@secilyl
|
Bölüm 4 Ay Krallığı
Koşuyorum, nereye gittiğimi bilmeden. Sadece yolumu bulmak istiyorum, ait olduğum yeri... fakat orası neresi* Büyük bir ormana açılıyor yolum. Burası da neresi* bu tanıdık his de ne* siyah bir perde iniyor gözlerime. Bu sefer daha farklı bir yerdeyim. Deniz... kocaman dalgalar adeta birbirini kovalarcasına yarış yaparken korkuyorum ama bu gereksiz. Onlar bana zarar vermez. Sonra bunu düşünüyorum. Neden bana zarar vermezler* kendimle çelişiyorum. Lakin suya güveniyorum, ormana da güveniyorum çünkü o da bana zarar vermez... Daha sonra gözlerime ikinci bir perde iniyor. Gözlerimi açıp nerede olduğumu anlamaya çalışıyorum fakat anlayamıyorum. Gözlerimdeki bulanıklık görüşümü engellerken görme yetimin de git gide kaybolduğunun farkına varıyorum. Bir şeyler hissediyorum, yüzümdeki yanma hissi gibi... Sıçrayarak uyandığımda başımda birinin durduğunu fark ettim. Hava çoktan kararmış, güneş evine çekilmişti. Neredeydim ben* Nerede olduğumu bilmesem yüzümde hissettiğim sıcaklığın nedenini artık anlayabiliyordum. Başımda dikilen adam elindeki meşale ile yüzüme yaklaşmış beni inceliyordu. Kaşlarım kendiliğinden çatılırken bir yandan da hızla ayağa kalkmaya çalışıyordum. Fakat üzerimdeki ıslaklık ve onunla birlikte gelen elbisemdeki ağırlık yüzünden bu pek mümkün olmamıştı. Kafam çok karışıktı ve olayları zihnimde birleştirmekte zorlanıyordum. Önüme baktığımda ayın yansımasını tüm ihtişamı ile karanlık denize yansımış olduğunu gördüm. Deniz sakin bir şekilde ay ışığının altında dalgalarıyla dans ediyordu sanki. Gözlerimi zorla bu manzaradan çektiğimde arka tarafıma baktım. Ormanlık alana açılıyordu. Orman... yavaştan anılar aklımda canlanmaya başlıyordu. Sanki her şeyin üzerinde yıllar geçmiş gibi hissediyordum. Sanki onları yaşayan ben değilmişim gibi. Saray, oda, baskın, kaçışım ve ailemin ölümü...hepsi birer hançer gibi saplandı kalbime. Kalbim parçalara ayrılıyordu sanki. O an şok etkisi ile hissedemediğim çoğu şey zihnimde tüm gerçekliği ile canlanıyordu şimdi. Gözlerimin dolduğunu, ellerimin titremeye başladığını hissettim. Peki uçurum* nasıl atlamıştım oradan* hiç düşünmeden, gram korku hissetmeden... son gördüklerim tek tek gözümün önüne geldi. Delirmiş gibi gülmelerim, rüya, aşağıya atlamam, o kedinin gözleri ve gözümden düşen yaşlarla birlikte suyla buluşmam. Sahi nasıl hayatta kalmıştım o atlamaya rağmen* sanki unuttuğum şeyler vardı. Beynimin içinde onları bulamayacağım bir yere saklanmış gibilerdi. Az önce gördüğüm rüyayı anımsadım. Kaşlarım tekrar çatıldı. Ne görmüştüm ki* her şey bölük pörçüktü. Kaçırdığım şeyler vardı. Ne olduklarını bilmiyordum ama önemli olduklarından emindim. Ayrıca su hakkında gördüğüm rüya... o rüyadan sonra her şey değişmişti. O rüya gerçekten de başıma gelmişti. Bir anlığına bunu kavramaya çalıştım. Sadece rastlantı olmalıydı. Fazlası olamazdı öyle değil mi* Diyarımızda kahinler vardı ama bu doğuştan gelen ve soylar boyunca ilerleyen bir durumdu. Başımı bu düşünceyi kafamdan atmak istercesine iki yana salladım. Bu mümkün değildi. Kraliyet ailesinde hiç kahin yoktu. Ayrıca kahinler geleceği görüp bunu engel olabilecekleri düşüncesi yüzünden pek hoş karşılanmıyordu. Hatta bazıları idam cezasına bile çaptırılabiliyordu. Bu yüzden onları her yerde görmek pek olası değildi. İşte tam olarak bu yüzden kafamdaki fikir tamamen saçmaydı. Bunların hepsi birer tesadüftü. Sadece tesadüf... Gözümün önünde sallanan eli görmemle birlikte tekrar ana döndüm. “İyi misin*” diyordu elin sahibi. Yavaşça kafamı ona doğru döndürdüm. Ne kadar iyi olup olmadığımı sorsa da temkini elden bırakmayıp savunma pozisyonunu almıştı. Her an onun üstüne atlayabilirmişim gibi tetikte duran bir havası vardı. Karşımdaki kumral, kıvırcık saçlı bir erkekti. Hangi krallıkta olduğumu bilmiyordum ama kendilerine özgü kıyafeti giymiş olmalıydı. Sırtında aynı bende olduğu gibi ok vardı. Oku görmemle birlikte elimle sırtımı yoklamaya çalıştım. İçinde zaten çok fazla ok bulunmayan cabe hem baskıncılara attığımdan dolayı hem de koşarken düşürdüğümden dolayı tamamen boşalmıştı. Bu benim için iyiydi. Çünkü tıpkı cabenin üzerinde olduğu gibi okların üzerinde de krallığımıza ait olduğunu belli eden küçük imzalar vardı. Bu set özel olarak babam için yapılmıştı ve birinin bulması beni direkt ele verirdi. Bu yüzden onları bizim topraklarımızda bırakmak benim için daha iyiydi. Artık tek sıkıntı sırtımdaki cabeydi. Yine de onun varlığını hissetmek beni rahatlatmıştı. Şu anlık ailemden geriye kalan tek şey oydu... “İyiyim.” diyerek sorusuna cevap verdikten sonra, yanıtlayacağı konusunda şüphelerim olsa da “Neredeyim* burası hangi krallık*” diye bende ona soru sormaktan kendimi alamadım. Adamın gözleri şüphe ile beni süzerken sorumu yanıtsız bırakmayı tercih etmişti. Onun yerine “Kimsin sen*” diyerek kendi sorusunu yöneltti. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Bildiğim tek bir şey varsa o da gerçek kimliğimden kimseye bahsetmemem gerektiğiydi. Çünkü saraya saldıran kişilerin hangi krallıktan olduğunu bilmiyordum. Şu an benim için herkes suçlu olma potansiyeline sahipti ve ben bunu göz ardı edemezdim. Tedbirli olmam ve kısa süreliğine de olsa kendime kalacak yer bulmam gerekiyordu. Sonrasında kendi krallığıma dönüp beni bekleyen sorumluluklarıma sahip çıkmam gerekiyordu. Her ne kadar nasıl yapacağımı bilmesem de... Kendimi yeni bir olay örgüsü yaratacak kadar dinç hissetmiyordum. Bu yüzden kendi başımdan geçenleri biraz daha kapalı anlatmaya karar verdim. “Ben Milena, ormanlık alanda yürüyordum ve ben düştüm...” sonra hatırlamak ister gibi biraz bekledim. İnandırıcı olmaya çalışıyordum. “Uçurumun kenarındayken ayağım takıldı kaydı sanırım emin değilim. Tek hatırladığım bunlar. Uzun süredir burada baygın yatıyor olmalıyım. Çünkü sadece düştüğümü hatırlıyorum.” Oldukça masum gözükmeye çalışıyordum. Ona ne krallığımdan ne de kim olduğumdan bahsetmiştim. İsmim hariç... Kaşlarını çattı, sanırım doğruyu söyleyip söylemediğimi ölçüyordu. Buna inanmış gibi gözükmüyordu fakat buna dair beni suçlayan bir söylemde de bulunmadı. Oysa bunu yapabilirdi. Bu yollarla krallıklara ajan gönderilmeye çalışıldığı oluyordu. Ya da insanlar kendi krallıklarından kaçıp başka krallıklara sığınmak isteyebiliyordu. Bu yüzden sınırlarda duran korumalar her ihtimale karşı tedbirli olmak zorundaydı. “Bayıldıysan suyun içinde nasıl hayatta kaldın*” beni sorguluyordu. Gerçi bu zaten beklediğim bir durumdu. Tek sorun, suyun içinde nasıl hayatta kaldığımı bende bilmiyordum. Atladığım yer oldukça yüksekti. O düşüş karşısında hayatta kalmam mucizeydi. Atladığım sırada mutlaka bir şey olmuş olmalıydı ama hatırlayamıyordum. Çoktan oturur pozisyona geçtiğim yerden zorlukla kalkmaya çalıştım. Kendimi bitkin ve yorgun hissediyordum. Bir yandan da adama cevap veriyordum. Hatırlayamıyorum, belki de yüzmüşümdür ve kıyıya yakın bayılmışımdır.” söylediklerime inanmasını ummaktan başka seçeneğim yoktu maalesef. Kalktığımda hala beni incelemeye devam ediyordu. “Yaran var mı*” Sorusu üzerine bende kendimi incelemeye başladım. Bunun nasıl mümkün olduğunu düşündüm. Sanırım artık düşünmeyi bırakmanın zamanı gelmişti çünkü ne kadar düşünürsem düşüneyim cevap bulamamakla kalmıyor aynı zamanda başıma keskin bir ağrının saplanmasına da sebep oluyordum. Adamın yüzüne bakıp kafamı iki yana salladım. “Kas ağrılarım ve bir iki çizik dışında bir şey hissetmiyorum.” Ne kadar bir şeyim olmasa da ayakta durmak benim için zordu. Ayrıca elbisem ıslak olduğu için gerçek ağılığının iki katını taşıyor gibiydim ve bu bana hiç yardımcı olmuyordu. Tüm bunları geçsem bile elbisemin altındaki pantolon ve askeri botlarımla çok da iyi durumda olduğum söylenemezdi. Fazla dikkat çektiğime emindim fakat şu an onlardan kurtulmamın bir yolu olduğu konusunda da şüpheliydim. En sonunda bunu halletmeyi sonraya bırakıp karşımdaki askerin gözlerinin içine baktım. “Hala hangi krallıkta olduğumuzu söylemedin.” sözler ağzımdan soru sorarcasına çıkmıştı. Cevap verip vermeyeceğinden emin olmasam da beklenti içinde yüzüne bakmaya devam ediyordum. “Hala sana güvendiğimi ve söylediklerine inandığımı da söylemedim.” Söylememekte haklı olduğunu biliyordum. Sonuçta buraya ajan olarak gönderilmiş ve bilgi toplamaya çalışan biri olabilirdim. Gerçi ajan olarak gönderilsem hangi krallıkta olduğumu da bilirdim ama onu sorgulayacak durumda olmadığımın farkındaydım. O yüzden şansımı zorlamamam gerektiğini anlayıp farklı bir soru yönelttim. “Peki, şimdi ne yapacağız*” “Nöbet değişimine kadar benim gözetimim altındasın. Sonrasında şüpheli olduğun için seni saraya götürüp sorguya çekeceğim.” Bir an için sorgu yöntemlerini merak ettim. Sarayda yaşadığım için kendi sorgu, daha çok işkence, yöntemleri hakkında fikrim olduğu söylenebilirdi. Tabi ki bu yöntemler sorgulanan kişiye göre değişse de kendimi ürpermekten geri alamadım. Yüzümdeki ifadeyi görünce dudağının kenarı kıvrılan asker, “Korktun mu*” dedi. Bu hoşuma gitmemişti. Çünkü korkmamı istiyordu, korkup her şeyi anlatmamı... ne kadar tavırlarına anlayış göstermeye çalışsam da kendime bu şekilde davranılması hiç hoşuma gitmemişti. Ben suçlu ya da hatalı değildim. Tam tersine mağdur olan bendim. Suçlu araması gereken de bendim. Roller değişmemeliydi. Adımlarımı zekice atmalı ve bu işin içinden bir an önce çıkmalıydım. Daha önemli işlerim hatta büyük sorumluluklarım vardı. Daha kurtarmam gereken bir krallık vardı. Her ne kadar nasıl yapacağımı bilmesem de... “Hayır, korkmam gereken bir durum mu var* yoksa yardıma muhtaç şekilde sarayınıza gelen insanlara misafirperver davranmıyor musunuz*” bunları söylerken yüzüme üzgün bir ifade kondurmuştum. O ise yine sorularımı es geçmeyi seçerek, “Sırtındaki yayı ve cabeyi çıkartıp bana ver. Sonrasında gözümün önünden bir saniye bile ayrılmayacaksın.” İşte bu olmazdı. “Okum bile yokken seni yaralayabileceğimi mi düşünüyorsun*” şu an tamamen saçmaladığımın farkındaydım ama bunların onun eline geçmesine izin veremezdim. Özellikle de üzerlerinde krallığımın izleri varken... O sırada arkadan gelen siyah silüete gözlerim kaydı. Bu nöbet değişimi yapacağı adam mıydı* önümdeki askerin söze girmesine izin vermeden arkasını işaret ettim. “Sanırım nöbet değişimi yapacağın kişi geliyor.” Sözlerim üzerine arkasına dönerek kimin geldiğini anlamaya çalıştı. Ben ise o sırada vakit kazanmaya çalışıyordum sadece. Bir an önce üzerimdekilerden kurtulmam gerekiyordu. Az önceki silüete tekrar baktığımda adamın iyice yaklaştığını ve yüz hatlarını seçebildiğimi fark ettim. Kahretsin, ne yapacaktım* “Dostum seni görmeyeli uzun zaman oldu.” gelen kişi önümdeki adama seslendiğinde onun formasının askerinkinden farklı olduğunu fark ettim. Gözleri arada bana kaysa da bunu uzun tutmadan hemen gözlerini çekmişti. Ellerimin ısındığını fark ettim. Yaptığım şey tehlikeli olsa da o an sadece bu durumdan kurtulmak vardı aklımda. İkisinin de bana bakmadığına emin olduğumda, elimdeki ışık huzmesini ilerdeki kayalıklara gönderdim. Maalesef ki yapılan büyünün yönünü değiştirme konusunda yeterince iyi değildim. Yine de büyünün benden çıktığını hatta bunun büyü sonucu olduğunu bile anlayacaklarını sanmıyordum. Çünkü büyü saray halkına özgüydü. Ve ben şu an pek de saray halkından gibi gözükmüyordum. Kayalıklarda oluşan patlama sonucunda çıkan sesten dolayı ikisi de kafalarını oraya doğru çevirdiklerinde yeni gelen adam askere, “Git orayı kontrol et. Nöbet değişimi için Cristian geliyor. O sırada buradaki küçük ajanı saraya ben götürebilirim.” Hayır, hayır. Amacım bu değildi. İkisinin de gitmesi gerekiyordu. Her şeyi iyice berbat ettiğimi düşünürken asker seri adımlarla uzaktaki kayalıklara doğru gitmeye başladı. Önümde yeterince uzun ve yapılı duran adamla baş başa kaldığımda ne yapacağımı iyice şaşırdım. “Neyden kurtulmak istiyorsan bir an önce kurtulsan iyi olur çünkü yaklaşık iki dakika içinde nöbet değişimi için gelen asker burada olacak.” Ne* ya kulaklarım yanlış duymuştu ya da bu adam bana yardım etmeye çalışıyordu. Önümdeki asker onu onaylayarak kayalıklara doğru giderken kısa süreli şoku atlatmam üzerine bunun sebebini aramayı sonraya bırakarak hızla diğer tarafa doğru ilerlemeye başladım. Adam peşimden gelmek yerine aynı yerinde dikiliyordu. Adımlarım gittikçe hızlanarak koşma seviyesine geldiğimde ormanlık alana çoktan dalmış üzerimdeki saklayabileceğim bir yer arıyordum. Telaştan elim ayağıma dolaşsa da hızla sırtımdaki cabeyi çıkararak hafif oyuntu şeklinde bulduğum iki ağacın arasına koydum. Beklemeden elbisemin altındaki pantolonu ve askeri botları da çıkardım. Sarayda sorgu sırasında bunları açıklaması da benim için zor olabilirdi. Tek tereddüt ettiğim kısım bıçaklarımı bırakma hususu olsa da onları yanıma alma gibi bir şansım olduğunu sanmıyordum. Onları da kalın gövdeli ağaçların arasına sıkıştırdıktan sonra önünü çalılar ve birkaç odun parçası ile iyice kapattıktan sonra geldiğim hızla geri dönmeye başladım. Adamın bana neden yardım ettiğini hala sorgulasam da şu an için tek yapabileceğim iyi niyetli olmasını ummaktı. Eski yerime tekrar vardığımda nefeslerimi düzene sokmaya çalışıyordum. Formda bir vücuda sahip de olsam adrenalin yüzünden nefeslerim sıklaşmıştı. Kayalıklara bakmak için giden asker hala dönmemişti. Önümdeki iri yarı adam ise beni süzmekle meşguldü. En sonunda harekete geçip yavaşça kulağıma doğru eğildiğinde kendimi savunma iç güdüsü ile geri çekilmiştim. Fakat bu onu engellemek yerine daha fazla yaklaşmasına sebep olmuştu. “Seni tanıyorum.” Sadece iki kelime fısıldadı kulağıma ve bu iki kelime bile kaskatı kesilmeme sebep olmuştu. Tüylerim diken diken olmuş vücuduma kısa çaplı şok dalgası yayılmıştı. Beni... tanıyor muydu* ama nasıl* zihnimden bir sürü sima geçti ama ben onu tanımıyordum. Eğer daha önce bizim krallığımıza gelmediyse onun da beni tanıması imkansızdı. Çünkü krallıktaki çocuklar asla diğer ülkeler tarafından tanınmazdı. Bu bir çeşit kuraldı. Hiçbir krallık kendi çocuklarını tehlikeli olabileceğinden ya da onları kullanabilecekleri gerekçesi yüzünden diğer krallıklara göstermezdi. Sonrasında ise bu kral olarak ortaya atılmıştı. Böylelikle iki tarafında menfaati sağlanmıştı. Geriye iki seçenek kalıyordu. Ya bizim krallığımızdan buraya ajan olarak gönderilip içeriye sızmıştı ki bu çok düşük bir ihtimaldi çünkü öyle olsa bile yüzünü daha önce görmüş olmam gerekirdi. İkinci seçenek bundan daha kötüydü. Eğer onu ajan olarak buraya gönderen biz değilsek o bir dönem bizim içimize karışmıştı. Bu da demek oluyor ki hem ben hem de krallığım artık daha fazla tehlikedeydik. Beni her an ifşalayabilir ve beni ifşalarsa da krallığımı kurtarmam olanaksız olabilirdi. Aileden geriye kalan tek bendim... mücadele edebilecek tek kişi bendim... Ellerim ve vücudumun buz tuttuğunu hissettim. Belli etmemem gerekiyordu. Hiçbir şey olmamış gibi bakışlarımdaki anlamsız ifadeyi ona göstermeye çalışıyordum. O ise çoktan geri çekilmiş, ifadesini koruyarak yüzüme bakmaya devam ediyordu. Yaklaşan adım seslerini duyduğumda kafamı çevirip sese doğru döndüm. Kayalıkları kontrol etmeye giden asker geri geliyordu. Önümdeki adamla göz göze gelmemek için ona bakmaya devam ettim. “Herhangi bir sorun gözükmüyor. Birkaç kaya parçalanmış sadece.” Dediğinde en azından büyü işi olduğunu anlamamasına seviniyordum. Sonrasında kolumdan hafifçe dürttü. Başıyla yürümemi işaret ettiğinde dediğini yapmaktan başka şansım yoktu. Az önceki olayın etkisinden çıkamamış olsam da işaret ettiği yöne doğru yürümeye başladım. Henüz birkaç adım atmıştım ki dönüp arkama baktığımda, hala orda dikilmekte olan adamla gözlerimiz kesişti. Kafamı hemen çevirerek tekrar önüme döndüğümde yanımdaki askerin ona “Görüşürüz.” dediğini duydum.
Yol boyunca ikimiz de tek kelime etmeyerek sessiz kalmayı tercih etmiştik. Gerçi konuşmaya başlasak ne konuşacaktık ki. “İşte bende uçurumdan atladım baya zevkliydi, sende denemelisin.” mi* Artık yavaştan delirmeye başladığımı düşünmeye başlamıştım. Sanki delirmem için son bir olay gerekliymiş ve ben de o olayı yaşamışım gibi. Böyle düşünmekte saçma geliyordu ama küçüklüğümden beri yaşadıklarım azar azar bir kovaya dolmuş ve son olaylarla birlikte taşmış gibiydi. Ya da hepsi sadece benim uydurmalarımdan ibaretti. Kafamı askere doğru çevirip yüzüne baktım. Onun ne düşündüğünü bilmiyordum ama ben herhangi bir durumda kaçmak zorunda kalırsam diye gizlice etrafı inceleyip belirli yerleri hafızama kazımaya çalışıyordum. Bir yandan da acaba burada da özel hayvanlar yaşıyor mudur diye düşünüyordum. Kutsal hayvanların asıl yaşam merkezi bizim krallığımızdaki ormandı. Tabi ki farklı yerlerde de yaşıyorlardı. Çünkü farklı krallıktaki kişilerde bağ yapma yeteneğine sahiptiler. Bu yüzden tek yaşadıkları yerin bizim ormanımız olduğunu söyleyemezdim. Yine de yine de hayvanlarımızın kutsallığı gibi ormanımız da kutsal kabul ediliyordu. Yani onların yaşaması için en ideal yer bizim topraklarımızdı. Hatta sırf onları rahatsız etmemek için ormana giremiyor, o kısımda kalan sınırlarımızı da yeterince koruyamıyorduk. Zaten ormanın belirli bir kısmının uçuruma çıktığını bizzat deneyimleyerek öğrenmiştim. Demek ki farklı bir kısım daha vardı. Baskıncıların rahatlıkla girdiği bir kısım... Düşüncelerimden sıyrılıp etrafı incelemeye devam ettim. Çok sessizdi. Daha önce hiç bu kadar sessiz orman görmemiştim. Gerçi ben, hafif ağaçlık alanları ve birkaç kere şehre inmemi saymazsak saraydan dışarı bile çıkmamıştım. Ağaçların dallarından çıkan hışırtı sesi bile yoktu. Bu nedensizce beni üzdü. Sanki ormanın yaşadığına dair belirti vermesini istiyordum. Böyle daha çok yalnızlığa terk edilmiş ya da ruhu ölmüş gibi hissettiriyordu... Tekrar kafamı yanımdaki askere çevirdiğimde dimdik ileriye bakıyordu. Acaba sıkılmıyor muydu* “Ne kadar yolumuz kaldı*” “Daha var. Yoruldun mu*” bunu dalga geçer tarzda söylememişti. Tam tersine ağzından öylesine çıkmış gibiydi. Yorulmadığımı belli edercesine olumsuz anlamda kafamı iki yana salladım ama görüp görmediğinden emin değildim. “Sadece sıkıldım. Orman neden bu kadar sessiz.” ortamdaki tuhaf esintileri dağıtmaya çalışıyordum çünkü ben yapmazsam onun da yapmayacağı çok aşikardı. Dönüp kısa bir an bana baktı. “Can sıkıntını geçirebilecek biri değilim. Yaklaşık yarım saatlik yolumuz kaldı. Biraz daha sabırlı olmayı öğrenmelisin.” Şaşkınlıktan gözlerim açıldı. Yaklaşık otuz beş, kırk dakikadır yürüyorduk ve bana yarım saatlik yolumuz olduğunu söylüyordu. Neden bu kadar uzakta bile korumalar bulunuyordu. Madem ormana girmek onlar için sıkıntı değildi, bunun yerine ormanın farklı yerlerinde askerler bulunabilirdi. Böylelikle saklanması daha kolay olurdu. Sonra biraz düşününce... belki de vardı. Ve şu an uzaktan bir yerden bizi izliyor bile olabilirlerdi. İzleniyor olabileceğim düşüncesi ile farkında olmadan savunma mekanizmamı çalıştırdım. Her yer tehlikeliydi ve benim buna alışmam gerekiyordu. Deneyimleyerek ya da farklı bir şekilde... Son cümlelerini ardından aramızda başka konuşma geçmedi. Ona söylediğimin aksine sıkılmamıştım. Maalesef beynimin içinde sıkılmaya vakit bulmak zordu. Zaman su gibi akıp geçti ve asker saraya yaklaştığımızı belli edercesine adımlarını yavaşlattı. Ona ayak uydurmak için bende yavaşladığımda artık ayaklarımın yara bere içinde olduğuna emindim. Ayakkabılarımı ormanda bıraktığım için tüm yolu ayağımdaki çoraplarla yürümek zorunda kalmıştım. Nasıl olduysa yanımdaki asker bu durumu fark etmemiş ve bana bir şey söylememişti. Bakışlarımı ayaklarımdan alıp karşıya çevirdiğimde gördüğüm manzara karşısında nutkum tutuldu. Sanırım kaderimin yön bulacağı krallığa gelmiş bulunuyorduk. Krallığın belli bir kısmı gözükmesine rağmen insanı büyüleyebilecek güzellikteydi. Yürümeye devam ederken adımlarımdan biraz daha istek akıyordu artık. Bu şaheseri görmek istiyordum çünkü. Saray ağaçlardan dolayı tam olarak kendini bize göstermezken adımlarımız ile sis perdesi aralanır gibi birer birer kalkmıştı tüm engeller önümüzden. Ve böylece daha çok gördük eşsiz sarayın güzelliğini. Hayır, bizim sarayımız da tıpkı önümdeki saray gibiydi. Tıpkı onun gibi gösterişli, büyük ve güzeldi. Bakan dönüp bir daha bakardı. Ama tek bir şey farklıydı. Bu saray sizi içine çekiyor adeta büyülüyordu. Her sarayın kendine özgü özelliklerini olduğunu okumuştum bir kitapta, her sarayı var eden aslında kendileriymiş. Yani aslında büyülü bir şekilde yavaşça ve yaşanmışlıklarla birlikte gelişip son hallerini almışlar. İnsan eli değmeden böyle mükemmel bir mimarini oluşabildiğini bilmek beni gerçekten hayrete düşürüyordu. Bu hayatım boyunca gördüğüm ikinci saraydı fakat şimdiden diğerlerinin de güzelliğini görmek için heyecanlanmıştım. Yaklaştık ve ben her yaklaştığımızda farklı farklı detaylar gördüm. Sanki buraya sorguya çekilmek için değil de gezip görmek için gelmişim gibi hissediyordum. En son önüne geldiğimiz sarayın girişinde yazan yazıya bakmak için kafamı yukarıya doğru kaldırdım. Aydınlığın ne olduğunu anlamak için önce karanlığa katlanmak gerekir. Aydınlığa çıktığın zaman tüm korkularını, yalanlarını ise karanlığa yıkman... Ay ın beyazlığını, gecenin karanlığını içinde taşıman, Aydınlığın karanlığını, karanlığın aydınlığını görmen dileğiyle...
Kelimeler kafamda yankılandı, dağıldı ve tekrar bir araya geldi. Bu sözler... bu sözler ay krallığına aitti. Fakat kendilerine gece krallığı da denir ve onlar da bu hitabı gurur duyarak taşırlardı. Bunu okuduğum kitaplardan biliyordum. Bu krallığın ne kadar büyüleyici ve güzel olduğunu defalarca okumuştum ama şahit olmak çok daha farklı bir histi. Tıpkı karanlık tarafından büyülenmek gibi...tıpkı karanlığın içindeki aydınlığı görmek gibi...
|
0% |