Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. 🌼 Karanlıkta Umut Arayışı

@sedadncr

IG: ruhumun_ahengi (Güzel yorumlarınızı instagram hikayeme atıyorum.)

Sevgili okuyucular, Lütfen başladığınız tarihi yazmayı unutmayın.

"Bu hikâye deprem ve kayıp temalarını içermektedir. Hassas okuyucular dikkatli olmalıdır."

Mutluluğun zirvesindeyken bile hayatın beklenmedik anları bizi sınayabilir.

Sonunda eğitimimi tamamlayıp öğretmen olarak mezun olmuştum. Diplomamı elime almanın gururunu yaşarken, akşam uçağını bekliyordum. Yanımda bavullarım, yüzümde geniş bir gülümseme ve aileme kavuşacağım anın heyecanı vardı. Çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım; en güzel kısmındaydım. Her şey yolundaydı, ta ki yan koltuğuma oturan genç adamın telefon konuşmasıyla bu huzur bozulana kadar.

Telefonu açar açmaz, kendinden emin bir tonla konuşmaya başladı:

“Evet, bu hafta işler tam istediğim gibi gitti. Anlaşmalar da kapandı, babam bile şaşırdı doğrusu. Ne demiştim sana? Kimse benimle rekabet edemez,” dedi.

Kitaba odaklanmaya çalışırken, yanımdaki adamın sesi sürekli dikkatimi dağıtıyordu. Konuşmalarına kulak misafiri olmamak imkânsızdı.

Bir an duraksadı, ardından yüksek sesle kahkaha atarak devam etti:

“Kadınlar mı? Ah, onlar her zamanki gibiler...”

İçimden söyleniyordum. Yine önyargılarla dolu bir genelleme...

Adam gülümseyerek devam ediyordu. “Biraz ilgi gösteriyorum, gerisini tahmin edersin zaten. Hemen etrafımda pervane oluyorlar. Asıl zor olan ne biliyor musun? Hepsine aynı anda yetişebilmek.”

Her kelimesi içimdeki öfkeyi biraz daha büyütüyordu. İşlerden bahsederken, nasıl birden kadınlara gelmişti konu? Hem iş hem de kadınlar sanki onun için birer oyunmuş gibi konuşuyordu. Artık kitabın satırlarını bile seçemez hale gelmiştim. İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışırken, “Nasıl bu kadar kendini beğenmiş olabilir?” diye düşündüm. Gerçekten herkesin peşinden koşacağını mı sanıyordu.

Adam, telefonu kapatıp cebine koydu. Ben ise gözlerimi devirdim ve içimden yükselen öfkeyle söylenmeye başladım:

“Senin gibilerin yaşaması bile gereksiz!”

Bir anlık sessizlik oldu. Adam, hafif bir şaşkınlıkla dönüp, “Afedersiniz, bir şey mi dediniz?” dedi.

O an, içimden geçenleri farkında olmadan sesli dile getirdiğimi fark ettim. Afalladım. Adam başını bana doğru çevirip kaşlarını kaldırarak bakıyordu. Bu adamla tartışmaya bile girmek istemiyordum. Kendimi toparlayıp, düz ve sakin bir sesle yanıt verdim: “Hayır, size bir şey söylemedim.”

Adamın yüz ifadesi hafif bir şaşkınlıkla değişti ama daha fazla üstelemedi. Sessiz kalmayı tercih ettim, fakat içimdeki öfke dinmiyordu. Bu adamın sözleri sadece bir tetikleyiciydi. Asıl sinirlendiğim şey, toplumda hâlâ yaygın olan bu tür bencilce ve önyargılı düşüncelerdi. Kadınlara yönelik şiddet, cinsiyet eşitsizliği... İşte öfkemin gerçek kaynağı buydu.

Kitabımın sayfalarına dalmışken, sessizlik aniden adamın sesiyle bölündü: “Kitabınızın konusu nedir?”

Ses tonu, bir meraktan çok, laf olsun diye sorulmuş gibiydi. O an, bu sorunun ardındaki niyeti sezdim. Yine de cevap vermekten kaçınmadım. Belki de içimde taşıdığım bir şeyler dile gelmeliydi. “Güçlü kadınların hikâyelerini anlatıyor,” dedim, gözlerimi sayfadan ayırmadan. “Kendi yolunu bulan, toplumun dayattığı engelleri aşan kadınlar.” Bu sözler, kitabımın içeriğiyle hiçbir alakası yoktu ama dayanamayarak böyle bir yanıt verdim; belki de içimdeki cesaretin yankısıydı bu.

Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda, dudaklarına yerleşen o küçümseyici gülümsemeyi fark ettim.

“Güçlü kadınlar, öyle mi? Ama bir erkeğin desteği olmadan başarılı olmaları zor. Sonuçta, bir erkeğin gölgesi altında daha çok ön plana çıkıyorlar.”

Bir erkeğin gölgesinde kalmak mı? Bu cümle beni öyle sinirlendirdi ki kalbim hızla çarpıyordu. Bu an, yalnızca beni değil, gecesini gündüzüne katarak yorulmadan çalışan ve kendi ayakları üzerinde sağlam bir duruş sergileyen kadınları temsil ediyordu. Ama bu adamın zihniyetine göre, onların tüm çabası bir erkeğin varlığıyla anlam kazanıyordu.

Gözlerimi kitaptan ayırıp tekrar yüzüne baktım. Sesim, içimde yükselen öfkenin etkisiyle titrerken sakin kalmaya çalışarak sordum.

“Yani sizin gözünüzde, her başarılı kadın sadece bir erkeğin desteklediği bir projeden mi ibaret? Doğru mu anladım?”

Adamın yüzünde en ufak bir tereddüt bile yoktu. Dudaklarında yine o alaycı gülümseme vardı.

“Evet, öyle düşünüyorum.”

Gerizekalı, tipik bir egosal salak… İçimden söylenirken, dışarıda sakin kalmaya çalışıyordum.

O an, sessizliği bozan tek şey kalbimin atışıydı. İçimde büyüyen öfke, sanki tüm evreni saracak gibiydi. Ona hak ettiği cevabı vermek için gözlerinin içine bakarak konuştum.

“İlginç bir bakış açısı ama çok eksik,” dedim. “Eğer başarılı bir kadının arkasında bir erkek varsa, her başarılı erkeğin arkasında da bir kadının olduğunu neden kabul etmiyoruz? Bu düşünceniz sadece kadınlara değil, insanlık tarihine yapılan bir haksızlık. Asırlardır büyük başarıların ardında kadınların özverisi, zekâsı ve emeği var; ister bilimde, ister sanatta, ister siyasette, ister iş dünyasında, her alanda! Kendi yollarını çiziyor, başarılarını kendi elleriyle inşa ediyorlar. Düşüncelerinizin beni son derece rahatsız ettiğini belirtmek zorundayım.”

“Rahatsız edici olan nedir? Kadınlar hem desteği hem de ilgiyi sever, değil mi?”

Sabır ipim iyice incelmişti ama soğukkanlılığımı koruyarak yanıt verdim: “Her canlı ilgiyi sever. Ama sizin konuştuğunuz şeyin bununla ne ilgisi var? Telefon konuşmanızdan, kadınlar hakkındaki düşüncelerinizi istemeden öğrenmiş oldum.”

Gözleri bir an için küçüldü ama alaycı tonu değişmedi. Ben ise konuşmaya devam ettim.

“Kadınları nesneleştirmek, onları birer oyun piyesi gibi değerlendirmek... Bu, son derece sığ bir düşünce.”

Adam başını sallayarak, sanki üzerinde durmaya değmezmiş gibi bir tavır sergiledi. “Ama gerçek bu. Sonuçta birçok kadın da bu oyunun bir parçası; kendi seçimleri.”

“Hayatı bu kadar ciddiye almayın, eğlenmenize bakın,” dedi hâlâ o kibirli ifadeyle.

Bu kayıtsızlık, içimde yükselen öfkeyi daha da alevlendirdi. Derin bir nefes alarak sesimin titrememesini sağladım. “Başkalarını küçümseyerek ya da aşağılayarak eğlenmek eğlenceniz mi?” Gözlerimi ona dikerek devam ettim. “İnsanların duygularını ve düşüncelerini bu kadar umursamazca hiçe saymak, son derece acımasız bir tutum!

"Ne kadar aşağılık bir adam! Bir de utanmadan gülüyor. Ne bekliyor, biri gelip alkışlasın mı? Sen kimsin de kadınları küçümsüyorsun? Boş bir insan. Kendi kendimi yiyordum. Kadınları aşağılamak, sadece kendi yetersizliklerini gizlemeye çalışan zavallıların işidir. Salak herif!"

Adamın gülümsemesi derinleşti ama bu kez içinde biraz sinir de barındırıyordu.

“Sanırım öğretmensiniz, böyle öğütler verdiğinize göre,” dedi, sesinde hafif bir meydan okuma vardı.

Artık daha fazla dayanamayarak, “Bu düşünceleriniz beni derinden rahatsız ediyor. Siz ve sizin gibi düşünen insanlar, kadınların onurlu mücadelesini küçümsüyorsunuz. Aslında seviyeli tartışmaları severim fakat size fikrimi söylemek bile anlamsız; ha duvara konuşmuşum ha size. Düşüncelerinizi değiştirmek benim görevim değil,” dedim. Çantamı ve bavulumu toparladım ve ayağa kalktım.

“Umarım bir gün empati yapmayı öğrenirsiniz,” diyerek başka bir yere geçtim.

Ona verecek cevabım bitmişti. Artık konuşulacak bir şey kalmamıştı. Bu, sadece sözlerle ikna edilecek bir insan değildi.

Öfkemin alevlendiği bu an, onun kibirli ifadesini gözlerimde daha da tiksinç bir hale büründürüyordu. İçimden, kadınları bir eğlence nesnesi olarak gören bu hasta zihniyetli adamı kınıyordum. Kendi karanlık düşüncelerini savunması ise ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyordu.

Dış görünüşüyle insanı yanıltabilirdi. Sarı saçları, mükemmel şekilde geriye taranmış, üzerinde pahalı bir takım elbise ve yüzünde markalı güneş gözlükleri vardı. Oldukça yakışıklıydı; özgüveni duruşundan, kendine ne kadar özen gösterdiği ise dış görünüşünden belliydi. Ama telefonu açar açmaz konuşmaya başladığında, bu şık görüntünün arkasındaki kibir ve kendini beğenmişlik bir anda gün yüzüne çıktı.

Genç adamın kibirli sözleri ve kadınlara karşı sergilediği saygısız tutum, içimdeki huzuru gölgeledi. Kibirli bir insanla aynı uçağı paylaşmak bile istemiyordum. Onunla iş yapmak zorunda olanların halini düşündüm. Ya da ona ilgi gösteren kadınların... Nasıl bu kadar bencil olabilirdi? Hayatın anlamını sadece başarı ve yüzeysel ilişkilerde arayan bu adam, sanki bambaşka bir dünyada yaşıyordu. Kendi hayatımın zorluklarını ve ailemin bana kattığı değerleri düşündüm. Onların bana öğrettiği saygı, sevgi ve alçakgönüllülük, bu genç adamın kibri karşısında daha da anlam kazanıyordu.

Bekleme salonunda geçen o rahatsız edici anların ardından, sonunda uçağa binme vakti gelmişti.

Görevlinin çağrısını duyduğumda, hızla kapıya yöneldim. Bavulumu teslim edip uçağa biniş işlemini tamamladım. İstanbul'dan İzmir'e olan uçuşum yaklaşık 1 saat 10 dakika sürecekti ve aklımda sadece eve ulaşmanın heyecanı vardı. Pencere kenarındaki koltuğuma yerleşirken, yanımdaki koltuğa birinin oturduğunu fark ettim.

“Demek yine karşılaştık!” dedi, yüzünde o tanıdık alaycı gülümsemeyle. Yanıma oturanın, az önce bekleme salonunda karşılaştığım o kibirli adam olduğunu görünce içimde bir sıkıntı oluştu.

Kendime kızmadan edemiyordum. "Nasıl olmuştu da böyle şanssız bir rastlantı sonucunda yine aynı ortamda bulmuştum?" Bu tip insanlarla konuşmak bile başlı başına bir utançtı. Ancak bu sefer, olayların onun istediği gibi gelişmesine asla izin vermeyecektim.

"Size çok doğal bir güzelliğiniz olduğunu söylemiş miydim?" dedi. Sesi aşırı bir özgüven taşıyor, fakat içi bomboş bir cesaretle doluydu. Sanki söylediklerinin beni etkileyeceğinden emindi; o sahte kibarlığıyla öne eğilmiş, yüzüme bakarak bekliyordu.

Gözlerimi devirdim. İçimde biriken sinirle onu duymazdan gelmeye çalıştım. Bu adamın kendini bu kadar önemli sanması ve böylesine umarsızca rahat olması akıl almazdı. Nasıl hala konuşabiliyordu? Cevap vermek yerine sessizce başımı çevirdim ve pencerenin dışındaki manzaraya odaklandım.

"Bu kadar tesadüf olur mu? “Kader bizi bir araya getiriyor galiba,” diye ekledi. İçimde biriken öfkeyi daha fazla bastıramadım. Sesi, insanın tahammül sınırlarını zorlayacak kadar yapmacık ve iticiydi.

Göz göze gelmemek için doğrudan karşıya bakarak,

“Kader mi?” dedim, dudaklarımda istemsiz bir gülümsemeyle. “Hayatın getirdiği karşılaşmalar bazen hiç hoş olmaz; bu da onlardan biri.”

Adamın sözleri beni rahatsız etmiş, öfkem giderek artmıştı.Yanımda bir saat daha oturacak olmasının düşüncesi bile beni çıldırtmaya yetiyordu. Karşılık vermek, onun seviyesine inmek olurdu. Neden onu daha fazla dinlemeye katlanayım ki?

Muhtemelen tartışmaya devam edeceğimi düşünüyordu; ona karşı çıkmamı, sözlerimi yükseltmemi bekliyordu. Ancak ben ona en güçlü cevabı,sessizliğimle verecektim. Kendine fazlasıyla güvenen,her istediğini elde etmeye alışmış bu adamın karşısında susmak, zayıflık değil bir zaferdi.

Uçak görevlisine doğru yöneldim ve nazikçe, "Affedersiniz, yerimi değiştirebilir misiniz? Yanımdaki yolcunun rahatsız edici tavırları var," dedim.

Görevli durumu anlayarak beni hızlıca başka bir koltuğa yönlendirdi.Sanki ilk kez bir kadın ona laf yetiştirmemiş, karşı gelmek yerine tamamen ilgisizliğini göstermiş gibiydi. Gururunu kıran bu davranış karşısında sessizce bakakalmıştı.

Yeni yerime geçtiğimde kalben rahatlamıştım. Bazı insanlara haddini bildirmek için sessizliği bir silah gibi kullanmak, tartışmadan kaçmak değil, aksine en etkili cevaptı. O kibirli, boş tavırların altında ne kadar yalnız ve zavallı biri olduğunu düşündüm. Kendi egolarının hapishanesinde yaşamaktan başka bir şey bilmiyorlardı; belki de en büyük cezaları buydu: Anlamlı bir bağ kuramamak, gerçek sevgiyi ve saygıyı asla anlayamamaktı.

Bazı insanlar vardır ki, değişmeleri imkânsızdır ve onlarla mücadele etmek anlamsızdır.

Uçak kalkmadan önce, elimdeki su şişesini alıp derin bir nefes çektim. Çantamdan sakinleştiriciyi çıkardım; böyle bir anda gerçekten gerekliydi. Son birkaç gün o kadar yorucuydu ki... Özellikle o kibirli insanla karşılaşmam. Küçümseyen tavırları gözümün önüne geldiğinde istemsizce dişlerimi sıktığımı fark ettim.

Çantamın fermuarını dikkatlice açtım, içinde aradığım şey belliydi: sakinleştirici. Yükseklik korkum… Kalbim o an hızlanmaya başladı. Hapı avucuma aldım, sonra dudaklarıma götürüp yuttum. O sırada içimde hâlâ gerilimin dalgalandığını fark ettim. İlacı içtikten sonra su şişesini tekrar elime aldım. Şişeden küçük bir yudum daha içtim, suyun serinliği boğazımdan süzülürken nefesime odaklandım. Derin, düzenli nefesler alıp verirken kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ama içimde hâlâ gerilimin dalgalandığını hissediyordum; sanki korku, tam da bastırmaya çalıştığım anda yeniden yükseliyor gibiydi. Gözlerimi kapattım, ama zihnim pek rahat durmuyordu. Yüksekliği düşündükçe, uçuşun her detayını kafamda tekrar canlandırdıkça, o karanlık korku yeniden üzerime çörekleniyordu. Kendimi koltuğa yasladım, gözlerimi kapattım.

Uçak pistten ayrılıp gökyüzüne yükselirken aklımda tek bir şey vardı: Eve dönmek... Birazdan sevdiklerimin yanına, en güvenli limanıma ulaşacaktım.

Uçuş benim için çok gergin geçse de, uçak inişe geçtiğinde nefesim biraz olsun düzene girmeye başladı. İniş anonsuyla birlikte içimdeki baskı hafifledi; artık yerdeydik. Yolcular sırayla ayağa kalkarken, kendimi toparlamaya çalışıyordum. Eşyalarımı toplamak için çantama uzandığım sırada yanımdan geçen biri alçak bir sesle, “Bu kokuyu unutmam imkânsız; elbet yine karşılaşırız,” dedi.

Bir an durdum, ne dediğini anlamlandırmaya çalışırken kafamı kaldırıp sesin sahibine baktım. O tanıdık yüz… Yine o kibirli adamdı. Gözleriyle bana meydan okur gibi gülümsedi ve hiçbir şey olmamış gibi arkasını dönüp uçaktan indi.

“Çattık ya,” dedim içimden. Kendi hayat yolumun böyle kibirli tavırlarla kesişmemesini umuyordum.

Tam o sırada telefonuma bir mesaj geldi. Saat gece iki'yi gösteriyordu ve mesaj babamdan gelmişti: "Kızım, biz uyumadık, seni bekliyoruz." Mesajı okurken içimde tarifsiz bir sıcaklık belirdi, gözlerim doldu. Babamın ve annemin bu kadar uzun süre uykusuz kalıp beni beklemeleri, içimde tarifsiz bir duygusallık yarattı. Bekletmeden cevap verdim: "Taksiye bindim babacım, geliyorum, çok az kaldı."

Soğuk havayı hissetmiyordum bile; tek düşüncem aileme kavuşmaktı. Yaklaşık on dakika sonra evin önüne geldim ve kapının ziline bastım. İçeriden gelen ayak seslerini duyar duymaz kapı hızla açıldı. Karşımda annemle babam duruyordu; yüzlerinde sevinç, gözlerinde yılların yorgunluğu ve gurur vardı. Hiç düşünmeden kendimi onların kollarına bıraktım, sıkıca sarıldım.

"Artık kızınız öğretmen!" dedim, içimdeki mutluluğu paylaşarak.

Annem gülerek, şakayla karışık, "Şşş, sessiz ol, millet uyanacak," dedi. Hep beraber kahkahayla güldük. Bavulumu alıp içeri geçtim. O kadar çok ailemi özlemiştim ki, bir saat boyunca oturup sohbet ettik.

Annemin iki gün önce doğum günüydü ve yanlarında olamamak içimi burkuyordu. Görüntülü konuşarak kutlamıştık. Babam, sürprizi gizli tutmak için büyük bir özen göstermiş, yeni bir pasta almış ve beni sabırsızlıkla bekliyormuş. Rengarenk mumları pastanın üzerine yerleştirdim.

Gece ilerlemişti ve annemin doğum gününü unutmuş olması işimizi kolaylaştırmıştı. Tam zamanıydı.

"İyi ki doğdun anne! İyi ki doğdun anneee!" diye coşkuyla bağırdım. Babam da, "İyi ki doğdun Ayşe!" diye alkış tuttu. O an yüzümüzdeki gülümseme o kadar güzeldi ki...

"Anne, pastayı üfle, bir dilek tut!" dedim gülümseyerek. Annem gözlerini kapattı, içten bir dilek tuttu.

Babam da sabırsızca, "Ne diledin? Merak ettim!" diye sordu.

Annem gülerek, "Bunu söylesem gerçekleşmez ama pastanın üzerindeki mum sayısı kadar yıl daha gençleşmek istedim," dedi.

Babam kahkahalarla, "O zaman her yıl bu dileği tutmalısın," diye karşılık verdi.

"Anne, bu anları günlüğüne yazmayı unutma," dedim.

Annem gülerek, "Unutur muyum kızım? Küçüklüğünden beri senin için günlük tutuyorum. Evlendiğinde sana hediye etmeyi düşünüyorum," dedi.

İçim sıcacık oldu. Annemin yanağını öptüm ve babamın omzuna yaslandım. O an, zamanın durmasını ve bu sevgiyle yoğrulmuş dakikaların sonsuza dek sürmesini diledim. Yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Herkes odasına çekildikten sonra, annemin kokusunu ve babamın güven dolu omzunu hissetmek bana büyük bir huzur verdi.

Gece epey ilerlemişti; yorgun ama mutlu bir şekilde odamın kapısına doğru yürüdüm. Elim yavaşça kapının tokmağında gezinirken nefesimi içimi çekip bir an durdum. Odayı öylesine özlemiştim ki… Çocukluğumdan bu yana her duvarında anılar biriktirdiğim, hayaller kurup kitaplar okuduğum, geceleri ağlayarak uykuya daldığım o küçük, sıcak dünyam.

Kapıyı açıp içeri adım attığımda odaya yayılan tanıdık koku, beni yıllar öncesine götürdü. Masam, kitaplarım, yatağım… Her şey bıraktığım gibi, bir tek ben değişmişim gibi. O an odayla aramda sanki bir bağ vardı; beni sarıp sarmalayan güvenli bir alan. Kitap rafımın yanına geçip en sevdiğim romanları elime aldım, sayfalarını karıştırdım. Aralarına koyduğum minik notlar, o günlerden bana hatıra bırakılmış gibi, küçük bir gülümseme bıraktı yüzüme.

Çalışma masama oturdum. Önümde duran kalemler, defterler, eski notlar… Üniversiteye hazırlanırken, hayallerimi süsleyen o ilk günleri hatırladım. O günlerde hayalini kurduğum mesleği başarmış olmanın verdiği mutluluk şimdi içimde derin bir huzura dönüşmüştü. Artık öğretmen olmuştum ve tüm bu emekler, çalıştığım saatler, hayal ettiğim geleceği kucaklamak için bir basamak olmuştu.

Yatağa uzandım telefonuma bakarken Elif’ten gelen mesaj yüzümde bir gülümseme oluşturdu. "Annem aradı, Ayşe Teyze'yle konuşmuş ve senin eve döndüğünü söylemiş. Bana nasıl haber vermezsin? Merak ettim Bahar!" yazıyordu. Onun tatlı sitemini gözümde canlandırınca, içimde bir sıcaklık hissettim.

Mesajına hemen cevap yazdım:

"Özür dilerim, papatyam 🌼 Annemle babamı görünce telefonun varlığını unuttum. Merak ettirdiğim için kusura bakma. Yarın telafi ederiz, sen de bana kırılma, tamam mı? 🌸"

Yaşım kaç olursa olsun, annem her zaman olduğu gibi üzerimin açık olup olmadığını kontrol eder, sonra odasına geçerdi. O gece de aynısını yaptı; usulca odama geldi, saçlarımı okşayıp yanağımdan öptü, üzerimi örtüp sessizce kapıyı kapatarak odadan çıktı. Ben de gözlerimi kapatıp tatlı bir uykuya daldım. Ancak hayatımın bir anda nasıl değişeceğinden habersizdim. O anlarda, geleceğin karanlık gölgeleri henüz bana çok uzaktı.

Kendimi kötü bir kâbusun içindeymişim gibi hissettim. İlk başta rüya sandım ama gözlerimi açtığımda odamdaki dolapların sallandığını fark ettim. O korkunç gürültü ve sarsıntı, daha önce hiç deneyimlemediğim bir şeydi. Kalbim hızla atmaya başladı; her şey titriyor ve sarsıntı giderek artıyordu. O an tek düşündüğüm şey ailemdi. Yataktan kalktım, korku dolu gözlerle etrafa bakıyordum.

Annem panik içinde, “Bahar, iyi misin? Ses ver, Bahar!” dedi.

Korku içinde seslendim. Kalbim deli gibi atıyordu; ne yapmam gerektiğini bilemiyordum. Titreyen sesimle, “Anne! Baba! İyi misiniz? Çok korkuyorum!” diyebildim. Odamdan çıkamıyordum!

“Tavandan sarkan lambanın hızla sallanışı, odanın dört bir yanından gelen çatırdama sesleriyle birleşince, ev yıkılacakmış gibi hissettim. Deprem oluyordu. Annemle babamın korku dolu bağırışlarını duyabiliyordum. Odalarına gitmek istedim fakat adımlarımı atmakta zorlanıyordum. Sanki zemin ayağımın altından kayıyormuş gibiydi.

Odamda bilinçsizce bir yandan bir yana savrulurken, annemin panik dolu sesiyle irkildim: “Mehmet!” diye bağırmıştı, babama bir şey olduğu korkusuyla. Kalbim hızla çarpmaya başladı, içimdeki endişe ve korku katlanarak büyüdü. Neler olduğunu anlamaya çalışırken çaresizce bağırdım.

“Anne! Baba! İyi misiniz?”

İçimdeki endişe, vücudumun titremesine neden oluyordu. Odamın duvarları çatırdıyor, sarsıntı gittikçe artıyordu.

Annem ve babam, odama gelmeye çalışsa da başarısız olmuşlardı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, kulaklarımda annemin sesi yankılanıyordu: “Kızım, masanın altına gir!”

Deprem şiddetle devam ederken, dolap kapakları açılıp kapanıyor, kitaplar raflardan düşüyordu.

Masanın altına sığınmış halde, depremin şiddetiyle sağa sola savrulan eşyaları izliyordum. Ellerimle yüzümü korumaya çalışırken, lamba büyük bir gürültüyle yere çakıldı, camlar tuzla buz oldu. Duvarda asılı olan çerçeve yerinden kopup düştü ve kırıldı. O an korkuyla gözlerimi sımsıkı kapattım ve istemsizce çığlık attım.

“Anneeee! Anneeee! Korkuyorum!”

Sesimin duyulup duyulmadığını bile bilmiyordum. Bir anda her şey karardı. Elektrikler kesildi, odadaki tüm hareketler bir anlığına durdu ve her şey zifiri karanlığa büründü. Karanlığın içinde sadece korku dolu kalp atışlarımı ve binadan yükselen uğultuları duyabiliyordum.

Annemin endişeli ama cesaret dolu sesi, kulaklarıma ulaştığında biraz rahatladım. “Bahar, sakin ol. Biz iyiyiz. Beni duyuyor musun? Bahaaar, sakinleş, tamam mı?” dedi.

Sarsıntı on beş saniye sürdü ama bana saatler gibi geldi. Nihayet deprem durduğunda odada ölüm sessizliği hakimdi. Titreyen ellerimle masanın altındayken hemen telefonumun arka ışığını açtım ve zemin cam parçalarıyla doluydu. Masanın altından titreyerek çıkıyordum. Etrafta dağılmış eşyalar arasından zorlukla ilerledim. Kalbim hızla çarparken tek bir düşünceyle hareket ettim: Anne ve babamın yanında olmak.

Koridora adım attığımda, annemin hıçkırarak ağladığını ve babamın yere yığıldığını gördüm. Başından kan geliyordu. Babamı öyle görünce ağlayarak bağırdım. Kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum.

Yatak odasına girdim ve dizlerimin üzerine çöktüm. “Baba, hadi kalk, çıkalım. Size bir şey olmasından çok korkuyorum.” Babamın ellerinden tutup öptüm. Babam kısık bir sesle, “Korkma kızım, iyiyiz. Hadi, evden çıkalım, hızlı olmamız gerekiyor,” dedi.

Telefonumun arka ışığını tavana doğru yönlendirdim, odanın hafifçe aydınlanmasını sağlamak için. Sonra babamın elinden tutarak onun doğrulmasına yardım ettim. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Titreyen sesim, içimde yükselen fırtınayı yansıtıyordu. Endişe dolu gözlerle koridora ilerliyorduk.

Tam o anda, binanın derinliklerinden gelen korkunç bir gürültü duyduk. Annem panik içinde bana döndü: “Çabuk çıkmamız lazım, bina yıkılabilir!” dedi.

Gözlerim büyümüş, nefesim hızla alıp veriyordu. Kalbim göğsümden çıkacakmış gibi hızla atıyordu. Adımlarım telaşla kapıya doğru ilerliyordu. Ancak, ayaklarımın altındaki zeminin titremesiyle dengemi kaybedip yere düştüm. Panikle çığlık attım. Babam hızla yanıma geldi, kollarını uzatarak beni ayağa kaldırmaya çalıştı. Her yer karanlıktı ve sadece telefonumun zayıf ışığıyla etrafımı görebiliyordum.

“Bana tutun, kızım!” diye bağırdı babam, sesi titreyerek. Gözlerindeki korku beni derinden etkiledi.

Sarsıntı o kadar şiddetliydi ki annem kapının eşiğinde zor duruyordu. Bina, çatırtılarla sallanırken, duvarlar yavaşça çatlamaya başladı.

“Anneeeeee! Ne olur dayan, sıkı tutun!” Çaresizlik içinde, annemin ve babamın hayatta kalma umuduyla çırpınıyordum. “Anne, anne! Lütfen dayan, Allah'ım, ailemi koru, yalvarıyorum,” diye ağlayarak bağırıyordum. Duvarların çatlakları giderek genişliyordu. Tüm çığlıklar ve gürültüler arasında sadece babamın sesini duyabiliyordum: “Dayan, Ayşe, dayan!” Babamın sesinde duyduğum acı, umutsuzluğun en keskin haliydi. Annemin yanına ulaşmaya çalışırken, her şey bir anda çöktü. Gürültü, çığlıklar ve toz bulutları arasında kendimizi enkazın altında bulduk.

Hayat gerçekten çok garipti. Bir saniye sonra ne olacağımızın garantisi bile yoktu. Mutlu bir aileydik; birlikte güler, eğlenirdik. Annemin sıcak kollarında huzuru bulur, babamla geleceğe dair tatlı planlar yapardık. Birlikteyken dünyanın en mutlu insanlarıydık. Ama şimdi...

Deprem aniden geldi ve bütün huzurumuzu elimizden aldı. Hayatın her anının kıymetini bilin, sevdiklerinize sıkı sıkı sarılın, çünkü yaşamın ne getireceğini asla bilemeyiz.

Gözlerimi açtığımda başımın zonkladığını ve gözüme doğru akan kanın süzüldüğünü fark ettim. Başıma darbe almış olmalıydım. Ne zamandır baygın olduğumu bilmiyordum. İçim kıyamet, acım çok keskindi. Etrafımı saran molozlar altında hareket edemiyordum, nefes almakta bile güçlük çekiyordum.

Yavaş yavaş kendime gelirken, annemle babamın seslerinin kesildiğini fark ettim. Toz bulutları ve devasa beton parçaları arasında, sanki karanlık bir labirentin ortasında sıkışıp kalmıştım. Önce panikledim; tüm gücümle bağırdım ama sesim, enkazın derinliklerinde kayboldu. Tek bir şey istiyordum: Annem ve babamın hayatta olup olmadığını öğrenmek. Onlardan bir yanıt bekledim ama sessizlik hâkimdi.

Belki de sadece baygınlardır, diye düşündüm. Kötü düşünceleri zihnimden uzak tutmaya çalışarak, umut kırıntılarına tutundum. Fakat her geçen saniyeyle birlikte içimdeki korku ve çaresizlik daha da büyüyordu; o karanlık, soğuk enkaz altında, bir başıma kalmıştım.

Sesimi duyurabilirim diye defalarca bağırdım: ‘Anne! Baba! Sesimi duyan var mı?’ Neden kimse cevap vermiyordu? Ağzımın içi kurumuştu; toz parçaları dişlerime yapışmıştı. Bu karanlık ve sessizlik içinde, sadece hayatta kalma umuduyla beklemekten başka çarem kalmamıştı. Annem ve babama zarar geldiğini düşündüğümde, içimi kaplayan korku ve çaresizlik dayanılmaz bir hal alıyordu.

Zaman geçtikçe, susuzluğumun daha da arttığını hissettim. Dudaklarım çatlamış, boğazım kurumuştu. Nefes almak bile zorlaşıyordu. ‘Su... Bir damla su,’ diye mırıldandım ama bunun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu biliyordum. Gözlerimi kapatıp, içimden geçen dualarla beklemeye devam ettim, umutsuzluğun boğucu karanlığı içinde...

Tam o anda, derinlerden gelen bir ses duydum. ‘Bahar...’ diye sesleniyordu. O kadar zayıf, o kadar uzak... Bir an, zihnimin bana bir oyun oynadığını düşündüm. Belki de susuzluk ve yorgunluk halüsinasyonlara sebep oluyordu. Gözlerimi sımsıkı kapatıp o sesi duymaya odaklandım. Ama hayır, bu ses gerçekti. Gitgide daha netleşiyordu. Yeniden duydum: ‘Bahar kızım...’ Annemin sesi o kadar inceydi ki. Annem bana sesleniyordu... Vücudum bir an, kontrol edemediğim bir panikle titremeye başladı. ‘Anneee!’ diye bağırdım; sesim çaresizliğin en derin çukurundan yükseliyor ama o boşlukta yankılanmıyordu. Her yer sessizdi. Ellerimle taşları, molozları itmeye çalıştım ama hareket ettikçe bedenim daha da fazla sıkışıyordu. Kollarım kasılıyor, her kasılmada kemiklerim sanki kırılacakmış gibi ağrıyordu. Parmak uçlarım kanlar içinde kalmıştı ama bu acıyı bile hissetmeyecek kadar çaresiz ve panik içindeydim.

Sesini duyduğum anneme ulaşamamak hissi berbattı. O kadar yakındı ki ona ulaşmak için her şeyimi verirdim. Ama hiçbir şey yapamamak, kımıldayamamak beni delirtmek üzereydi. Çıkmak zorundaydım! Kurtulmak zorundaydım!

‘Anne, beni duyuyorsan... İyiyim, dayanın! Bizi kurtarmaya gelecekler!’ Uçuşan tozlar ağzıma dolmuştu; bu yüzden zorlanıyordum. Bir nefes daha almadan, tüm umutsuzluk içinde sesim az çıksada bağırmaya çalıştım. ‘Babaaaa!’

Canım yanıyordu ama aileme ulaşamadıktan sonra bu çabalarımın hiçbir anlamı yoktu.

Enkaz altında sıkışmış bedenimle beklerken, bacaklarımdaki acı artık katlanılmaz bir hâl almıştı. Soğuk betonun ağırlığı her saniye daha da artıyor, dayanıklılığım tükeniyordu.

Sessizlik, çocukluğumun anılarını canlandırdı. Ağaca tırmanıp meyve topladığım günler, annemin bir şey olacak korkusuyla endişelendiği anlar ve babamın bana bisiklet sürmeyi öğrettiği mutlu zamanlar gözümde belirdi. Şimdi ise ailem enkaz altındaydı; anılarım da sanki onlarla birlikte gömülmüştü. Gözyaşlarım yüzümü ıslatırken, içimdeki boşluk hissi büyüyordu. Her şeyin anlamsızlaştığını hissettim.

Bu karanlık ve soğuk ortamda acı, benliğime işlemişti. Enkaz altında zaman adeta durmuştu. Birden, üstümde hafif bir hareketlilik hissettim. Belki de birileri yaklaşıyordu. ‘Buradayım! Yardım edin!’ diye bağırdım. Ancak bir süre sonra hareketlilik durdu ve sessizlik geri döndü. Bu iniş çıkışlar, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmek, bedenimi ve ruhumu yıpratıyordu.

Tüm vücudum acı içinde. Ne kadar uğraşsam da bir milim bile kıpırdayamıyorum. Üzerime çöken taşlar ve beton parçaları beni adeta toprağa mıhlamıştı. Etrafımı ellerimle yokladım; belki bir çıkış yolu vardır diye ama her hareketim bana daha fazla acı veriyordu. Molozlara vurdukça, her darbede gücüm biraz daha tükeniyordu ama duramıyordum. Çaresizce ve umutsuzca vuruyordum; pes etmeden her vuruşta parmaklarım biraz daha kanıyor, biraz daha uyuşuyordu. Vurdukça içimdeki isyan büyüyordu; bu sessizlik, bu yalnızlık, bu çaresizlik beni boğuyordu.

Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. ‘Güçlü olmalıyım,’ dedim kendi kendim bedenimdeki yorgunluk ve susuzluk adeta bir demir yumruk gibi vuruyordu.

Karanlığın içinden, boğuk ve titrek bir ses yükseldi. “Yardım edin… Kimse yok mu?”
“Kızım... Ne olur, aç gözlerini, lütfen... Birisi yardım etsin!” Bu acı dolu feryat, bir annenin kalbindeki derin umutsuzluğun yankısıydı.

Hem kendi korkularımla hem de o kadının çaresizliğiyle baş başa kalmıştım.

Betonun altındaki daracık karanlığa sıkışmış bedenim titrerken, yaşam mücadelesi veriyordum. Her bir yardım çığlığını enkaz altında duyuyordum; bu çığlıklar yüreğimi delip geçiyor, ben harekete geçemiyordum.

“El uzatmak isterken, o eli kaldıramamak… Yardım etmek için feryatlarımı içimde boğmak zorunda kalmak. Rabbim, bir çıkış yolu göster!”

Kadının sesini devamlı duyuyordum: “Kimse yok mu? Kurtarın bizi!”

Karanlığın içinde tıkanmış nefesimi güçlükle toparlayarak, “Buradayım! Ben de buradayım!” diye seslendim. Ağlayarak karşılık veriyordum. Sesim iyice kısılmıştı.

“Abla, sesimi duyabiliyor musun?” O an yorgun gözlerimden akan yaşları silmeye çalışırken, kadın titreyen bir sesle “Duyuyorum,” dedi. “Ama çocuğum kıpırdamıyor.” Kelimeleri zayıflıyordu, tıpkı içimde tükenen umut gibi. Nefesim kesildi bir an; ne söylemem gerektiğini bilemedim.

“Kanamam var, baldırım çok acıyor; iyi değilim,” dedi, sesi bitkin ve zayıftı.

Birden, sessizliği yırtan bir çığlık yankılandı. “Allah’ım, artık yardım et! Bebeğim kollarımda can veriyor!”

Kadının bu feryadı içimde derin bir sarsıntı yarattı. Ellerimi yüzüme kapattım, hıçkırıklarla ağlamaya başladım. Bu acıya nasıl dayanabilirdim?

O küçük beden… Annesinin kollarına hapsolmuştu, çaresizce. Bir zamanlar neşeyle gülümseyen o minik yüz şimdi solgun ve hareketsiz miydi? Kötü düşünceler zihnimi kemiriyordu, ama ne kadar dirensem de onları uzaklaştırmayı başaramıyordum. O an, içimde yankılanan tek şey annenin çaresiz duasıydı.

“Çocuğum yanımda, nefes almıyor.” Sanki gökyüzüne yükselen ama kimseye ulaşamayan bir feryattı bu.

Neden hala kimse yoktu? Beklediğim yardım bir türlü gelmiyordu.

Kendi acımı bir kenara bırakıp, annenin feryadına nasıl yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Ailem de bu şekilde kurtulabilirdi.

“Abla, yanınızda telefon var mı?” diye sordum, karanlıkta umutsuzca bir çıkış ararken.

“Bir an sessizlik oldu. Sadece molozların arasından gelen uğultular duyuluyordu. İçimdeki panik her geçen saniye büyürken, nabzımın atışını hissediyordum. O an, her saniyenin ne kadar kritik olduğunu ve çocuğun nefes almamasıyla birlikte zamanın hızla tükendiğini fark ediyordum.

Zayıf sesini çok az duymaya başladım: “Bebeğim, beni duyabiliyor musun? Ne olur, gözlerini aç!”

Bir annenin evladının kucağında son nefesini izleyişi, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derin bir acıydı. Her bir haykırışı, yüreğimde derin yaralar açıyor ve içimdeki umut kırıntılarını daha da zayıflatıyordu.

“Abla! Beni dinle! Telefonun var mı?” diye seslendim tekrar. Cevap gelene kadar geçen her saniye bir yıl gibi hissediliyordu.

“Var… ama şarjım çok az,” dedi sonunda, sesi kötü geliyordu. Sanki bu azıcık güç de her an tükenebilirmiş gibi. İçimdeki korku büyüyerek artıyordu. Sesimizi duyuramayacak olmamız, hayatta kalma şansımızı daha da azaltıyordu.

“Hızlı ol şarj bitmeden, acil durum için yerini bildir. 112'yi ara, abla,” dedim kendimi iyi hissetmiyordum. İçimdeki panik ve acı iç içe geçmişti. Bu telefon belki de son şansımızdı. “Yerini ve durumunu net bir şekilde tarif etmelisin. Çocuğun durumunu da anlat.”

Kadın, “Hat çekmiyor!” diye ağlayarak bağırıyordu.
“Bir daha dene, abla!” dedim.

Allah’ım, umarım hızlı cevap verirler, diye dua ediyordum.

Alo, alo! Lütfen yardım edin! Binamız yıkıldı, enkaz altındayız ve etraf tamamen karanlık!” dedi kadın, sesi nefes nefese, titrek ve çaresizdi. Kalbim hızla çarpmaya başladı; hat kesiliyor diye bağırıyordu.

Birkaç saniye sonra, kadının panikle tekrar konuşmaya çalıştığını duydum: “Üzerimizde betonlar var. Yanımda çocuğum durumu kötü… Lütfen, çok acil yardım gönderin!”

Bu sırada arka planda başka birinin sesi yükseliyordu. Bir adam feryat içinde bağırıyordu: “Nerede bu yardım ekipleri? Bizi duyan yok mu? Nefes alamıyoruz artık!”

Nefes almak benim için giderek zorlaşıyordu. Çevremdeki yardım çığlıklarını işitiyordum, ancak ailemin sesini duyamıyordum. Hıçkırarak ağlamaya başladım; kendi sesim bile bana garip geliyordu. Burada sıkışıp kalmıştım; hiçbir şey yapma kudretim kalmamıştı…

Kadın, adresi vermeye çalışıyordu. “Ayvaz Sokak, Karan Apartmanı… Lütfen, çabuk olun! Zamanımız kalmadı!” Sesi titriyordu. “Şarjım bitmek üzere, ne olur acele edin!” Tam o anda, bağlantı kesildi. Nefesi kesik kesikti; ağlamaklı sesi, çaresizliğini her kelimede hissettiriyordu. Bu sessizlik, ölüm gibi bir sessizlikti; her şeyin yitip gitmesi gibiydi…

Yardım geciktiğinde, her nefes kaybediliyordu. Sadece bebek için değil, ailem için de endişeliydim. Kaygılarım giderek artarken, umutsuzca düşündüm: 'Her saniye, hayatlarımızı değiştirecek bir fırsatı yitiriyoruz.' İçimdeki panik derinleşiyor; bu ölümcül sessizlikte her şeyin kaybolup gitmesi korkusu daha da hissedilir bir hale gelmişti.

Görevlinin sesi duyuldu; telefonu hoparlöre vermiş olmalıydı ki artık sesleri duyabiliyordum.

“Tamam, adresinizi belirlemeye çalışıyoruz. Yardım ekipleri bulunduğunuz bölgeye yönlendirildi. Lütfen sakin kalmaya çalışın.”

“Nasıl sakin kalayım? Durumum çok kötü! Bebeğim tepki vermiyor.” Kadının sesi gidip geliyordu; şebeke ara ara kesiliyor, sonra geri geliyordu. Arka planda hıçkırıklar, bir çocuğun ağlaması ve öfkeli bir adamın sesleri birbirine karışıyordu.

Kadının sesi bir kez daha kesildi; bu sefer şarjı bitiyor olabilirdi. İçinde bulunduğumuz karanlık daha da yoğunlaştı. Son bir yalvarış duyabildim: “Kimse yok mu? Yalvarıyorum, kurtarın bizi…”

Ve sonra sessizlik... Karanlık içinde yalnız kalmıştım. Kadının sesi artık yoktu, telefonun sesi yoktu. Sadece uzaktan yankılanan, başka insanların çaresiz çığlıkları vardı. Yardım arayanlar, kaybettiklerini bulmaya çalışanlar...

Bir saniyenin kıymeti varken, neden zamanında kimse burada değildi?

Zaman durmuş gibiydi. Üşümeye başladım, karanlık daha da ağırlaştı. Sadece bir umut ışığı, küçücük bir şans... Onu beklemeye devam etmek zorundaydım. Karanlık içinde boğulurken, tek yapabileceğim direnmekti.

Saatler geçtikçe bedenim daha da zayıflıyor, zihnimdeki savaş devam ediyordu. "Pes etmeyeceğim," dedim içimden, ama korkmaya başlamıştım. Ailemden ses yoktu; ablanın sesi de çıkmıyordu ve yardım da gelmiyordu.

Soluma baktığımda, molozların arasında sıkışmış bir el gördüm. Korkudan titremeye başladım. "Ya annemin ya da babamın eliyse..." Bu düşünceyle çıldıracak gibi oldum.

Elin kime ait olduğunu bilmemek, içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu. Nefesim hızlandı, kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Titreyen ellerimle o soğuk, cansız eli tutmaya çalıştım ama dokunduğumda hissettiğim şey içimdeki fırtınayı daha da büyüttü. Elin soğumaya başladığını hissettim.

Bacağım acımaya başladı; kıpırdatamıyordum. Sıkışan bacağım beni yavaşça tüketiyor gibiydi. Molozlar, bacağımın üstüne ağır bir yük bindirmişti. Zorla nefes alıyordum; her nefes alışımda, bacağımda oluşan baskı sanki daha da derinleşiyordu.

Bu zorlu anlarda, babamın Hz. Eyyüb'ün hayatından bahsettiği anlar aklıma geldi. Hz. Eyyüb, vücudundaki kurtlarla büyük bir acı çektiği zamanlarda bile sabırla Allah'a tevekkül etmişti. Çektiği acıya rağmen, isyan etmeden, sabır ve teslimiyetle dayanmıştı. Ben de sabırla, inançla beklemeye devam ettim.

Kaç evin yıkıldığını ve neden hâlâ kurtulamadığımızı anlamaya çalışıyordum. "Yardım neden gelmedi, bulamadılar mı?" diye düşünmeden edemiyordum.

"Abla, beni duyuyor musun? Lütfen cevap ver!"
"Anne! Baba! Ne olur bir ses verin artık! Burada kimse yok mu?"
Sesim, sıkıştığım daracık alanda duvarlara çarpıp sönüyor, hiçbir yere ulaşamıyordu.
Ellerimi betona vurdum. Her darbe canımı yaksa da devam ettim. Umudum azaldıkça vuruşlarım yavaşlıyor, ama durmadım. Sesimi duyan varsa, betona vursun!

"Belki beni duyuyorlar, ama ben onlara ulaşamıyorum. Ya onlara bir şey olduysa? Ya bir daha göremezsem?"
Bu düşünceler zihnimde sürekli dönüp duruyordu. Annem ve babam bir an bile aklımdan çıkmıyordu; ya onlara bir daha sarılamazsam? Ya güvende olduklarını göremezsem…
Bu düşünce, kalbime ağır bir yük gibi çöküyordu. "Buradayım, onlarla birlikteyim, ama onlara yardım edemiyorum."
Ellerim bomboş, çevremde yalnızca karanlık ve sessizlik var. İçimde bir ses, "Dayan," diyor, "Onlar için dayan."

"Neden kimse gelmiyor?" diye soruyorum kendime. "Neden bizi duyan yok?"

Her yıkıntı, bir zamanlar ailelerin mutluluğuna ve hayallerine ev sahipliği yapmış yaşamların hüzünlü izlerini taşıyordu. Bir zamanlar burada neşeyle koşturan çocukların sesleri, şimdi sessizlik içinde kaybolmuş gibiydi.

Sıvı kaybı ve susuzluk, kan basıncımı düşürüyor, kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Fiziksel ve duygusal olarak büyük bir savaş veriyordum. Ellerim titriyor, ayaklarımın altında hissettiğim soğuk zemin, içimdeki boşluğu daha da derinleştiriyordu.

Zaman ilerledikçe, gücümün tükendiğini hissediyordum. Ellerim ve ayaklarım uyuşmuş, bedenim giderek soğuyordu. Sessizlik, çaresizliğimin yankısı gibiydi; etrafımda hiçbir ses duyulmuyordu, sadece karanlık ve boşluk vardı. "Belki de artık kimse gelmeyecek," diye düşündüm. Bu düşünce, içimdeki son umut kırıntılarını da yok ediyordu.

Geçen saatler, günlere dönüşmeye başlamıştı. Güç kaybım giderek artıyor, hareket etme çabalarım zayıflıyordu. Bedenim yorgunluktan ve soğuktan titriyordu. Seslenmeye çalışsam da sesim neredeyse duyulmaz hale gelmişti.

İçimde bir dua yükseldi:

"Ey Allah'ım, beni bu zor durumda yalnız bırakma. Senin merhametin her şeyin önündedir. Beni bu karanlıktan ve umutsuzluktan kurtar. Gücümü geri ver, umutlarımı yeşert ve bana bu zorlu süreçte yardım et. Sen her şeye kadirsin. Senin iznin olmadan hiçbir şey olmaz."

Dua ettikten sonra çaresizlik içinde beklemeye başladım. "Tek çarem, tek çıkış yolum sensin, Rabbim; kullarına yardım gönder." Aradan geçen zaman, içimdeki umudu iyice zayıflatmıştı. Karanlığın ve sessizliğin içinde kaybolmuşken, birden bir ses duydum.

"Orada kimse var mı? Lütfen ses verin!"

Bir ses duydum, gerçek miydi? Hıçkırarak ağlamaya başladım. "Şükürler olsun Allah'ım, dualarımı kabul ettiğin için. Senin yardımınla buradan çıkabileceğim. Bana ve diğerlerine de yardım et," diye yalvardım.

Sesimi duyurmak için tüm gücümü topladım. "Buradayım!" demeye çalıştım ama sesim çıkmıyordu. Çaresizlik ve yorgunluk beni zorlamaya başlamıştı.

"Sesimi duyabiliyor musunuz?" diye tekrar seslendim. Ancak sesim o kadar kısılmıştı ki duyulup duyulmadığımdan emin değildim.

Genç adam, "Sesini alamıyorum, lütfen tekrar ses ver!" diye bağırdı.

Son bir güçle "Buradayım!" dedim.

Bu sefer sesimi duymuştu. "Tamam, seni duydum. Sakin ol, seni buradan çıkaracağım. Umudunu kaybetme," dedi güven veren bir sesle.

O an, içimdeki karanlığa küçük bir ışık sızmıştı.

Her taraf karanlık ve soğuktu. Sesimin nereden geldiğini bulmaya çalışarak ilerlediğini hissedebiliyordum. Her adımda karşılaştığı engeller, bana ulaşma çabasını daha da zorlaştırıyordu. Ancak bu engeller onun azmini kırmamış, aksine daha da kararlı hâle getirmişti. Ben de umudumu yitirmemek için o sesi yeniden duymaya çalıştım.

Yanında bulunan betona vurmaya çalışıyordum. "Lütfen, çabuk olun!" diye seslendim. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmiyordum; vücudum giderek soğuyordu.

İçimdeki umut kırıntıları, karanlıkta parlayan yardım eliyle besleniyordu.

"Lütfen dayan," dedi genç adam. "Hemen geleceğim."

“Gitme… ne olur gitme…” Gözlerim yaşlarla dolarken, vücudumun kontrolünü yitirdiğimi hissediyordum. Tanımadığım bu adam, o an tüm umudum olmuştu. Uzaklaşması, karanlıkta kaybolmak gibiydi.

“Ne olur, beni burada bırakma…”

Adımlar yavaşça uzaklaşırken, içimdeki çaresizlik giderek büyüyordu. Kederim gönlümü kasvetle dolduruyor, ruhum derin bir boşluğa sürükleniyordu. Bir yabancı bile olsa, onu kaybetmek tamamen yalnız kalmak demekti.

Sesler duyuyordum; genç adam yardım istiyordu. Kendi başına ilerlemenin zor olduğunu anlayınca, "Burada biri var, yardım edin!" diye bağırdı. Kısa bir süre sonra, kurtarma ekiplerinden birinin sesi duyuldu:

"Orada mısın? Ses ver!"

Betona vurmaya devam ediyordum. "Buradayım," dedim zayıf bir sesle. Kalbim hızla atıyordu; kurtarma görevlisinin bana ulaşmasını bekliyordum.

Kurtarma görevlileri, molozların arasında ilerleyerek sesimin kaynağını bulmaya çalışıyordu. Ellerinden gelenin en iyisini yaparak boşluğu genişletmeye ve bana ulaşmaya çabalıyorlardı.

"Kurtarma çalışmaları neredeyse tamamlanmak üzere. Biraz daha sabırlı olmalısın. Seni çıkaracağız," dedi kurtarma görevlisi.

Her nefes alışımda, kurtarılacağım inancını canlı tutmaya çalışıyordum.

Küçük bir boşluk açıldı. "Işık görüyor musun?" diye sordular. "Evet, görüyorum," dedim. Işık az az süzülüyordu. Çabayla daha geniş bir alan açıldı ve artık kurtarma görevlilerini ve bana ulaşmaya çalışan genci görebiliyordum. Her kaldırılan parçayla nefesim biraz daha rahatladı; ancak bedenim hala yıkıntılar altındaydı ve sadece elim görünüyordu.

Gözyaşları içinde dar bir açıklıktan elimi uzatarak genç adamın elini sımsıkı tuttum. Gözlerim ağırlaşıyor, halsizlik ve yorgunlukla mücadele ediyordum. Genç adam beni uyanık tutmak için sorular sormaya başladı.

"Adını öğrenebilir miyim?" diye sordu genç adam.

"Ben... Benim adım Bahar," dedim, sesim zayıf ve titrek çıkıyordu. Kelimeler boğazımda düğümlenmiş gibi hissediyordum. Bu kısa konuşma bile beni güçsüz bırakmıştı ama genç adamın bana sorduğu sorular beni uyanık tutuyordu. "Tamam Bahar, şimdi seni buradan çıkarmamız için biraz daha güçlü olman gerekiyor. Neler olduğunu hatırlıyor musun?" dedi, bana moral vermeye çalışarak.

"Evet... Uyuyordum, evden çıkabilmek için çok mücadele ettik. Başaramadık, her şey bir anda yıkıldı. Annem ve babam... onlara ulaşamıyorum," dedim.

Genç adam sordu: "Yanında biri var mı peki? Sesini duyabildiğin birisi?"

“Evet, birkaç ses duydum. Telefonla 112 bile arandı ama gelen olmadı. Sonrasında sesler kesildi. Defalarca seslendim ama cevap veren kimse yoktu. Yanımda sadece soğumuş bir el var, ama kimin olduğunu bilmiyorum.”

"Merak etme, Bahar. Korkma, biz buradayız ve seni kurtarmak için her şeyi yapacağız. Sadece biraz daha dayanmanı istiyorum," dedi genç adam. Onun sakin ve kararlı sesi güven veriyordu.

"Sizin adınız?" diye sordum, onunla bağ kurmaya çalışarak.

"Benim adım Poyraz," dedi. "Beni dinle Bahar, şimdi derin bir nefes al ve sakinleşmeye çalış."

Kurtarma ekibinin lideri, "Herkes dikkatli olsun, her hareketimiz önemli," diyerek ekibini yönlendirdi.

Ekip üyelerinden biri, "Yaklaşıyoruz, devam edin!" diye bağırdı. Ekip ile birlikte Poyraz da, molozları temizlemeye devam ederken, bir yandan da benimle konuşarak moral vermeye çalışıyordu. "Sakın pes etme, tamam mı?"

Kalbim hızla atıyor, göğsüm daralıyordu. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Enkaz altında geçen her an, bir ölüm kalım mücadelesiydi.

Bu mücadelede sonum ne olacaktı?

Loading...
0%