@sedadncr
|
"Geceyi bilmeden sabahı, kışı hissetmeden baharı, yenilgiyi yaşamadan zaferi, yıkımı tanımadan yeniden doğuşu anlamak zor." Kurtarma ekibi, “Bahar, sesini duyurmaya devam et, olur mu? Uyumaman gerekiyor. Dayan,” diyordu. Kelimeleri anlamaya çalışıyordum ama başım o kadar ağır, gözlerim o kadar yorgundu ki… Bir an kapatsam, belki birkaç nefeslik bir mola versem... “Çok susadım…” dedim, sesim fısıltıya dönüşmüştü. Dudaklarım kuruydu; her nefeste içim biraz daha sıkışıyordu. “Ayağımı… hissedemiyorum.” Soğuğun sinir uçlarıma bıçak gibi battığını anlatmak istiyordum ama kelimeler yetmiyordu. Bedenim bana ihanet ediyordu; içimde sanki bir ses “Bırak, kapat gözlerini, uyuyuver,” diyordu. Ama hayır. Derin bir uykunun cazibesine kapılmak, belki de pes etmekti. Tutunmam gerektiğini biliyordum; annem için, babam için… "Az kaldı, Bahar. Burada yalnız değilsin. Herkes seni kurtarmak için var gücüyle çalışıyor. Çok yakınız..." Az kaldığını söylüyorlardı ama ne kadar az? "Annem ve babam, onlar... nasıl?” diye sordum, içimde bilmek istemediğim bir korkuyla. "Ekibimiz onların da bulunması için büyük bir çaba harcıyor. Şu anda senin güvenliğini sağlamaya odaklandık. Onlar için de elimizden geleni yapacağız." Sözlerinde bir umut vardı ama yetmiyordu. Benim, burada enkaz altında nefes alabilmem için kalbimde daha fazlasına ihtiyacım vardı. Artçı sarsıntılar devam ederken, yıkıntılar her harekette biraz daha çöküyor, bedenime ve ruhuma yükleniyordu. Nefes alıyordum ama her nefeste toz boğazımı kaplıyor, ciğerlerimi yakıyordu. Bir süre sonra, molozların altından biraz daha geniş bir boşluk oluştu. Dışarıdaki ekibin kararlı ama telaşlı uğraşlarını hissedebiliyordum. Kurtarma görevlileri üzerimdeki enkazı dikkatlice kaldırırken, diğerleri bana destek oluyordu. Yakınlarda bir binanın dehşet verici bir gürültüyle yıkıldığını hissettim; o an, hayatta kalmak için verilen amansız mücadelenin bir parçası olduğumu biliyordum. “Dikkatli olun!” diye bağırıyordu bir kurtarma görevlisi. “Molozlar savruluyor!” Etrafımda, her adımda canını riske atan insanların o mücadeleci sesini duydukça, içimde alev gibi yanan hayatta kalma arzusunu daha derin hissediyordum. Beni ayakta tutan tek şey belki de onların azmiydi, bilmiyorum. Ama bir umut var orada; yoksa burada, bu karanlıkta direnebilir miydim? Gökyüzünden yükselen toz bulutları, gözlerimi yakıyor ve burnuma dolarak nefes almamı iyice zorlaştırıyordu. Her nefeste, tozun boğazıma ve ciğerlerime yapıştığını hissediyordum. Boğazımdaki kuruluk, sanki bir çölün ortasında kalmışım gibi hissettiriyordu. Dışarıdaki kaosu tam olarak algılayamıyordum; etrafımda kargaşa hüküm sürüyordu; çığlıklar ve yere düşen enkaz parçalarının çarpışma sesleri arasında ne olup bittiğini anlamakta zorlanıyordum. Aniden, Poyraz’ın koluna dev bir moloz parçası düştüğünü gördüm. O an, içimdeki son kırıntı da can çekişti sanki ve nefes alabileceğim son boşluğu kapattı. Herkes geri çekilirken bile Poyraz, elimi bırakmadığı için acı çekmişti. “Moloz… koluma geldi… Ah!” diye inleyen sesi giderek uzaklaşırken, ona ulaşmak istedim ama bedenim ağırdı. Göz kapaklarımın kapanmasına, boğazımı yakan tozun beni susturmasına engel olmaya çalışırken sadece onu düşündüm: “Beni bırakma, lütfen…” Kurtarma ekipleri hızla harekete geçti. Ekip liderlerinden biri, durumun ciddiyetini vurgulayarak, “Çok tehlikeli, hızlı olmalıyız!” diye uyardı. Ekip, koordineli bir şekilde moloz parçasını kaldırmak için tüm güçlerini birleştirdi. Moloz parçası kaldırıldığında, Poyraz’ın kolunun kesik ve şişlik olduğunu söylüyorlardı. "Poyraz," sesini yükselterek, "Bir bandaj verin, kolumu sarabileyim şimdilik," diye seslendi. Ekip, Poyraz’a hemen gerekli malzemeleri sağlamaya çalıştı. Poyraz, tüm vücuduna yayılan acıyla yüzünü buruşturmuş, dişlerini sıkarak direnmeye çalışıyordu. Gücüm tükenmek üzereydi ve Poyraz’ın koluna düşen molozun ağırlığı altında yaşadığı acıyı tahmin edebiliyordum. Nefes almak giderek zorlaşıyordu; göğsüm daralıyor, sanki boğuluyordum. Poyraz’ın sesini duyabiliyordum ama her geçen saniye daha da uzaklaşıyordu. “Dayan Bahar, lütfen!” diye haykırdığını işittim. Sesinde umut ve çaresizlik iç içe geçmişti. Gözlerimi açık tutmaya, ona cevap vermeye çalışıyordum ama bedenim bana ihanet ediyordu. Sonbaharın keskin rüzgârı, yıkık dökük duvarların arasında uğuldayarak eserken, ben aşağıda titreyerek bekliyordum. Hava hızla serinliyor, her nefeste içime işleyen o soğuk derinleşiyordu. "Yağmur yağacak, kara bulutlar hızla yaklaşıyor," dediler. Oysa ben yağmuru severdim; her zaman bana huzur verirdi. Ama bu sefer, yağarsa her şeyin daha kötü olacağını biliyordum. Uzaktan duyulan gök gürültüsü içimde bir ürperti yarattı. Hafif bir damlama sesi işittim, sonra hızla betonun üzerine çoğalan yağmur damlalarını. Elime bir damla düştü; soğuktu. Yağmur şiddetlendikçe beton daha da ağırlaşıyor, soğuk iliklerime kadar işliyordu. Ellerim yavaşça gevşedi. Onun elini tutmaya çalıştım ama parmaklarım iradem dışında kayıyordu. Sıcaklığı, üşüyen bedenimden uzaklaşıyordu. Gücüm tükeniyordu. Başım dönmeye başladı, gözlerim ağırlaştı. Sesler artık çok uzaklardan, derin bir kuyunun içinden geliyormuş gibi boğuk ve anlaşılmazdı. Göz kapaklarım kapanmaya başladığında, içimdeki son güçle “Poyraz...” diye fısıldamak istedim ama sesim çıkmadı. Sadece dudaklarım titredi. Son gördüğüm şey, Poyraz’ın bana uzanan elleri ve gözlerindeki derin çaresizlikti. Ve sonra… sadece karanlık. Karanlık beni içine çekmişti. Zaman, mekân, hatta bedenim… Derin bir kuyunun dibinde gibiydim; ulaşılmayacak kadar uzak, duyulmayacak kadar kısık bir çığlık gibi. Nefes almak imkansızdı ama ölmek de öyleydi. Her şeyin bittiği an, bir yokluk içinde sürükleniyordum. Zamanın bir anlamı kalmamıştı; ne saniyeler ne dakikalar… Her şey birbirine karışıyordu. Kollarım, bacaklarım… artık bir bedene sahip olup olmadığımı bile hissedemiyordum. Hayatta kalmakla ölüme karışmak arasında sıkışmış bir an gibiydim; bir türlü geçmeyen, sonu olmayan bir an. Ama sonra… Önce belirsiz, sonra giderek netleşen bir ses. “Beni duyuyor musun? Dayan, ne olur. Şimdi seni çıkarıyoruz.” İçimdeki o masum kız çocuğu, sesin geldiği yöne yönelmek, ona sarılmak istedi. Gözlerimi ağır ağır aralamaya çalıştım; yüzler, eller, ışık… Beni oradan çekip almak, yeniden nefes aldırmak için didinen bir sürü insan. Onların telaşlı sesi, acele eden ayak sesleri, umutsuzluğuma karşı verdikleri kocaman mücadele… Her birini duyabiliyordum. "Ne kadar zaman geçmişti? Saatler mi, dakikalar mı, yoksa sadece bir an mı?" Anlayamıyordum. Uyanmak için çırpınıyordum. Bedenimde hafif bir ağırlık hissettim. Ellerim, kollarım… sanki benden bağımsızdı. Nefes almakta zorlandığımı fark ettim; ciğerlerim ağırlaşmıştı. Sanki her nefes beni biraz daha dibe çekiyordu. Poyraz’ın sesi... Sesini net bir şekilde duyabiliyordum ama karşılık veremiyordum. Sanki bir sis perdesi vardı aramızda. “Hızlı olmamız gerekiyor,” dedi birileri. “Yağmur bastırıyor, işleri daha da zorlaştıracak.” Sesler gittikçe yakınlaşıyor ama hâlâ onlara ulaşamıyordum. İçimde bir yerlerde ona seslenmek istedim: “Buradayım… bırakma beni...” Gözlerimi açmak istedim ama sanki göz kapaklarım binlerce kilo ağırlığındaydı. Her şey bulanıktı, hem zihnimde hem de bedenimde. Çevremde hareketlenme vardı, ne olduğunu tam anlamıyordum. Sesler daha da yakınlaştı; acele eden ayak sesleri ve fısıldayan, telaşlı konuşmalar... Gözlerimi aralamaya çalıştım ama göz kapaklarım kendiliğinden kapanıyor, direnemiyordum. İçimden sessizce dua ettim: “Allah'ım, bana kuvvet ver, ne olur…” Göz kapaklarımı aralayabildim, çok kısa bir an. Tükenmiştim, bir yanım beni çoktan bırakmıştı. Peki ya ailem? Ben böyleyken, onlar kim bilir ne hâldeydi? Bir anons yükseldi: “Sessizlik istiyoruz!” Etraf bir anda sessizliğe büründü. Vatandaşlar ve AFAD görevlileri... “Hep birlikte 1, 2, 3! Sesimizi duyan var mı?” diye bağırıldı. Ekip üyeleri ve vatandaşlar dikkatle dinliyorlardı. Sessizlikte yankılanan bu çağrı, bir umut ışığıydı. Birkaç saniye sonra, sonunda bir yanıt duyuldu: "Enkaz altında sıkışmış biri olarak, duymayı beklediğim en önemli seslerden biriydi... “Burada biri var!” diye bağırıldı. Kurtarma görevlileri hemen sesin geldiği yöne doğru koştular. Her saniye kritik önemdeydi. “Poyraz, o sesler neydi? Birini mi buldular?” endişe içinde sordum. Ailemde olabilirlerdi; bu düşünce içimi daraltıyordu. “Evet, Bahar. Enkazın altından küçük bir kızın sesi duyuldu. Ekip onunla ilgileniyor,” diye yanıtladı Poyraz. Şükürler olsun diyebildim. Hemen ardından ailemle ilgili bir bilgi almak istedim: “Peki, ailemden haber var mı? Ne olur, artık bir şey söyleyin,” diye yalvardım. "Bahar… biliyorum, bu çok zor. Hepimiz elimizden gelenin en iyisini yapıyoruz, merak etme. Ama henüz net bir bilgi yok. Tüm kurtarma ekipleri hâlâ ailelere ulaşmak için çalışıyor. Yalnız değilsin, anlıyor musun? Sana söz veriyorum, en ufak bir haber aldığımda ilk sana söyleyeceğim. Sadece biraz daha dayan." İçimdeki korku, karanlık bir deniz gibi dalga dalga yükseliyor, beni boğuyordu. Her yeni sarsıntı, ciğerlerime dolan soğuk su misali nefes almamı zorlaştırıyordu. Zihnimdeki endişe fırtınası, düşüncelerimi savuruyor, ne yapacağımı bilemez hale getiriyordu. Canım çok acıyordu ve bacaklarımı hissetmiyordum. Küçük bir boşluktan daha fazla hareket edebileceğim bir alan açılmıştı ama bacağımın sıkışmış olduğunu hissetmekle birlikte ne durumda olduğumu göremiyordum. Kurtarma ekiplerinin konuşmalarını net bir şekilde duyabiliyordum: “Bacağının durumu kötü görünüyor, açık yara var, acil müdahale gerekli,” diyorlardı. Bu sözler, durumun ciddiyetini ve ekiplerin ne kadar hızlı ama dikkatli hareket etmeleri gerektiğini gösteriyordu. İçten içe korkuyordum; her şeyin kritik olduğu bu anlarda tek düşündüğüm, kurtarılmayı beklemekti. Enkazın soğuk ve sert yüzeyini hissedebiliyordum. Beton parçaları vücuduma batıyor, hareket etmemi neredeyse imkânsız hale getiriyordu. Çocukluğumun anılarıyla dolu bu yer, şimdi bir hapishane gibi üzerime çökmüştü. Yıkılan duvarların arasında sıkışmışken, geçmişin güvenli sıcaklığı yerini soğuk bir yalnızlığa bırakmıştı. Evin tanıdık kokusu bile değişmişti; o sıcak, güven veren hava, toz, nem ve beton kokusuna dönüşmüştü. Lütfen, acıyı durdurun. Kurtarma görevlisi, “Sakin ol, lütfen. Her şey kontrol altında,” dedi. Kırk sekiz saat geçtikten sonra nihayet bacaklarımın üzerindeki ağırlık kaldırıldı ve yavaşça enkazdan çıkarıldım. Acıdan bitkin düşmüş bedenimle hayattaydım. Bu sırada Poyraz, güçsüz bir şekilde “Sana söz vermiştim, sözümü tuttum,” dedi. Sesi titriyordu; yüzünde hem acının hem de rahatlamanın izleri vardı. Daha derin nefes almaya çalıştığımda acının her yanımı sardığını hissettim. Kurtarılmıştım, ama bedenimdeki yaraların ve acıların farkındaydım. Poyraz bir an bile tereddüt etmeden yanımda yere çöktü. Üstü başı kan içinde, yüzünde toz izleri… ama yine de gözlerinde, bana verdiği sözü tutmuş olmanın rahatlığı vardı. Doktor gibi profesyonel bir sakinlikle yanımda çömelerek yaralarıma dikkatle baktı. “Baharcım, şimdi yanındayım, ilk müdahaleyi yapmam gerekiyor. Bu, seni daha fazla acıdan koruyacak,” dedi. Sesinde öyle güçlü bir güven vardı ki, acılarımın ötesine geçip ona tutunmaktan başka bir şey düşünemiyordum. Yaralarımı kontrol ederken elini yavaşça omzuma koydu ve derin bir nefes aldı. “Sadece biraz daha sabret,” dedi. Hemşire de yanında getirdiği acil müdahale çantasından birkaç malzeme çıkarıp Poyraz'la beraber yaralarıma titizlikle ilk müdahaleyi yapmaya başladı. Poyraz’ın dikkati ve elinin titrememesi için çabalayan iradesini görebiliyordum... Gözleri ara ara kapanacak gibi oluyor, kendisi de büyük bir yorgunlukla savaşıyordu, ama vazgeçmeden devam ediyordu.Son müdahaleyi yaptıktan sonra gözlerime baktı. “Artık güvendesin, Bahar. O sırada sağlık ekipleri gelip benim sedyeye alınmamı sağladı. Enkazdan çıkarılıp sedyeyle ambulansa doğru götürülürken, arkamda Poyraz’ın yanından ayrıldığını gördüm. Kolları sargılar içinde, dudaklarında solgun bir tebessümle elini kaldırıp beni uğurluyordu. Poyraz'ın vücudu, kurtarma çabaları sırasında aldığı yaralardan dolayı yorgun düşmüştü. Onun da hastaneye kaldırılması gerekiyordu. Kısık gözlerim ve bitkin bedenimle etrafa bakmaya çalıştım. Çevremdeki binaların yıkılmış olduğunu görebiliyordum. “Peki, kurtarılan var mıydı? Annem ve babamı sordum.” Her şey yolunda, dediler. Gerçekten her şey yolunda mıydı, yoksa beni bu sözlerle mi avutuyorlardı? Ambulans sirenleri eşliğinde hastaneye doğru yola çıktık. Karanlık ve dar bir boşluktan çekilip çıkarıldığımda, hayatımın en derin uykusundan uyanıyormuşum gibi hissettim. Gözlerimi yavaşça açtığımda etrafımdaki görüntüler netleşmeye başladı. İlk hissettiğim şey, vücudumu saran soğuktu. Kendimi dar bir alanda, hareket halindeki bir aracın içinde buldum; ambulanstaydım. Betonun soğukluğu hâlâ tenimde hissedilirken, üzerimdeki battaniyenin sıcaklığı bana bir kucaklama gibi geliyordu. Ambulansın içindeki her sarsıntıda, vücudumdaki kırıklar daha da dayanılmaz bir acıya dönüşüyordu. Her çukur ve dönemeçte kemiklerimdeki acıyı yeniden hissediyordum. Gözlerimi kapadım, her nefes alışımda dayanıklılığımın sınırlarını zorluyordum. Ambulansın içindeki soğuk hava, sıcak battaniyenin arasından sızıp, yaralarımın üzerinde donuk bir rüzgâr gibi esiyordu. Ailemi düşündüğümde göğsümde bir sıkışma hissettim. Annemin sıcak kucaklamasını, babamın güven veren sesini özlüyordum. O an, sesli bir şekilde ağlamaya başladım. Daha yeni ailemle vakit geçirmiştim. Bir saniye sonra neler olacağını kim bilebilirdi ki? Hayatın bu acımasız sürprizleri, insanı aniden yakalayıp sarsıyordu. Gözyaşlarım sel olup akarken, hemşire hemen “Buradasın ve güvendesin,” diyerek omzuma hafifçe dokundu. Çok üşüyordum. Hastaneye ulaştığımızda, acil servis girişinde yüzlerce insanın toplandığını gördüm. Herkes sevdiklerini arıyor, onları bulabilmek umuduyla bekliyordu. Yalnızca benim kimsem yoktu. Hiç mi merak etmemişlerdi? Doktorlar beni hızla sedyeden alıp acil müdahale odasına taşıdı. Hızlıca vücudumdaki yaralanmaları değerlendirip kırıklarımı fark ettiler ve acil ameliyat gerektiğine karar verdiler Hastanenin beyaz duvarları arasında, çaresizlik içinde etrafıma bakarken birdenbire ayak bileğimdeki kırık şiddetli bir sancıyla kendini hatırlattı. Boğazımdaki boyunluk rahatsız ediyordu; sıkışmış ve hareketsiz kalmıştım. "Boynumdaki boyunluğu çıkarın, lütfen," dedim güçsüz bir sesle. Bir doktor, sakin bir ses tonuyla, "Bu boyunluk kontrol amaçlı takılı, Bahar Hanım. Filmlerinizin sonuçlarına göre hareket edeceğiz," diyerek cevap verdi. “Doktorlar ellerinden geleni yapıyor, ama aklım hâlâ ailemde ve enkaz altında kalan diğer insanlarda. Onların da sağ salim kurtulmalarını umuyordum. Ameliyat odasına alındığımda, anestezinin etkisi hızla bilincimi bulanıklaştırmaya başladı. Zihnim, enkaz altındaki karanlık dakikalara dönüyordu. Depremin şiddeti, o kaskatı beton parçaları ve çaresizlik anlarım gözlerimin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu. Gözlerim dolmuştu, ama birkaç saniye sonra narkozun etkisiyle göz kapaklarım yavaşça kapanmaya başladı. Gözlerim dolmuştu ve birkaç saniye sonra anestezinin etkisiyle göz kapaklarım yavaşça kapanmaya başladı. Ameliyat sonrası gözlerimi açtığımda, her şey belirsizdi. Vücudumu saran titreme o kadar şiddetliydi ki, sanki hiç ısınamayacakmışım gibi hissediyordum. Anestezinin etkisinden kurtuldukça, acı da keskin bir şekilde geri dönmüştü. Ayak bileğimdeki ağrı, tüm bedenime yayılıyordu ve ağrı kesiciler bile bu sancıyı hafifletmekte yetersiz kalmıştı. Herkesin etrafımda koşuşturduğunu, bir şeyler yapmaya çalıştığını hissedebiliyordum. Vücudumun kontrolü benden çıkmış gibiydi. Yalnızlık, o anın soğukluğu kadar keskin ve derin hissediliyordu. Başım dönüyor, gözlerim yeniden kapanıyordu. Beni saran battaniyeler bile bu içimdeki derin üşümeyi dindiremiyordu. Kendimi toparlamaya çalışırken, dudaklarımdan dökülen “Anne, baba” kelimeleri, çaresizliğin ve yalnızlığın dışa vurumuydu. Bir hemşire yanıma gelip tansiyonumu ölçerken, zor da olsa, "Ailemi görebilir miyim?" diye sordum. Hemşire bir an tereddüt etti ve "Doktorunuzla konuşmalıyız," dedi, ardından yumuşak bir sesle ekledi: "Endişelenmeyin, her şey yolunda." Hemşire odadan çıkarken, içimdeki soğuk hâlâ geçmemişti; battaniyeler bile bu üşümeyi dindirmeye yetmiyordu. Gözlerimi araladığımda, kapı hafifçe açıldı ve doktor içeri girdi. Yüzündeki sakin ifade, beni rahatlatmak ister gibiydi. “Ameliyatınız çok başarılı geçti,” dedi sakin bir sesle. “Ayağınızdaki kırıkları düzeltmek için titanyum plakalar ve vidalar kullandık. Bu malzemeler hem dayanıklı hem de vücudunuzla uyumlu olduğu için iyileşme süreciniz daha sağlıklı olacak.” Narkozun etkisinden tam çıkamamış, sadece başımı hafifçe sallayarak söylediklerini dinliyordum. Güçlükle, kısık bir sesle "Ne zaman iyi olacağım?" diye sordum. Doktor, hafif bir tebessümle karşılık verdi: “Bu süreç sabır gerektirecek, Bahar Hanım. Ancak doğru tedavi ve rehabilitasyonla birkaç ay içinde ayağınızı yeniden tam fonksiyonla kullanabileceksiniz. Şimdilik dinlenmeniz ve kendinize iyi bakmanız çok önemli.” Doktor, omzuma hafifçe dokunarak odadan çıktı. Yalnız kaldığımda, her şeyin gerçekten “yolunda” olup olmadığını düşünmeye başladım. O an için acılarıma katlanıyor olsam da asıl sorularım cevapsızdı: Ailem ve sevdiklerim gerçekten güvende miydi? Odanın kapısı açıldığında, hastaneye gelen insanların sesleri daha da belirginleşti. Zaman sanki ağır çekimde ilerliyordu. Hemşireler ve doktorlar, hayatları kurtarmak için didinirken ben, enkaz altından çıkarılmış olmanın sarsıcı şokuyla yatağıma mıhlanmış, yalnızca bekliyordum. Beklemenin acısı, bedenimde hissettiğim acıyı bastıracak kadar büyüktü. Enkazdan çıkarılan her yeni yaralı, hastane koridorlarında yankılanan acı dolu çığlıklarla birlikte getiriliyordu. Bu sesler, hayatın acımasız gerçekliğini yüzüme çarpan bir tokat gibiydi. Her bir çığlık, içimdeki kaygıyı artırıyor, korkumu derinleştiriyordu. Bir süre sonra, yeniden anestezinin etkisiyle uykuya dalmıştım. Uyandığımda, ilk önce vücudumun ağrısıyla tekrar yüzleşmek, yaşadığım her şeyin gerçekliğini hatırlatıyordu. Titremem azalmıştı ama acı hâlâ tüm gücüyle devam ediyordu. Kafamda aynı sorular dönüp duruyordu: Annem ve babam nerede? Yaşıyorlar mı? Neden kimse bana bir şey söylemiyordu? Gözlerimin içi yanıyordu, tüm bu düşüncelerin ağırlığına dayanamayarak ağlamaya başladım. Gözyaşlarım, yaşadığım her anı hatırlatırken, tek düşündüğüm; ailemin durumuydu. Kalbim hızla atmaya başladı; onları görmek istiyordum. Onları görmek, bu karanlık dünyada bir ışık olacaktı. Çaresizlik içinde beklerken, zaman durmuş gibiydi. Sessizliğin içinde kaybolmuşken, kapının hafifçe açıldığını duydum. Yavaşça içeri giren hemşire, elindeki dosyayla yanıma yaklaştı. “Merak etmeyin,” dedi yumuşak bir sesle, “Doktorunuz yakında gelecek ve size gerekli bilgileri verecek. Şimdilik dinlenmeye çalışın.” Ancak benim tek istediğim ailemdi; bu derin yalnızlıkta onların varlığı, umudumu yeniden yeşertebilirdi. Ailem enkazın altındayken nasıl dinlenebilirim ki? Bir parçam eksik gibi hissediyorum; sanki kalbim yerinden sökülmüş. Yaşıyorum ama içimde yaşam belirtisi yok. Her nefes alışım, sevdiklerimden uzakta geçen bir saniyenin daha acısını taşırken, ruhumun derinliklerinde boşluk ve çaresizlik hüküm sürüyor. Allah'ım, ne olur, ailemi bana bağışla. Aradan yarım saat geçti. Hemşire ve doktor beraber içeri girdiler. Ailemin durumunu sordum. Doktor, ailemin hastaneye geldiğini söyledi. Kalbim heyecanla çarpıyordu. Ailemi görmek için sabırsızlanıyordum. Onlara çok ihtiyacım vardı. Ancak doktorun ifadesi değişmişti. Yüzünde bir endişe vardı. İçim ürperdi. "Lütfen, bana doğruyu söyleyin,” dedim titreyen bir sesle. “Ailem nasıl?" Doktor derin bir nefes aldı, bakışlarını yere indirdi Evet, kötü bir haber vardı. Ailem kötü durumdaydı. Doktor, elimi tuttu ve bana doğrudan bakarak, “Üzgünüm,” dedi, “Aileniz, enkaz altında hayatını kaybetmiş şekilde bulundu. Biz yine de müdahale ettik, ancak kurtaramadık.” Doktorun söylediği o kelimelerle dünya başıma yıkıldı. Bağırarak ağlamaya başladım; her şey yolundayken yaşadığımız felaket sonucu sevdiklerimi kaybetmiştim. Gözyaşlarım bir an olsun dinmiyordu. Ayağa kalkmak istiyordum ama vücudum acı içindeydi. Boyunluğumu tekrar takmışlardı; ağlayarak, "Boyunluğumu çıkardım. Ailem, benim için her şeydi. İçimdeki acı, ameliyatın verdiği fiziksel ağrıdan çok daha derindi. Artık hayatta kalmak, sadece bedeni değil, ruhu da onarmak anlamına geliyordu. "Doktor, endişeyle başımı tutarak, 'Bahar Hanım, boyunluğunuzu takmamız gerek,' dedi. Doktorun elini hafifçe sıktım. Gözlerime derinlemesine baktı, çaresizlik içinde üzgün bir ifadeyle, 'Gerçekten çok üzgünüm,' dedi. 'Bu, tarif edilemeyecek kadar zor bir an. Bu acıyı hafifletmenin bir yolu yok ama güçlü olmalısınız.' Kalbimdeki boşluğu dolduracak sözler bulmakta zordu; 'Onları… görmek istiyorum. Son bir kez, lütfen…' Doktor, anlayışla başını salladı. “Tabii ki,” dedi. “Yeni ameliyattan çıktınız sayılır. Size biraz zaman verelim. Hem annenizi hem de babanızı görmek istediğinizde, sizi yanlarına götüreceğiz.” Yatağımda sessizce bekledim. İçimde karmaşık duygular birbirine karışıyordu. Hem annemi hem de babamı kaybetmenin tarifsiz acısı, bedenimi saran ağrılarla birleşiyordu. Bir süre sonra hemşire geri döndü. Elinde bir bardak su ve birkaç ağrı kesici hap tutuyordu. “Bunları almanız iyi olur,” dedi yumuşak bir sesle. “En azından fiziksel acınızı hafifletebilir.” Hapları elime alıp, ağır hareketlerle suyla birlikte yuttum. Fakat bir an bile, bu küçük hapların içimde büyüyen o koca boşluğu doldurabileceğine inanmadım. İçimdeki acı, herhangi bir ilacın ulaşamayacağı kadar derinlerdeydi, ne bir ağrı kesici ne de herhangi bir söz, bu yükü hafifletebilirdi. “Dinlenmeye çalışın,” dedi hemşire. “Biz buradayız.” “Dinlenmek istemiyorum. Ailemi görebilir miyim? Bana yardımcı olun,” dedim. Saatler geçmişti; artık ailemi görmek istiyordum. “Acım geçmiyor; hafiflemediği gibi, her geçen an daha da artıyor. Hanımefendi, lütfen beni ailemin yanına götürün. Ne olur, onları görmek istiyorum. Bu yalnızlık içinde kaybolmuşken, ailemin varlığı benim için her şey demek. “Sevdiğim insanlar soğuk ve karanlık bir yerde yatarken, benden acımın hafiflemesini mi bekliyorsunuz?” Onları son bir kez görmek için hazırlanırken, hastane odasının sessizliği içinde kaybolmuş gibiydim. Dış dünya, benim için anlamını yitirmişti. Hemşireler içeri girdi ve “Gidebiliriz, ailenizi görmeye,” dediler. Ailemi görmek için yatağımdan doğruldum; içimdeki acı bedenimdeki acıyı bastırıyordu. Canımın acısı geçerdi ama kaybettiklerimi geri getiremezdim. Tekerlekli sandalyem, sessiz koridorda ilerlerken, tekerin her dönüşü yankılanıyordu. Koridor boyunca ilerlerken, hastanedeki yoğunluk ve aceleci adımlar dikkatimi çekti. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışırken, ben sadece son bir kez ailemi görebilmek için çabalıyordum. Her dönüş, her adım beni onlara biraz daha yaklaştırıyordu. Kalbim, bu anın ağırlığını taşıyamayacakmış gibiydi. Odaya vardığımızda, kapının önünde duraksadım. Hemşire, hafifçe kapıyı araladı ve “Hazır olduğunuzda içeri girebilirsiniz,” dedi. Derin bir nefes aldım ve gözlerimde birikmiş yaşları silmeye çalıştım. Kapının üzerinde yazan “Morg” yazısı vücudumu üşütmeye başladı. “İçeri girelim,” dedim. Hemşire, tekerlekli sandalyemi iterek beni içeri götürdü. Beyaz örtülerin altında, sevdiklerimin cansız bedenleri vardı. Usulca yanlarına yaklaşmak istedim, ama boynumdaki destekleyici boyunluk ve hemşirelerin koluma girmesiyle hareket etmekte zorlanıyordum. Hemşireler, bana destek olmak için koluma girerek beni dengelemeye çalıştılar. Ailemi görünce içim sarsıldı. Sevdiklerimin kanı çekilmiş, kireç gibi bembeyaz kesilen yüzlerine dokundum. Ailem, ilk defa bu kadar soğuktu. Kapalı göz kapaklarının üzerindeki güzel kirpiklerine dokunarak sevdim; son görüşüm olduğunu bilmem, içimde dipsiz bir kuyu açıyordu. Ailemin sessiz yüzleriyle karşılaştığımda adeta paramparça oldum. Donup kaldım, inanamadım. Gerçekten karşımda duran ailem miydi? “Benim meleğim, güzel annem, gülen yüzüm, açın gözlerinizi, beni ne olur bırakmayın, yalvarıyorum.” Gözlerimdeki yaşlar, içimdeki fırtınanın sessiz çığlığıydı. İçli içli ağlıyordum, soğuk ellerini tutarken sıcak gözyaşları yanaklarımdan süzülüp dökülüyordu. Ağlamaktan göz kapaklarım ağırlaşmıştı. Nefes almakta zorlanıyor, hıçkırıklar boğazımı tıkıyordu. “Neden ben? Neden ben tek başıma kaldım bu yalan dünyada?” Annemin soğuk elini avuçlarımın arasına aldım ve öptüm. “Anne, ne olur, bir kez daha bana bak. Bir kez daha sesini duyayım. Beni bırakıp gitmeyin.” Babamın yüzünü okşarken, “Baba, senin güçlü kollarına sarılmak istiyorum. Siz olmadan nasıl yaşarım? Dünyam durdu.” Gözyaşlarım, kalbimden akan bir sel gibi yüzümü ıslatıyordu. Yüreğimdeki acı, dalgalar halinde büyüyordu. Yüzlerinde enkazdan kalan izler vardı; ağzının kenarından kan süzülüyordu. “Ne olur silin, bunu görmekte dayanamıyorum, Allah'ım!” diye inledim. Doktorun söylediği söz aklıma geldi: “Biz yine de müdahale ettik.” O zaman anladım, kalp masajı yapıldığı için ağzından kan geliyordu. Bu acı gerçekle yüzleşmek, içimi daha da paramparça ediyordu. “Anne, senin gülüşün hayatıma ışık tutardı. Şimdi, bu karanlık dünyada nasıl yolumu bulacağım? Baba, senin güçlü omuzlarında ağlardım. Şimdi kime yaslanacağım?” Yüreğimdeki acı, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar büyüktü. “Allah'ım, bu yalnızlıkla nasıl baş edeceğim? Bu acıyı nasıl taşıyacağım?” “Anne, hatırlıyor musun? Küçükken bana hep ‘Korkma, biz hep yanında olacağız’ derdin. Şimdi neredesiniz? Neden beni böyle çaresiz bıraktınız?” Gözyaşlarım durmaksızın akıyordu. “Baba, bana hep ‘Güçlü ol’ derdin. Kızın çok güçsüz baba; siz yokken nasıl güçlü olabilirim?” Ellerimi, annemin soğuk yüzünde gezdirdim. “Anne, senin sıcak ellerinle beni okşadığın günler dün gibi aklımda. Şimdi bu soğuk, sessiz yüz, nasıl kabul edebilirim?” Babamın elinden tutarken, “Baba, o güçlü ellerinle bana hep destek oldun. Şimdi ben kime sarılacağım?” “Bu dünyada sizsiz yapamam. Beni bırakıp gitmeyin. Ne olur, bir mucize olsun ve geri dönün.” Bu sessizlik, bu boşluk, içimdeki bu derin yara... “Allah'ım, bu acıyı nasıl taşıyacağım? Bu dünyada yalnız başıma nasıl ayakta kalacağım?” Her kelime, her hıçkırık, her gözyaşı, derin acıyı haykırıyordu. “Anne, baba, beni bırakmayın. Sizin sevginiz olmadan bu dünyada yapamam. Bu tarifsiz acıyla nasıl başa çıkacağım? Beni bu yalnızlığa mahkûm etmeyin. Sizleri çok seviyorum...” Annemin ve babamın cansız bedenlerine sarıldım. Gözyaşlarım dinmek bilmezken, yüreğimdeki fırtına bir türlü durulmuyordu. Her hıçkırık, her damla gözyaşı, ruhumun derinliklerinden kopan bir parçaydı. Bu son veda, benim için bir yıkım, bir dönüm noktasıydı. Her kelime, her hıçkırık, her gözyaşı, acımı, çaresizliğimi ve derin yasımı haykırıyordu. Yanlarından ayrılmak istemiyordum. Hemşireler koluma girip beni götürmek istiyorlardı. “Anne, baba, beni sizden ayırıyorlar,” diye ağlayarak bağırıyordum. “Lütfen, biraz daha hasret gidereyim. Yüzlerinizi doyasıya seveyim. İzin verin, boyunluğumu sadece iki dakika çıkarın; sarılmak, kokularını doya doya almak ve öpmek istiyorum.” Annemle babamın üzerine kapandım; koklayarak sevdim, yanağımı yanaklarına değdirdim. Artık gitmemiz gerekiyor dediler. Ameliyattan yeni çıkmıştım ama bedenimdeki ağrı, içimdeki boşluğu dolduramıyordu. Ailemi görmek, bir an için bile olsa kendi acımı unutturmuştu. Fakat o acı, bedenimdeki enkazdan kaynaklanmıyordu. Kalbim, ruhum, ciğerlerim yanıyordu. Hemşireler, üzgün ve bitkin halimden dolayı odama gitmemi istediler. Onlar beni sakinleştirmeye çalışırken, doktorumla konuşmak istediğimi belirttim. Hemen doktor çağrıldı ve odama geldiğinde, gözyaşları içinde sordum: “Annemle babamın mezarında yanlarında olmak istiyorum. Bana yardımcı olur musunuz?” Doktor, sessizce dinledi ve şöyle yanıtladı: “Tabii ki, Bahar Hanım. Elimizden geleni yapacağız. Hastanede yoğun bir dönem geçiriyoruz ve deprem nedeniyle ekstra önlemler alınmakta. Ancak, yakınlarınızla beraber eşlik etmeniz mümkün olabilir. Geri dönüşte mezarlıktan ambulansı aramanız durumunda size yardımcı olabiliriz.” Doktor beye rica ettim, “Lütfen, annemle babamın saçlarından bana birer tutam kesip verebilir misiniz? Karışmasınlar, lütfen.” Babamın ve annemin cenazesi için hazırlıklar yapılıyordu. Enkaz altında kaybolan telefonum nedeniyle akrabalarım ve arkadaşlarıma durumu bildiremiyordum. Hemşireden telefon rica ettim. Titreyen ellerimle sosyal medya hesabımı açıp birkaç satır yazmaya çalıştım. Durumumu paylaşmak, en azından tanıdıklarımın nerede olduğumu ve yaşadığımı bilmelerini sağlamak istiyordum. Akrabalardan bir beklentim yoktu aslında; sadece son bir görevlerini yerine getirebilmeleri için onlara haber vermek istemiştim. Gözyaşları arasında kelimeleri seçerken bile yüreğim paramparçaydı. Her harfi yazarken hissettiğim acı daha da derinleşiyordu. Bu, gerçekle yüzleşmenin bir parçasıydı. Vakit nihayet gelmişti.Hastanede yakınlarımı görememiştim. En yakın arkadaşım Elif ve annesini gördüğümde gözyaşlarımı tutamadım. Beraber büyüdüğüm arkadaşımla göz göze geldiğimde kendimi kaybettim; hıçkırarak ağlıyordum. O, gözlerimden nasıl acı çektiğimi anlıyordu; gözlerinin içi kıpkırmızıydı, yol boyunca ağlamıştı. Bizim arkadaşlığımız çok büyüktü; iyi günde, kötü günde her zaman yan yanaydık. Elif'in ailesinin yardımıyla arabaya bindirildim. Yeni geçirdiğim ameliyatın verdiği acı bedenimi sarmış, yüzüm solgundu ama hiçbirinin bir önemi yoktu. Çünkü, babamla annemi sonsuzluğa uğurlamanın ağırlığı içimi yakıyordu. 24 yıllık ömrümde biriktirebildiğim anılar çok azdı. Çok küçüktüm ve yaşayacağımız çok daha fazla anı olması gerekiyordu; ama maalesef bir avuç anım vardı. Babamla annemin cenaze arabalarını takip ediyorduk. Cenaze arabasında gördüklerim onlar mıydı? Neden kabullenemiyordum? “Anne, baba” diye sayıklamaya başladım; ağlarken benle birlikte Elif de ağlıyordu. Annemi ve babamı çok iyi tanırdı. “İçim yanıyor, Elif,” dedim, gözyaşlarım durmaksızın akarken. Mezarlığa vardığımızda gözlerim doldu ve yan yana açılmış iki mezar çukurunu gördüm. Elif, sessizce tekerlekli sandalyemi hazırladı ve bana yardım etti. Mezarlığa doğru ilerledik. Mezarın etrafında olması gereken akrabalarım uzaktan izliyorlardı. Mezarın başında ailemin beyaz kefenlere sarılmış bedenlerini görünce, içimdeki acıyı tutamayarak ağlamaya başladım. Sadece “Baba, anne” diyebildim. Annemle babamın bedenlerini toprağa vermenin acısı ciğerlerimi yakıyordu. Her toprak atışında acım daha da derinleşiyor; gözyaşlarım durmaksızın akıyordu. Titreyen sesimle, “Bu soğuk toprak altında nasıl yalnız kalacaksınız?” Onların sonsuzluğa uğurlanması, acımı daha da büyütüyordu. Arkadaşlarım sarılarak teselli etmeye çalıştı. Omuzlarıma dokunup, “Bahar, güçlü olmalısın,” dediler. Ama içimdeki fırtınayı ne yazık ki hiçbir şey dindiremedi. “Güçlü mü? Nasıl güçlü olabilirim?” diye sordum, yüreğim paramparça olmuş bir halde. Hayatımın en değerli varlıklarını kaybettim. Onların sevgisiyle büyüdüm; şimdi nasıl yaşayacağım? Gözlerim kefene sarılmış bedenlerini gördüğünde, onların olduğuna inanamıyordum; sanki ailem çıkıp gelecekmiş, yaşıyormuş gibi hissediyordum. Kalbimdeki acıyla kavrulurken, geleceğe dair bir belirsizlik hissi beni sarsıyordu. Kefenle toprağa koyulduğunu görmek bu anı, “Kabullenmek ne zormuş.” Toprağın sessiz ama acı dolu düşüşünde, ölmüyordum; ama yaşam da yoktu. Babamın yüzü gözlerimin önündeydi, o gülümseyen yüzü, beni kollarına alışını... “Baba, sana bir kez daha sarılmak istiyorum. Dertleşmek, seninle vakit geçirmek... Senin nasihatlerin olmadan nasıl yaşayacağım?” Gözyaşlarımın toprağa karıştığını hissediyordum. Annemin o şefkat dolu bakışları, saçlarımı okşadığı zamanlar... “Anne, senin gülüşünle aydınlanırdı yüreğim. Seninle konuşmadan, seninle paylaşmadan bu dünyada nasıl ayakta kalacağım? Bu acıyı taşıyamıyorum.” Allah'ım, bu nasıl bir sınav? Onları bu kadar erken almana nasıl dayanacağım? Yüreğimdeki bu yangın nasıl sönecek? Arkadaşlarım sarıldı, teselli etmeye çalıştılar. “Bahar, biz buradayız. Seninle birlikteyiz,” dediler. Ama içimdeki boşluk, hiçbir teselliyle doldurulamazdı. “Siz yanımdasınız; ama onların eksikliği nasıl kapatılır? Annem ve babam olmadan nasıl devam ederim? Onların sevgisi, onların varlığı olmadan bu dünyada nasıl yaşarım?” Toprağın soğuk yüzeyine kapanarak, “Anne, baba, beni bırakmayın. Size çok ihtiyacım var. Bu yalnızlık, bu acı, bu boşluk beni yok ediyor.” Gözyaşlarım toprağa damlıyordu; içindeki fırtına, her an biraz daha şiddetleniyor, hiçbir şey acımı dindiremiyordu. Son toprak atıldığında dünyam tamamen kararmıştı. İçimdeki boşluk, tarifsiz bir acıyla dolmuştu. “Allah'ım, onlara iyi bak. Onlar benim her şeyimdi. Onlarsız nasıl yaşayacağımı bilmiyorum,” gözlerim yaşlı, yüreğim paramparça. “Anne, baba, sizi hep seveceğim. Sizi asla unutmayacağım.” “Siz hiç canınızı kaybettiniz mi, bedeniniz sağ ama ruhunuz paramparça? Bedenimi sarsan dalgalarına direnemedim. Her bir darbe, ruhumun derinliklerine işledi. İçimdeki fırtına hiç dinmek bilmedi. Ne zaman sakinleşmeye çalışsam, yeniden bir dalganın altında kalmak kaçınılmazdı. Acının yükü ağır gelirken, umut ışığını görmek imkânsız gibi görünüyordu.” Toprağa kapanmış, ağlarken arkadaşlarım beni teselli etmeye devam ediyordu. Ancak yüreğimdeki acı asla dinmeyecek, bu kaybın derin yaraları asla kapanmayacaktı. En yakınınızı kaybettiğinizde anlıyorsunuz hayatın boş olduğunu... |
0% |