibi geliyordu. Henüz bir hayvanla bağ kuramamıştım. Bu yüzden içlerinden bana yardım edebilecek biri de yoktu. Ve sonunda başıma gelenler yüzünden unuttuğum yağmur, kendini hatırlatırcasına damlalarını tenime doğru düşürmeye başladı. Bu kadar uzun süre yağmasını geçtim, yağması bile normal değildi. Gerçi düşününce bugün gerçekleşen ne normaldi ki* İlerledim, ilerledim ve ilerledim. Nereye gittiğimi bilmeden, ne yapacağımı bilmeden... bir yer olmalıydı, bir çıkış yolu. Gidebileceğim herhangi bir yer. Baskıncıları atlattığımı düşündüm. Çünkü çok uzun zamandır hafif koşar adımlarla yürüyordum. Önüme ne bir hayvan ne de baskıncı çıkmıştı. En sonunda sadece okuduğum kitaplardan bildiğim o yere ulaştım. Ormanın kalbi... geniş bir açıklıktı. Sadece bu kısımda ağaç yoktu. Alanın etrafı yine yeşilliklerle doluydu. Orman başlı başına büyüleyiciydi fakat benim bu büyüye kapılma gibi bir lüksüm yoktu. İşte o an bir ses duydum. Sesler... hayır, şimdi değil. Olmamalıydı, daha yapmam gerekenler var. Bu hayatın bana oyunuydu. Bugün kader ağlarını benim üzerime örmüştü. Ne abimin ne babamın ne de annemin. Sadece ben... bugün seçimlerimin günüydü. Ağaçların arasından bir bir saraya saldıran adamlar çıktı. Her yerlerini siyahlar ile kaplamışlardı. Sadece gözleri gözüküyordu. İçlerinden biri, “Hakkını yemek istemem bugün iyi iş çıkardın prenses. Seni bulmakta biraz zorlandık. Ama çok az.” diyerek baş ve işaret parmağını birbirine yaklaştırarak boyutunu gösterdi. Tam karşımda duruyordu. “Böyle göründüğüne bakma, sende sıkıntı yok. Biz çok iyiyiz.” bunu söylerken güldüğü belli olacak şekilde gözleri kısılmıştı. Omuzlarım kendiliğinden dikleşerek savunma pozisyonu almıştı. “O kadar iyisiniz ki sarayda adamlarınız benim tarafımdan bir güzel dövüldü. En son bir tanesi girişte baygın halde yatıyordu. Karşılaştınız mı* lakin durumu pek iyi gözükmüyordu.” yüz ifadem alaycıydı. Ne kadar zayıf olursan ol, bunu dışarıya gösterme. Ne kadar korkaksan o kadar cesur gözük. Ne kadar güçsüzsen o kadar güçlü dur. Asla düşmanına zayıflığını gösterme. Çünkü bir avcı avını en zayıf olduğu anda yakalar. “Yine o kadar iyisiniz ki kaçmama son anda müdahale edebiliyorsunuz. Gerçi hala engel olmuş sayılmazsınız öyle değil mi*” diyerek meydan okudum. Aslında şu an kaçmaya kalksam da de nereye kaçabileceğimi bilmiyordum orası ayrı. Ama yine de önlerinde boyun eğmeyecektim. Beni yakalasalar bile kendi gururumu ayaklar altına alarak değil, elimden geldiğince mücadele ettikten sonra boyundurukları altına girecektim. Ben bir savaşçıydım. Öyle yetiştirilmiştim ve bunun hakkını vermeliydim. En azından bunu yapabilmeliydim. Üzerimdeki elbiseyi çıkarmamak zaman geçtikçe beni daha çok pişman etmişti. Yanlış düşünmüştüm. Zayıf gözükmek istemiyordum, beni öyle sanmalarını da... Bazı kişiler vardır. Ne kadar güçlü olsa da bunu anlamazlar. Bazı kişiler vardır kendilerine güçlü olduklarına inandırarak ömürlerini tüketirler... kız o an bilmiyordu. Ne kadar güçlü olduğunu fakat bir şeyleri bilmeyen yalnızca o değildi... Adamların biraz önceki alaycı hali kayboldu. Yine de beni küçümsemeye devam ediyorlardı. “Buradan kurtulabileceğini sana düşündüren nedir* eğer acıyıp seni bırakacağımızı düşünüyorsan yanılıyorsun.” Bir konu da yetenekliysem bu da rol yapmaktı sanırım şu an fark ediyordum. “Acımak mı*” kısa bir an duraklayıp gülümsedim. “Sizce acınacak durumda olan ben miyim* kibar bir prensesin karşısına utanmasanız ordu ile çıkacaksınız. Bu kadar çok mu korktunuz*” yalandan dudaklarımı büzdüm. Şu an kesinlikle belamı arıyordum, başka açıklaması olamazdı. Ne kadar belli etmesem de bu böyle devam etmezdi. Hemen bir kaçış yolu bulmalıydım. Sırtımda duran yayı belli etmeden kolumla yokladım. İyi olduğum bir şeyler olması sevindiriciydi. Demin konuşan adam yerine sözü bu sefer başkası aldı. “Sınırlarını zorluyorsun. Pısırık olmaman güzel ama ileri gitmeyi istemezsin bence.” O konuşurken benim dikkatimi çoktan başka bir şey çekmişti. Geçen gördüğüm kedi. Yine delici gözleri ile beni izliyordu. Çalılıkların arasına saklandığı için sadece gözleri gözüküyordu ama yine de tanımıştım onu. O kırmızı gözleri unutmam mümkün değildi. Sakın unutma onlara saygılı davranmalısın diye geçirdim içimden. Zararsız olduğunu belli et. Onların bölgesindesin, adımlarını ona göre at ve sakin ol. Adamları takmayarak karşımda beni izleyen kediye bakıyordum. Büyük ihtimalle tuhaf davranışım yüzünden ya da nereye baktığımı çözmek için hareket etmeden beni izliyorlardı. Gerçekten kediyi göremiyorlar mıydı* bu işime gelirdi. Elbisemin eteklerini tuttum ve planımın gerçekleşmesini dileyerek saygıyla selam verip önünde eğildim. Ve tam o anda iki şey oldu... selamladığım kediye tam sağ tarafımdaki adamı göstererek benim için onu halletmesini istedim. Kutsal hayvanlar zihin okuyabilirdi. Bunu biliyordum ama aynı zamanda onlar emir almazdı. Sadece küçük bir risk aldım. Küçüklüğü tartışılırdı... Beklemediğim bir şekilde aklımdan geçirdiğim an kedi tam da dediğim gibi sağ tarafımdaki adamın üzerine atladı. Adam onunla boğuşmaya başladığında diğerleri daha ne olduğunu anlayamamıştı. Bunu fırsat bilip yayımı çektiğim gibi sol tarafımda kalan iki adamı da iyi birer nişanla ben yere serdim. Ve hiç beklemeden hızla koşmaya başladım. Koşarken tekrar yayı sırtıma geçirip eteklerimi toplayarak daha rahat hareket etmeye çalıştım. Kedi sayesinde sadece üç kişiyi halledebilmiştim. Doğru saydıysam geriye kalan yedi kişi peşimden geliyordu. Onların da yayları vardı fakat koşarken isabetli atış yapmak onlar için hiç de kolay gözükmüyordu. O kadar çok koşmuştum ki ciğerlerim artık iflas etmek üzereydi. Sanki bacaklarımdaki kaslar yırtılıyordu. Koştuğum her saniye canım daha da çok yanıyordu. Arkamdan adım sesleri iyice yükseldi. Git gide yavaşlıyordum, elimde değildi. Artık pes edecek raddeye geldiğimde, benim pes etmeme gerek kalmadı çünkü karşıma kocaman bir uçurum çıktı. Zorlukla kendimi durduğumda soluklanmaya başladım. Tuzlu su kokusu artık ciğerlerime nüfus ediyordu. Bu aklıma kötü bir rüyanın sinsice sızmasına neden oldu. Uçuruma ve altındaki suya baktığımda aklımdan hiç de iyi şeyler geçmiyordu. Umarım düşündüğüm şey olmazdı. Bu düşünceyi defetmek ister gibi kafamı iki yana salladım. Sakinleştikten sonra arkama döndüğümde benimkine benzer bir sahne gördüm. Onlar da nefessiz kalmış soluklanmaya çalışıyorlardı. Onların maskesi olduğu için nefese benden daha çok ihtiyaçları var gibi duruyordu. Birisi kafasını kaldırıp bana baktığında, arkamı gösterdi. “Sona geldik sanırım. Bence bizi bu kadar uğraştırmana gerek yoktu. Ne dersin* teslim oluyor musun*” sözlerini üzerine peşimden gelenler yaylarını gererek bana doğru çevirdiler. Ben ne mi derim* ben sözlerimin arkasında dururum. Bugün kader ağlarını benim üzerime ördü. Hayatımı değiştirmek üzere bana büyük bir oyun oynadı. Bugün seçimlerimin beni nereye getireceğini göreceğimiz gün. Bugün benim hayatımız dönüm noktası. Bunu çok net hissediyordum. Ve bazen sadece hissetmek yeterlidir. Bir anda gülmeye başladım. Nedenini bilmeden. Ağzımdan peşi sıra dökülüverdi kahkahalar. Güldüm... kahkahalarla. Delirmiş gibi, çıldırmış gibi. Karşımdaki adamların hepsi suratıma sorgularcasına bakıyordu, ben ise sadece gülüyordum. Onların bu hali beni daha çok güldürdü. İçten değildi bu kahkahaların hiçbiri. Zorlama gibi çıkıyordu ağzımdan ama neden bilinmez kesmiyordum da bu saçmalığı. Bazen her şeyi boş verip gülmek gerek bende öyle yapıyordum sanırım. Tek sıkıntı bu metofor için yanlış zaman gibi duruyordu. Kendi kendime omuz silktim. Bir an için akıl sağlığımdan şüphe ettim. “Son mu*” dedim soluklanmak için gülmeyi kestiğim sırada. Kafamı olumsuz anlamda salladım. “Son diye bir şey yoktur. Hele benim için hayır. Ben daha sona yaklaşmadım bile.” Neye güvenerek bu kelimeler ağzımdan çıkıyordu bilmiyorum. Kendi ruh halime ben bile şaşırmaya başlamıştım. İçimde başka biri daha vardı sanki. Onlar da ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Umurumda bile değildi. İki seçeneğim vardı. Bazılarına göre seçeneğim yoktu ama ben kendime iki seçenek yarattım. Bezen kendi seçeneklerimizi kendimiz yaratmamız gerekirdi. Gözlerim odak noktasını adamlardan çekip farklı bir yere baktı. Kedi... köşede durmuş beni izliyordu. Fakat bu sefer o delici bakışlar yoktu üzerinde. Daha çok sorgular gibi bakıyordu sanki. Hala aklımdan geçenleri okuyor muydu acaba* Kararımı verdim. Ben değil miydim o rüyayı ilk başta kabus diye nitelendiren, ben değil miydim o rüyayı yaşamak istemeyen, korkan. Sakince bir adım geri attım. Ben kimdim gerçekten* şu an burada kendimle yüzleşiyordum sanki. Böyle bir anda. Tüm yaşananlar gözlerimden tek tek geçti. Sanki kafamdaki düğümler sihirli bir şekilde çözülecekti. Ben sihre inanıyor muydum ki* ben sihre değil, insanlara inanırım. En büyük sihrin insanın özündeki sihir olduğuna. Benim özümdeki sihir neredeydi* ben geçekte kimdim de bu gece ne olursa olsun burada yalnız başıma dikilip bir şeylerin kararını vermek zorunda kalıyordum. Adamlar artık birbirlerine ne yapacaklarını sorarcasına bakıyordu. Kediye gülümsedim ve içimden teşekkür ettim. Bugün seçimlerimin günüydü. Bugün ağlayamamıştım bile. Acılarımı yaşamaya bile vaktim olmamıştı ki... sırf o yüzden ağladım. Gözümden ilk gözyaşı düştü, sonra bir tane daha. Artık atacak bir adım daha yoktu. Tuzlu suyun kokusunu büyük bir nefesle içime çektim. Boşluğa doğru bir adım attım ve hiç düşünmeden kendimi geriye bıraktım... Bu bir intihar değildi. Ben ölmek için atlamadım, ben yaşamak için atladım. Daha çok nefes almak, daha çok hissetmek için, rüzgarı hissettim. Saçlarımın ve elbisemin uçuşmasını, gökyüzünün sonsuz karanlığını... ben o an her şeyi hissettim ve gördüm. Doğayı, suyu, ateşi, hayvanları ve daha onlarcasını... o kedi ben atlamadan önce bana gülümsedi ve selam verdi. Bunu da gördüm. Ve ben o an hiç hissetmediğim kadar özgür hissettim. Sanki o an tüm algılarım açılmış gibiydi. Bu çok... kelimelerle anlatamayacağım kadar olağanüstü bir şeydi. Göz yaşları yanaklarımdan süzülürken bu sefer mutsuzluktan değildi. Ailemi kaybetmenin verdiği acı kendini hissizliğe bırakmıştı. Sadece birikmiş göz yaşları kendilerine kaçış yolu arıyordu o kadar. Yoksa ben ağlamazdım... sanırım ağlamakta yasaktı bana. Neden diye düşündüm bir an. Yıllarca insan dışı bir varlık gibi yetiştirildim. Neden dedim içimden. Süzüldüm, süzüldüm ve süzüldüm... sonunda kokusunu en derinden hissettiğim denizin tadına bakma fırsatı yakaladım. Artık kokusu değil, kadifemsi pürüzsüzlüğünü hissediyordum. Göz yaşlarımdan biri deniz suyuna karıştığında adeta onunla bir bütün oldum. O göz yaşı büyüdü, denizle karıştı ve bana kalkan oldu. Hayal kuruyor olmalıydım öyle değil mi* gülümsedim. Ve uzun zaman sonra beklediğim o deliksiz uykuya kendimi bıraktım. Ait olduğum yerin huzuru şimdiden benliğimi ele geçirmişti...
Seçimler yapıldı, kararlar verildi. Deniz, kızı kabullendi ve içine aldı. Artık herkesin kaderi baştan çiziliyor. Gerçekler ortaya çıkıyor ve hüznü beraberinde getiriyor. Gerçekler midir bu kadar acı olan* yoksa yalanlar mıdır bu kadar güzel gelen*
Kararlar ne kadar zorlukla alınmış olursa olsun, bazı seçimlerin geri dönüşü yoktur. Seçimler kaderimizi belirler, kader de kızın dediği gibi ağlarını bize örer. Seçimlerin doğruluğu ise sonuçlar çekildikten sonra anlaşılır.
Peki kimi seçimi kime göre doğru* Baktığımız zaman herkesin doğrusu farklı değil midir*O zaman kızın kararları doğru mu yoksa yanılgı mı* Kız o an hiçbir şeyin farkında değildi fakat öğrenmek istemediği her gerçeği vakti geldiğinde bedelini ödemek koşulu ile öğrenecekti...
|
0% |