Yeni Üyelik
2.
Bölüm

1. 🌼 Karanlıkta Umut Arayışı

@sedadncr

IG: ruhumun_ahengi

 

Mutluluğun zirvesindeyken bile hayatın beklenmedik anları bizi sınayabilir.

"Sonunda eğitimimi tamamlayıp öğretmen olarak mezun olmuştum. Diplomamı elime almanın gururunu yaşarken, akşam uçağını bekliyordum. Yanımda bavullarım, yüzümde geniş bir gülümseme ve aileme kavuşacağım anın heyecanı vardı. Çantamdan kitabımı çıkarıp okumaya başladım; en güzel yerindeydim. Her şey yolundaydı; ta ki yan koltuğuma oturan genç adamın telefon konuşmasıyla bu huzur bozulana kadar."

Telefonu açar açmaz, kendinden emin bir tonla konuşmaya başladı.

"Evet, bu hafta işler tam istediğim gibi gitti. Anlaşmalar tıkır tıkır kapandı, babam bile şaşırdı doğrusu. Ne demiştim sana? Kimse benimle rekabet edemez," dedi.

"Kitabın sayfalarına odaklanmaya çalışırken yanımdaki adamın sesi sürekli dikkatimi dağıtıyordu; onun konuşmalarına kulak misafiri olmaktan kendimi alamıyordum."

Bir an duraksadı, ardından yüksek sesle kahkaha atarak devam etti:

"Kadınlar mı? Ah, onlar her zamanki gibiler..."

İçimden söyleniyordum. Yine önyargılarla dolu bir genelleme...

Adam gülümseyerek devam etti:

"Biraz ilgi gösteriyorum, gerisini tahmin edersin zaten. Hemen etrafımda pervane oluyorlar. Asıl zor olan ne biliyor musun? Hepsine aynı anda yetişebilmek."

Adamın kendinden bu kadar emin ve bencilce konuşması midemi bulandırıyordu. Kendi başarılarını abartarak anlatması ve her kadının ilgisini çekeceğini düşünmesi, ne kadar kibirli olduğunu gösteriyordu. İçimdeki öfkeyi bastırmaya çalışırken, "Nasıl bu kadar kendini beğenmiş olabilir? Gerçekten herkesin peşinden koşacağını mı sanıyordu?"

Adam, telefonunu kapatıp cebine koydu. Ben ise gözlerimi devirip içimden söylenmeye başladım.

"Senin gibilerin yaşaması bile gereksiz!"

Adam bir an duraksadı, başını bana doğru çevirip kaşlarını kaldırdı. "Affedersiniz, bir şey mi dediniz?" diye sordu.

O an içimden geçenleri dışa vurduğumu fark edip bir an duraksadım. Bu adamla tartışmaya bile girmek istemiyordum. 'Hayır, size bir şey söylemedim,' dedim. Sessiz kalmayı tercih ederek... Ama düşüncelerim hâlâ öfke doluydu. Sadece bu adamın sözleri değildi beni bu kadar sinirlendiren; toplumda bu tür düşüncelerin hâlâ yaygın olmasıydı. Kadın cinayetleri, cinsiyet eşitsizliği... İşte öfkemin gerçek kaynağı buydu.

"Böyle bir adamla tartışmak yerine, kitabımın sayfalarını çevirip okumayı tercih ettim. Kısa bir sessizliğin ardından, adam yüzüme bakarak soru sordu: 'Kitabınızın konusu nedir?'

Soru, konuşmak için uydurulmuş bir bahaneydi; bunu anlamak da zor değildi. "Güçlü kadınların hikayelerini anlatıyor. Toplumun dayattığı kalıpları aşarak kendi yolunu çizen, mücadele eden kadınların öyküsü." Aslında kitabımın gerçek içeriğiyle pek alakası yoktu ama dayanamayarak böyle bir yanıt verdim; belki de içimdeki cesaretin yankısıydı bu.

Adam, alaycı gülümsemeyle "Güçlü kadınlar öylemi? Güzel! Ama bir erkeğin ilgisi olmadan başarılı olmaları zor. Sonuçta, bir erkeğin gölgesinde daha çok dikkat çekiyorlar," dedi.

"Bir erkeğin gölgesinde kalmak" mı? Bu cümle beni öyle sinirlendirdi ki, kalbim hızla çarpıyordu. Kendimi ve diğer tüm kadınları düşündüm; gecesini gündüzüne katan, yorulmadan, yılmadan, hiçbir gölgeye ihtiyaç duymadan kendi ışığını bulup parlayan kadınları...O adamın düşünceleri, benim tüm azmimi hiçe sayıyordu."

"Yani sizin gözünüzden, her başarılı kadın sadece erkeğin desteklediği bir projeden mi ibaret? Doğru mu anladım?" Sinirden sesim titriyordu.

"Evet, öyle düşünüyorum."

"İlginç bir bakış açısı ama çok eksik," dedim. "Eğer başarılı bir kadının arkasında bir erkek varsa, her başarılı erkeğin arkasında da bir kadının olduğunu kabul etmemiz gerekir, değil mi? Tarihe bakarsanız, nice büyük başarıların arkasında kadınların özverisi, zekası ve emeği var. Bilimde, sanatta, siyasette, iş dünyasında, her yerde! Kendi yollarını açıyorlar, kendi başarılarını yaratıyorlar. Hiçbir gölgeye ihtiyaçları yok. İnanın, "Düşüncelerinizden oldukça rahatsız olduğumu belirtmek isterim."

"Rahatsız edici olan nedir? Kadınlar hem desteği hem de ilgiyi sever, değil mi?" diye yanıtladı, alaycı bir gülümsemeyle.

"Her canlı ilgiyi sever ama bu konuşmanın konuyla ne ilgisi var? Sesiniz o kadar yüksekti ki, telefon konuşmanızdan kadınlar hakkındaki düşüncelerinizi de öğrenmiş oldum."

Eğer gerçekten bu konudan bahsediyorsanız, kadınları nesne olarak görmek ve onları sadece birer oyun piyesi gibi değerlendirmek... Bu, son derece sığ bir düşünce.

"Ama gerçek bu. Sonuçta birçok kadın da bu oyunun bir parçası. Kendi seçimleri."

Sesindeki kayıtsızlık beni iyice sinirlendirdi.

"Hayatı bu kadar ciddiye almayın, eğlenmenize bakın." dedi, hâlâ o kibirli ifadeyle.

"Başkalarını küçümseyerek ya da aşağılayarak eğlenmek eğlenceniz mi?" Gözlerimi ona dikerek devam ettim. "İnsanların duygularını ve düşüncelerini bu kadar umursamazca hiçe saymak, ne kadar acımasız bir tutum! Empati, herkesin yapabileceği bir şey değildir. Bu da bir gerçek."

Adam bir an gülümsemeye başladı. "Sanırım öğretmensiniz, öğüt verdiğinize göre," dedi, sesinde hafif bir meydan okuma vardı.

Artık daha fazla dayanamayarak, "Bu düşünceleriniz beni derinden rahatsız ediyor. Siz ve sizin gibi düşünen insanlar, kadınların onurlu mücadelesini küçümsüyorsunuz. Ama neyse, burada tartışmak anlamsız. Düşüncelerinizi değiştirmek benim görevim değil." dedim. Çantamı ve bavulumu toparladım ve ayağa kalktım.

"Umarım bir gün empati yapmayı öğrenirsiniz." diyerek başka bir yere geçtim.

Öfkemin alevlendiği bu an, onun kibirli ifadesini gözlerimde daha da tiksinç bir hale büründürüyor. İçimden, kadınları bir eğlence nesnesi olarak gören bu hasta zihniyetli adamı kınıyordum. Her kelimesiyle, onun karanlık düşüncelerinin ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha hatırlatıyordu.

Dış görünüşüyle insanı yanıltabilirdi. Sarı saçları, mükemmel şekilde geriye taranmış, üzerinde pahalı bir takım elbise ve yüzünde markalı güneş gözlükleri vardı. Oldukça yakışıklıydı; özgüveni duruşundan, kendine ne kadar özen gösterdiği ise dış görünüşünden belliydi. Ama telefonu açar açmaz konuşmaya başladığında, bu şık görüntünün arkasındaki kibir ve kendini beğenmişlik bir anda gün yüzüne çıktı.

Genç adamın kibirli sözleri ve kadınlara karşı sergilediği saygısız tutum, içimdeki huzuru gölgeledi. Kibirli bir insanla aynı uçağı paylaşmak bile istemiyordum. Onunla iş yapmak zorunda olanların halini düşündüm. Ya da ona ilgi gösteren kadınların... Nasıl bu kadar bencil olabilirdi? Hayatın anlamını sadece başarı ve yüzeysel ilişkilerde arayan bu adam, sanki bambaşka bir dünyada yaşıyordu. Kendi hayatımın zorluklarını ve ailemin bana kattığı değerleri düşündüm. Onların bana öğrettiği saygı, sevgi ve alçakgönüllülük, bu genç adamın kibri karşısında daha da anlam kazanıyordu.

Bekleme salonunda geçen o rahatsız edici anların ardından, nihayet uçağa binme vakti gelmişti.

Görevlinin çağrısını duyduğumda, hızla kapıya yöneldim. Bavulumu teslim ettim ve uçağa biniş işlemini tamamladım. İstanbul'dan İzmir'e olan uçuşum yaklaşık 1 saat 10 dakika sürecekti. Aklımda sadece eve ulaşmanın heyecanı vardı. Tam pencere kenarındaki koltuğuma otururken bir gölge üzerime düştü. Başımı kaldırdığımda, o tanıdık ses kulaklarımda yankılandı:

"Demek yine karşılaştık!" dedi, alaycı bir gülümsemeyle. Yanımda duran, az önceki o kibirli adamdan başkası değildi. İçimden sessizce söylenmeye başladım.

Kendime kızıyordum, bu adamla neden aynı ortamda bulunmak zorundaydım? Onun gibi birinin düşüncelerine cevap vermek bile, benim için bir utanç kaynağıydı.

"Çok doğal güzelliğiniz olduğunu söylemiş miydim?" dedi.

Gözlerimi devirdiğimde, içimde biriken sinirle birlikte derin bir nefes aldım. Adamın bu kadar kendini beğenmiş hali beni iyice bunaltmıştı. Ne cesaretle böyle konuşabiliyordu? Cevap vermek yerine sessizce başımı çevirdim ve pencerenin dışındaki manzaraya odaklandım.

"Bu kadar tesadüf olur mu? Kader bizi bir araya getiriyor galiba," dedi, sanki çok hoş bir şey söylemiş gibi.

Adamla göz göze gelmemek için tam karşıya bakarak kısa bir yanıt verdim:

"Bazen hayatın getirdiği beklenmedik karşılaşmalar hoş olmayabiliyor; benim için bu durum hiç keyifli değil."

Adamın kibirli sözleri karşısında rahatsız oldum. İçimdeki öfke iyice yükselmişti, onun seviyesine inmek yerine daha soğukkanlı bir hamle yapmanın zamanı gelmişti. Bir saat boyunca yanımda oturması benim için adeta bir eziyet olacaktı. Uçak kalkmadan çantamı elime alıp ayağa kalktığımda, bir an şaşkınlıkla bana baktı; bu tepkiyi beklemiyordu.

"Ona sinirlenip tartışmaya devam edeceğimi sanıyordu; ancak ben, kararlılıkla yerimden kalkarak sessizliğimin gücünü gösteriyordum." Kendine bu kadar güvenen, kendini beğenmiş ve her istediğini elde etmiş bir adamın karşısında sessizce geri çekilmek benim için bir zayıflık değildi; aksine, güçlü bir duruş sergilemekti.

Uçak görevlisine doğru yöneldim ve nazikçe, "Affedersiniz, yerimi değiştirebilir misiniz? Yanımdaki yolcunun rahatsız edici tavırları var," dedim.

"Görevli durumu anlayarak beni hızlıca başka bir koltuğa yönlendirdi. Adam ise bu durum karşısında iyice afallamış görünüyordu. Sanki ilk kez bir kadın ona laf yetiştirmemiş, karşı gelmek yerine tamamen ilgisizliğini göstermiş gibiydi. Gururunu kıran bu davranış karşısında sessizce bakakaldı; ben de içten bir tebessümle karşılık verdim.”

“Yeni yerime geçtiğimde derin bir rahatlama hissettim. Bazı insanlara haddini bildirmek, yalnızca sessizlik ve mesafeyle de olurdu.” O kibirli, boş tavırların altında ne kadar yalnız ve zavallı biri olduğunu düşündüm.

"Bulutların arasında süzülmek gibiydi bazen sessizliğe sığınmak. Bazı savaşlardan geri çekilmek, aslında daha büyük bir galibiyetti. Onun gibileri, kendi egolarının ve kibirlerinin hapishanesinde yaşayan insanlardı; belki de en büyük cezaları buydu: Anlamlı bir bağ kuramamak, gerçek sevgiyi ve saygıyı asla anlayamamak."

Hayatta öyle insanlar vardı ki, onları değiştirmek mümkün değildi ve bu insanlara karşı savaşmak gereksizdi.

Uçak havalandığında, pencereden aşağıdaki küçülen şehri izledim. "Eve dönmek... Ne güzel bir his!" diye düşündüm. Birazdan sevdiklerimle, en güvenli limanımda olacaktım.

"Herkesin bir savaşı var," dedim kendi kendime. "Benim savaşım ise, kendimi onurlu, güçlü ve mutlu bir insan olarak korumaktı."

"Uçak inişe geçtiğinde kendimi toparlamaya başladım. Yolcular yavaşça ayağa kalkarken, yanımdan geçen bir adam alçak bir sesle, 'Bu kokuyu unutmam imkânsız; elbet yine denk geliriz,' dedi. Kafamı kaldırıp baktığımda, o tanıdık yüzü gördüm. Bay kibir, arkasını döndü, başını çevirip gülümseyerek uçaktan indi.

"Çattık ya. Kendi hayat yolumun bu kibirli tavırlarla kesişmemesini diledim."

Tam o sırada telefonuma bir mesaj geldi. Saat gece iki'yi gösteriyordu ve mesaj babamdan gelmişti: "Kızım, biz uyumadık, seni bekliyoruz." Mesajı okurken içimi bir sıcaklık kapladı, gözlerim doldu. Babamın ve annemin bu kadar uzun süre uykusuz kalıp beni beklemeleri, içimde tarifsiz bir duygusallık yarattı. Hemen cevap verdim: "Taksiye bindim babacım, geliyorum, çok az kaldı."

Aradan on dakika geçtikten sonra evin önüne geldim ve kapının ziline bastım. Kapıyı açtıkları anda annemle babamı kucakladım ve "Artık kızınız öğretmen!" dedim.

Annem hemen, "Şşş, sessiz ol, millet uyanacak," dedi. Hep beraber güldük. Bavulumu alıp içeri geçtim. O kadar çok ailemi özlemiştim ki, bir saat boyunca oturup sohbet ettik.

Annemin iki gün önce doğum günüydü ve yanlarında olamamak içimi burkuyordu. Görüntülü konuşarak kutlamıştık. Babam, sürprizi gizli tutmak için büyük bir özen göstermiş, yeni bir pasta almış ve beni sabırsızlıkla bekliyormuş. Rengarenk mumları pastanın üzerine yerleştirdim. Gece ilerlemişti ve doğum günü sürprizi annemin aklına bile gelmemişti.

'İyi ki doğdun anne! İyi ki doğdun Anneee!' diye coşkuyla seslendim. Babam da 'İyi ki doğdun Ayşe!' diye bağırarak alkış tuttu ve yüzümüzdeki gülümseme o kadar güzeldi ki...

'Pastayı üfle anne, bir dilek tut,' dedim gülümseyerek. Annem gözlerini kapattı ve içten bir dilek tuttu.

Babam merakla, 'Ne diledin? Merak ettim?' diye sordu.

Annem gülerek, 'Bunu söylesem gerçekleşmez ama pastanın üzerindeki mum sayısı kadar yıl daha gençleşmek istedim,' dedi.

Babam kahkahalarla güldü ve 'O zaman her yıl bu dileği tutmalısın,' dedi.

'Anne, bu anları günlüğüne yazmayı unutma,' dedim gülümseyerek.

'Unutur muyum kızım? Küçüklüğünden beri senin için günlük tutuyorum. Evlendiğinde sana hediye etmeyi düşünüyorum,' dedi.

Annemin yanağını koklayarak öptüm ve ardından babamın omzuna başımı yasladım. Anne ve babamla birlikte geçirdiğim bu mutlu anların sonsuza dek sürmesini diliyordum. Yorgunluktan gözlerim kapanıyordu. Herkes odasına çekildikten sonra, annemin kokusunu ve babamın güven dolu omzunu hissetmek bana büyük bir huzur verdi.

Saat epey geç olmuştu, yatağa geçtim. Telefonuma baktığımda Elif'ten bir mesaj gördüm: Annem aradı, Ayşe Teyze'yle konuştu ve senin eve döndüğünü söyledi. Bana nasıl haber vermezsin, merak ettim Bahar?

Gülümseyerek yanıtladım: Özür dilerim biricik arkadaşım, annemi ve babamı görünce telefonu bir kenara koydum, hasret giderdim. Aklımdan çıkmış. Gönlünü alırım, yarın görüşürüz, tamam mı?

Yaşım kaç olursa olsun, annem her zaman olduğu gibi üzerimin açık olup olmadığını kontrol eder, sonra odasına geçerdi. O gece de aynısını yaptı; usulca odama geldi, saçlarımı okşayıp yanağımdan öptü, üzerimi örtüp sessizce kapıyı kapatarak odadan çıktı. Ben de gözlerimi kapatıp tatlı bir uykuya daldım. Ancak hayatımın bir anda nasıl değişeceğinden habersizdim. O anlarda, geleceğin karanlık gölgeleri henüz bana çok uzaktı.

Kendimi kötü bir kâbusun içindeymişim gibi hissettim. İlk başta rüya sandım ama gözlerimi açtığımda odamdaki dolapların sallandığını fark ettim. Kalbim hızla atmaya başladı; her şey titriyor ve sarsıntı giderek artıyordu. Yatakta doğruldum, ne yapacağımı bilemez haldeydim.

O korkunç gürültü ve sarsıntı, daha önce hiç deneyimlemediğim bir şeydi.

"Tavandan sarkan lambanın hızla sallanışı, odanın dört bir yanından gelen çatırdama sesleriyle birleşince, ev yıkılacakmış gibi hissettim. Deprem oluyordu. Annemle babamın korku dolu bağırışlarını duyabiliyordum. Odalarına gitmek istedim fakat adımlarımı atmakta zorlanıyordum. Odamdan çıkamadım. Sanki zemin ayağımın altından kayıyormuş gibiydi.

Odamda bilinçsizce bir yandan bir yana savrulurken, annemin panik dolu sesiyle irkildim: 'Bahar, iyi misin? Ses ver!' Kalbim hızla çarpmaya başladı. 'Anne! Baba!' diye bağırdım.

İçimdeki endişe, vücudumun titremesine neden oluyordu. Odamın duvarları çatırdıyor, sarsıntı her geçen saniye artıyordu.

Annem ve babam, odama gelmeye çalışsa da başarısız olmuşlardı. Kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor, kulaklarımda annemin sesi yankılanıyordu: Kızım, masanın altına gir!

Deprem şiddetle devam ederken, dolap kapakları açılıp kapanıyor, kitaplar raflardan düşüyordu.

Masanın altına sığınıp, depremin şiddetiyle devrilen eşyaları izledim. Ellerimle yüzümü korumaya çalışırken, lambanın yere çakılması ve camların kırılmasıyla birlikte korkuyla gözlerimi kapattım ve çığlık atmaya başladım: 'Anneeeeeee! Anneeeeeee! Korkuyorum!' Sesimin duyulup duyulmadığını bilemiyordum.

Bir anda elektrikler kesildi ve her şey zifiri karanlığa büründü. Sadece korku dolu kalp atışlarım ve deprem sesleri duyuluyordu.

Annemin endişeli ama cesaret dolu sesi, kulaklarıma ulaştığında biraz rahatladım. 'Bahar, sakin ol. Biz iyiyiz Beni duyuyor musun? Bahaaar, sakinleş, tamam mı?' dedi.

Sarsıntı on beş saniye sürdü, ama bana saatler gibi geldi. Nihayet deprem durduğunda, odada ölüm sessizliği hakimdi. Titreyen ellerimle masanın altından çıktım ve etrafa baktım. Her yer karanlıktı. Hemen telefonumun arka ışığını açtım ve zemin cam parçalarıyla doluydu. Etrafta dağılmış eşyalar arasından zorlukla ilerledim. Kalbim hızla çarparken, tek bir düşünceyle hareket ettim: Anne ve babamın yanında olmak.

Koridora adım attığımda, annemin hıçkırarak ağladığını ve babamın yere yığıldığını gördüm. Başından kan geliyordu. Korku ve endişe dolu bir sesle, "Anne! Baba! İyi misiniz?" diye bağırdım. Kelimeler boğazımda düğümleniyordu. Ağlamaktan başka bir şey yapamıyordum.

Yatak odasına girdim ve dizlerimin üzerine çöktüm. "Baba, hadi kalk, çıkalım. Size bir şey olmasından çok korkuyorum." Babamın ellerinden tutup öptüm. Babam kısık bir sesle, "Korkma kızım, iyiyiz. Hadi, evden çıkalım, hızlı olmamız gerekiyor," dedi.

Telefonumun arka ışığını tavana doğru yönlendirdim, odanın hafifçe aydınlanmasını sağlamak için. Sonra babamın elinden tutarak onun doğrulmasına yardım ettim. Nefes almakta güçlük çekiyordum. Titreyen sesim, içimde yükselen fırtınayı yansıtıyordu. Endişe dolu gözlerle koridora ilerliyorduk.

Tam o anda, binanın derinliklerinden gelen korkunç bir gürültü duyduk. Annem panik içinde bana döndü: "Çabuk çıkmamız lazım, bina yıkılabilir!" dedi.

Gözlerim büyümüş, nefesim hızla alıp veriyordu. Kalbim göğsümde vahşi bir ritimle çarpıyor, adımlarım telaşla kapıya doğru ilerliyordu. Ancak, ayaklarımın altındaki zeminin titremesiyle dengemi kaybedip yere düştüm. Panikle çığlık attım. Babam hızla yanıma geldi, kollarını uzatarak beni ayağa kaldırmaya çalıştı. Her yer karanlıktı ve sadece telefonumun zayıf ışığıyla etrafımı görebiliyordum.

"Bana tutun, kızım!" diye bağırdı babam, sesi titreyerek. Gözlerindeki korku beni derinden etkiledi.

Sarsıntı o kadar şiddetliydi ki annem kapının eşiğinde zor duruyordu. Bina, çatırtılarla sallanırken, duvarlar yavaşça çatlamaya başladı.

"Anneeeeee! Ne olur dayan, sıkı tutun!" Çaresizlik içinde, annemin ve babamın hayatta kalma umuduyla çırpınıyordum. "Anne, anne! Lütfen dayan, Allah'ım, ailemi koru, yalvarıyorum," diye ağlayarak bağırıyordum. Duvarların çatlakları giderek genişliyordu. Tüm çığlıklar ve gürültüler arasında sadece babamın sesini duyabiliyordum: "Dayan, Ayşe, dayan!" Babamın sesinde duyduğum acı, umutsuzluğun en keskin haliydi. Annemin yanına ulaşmaya çalışırken, her şey bir anda çöktü. Gürültü, çığlıklar ve toz bulutları arasında kendimizi enkazın altında bulduk.

Hayat gerçekten çok garipti. Bir saniye sonra ne olacağımızın garantisi bile yoktu. Mutlu bir aileydik; birlikte güler, eğlenirdik. Annemin sıcak kollarında huzuru bulur, babamla geleceğe dair tatlı planlar yapardık. Birlikteyken dünyanın en mutlu insanlarıydık. Ama şimdi...

Deprem aniden geldi ve bütün huzurumuzu elimizden aldı. Hayatın her anının kıymetini bilin, sevdiklerinize sıkı sıkı sarılın, çünkü yaşamın ne getireceğini asla bilemeyiz.

Gözlerimi açtığımda başımın zonkladığını ve gözüme doğru akan kanın süzüldüğünü fark ettim. Başıma darbe almış olmalıydım. Ne zamandır baygın olduğumu bilmiyordum. İçim kıyamet, acım çok keskindi. Etrafımı saran molozlar altında hareket edemiyordum, nefes almakta bile güçlük çekiyordum.

Annemin ve babamın seslerinin kesildiğini fark ettim. Beton yığınları ve toz bulutları arasında, karanlık bir labirent gibi görünen enkazın altında sıkışıp kalmıştım. İlk başta panikledim, bağırdım ama sesim enkazın derinliklerinde kayboldu. Annem ve babamın hayatta olup olmadığını öğrenmek istiyordum, ama hiçbir yanıt alamıyordum. Her geçen saniye, içimdeki korku ve çaresizlik hissi daha da yoğunlaşıyordu.

Belki sesimi duyurabilirim diye defalarca bağırdım: "Anne! Baba! Sesimi duyan var mı?" Neden kimse cevap vermiyor? Ağzımın içi uçuşan tozlarla dolmuştu. Bu karanlık ve sessizlik içinde, sadece hayatta kalma umuduyla beklemekten başka çarem kalmamıştı. Annem ve babama zarar geldiğini düşündüğümde, içimi kaplayan korku ve çaresizlik dayanılmaz bir hal alıyordu.

Zaman geçtikçe susuzluğumun daha da arttığını hissettim. Dudaklarım çatlamış, boğazım kurumuştu. Nefes almak bile zorlaşıyordu. "Su... Bir damla su," diye mırıldandım, ama bunun gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu biliyordum. Gözlerimi kapatıp, içimden geçen dualarla beklemeye devam ettim, umutsuzluğun boğucu karanlığı içinde...

Enkaz altında sıkışmış bedenimle beklerken, bacaklarımdaki acı artık katlanılmaz bir hâl almıştı. Soğuk betonun ağırlığı her saniye daha da artıyor, dayanıklılığım tükeniyordu.

Sessizlik, çocukluğumun anılarını canlandırdı. Ağaca tırmanıp meyve topladığım günler, annemin bir şey olacak korkusuyla endişelendiği anlar ve babamın bana bisiklet sürmeyi öğrettiği mutlu zamanlar gözümde belirdi. Şimdi ise ailem enkaz altındaydı; anılarım da sanki onlarla birlikte gömülmüştü. Gözyaşlarım yüzümü ıslatırken, içimdeki boşluk hissi büyüyordu. Her şeyin anlamsızlaştığını hissettim.

Bu karanlık ve soğuk ortamda acı, benliğime işlemişti. Enkaz altında zaman adeta durmuştu. Birden, üstümde hafif bir hareketlilik hissettim. Belki de birileri yaklaşıyordu. "Buradayım! Yardım edin!" diye bağırdım. Ancak bir süre sonra hareketlilik durdu ve sessizlik geri döndü. Bu iniş çıkışlar, umutla umutsuzluk arasında gidip gelmek, bedenimi ve ruhumu yıpratıyordu.

Ellerimi enkazın altındaki toprak ve beton parçalarının içinden geçirmeye çalıştım. Tırnaklarım kırılmış, parmaklarım kan içindeydi. Bu çabalarım, beni hayatta tutan tek şeydi. "Hareket etmeliyim. Eğer hareket edebilirsem, belki kurtulabilirim," diye düşündüm, içimdeki son umut kırıntısıyla. Ancak, dar ve sıkışık alanın içinde, ellerimi özgürce hareket ettirmek son derece zordu.

Gözlerimi kapattım ve derin bir nefes aldım. "Güçlü olmalıyım," dedim kendi kendime. Zihnimde bir savaş vardı. Kanayan parmaklarım, enkazın sert yüzeyini aşmaya çalışırken bedenimdeki yorgunluk ve susuzluk adeta bir demir yumruk gibi vuruyordu.

Birden, karanlığın derinliklerinden boğuk ve titrek bir ses duydum. "Yardım edin, kimse yok mu?" Acı içinde yükselen feryat, "Çocuğum yanımda, nefes almıyor, lütfen, ne olur, birisi yardım etsin!" diye yalvarıyordu.

Hem kendi korkumla hem de kadının çaresizliğiyle baş başa kalmıştım.

Her şey gözlerimin önünde olup bitiyordu, ama ben sadece bir seyirciydim. Sanki bedenim zincirlenmiş, ellerim bağlıydı. Her bir yardım çığlığını enkaz altında duyuyordum; bu çığlıklar yüreğimi delip geçiyor, ama harekete geçemiyordum. El uzatmak isterken, o eli kaldıramamak… Yardım etmek için feryatlarımı içimde boğmak zorunda kalmak. Rabbim, bir çıkış yolu göster!

“Kimse yok mu? Kurtarın bizi!”

Karanlığın içinde tıkanmış nefesimi güçlükle toparlayarak, "Buradayım! Ben de buradayım!" diye seslendim. Ağlayarak karşılık veriyordum. Sesim iyice kısılmıştı.

"Abla, sesimi duyabiliyor musun?" O an yorgun gözlerimden akan yaşları silmeye çalışırken, kadın titreyen bir sesle "Duyuyorum," dedi. "Ama çocuğum kıpırdamıyor." Kelimeleri zayıflıyordu, tıpkı içimde tükenen umut gibi. Nefesim kesildi bir an; ne söylemem gerektiğini bilemedim.

"Senin durumun nasıl?" dedim. "Kanamam var, iyi değilim," dedi. Sesi çok yorgun geliyordu.

Sonra, sessizliği bir çığlık bozdu. "Yardım edin artık, Allah'ım! Bebeğim, kollarımda can veriyor!" Küçük beden, annesinin kollarında hapsolmuştu; bir zamanlar neşeli gülüşlerle dolu olan evladının şimdi yüzü solgun ve cansız mıydı? Kötü düşünmek istemiyordum.

"Çocuğum yanımda, nefes almıyor, lütfen, ne olur!" diye yalvarıyordu. Sanki gökyüzüne yükselen ama kimseye ulaşamayan bir feryattı bu.

Neden hala kimse yoktu? Beklediğim yardım bir türlü gelmiyordu.

Kendi acımı bir kenara bırakıp, annenin feryadına nasıl yardımcı olabileceğimi düşünüyordum. Ailem de bu şekilde kurtulabilirdi.

"Abla, yanınızda telefon var mı?" diye sordum, karanlıkta umutsuzca bir çıkış ararken.

Bir süre sessizlik çöktü. Sadece molozların arasından gelen uğultular ve arka plandaki belirsiz iniltiler duyuluyordu. İçimdeki panik her geçen saniye büyürken, nabzımın atışını hissediyordum. O an, her saniyenin ne kadar kritik olduğunu ve çocuğun nefes almamasıyla birlikte zamanın hızla tükendiğini fark ediyordum.

Sonra, kadının sesi karanlığı deldi. Üzüntü ve telaşla bağırıyordu: “Kızım, kızım, gözünü aç! Hadi, annem, hadi bebeğim!”

Bir annenin evladı kucağında son nefesini izleyişinin çaresizliği, kelimelerinin ötesinde bir acıydı. Her bir haykırışı, yüreğimde derin yaralar açıyor, içimdeki umudu daha da zayıflatıyordu.

“Abla! Beni dinle! Telefonun var mı?” diye seslendim tekrar. Sesimdeki çaresizlik, içimdeki acıyı daha da derinleştiriyor; cevap gelene kadar geçen her saniye bir yıl gibi hissediliyordu.

“Var… ama şarjım çok az,” dedi sonunda. Sesi titriyordu, sanki bu azıcık güç de her an tükenebilirmiş gibi. Şarjın az olması, sesimizi duyuramayışımızı da beraberinde getirecekti. İçimdeki korku büyüyerek artıyordu.

“Hemen şarj bitmeden, acil durum için yerini bildir. 112'yi ara, abla,” dedim titreyen bir nefesle. İçimdeki panik ve acı iç içe geçmişti. Bu telefon belki de son şansımızdı. “Yerini ve durumunu net bir şekilde tarif etmelisin. Çocuğun durumunu da anlat. Hadi, hızlı ol!”

Kadın, numarayı çevirirken "Hat çekmiyor!" diye ağlayarak bağırıyordu. "Bir daha dene, abla!" dedim.

Allah’ım lütfen, hemen cevap versinler, diye dua ediyordum.

“Alo, alo! Lütfen yardım edin! Binamız yıkıldı, enkaz altındayız ve etraf tamamen karanlık!” dedi kadın. Hat kesiliyor diye bağırıyordu. Birkaç saniye tekrar kadının panikle tekrar konuşmaya çalıştığını duydum: “Üzerimizde betonlar var. Yanımda çocuğum var, nefes almıyor. Lütfen, çok acil yardım gönderin!” Dediği sırada arka planda başka birinin sesi duyuluyordu. Bir adam çaresizlikle bağırıyordu: “Nerede bu yardım ekipleri? Ne olur, bir ses verin!”

Kadın konuşmakta zorlanıyordu. “Ayvaz Sokak, Karan Apartmanı… Lütfen, çabuk olun. Zamanımız kalmadı!” Sesi titriyordu. “Bebeğim için her saniye çok değerli!” Şarjım bitiyor, ne olur… Tam o anda bağlantı yine kesildiğini söyledi. Kadının nefesi kesik kesikti; çaresizce ağlıyordu. Bu sessizlik, ölüm gibi bir sessizlikti; her şeyin yitip gitmesi gibiydi…

Acil yardım ekiplerinin geç kalması, nefes alan bir canı kaybetmek demekti. Sadece bebek değil, ailem için de endişeliydim. Kaygılarım giderek artarken, çaresizlik içinde düşündüm: “Her saniye, hayatlarımızı değiştirecek bir fırsatı yitiriyoruz.” İçimdeki panik derinleşiyordu; bu ölümcül sessizlikte her şeyin kaybolup gitmesi korkusu daha da belirginleşiyordu.

Görevlinin sesi duyuldu; telefonu hoparlöre vermiş olmalıydı ki, artık sesleri duyabiliyordum.

"Tamam, adresinizi belirlemeye çalışıyoruz. Yardım ekipleri bulunduğunuz bölgeye yönlendirildi. Lütfen sakin kalmaya çalışın."

“Nasıl sakin kalayım? Artık nefes alamıyorum. Bebeğim de kıpırdamıyor, lütfen, ne olur!” Telefonun sesi gidip geliyordu; şebeke arada kayboluyor, sonra geri geliyordu. Arka planda başka birinin hıçkırıkları, bir çocuğun ağlaması ve öfkeli bir adamın sesi birbirine karışıyordu.

Kadının sesi tekrar kesildi, bu kez şarjı bitiyor olabilirdi. O an içinde bulunduğumuz karanlık daha da yoğunlaştı. Sadece kadının son bir yalvarışını duydum: "Kimse yok mu? Yalvarıyorum, kurtarın bizi... Şarjım bitiyor..."

Ve sonra sessizlik... Karanlık içinde yalnız kalmıştım. Kadının sesi artık yoktu, telefonun sesi yoktu. Sadece uzaktan yankılanan, başka insanların çaresiz çığlıkları vardı. Yardım arayanlar, kaybettiklerini bulmaya çalışanlar...

Bir saniyenin kıymeti varken, neden zamanında kimse burada değildi?

Zaman durmuş gibiydi. Üşümeye başladım, karanlık daha da ağırlaştı. Sadece bir umut ışığı, küçücük bir şans... Onu beklemeye devam etmek zorundaydım. Karanlık içinde boğulurken, tek yapabileceğim direnmekti.

Saatler geçtikçe bedenim daha da zayıflıyor, zihnimdeki savaş devam ediyordu. "Pes etmeyeceğim," dedim içimden, ama korkmaya başlamıştım. Ailemden ses yoktu; ablanın sesi de çıkmıyordu ve yardım da gelmiyordu.

Soluma baktığımda, molozların arasında sıkışmış bir el gördüm korkudan titremeye başladım. Ya annemin ya da babamın eliyse... Bu düşünceyle çıldıracak gibi oldum.

Elin kime ait olduğunu bilmemek, içimdeki korkuyu daha da büyütüyordu. Nefesim hızlandı, kalbim göğsümde deli gibi çarpıyordu. Titreyen ellerimle o soğuk, cansız eli tutmaya çalıştım, ama dokunduğumda hissettiğim şey içimdeki fırtınayı daha da büyüttü. Elin soğumaya başladığını hissettim.

Bacağım acımaya başladı; kıpırdatamıyordum. Sıkışan bacağım, beni yavaşça tüketiyor gibiydi. Molozlar, bacağımın üstüne ağır bir yük bindirmişti. Zorla nefes alıyordum; her nefes alışımda, bacağımda oluşan baskı sanki daha da derinleşiyordu.

Bu zorlu anlarda, babamın Hz. Eyyüb'ün hayatından bahsettiği anlar aklıma geldi. Hz. Eyyüb, vücudundaki kurtlarla büyük bir acı çektiği zamanlarda bile sabırla Allah'a tevekkül etmişti. Çektiği acıya rağmen, isyan etmeden, sabır ve teslimiyetle dayanmıştı. Ben de sabırla, inançla beklemeye devam ettim.

Kaç evin yıkıldığını ve neden hâlâ kurtulamadığımızı anlamaya çalışıyordum. Yardım neden gelmedi, bulamadılar mı diye düşünmeden edemiyordum.

"Abla, beni duyuyor musun? Lütfen cevap ver!" diye bağırıyordum. "Anne, baba, bir ses verin artık! Burada kimse yok mu? Sesimi duyan varsa, betona vursun!" Her kelimem, boşluğa düşen bir taş gibi çarpıp geri dönüyordu.

Her yıkıntı, bir zamanlar ailelerin mutluluğuna ve hayallerine ev sahipliği yapmış yaşamların hüzünlü izlerini taşıyordu. Bir zamanlar burada neşeyle koşturan çocukların sesleri, şimdi sessizlik içinde kaybolmuş gibiydi.

Sıvı kaybı ve susuzluk, kan basıncımı düşürüyor, kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Fiziksel ve duygusal olarak büyük bir savaş veriyordum. Ellerim titriyor, ayaklarımın altında hissettiğim soğuk zemin, içimdeki boşluğu daha da derinleştiriyordu.

Zaman ilerledikçe, gücümün tükendiğini hissediyordum. Ellerim ve ayaklarım uyuşmuş, bedenim giderek soğuyordu. Sessizlik, çaresizliğimin yankısı gibiydi; etrafımda hiçbir ses duyulmuyordu, sadece karanlık ve boşluk vardı. 'Belki de artık kimse gelmeyecek,' diye düşündüm. Bu düşünce, içimdeki son umut kırıntılarını da yok ediyordu.

Geçen saatler, günlere dönüşmeye başlamıştı. Güç kaybım giderek artıyor, hareket etme çabalarım zayıflıyordu. Bedenim yorgunluktan ve soğuktan titriyordu. Seslenmeye çalışsam da sesim neredeyse duyulmaz hale gelmişti.

O anda, içimde bir dua yükseldi:

"Ey Allah'ım, beni bu zor durumda yalnız bırakma. Senin merhametin her şeyin önündedir. Beni bu karanlıktan ve umutsuzluktan kurtar. Gücümü geri ver, umutlarımı yeşert ve bana bu zorlu süreçte yardım et. Sen her şeye kadirsin. Senin iznin olmadan hiçbir şey olmaz."

Dua ettikten sonra çaresizlik içinde beklemeye başladım. Tek çarem, tek çıkış yolum sensin, Rabbim; kullarına yardım gönder. Aradan geçen zaman, içimdeki umudu iyice zayıflatmıştı. Karanlığın ve sessizliğin içinde kaybolmuşken, birden bir ses duydum.

"Orada kimse var mı? Lütfen ses verin!"

Bir ses duydum, gerçek miydi? Hıçkırarak ağlamaya başladım. "Şükürler olsun Allah'ım, dualarımı kabul ettiğin için. Senin yardımınla buradan çıkabileceğim. Bana ve diğerlerine de yardım et," diye yalvardım.

Sesimi duyurmak için tüm gücümü topladım. "Buradayım!" demeye çalıştım, ama sesim çıkmıyordu. Çaresizlik ve yorgunluk beni zorlamaya başlamıştı.

"Sesimi duyabiliyor musunuz?" diye tekrar seslendim. Ancak sesim o kadar kısılmıştı ki duyulup duyulmadığımdan emin değildim.

Genç adam, "Sesini alamıyorum, lütfen tekrar ses ver!" diye bağırdı.

Son bir güçle "Buradayım!" dedim.

Bu sefer sesimi duymuştu. "Tamam, seni duydum. Sakin ol, seni buradan çıkaracağım. Umudunu kaybetme," dedi güven veren bir sesle.

O an, içimdeki karanlığa küçük bir ışık sızmıştı.

Her taraf karanlık ve soğuktu. Sesimin nereden geldiğini bulmaya çalışarak ilerlediğini hissedebiliyordum. Her adımda karşılaştığı engeller, bana ulaşma çabasını daha da zorlaştırıyordu. Ancak bu engeller onun azmini kırmamış, aksine daha da kararlı hâle getirmişti. Ben de umudumu yitirmemek için o sesi yeniden duymaya çalıştım.

Yanında bulunan betona vurmaya çalışıyordum. "Lütfen, çabuk olun!" diye seslendim. Ellerimi ve ayaklarımı hissetmiyordum; vücudum giderek soğuyordu.

İçimdeki umut kırıntıları, karanlıkta parlayan yardım eliyle besleniyordu.

"Lütfen dayan," dedi genç adam. "Hemen geleceğim."

“Gitme… ne olur gitme…” Gözlerim yaşlarla dolarken, vücudumun kontrolünü yitirdiğimi hissediyordum. Tanımadığım bu adam, o an tüm umudum olmuştu. Uzaklaşması, karanlıkta kaybolmak gibiydi.

“Ne olur, beni burada bırakma…”

Adımlar yavaşça uzaklaşırken, içimdeki çaresizlik giderek büyüyordu. Kederim gönlümü kasvetle dolduruyor, ruhum derin bir boşluğa sürükleniyordu. Bir yabancı bile olsa, onu kaybetmek tamamen yalnız kalmak demekti.

Sesler duyuyordum; genç adam yardım istiyordu. Kendi başına ilerlemenin zor olduğunu anlayınca, "Burada biri var, yardım edin!" diye bağırdı. Kısa bir süre sonra, kurtarma ekiplerinden birinin sesi duyuldu:

"Orada mısın? Ses ver!"

Betona vurmaya devam ediyordum. "Buradayım," dedim zayıf bir sesle. Kalbim hızla atıyordu; kurtarma görevlisinin bana ulaşmasını bekliyordum.

Kurtarma görevlileri, molozların arasında ilerleyerek sesimin kaynağını bulmaya çalışıyordu. Ellerinden gelenin en iyisini yaparak boşluğu genişletmeye ve bana ulaşmaya çabalıyorlardı.

"Kurtarma çalışmaları neredeyse tamamlanmak üzere. Biraz daha sabırlı olmalısın. Seni çıkaracağız," dedi kurtarma görevlisi.

Her nefes alışımda, kurtarılacağım inancını canlı tutmaya çalışıyordum.

Küçük bir boşluk açıldı. "Işık görüyor musun?" diye sordular. "Evet, görüyorum," dedim. Işık az az süzülüyordu. Çabayla daha geniş bir alan açıldı ve artık kurtarma görevlilerini ve bana ulaşmaya çalışan genci görebiliyordum. Her kaldırılan parçayla nefesim biraz daha rahatladı; ancak bedenim hala yıkıntılar altındaydı ve sadece elim görünüyordu.

Gözyaşları içinde dar bir açıklıktan elimi uzatarak genç adamın elini sımsıkı tuttum. Gözlerim ağırlaşıyor, halsizlik ve yorgunlukla mücadele ediyordum. Genç adam beni uyanık tutmak için sorular sormaya başladı.

"Adını öğrenebilir miyim?" diye sordu genç adam.

"Ben... Benim adım Bahar," dedim, sesim zayıf ve titrek çıkıyordu. Kelimeler boğazımda düğümlenmiş gibi hissediyordum. Bu kısa konuşma bile beni güçsüz bırakmıştı, ama genç adamın bana sorduğu sorular beni uyanık tutuyordu. "Tamam Bahar, şimdi seni buradan çıkarmamız için biraz daha güçlü olman gerekiyor. Neler olduğunu hatırlıyor musun?" dedi, bana moral vermeye çalışarak.

"Evet... Uyuyordum, evden çıkabilmek için çok mücadele ettik. Başaramadık, her şey bir anda yıkıldı. Annem ve babam... onlara ulaşamıyorum," dedim.

Genç adam sordu: "Yanında biri var mı peki? Sesini duyabildiğin birisi?"

"İlk deprem anında bir kadının sesini duydum. 'Bebeğim nefes almıyor' diye bağırıyordu. Telefonla 112'yi bile aradı ama gelen olmadı. Sonrasında ben de çok seslendim ama cevap veren kimse yoktu," dedim. "Yanımda sadece soğumuş bir el var, ama kimin olduğunu bilmiyorum."

"Merak etme, Bahar. Korkma, biz buradayız ve seni kurtarmak için her şeyi yapacağız. Sadece biraz daha dayanmanı istiyorum," dedi genç adam. Onun sakin ve kararlı sesi güven veriyordu.

"Sizin adınız?" diye sordum, onunla bağ kurmaya çalışarak.

"Benim adım Poyraz," dedi. "Beni dinle Bahar, şimdi derin bir nefes al ve sakinleşmeye çalış."

Kurtarma ekibinin lideri, "Herkes dikkatli olsun, her hareketimiz önemli," diyerek ekibini yönlendirdi.

Ekip üyelerinden biri, "Yaklaşıyoruz, devam edin!" diye bağırdı. Ekip ile beraber Poyraz, molozları temizlemeye devam ederken, bir yandan da benimle konuşarak moral vermeye çalışıyordu. "Sakın pes etme, tamam mı?"

Kalbim hızla atıyor, göğsüm daralıyordu. Dayanacak gücüm kalmamıştı. Enkaz altında geçen her an, bir ölüm kalım mücadelesiydi.

Bu mücadelede sonum ne olacaktı?

Loading...
0%