Yeni Üyelik
1.
Bölüm

1. Bölüm

@sedasuemmez

GİRİŞ

Hayata gözlerini açmak...

Genelde yeni doğanlar için kullanılan bir cümledir. Ya da ne zaman doğduğunu unuttuğun anda kurabileceğin bir cümle...

Hayata gözlerimi açıyorum. Bir hastane odasında, kimsesizliğimle yüzleşiyorum. Bir hikaye anlatıyorlar, bilmiyorum ki, kim bu anlattıkları kadın? Tanımıyorum ki. Kaybolan hislerimi arıyorum, bulamıyorum. Kaderim bir yabancı tarafından yazılıyordu. Ben ise bana sunulan hayatı yaşıyordum.

Kendimi ait olmadığım bir Dünya'da buldum. Milyonlarca gösterişin ve paranın içinde kendimi arıyordum, sahiden kimdim ben? Bu hayat benim hayatım değildi.

Yaşadığımı sandığım şeyin adı aşk mıydı? Yoksa hislerimizi kandırmak mümkün mü?

Yatağımda beyaz, üstümde umutlarım kadar siyah gelinliğim, teslim oluyorum. Belki de umudun gerçek rengi siyahtır...

1. Bölüm

"HAYATA GÖZLERİNİ AÇMAK"

Gözlerimi açtığımda başucumda bir adam ve ayak ucumda bir doktor vardı, loş ışıklı bir hastane odasında, yatakta, kim olduğumu, neden burada olduğumu bilmeden, aklımdan geçen onlarca sorunun cevabını alabilmek için dahi hiç halim olmadan öylece onları dinliyordum.

Doktor "zamanla," diyordu. Konuştuğu kimdi? Ben kimdim? Neden bu kadar yorgun ve bitkindim? Güçlükle göz kapaklarımı açık tutmaya çalışıyordum. Yapabildiğim tek şey buydu zira.

"Nihayet," dedi başucumdaki adam, "Nihayet kendine geldin Nefes..."

Artık en azından adımın Nefes olduğunu biliyordum. Boş gözlerimi önce yabancı adamın yüzünde gezdirdim. Maviye kaçan su yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Daha sonra bitkin gözlerim doktoru buldu.

"Ben... Neden buradayım? Hiç bir şey bilmiyorum sanki, yani... siz kimsiniz?" diyebildim yalnızca. Sormak istediğim binlerce soru vardı aklımda. En son ne olduğunu hatırlamak için kendimi biraz zorladım fakat başımdaki şiddetli ağrı buna izin vermedi.

Yabancı adam doktora baktı, doktor beni bir süre inceleyip tekrar adama döndü.

"Bugünlük fazla yormayın. Dediğim gibi zamanla Onur bey, zamanla..."

Bir şey daha öğrenmiştim onun adı Onur'du.

Doktor odadan çıktı. Onur, yattığım yerin karşısındaki koltuğa oturdu. "Her şeyi anlatacağım ama şimdi uyuyup dinleneceksin, sabah konuşacağız," dedi.

Gerçekten anlatacak mıydı?

Öyle ya hikayeleri kurgulamak zaman alırdı...

Peki bana benim hikayemi mi anlatacaktı?

Sabah olsun, kafamdaki sorular cevap bulsun diye kapattım gözlerimi.

Sabahın yoğun ışığına açtım gözlerimi. İsminin Onur olduğunu öğrendiğim adam başımda dikilmiş beni izliyordu. Ben ise boş gözlerle adama bakıyordum. Sargılı başımı umursamadan hafifçe doğruldum. Bir adım atıp yastığımı düzeltti.

Hafifçe gülümseyerek "teşekkürler," dedim.

"Rica ederim. Artık biraz konuşmalıyız. Nasıl hissediyorsun?," diye sordu.

Uzunca düşündüm, hislerimi düşündüm, bir şeyler hissetmeye çalıştım fakat doktorun da dediği gibi belki de zamana ihtiyacım vardı.

"Asıl merak ettiğim bana ne olduğu, başım çok ağrıyor," diye mırıldandım.

"Nefes..."

Soran gözlerle bakmaya devam ettim.

"Sen... Yani aslında ben de nereden başlayacağımı hiç bilmiyorum. Bir hafıza kaybı yaşıyorsun, inan ben de nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyorum."

Duyacağım şeyler her neyse, beni korkutuyordu.

1. Bölüm

"HAYATA GÖZLERİNİ AÇMAK"

Gözlerimi açtığımda başucumda bir adam ve ayak ucumda bir doktor vardı, loş ışıklı bir hastane odasında, yatakta, kim olduğumu, neden burada olduğumu bilmeden, aklımdan geçen onlarca sorunun cevabını alabilmek için dahi hiç halim olmadan öylece onları dinliyordum.

Doktor "zamanla," diyordu. Konuştuğu kimdi? Ben kimdim? Neden bu kadar yorgun ve bitkindim? Güçlükle göz kapaklarımı açık tutmaya çalışıyordum. Yapabildiğim tek şey buydu zira.

"Nihayet," dedi başucumdaki adam, "Nihayet kendine geldin Nefes..."

Artık en azından adımın Nefes olduğunu biliyordum. Boş gözlerimi önce yabancı adamın yüzünde gezdirdim. Maviye kaçan su yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Daha sonra bitkin gözlerim doktoru buldu.

"Ben... Neden buradayım? Hiç bir şey bilmiyorum sanki, yani... siz kimsiniz?" diyebildim yalnızca. Sormak istediğim binlerce soru vardı aklımda. En son ne olduğunu hatırlamak için kendimi biraz zorladım fakat başımdaki şiddetli ağrı buna izin vermedi.

Yabancı adam doktora baktı, doktor beni bir süre inceleyip tekrar adama döndü.

"Bugünlük fazla yormayın. Dediğim gibi zamanla Onur bey, zamanla..."

Bir şey daha öğrenmiştim onun adı Onur'du.

Doktor odadan çıktı. Onur, yattığım yerin karşısındaki koltuğa oturdu. "Her şeyi anlatacağım ama şimdi uyuyup dinleneceksin, sabah konuşacağız," dedi.

Gerçekten anlatacak mıydı?

Öyle ya hikayeleri kurgulamak zaman alırdı...

Peki bana benim hikayemi mi anlatacaktı?

Sabah olsun, kafamdaki sorular cevap bulsun diye kapattım gözlerimi.

Sabahın yoğun ışığına açtım gözlerimi. İsminin Onur olduğunu öğrendiğim adam başımda dikilmiş beni izliyordu. Ben ise boş gözlerle adama bakıyordum. Sargılı başımı umursamadan hafifçe doğruldum. Bir adım atıp yastığımı düzeltti.

Hafifçe gülümseyerek "teşekkürler," dedim.

"Rica ederim. Artık biraz konuşmalıyız. Nasıl hissediyorsun?," diye sordu.

Uzunca düşündüm, hislerimi düşündüm, bir şeyler hissetmeye çalıştım fakat doktorun da dediği gibi belki de zamana ihtiyacım vardı.

"Asıl merak ettiğim bana ne olduğu, başım çok ağrıyor," diye mırıldandım.

"Nefes..."

Soran gözlerle bakmaya devam ettim.

"Sen... Yani aslında ben de nereden başlayacağımı hiç bilmiyorum. Bir hafıza kaybı yaşıyorsun, inan ben de nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyorum."

Duyacağım şeyler her neyse, beni korkutuyordu.

1. Bölüm

"HAYATA GÖZLERİNİ AÇMAK"

Gözlerimi açtığımda başucumda bir adam ve ayak ucumda bir doktor vardı, loş ışıklı bir hastane odasında, yatakta, kim olduğumu, neden burada olduğumu bilmeden, aklımdan geçen onlarca sorunun cevabını alabilmek için dahi hiç halim olmadan öylece onları dinliyordum.

Doktor "zamanla," diyordu. Konuştuğu kimdi? Ben kimdim? Neden bu kadar yorgun ve bitkindim? Güçlükle göz kapaklarımı açık tutmaya çalışıyordum. Yapabildiğim tek şey buydu zira.

"Nihayet," dedi başucumdaki adam, "Nihayet kendine geldin Nefes..."

Artık en azından adımın Nefes olduğunu biliyordum. Boş gözlerimi önce yabancı adamın yüzünde gezdirdim. Maviye kaçan su yeşili gözleriyle bana bakıyordu. Daha sonra bitkin gözlerim doktoru buldu.

"Ben... Neden buradayım? Hiç bir şey bilmiyorum sanki, yani... siz kimsiniz?" diyebildim yalnızca. Sormak istediğim binlerce soru vardı aklımda. En son ne olduğunu hatırlamak için kendimi biraz zorladım fakat başımdaki şiddetli ağrı buna izin vermedi.

Yabancı adam doktora baktı, doktor beni bir süre inceleyip tekrar adama döndü.

"Bugünlük fazla yormayın. Dediğim gibi zamanla Onur bey, zamanla..."

Bir şey daha öğrenmiştim onun adı Onur'du.

Doktor odadan çıktı. Onur, yattığım yerin karşısındaki koltuğa oturdu. "Her şeyi anlatacağım ama şimdi uyuyup dinleneceksin, sabah konuşacağız," dedi.

Gerçekten anlatacak mıydı?

Öyle ya hikayeleri kurgulamak zaman alırdı...

Peki bana benim hikayemi mi anlatacaktı?

Sabah olsun, kafamdaki sorular cevap bulsun diye kapattım gözlerimi.

Sabahın yoğun ışığına açtım gözlerimi. İsminin Onur olduğunu öğrendiğim adam başımda dikilmiş beni izliyordu. Ben ise boş gözlerle adama bakıyordum. Sargılı başımı umursamadan hafifçe doğruldum. Bir adım atıp yastığımı düzeltti.

Hafifçe gülümseyerek "teşekkürler," dedim.

"Rica ederim. Artık biraz konuşmalıyız. Nasıl hissediyorsun?," diye sordu.

Uzunca düşündüm, hislerimi düşündüm, bir şeyler hissetmeye çalıştım fakat doktorun da dediği gibi belki de zamana ihtiyacım vardı.

"Asıl merak ettiğim bana ne olduğu, başım çok ağrıyor," diye mırıldandım.

"Nefes..."

Soran gözlerle bakmaya devam ettim.

"Sen... Yani aslında ben de nereden başlayacağımı hiç bilmiyorum. Bir hafıza kaybı yaşıyorsun, inan ben de nasıl bir yol izlemem gerektiğini bilmiyorum."

Duyacağım şeyler her neyse, beni korkutuyordu.

"Dün gece mutfağında bir patlama olmuş, yangın çıkmış. Seni bulduklarında yerde baygın yatıyormuşsun. Kaçmaya çalışırken ayağının kaydığını ve düşüp kafanı çarptığını düşünüyorlar. Tam detayını bilmiyorum."

"Başka biri var mıymış yanımda? Bir şey olmuş mu?," diye sordum endişeyle.

"Hayır," dedi. Yutkundu, derin nefesler eşliğinde konuştu. "Tek başına yaşıyorsun. Dün gece de yalnızmışsın, seni bulansa komşunmuş."

"Ailem peki?," diye sordum alacağım cevabın her zerresinden korkarken.

Burukça gülümsedi. "Aile... evet. Aileden kastın ne?," diye sordu bana. Aile işte, daha ne gibi anlamlar barındırabilirdi ki içinde? Bir anne, bir baba ve kardeşler.

"Bana dürüst olur musun lütfen? Böyle hiçbir şey anlamıyorum, kafam çok karışık gerçekten."

"Peki, haklısın. Baban ve erkek kardeşin sen küçükken geçirdikleri bir trafik kazasında hayatlarını kaybetmişler, üzgünüm." Derin nefes aldı ve konuşmasına devam etti. "Annense yıllardır kayıp. Bulunamıyor maalesef."

Duyduklarım her insanın başına gelebilecek, her hayatı altüst edebilecek şeylerdi. Fakat ben hayatımın tam olarak neresinde, neyi yaşıyordum bilmiyorum. Burukluk, kırgınlık... İsim konulamayacak bir histi benimki. Çok büyük boşluklar vardı dolmayan, doldurulamayan. Hissizlik. Başka bir adı yoktu. Öylece dinliyordum yalnızca.

"Sormak istediğim çok soru var. Eksik parçalarım var, Onur," dedim. Anlayışla başını salladı.

"Zamanla her şeyi öğreneceksin. Acele etme lütfen, iyi ol sadece."

"Kaderin neyse zamanla öğreneceksin diyorsun yani, anladım."

"Kader biraz da insanın kendi çizdiği yoldur. Yolunu çizebilmen içinse önce o yolların ne kadar güvenilir olduğuna karar vermen gerekir."

"Sana güvenebilir miyim peki?," diye sordum. Cevap gecikmedi.

"Bunu bilemeyiz, Nefes. Ben de en az herkes kadar yabancıyım sana. Kalbini dinle, sana doğru yolu göstereceğinden şüphe etme."

Kaderimiz bizim hayat defterimizdir. İçinde yazanları değiştiremeyiz fakat boş sayfalarını kendimiz yazabiliriz. Benim defterimde boş sayfa yoktu. Hepsi bir yabancı tarafından doldurulmuştu ve şimdi bu yabancıdan kendi hikayemi öğreniyordum. Onur konuşmak için dudaklarını araladı fakat sonra aklına başka bir şey gelmiş gibi vazgeçerek dudaklarını birbirine bastırdı.

"Peki ya sen? Sen kimsin?," diye sordum merakla. Hemen cevap vermedi. Bir süre sessizce beni izledi ve ardından aralandı dudakları. "Bunu bilmek istediğine emin misin?," diye sordu şüpheli bir tınıyla. Korkuyordum. Gerçekten korkuyordum; duyacaklarımdan, yaşayacaklarımdan ve hissedeceklerimden. Kaçtıkça da bu korkunun esiri olacaktım, biliyordum.

"Kaçmayacağım. Yüzleşmek istiyorum, her neyse bilmem gerekenler hepsini öğrenmek istiyorum."

"Yüzleştikten sonra kaçmak istersen kaçamazsın, Nefes Gökçe Yılmaz," dedi. Bana adımın tam haliyle seslendi. Bir şey daha öğrenmiştim hastalık kokulu şu odada, Ben Nefes Gökçe Yılmaz'dım.

Hafifçe tebessüm ettim. "Bana benim hikayemi değil kendini anlat, yabancı."

"Yabancı ha?," diye mırıldandı tebessümünü gizlerken. "Yaratıcı bir lakap. Çok düşündün mü?"

"Çok düşünecek bir kafaya sahip değilim, yarılmış olanı var elimizde," dedim. Dalga mı geçiyorsun Nefes? Kendine gel. Onur'sa benim düşüncelerimin aksine söylediklerime gülerek karşılık vermişti. Gerçek bir gülüştü. Güzel de bir gülüştü.

"Bana... kim olduğundan hâlâ bahsetmedin," diye yineledim bu isteğimi.

"Yabancı. Ben senin için ne kadar yabancıysam, sen de benim için o kadar tanıdıksın. Sen benim nişanlımsın, Nefes."

Hayır. Hatırlayamadığım geçmişimden gelen her şeyi kabullenebilirdim, her şeye razı gelebilirdim ama bir ilişki içerisinde bulunamazdım. Bunu ne kendime, ne de Onur'a yapabilirdim. Ona karşı hislerim bir yana dursun, onu tanımıyordum bile. Ne denir, nasıl devam edilir bundan sonrasına hiç bilmiyordum. En kolay olanı seçtim. Sustum. Kaçtım kendimce. Benden bir cevap ya da bir tepki bekledi. İstediğini alamayınca yutkundu. Yüzündeki buruk tebessümün yerini bir hiçlik kapladı. Ne olduğunu anlayamadığım bir hiçlik. Kendi hislerime dahi yabancıydım zira.

Ağırdı. Onur için de fazlasıyla ağırdı. Bundan öncesinde nasıl bir ilişkimiz vardı bilmiyordum ama bundan sonrası ikimiz içinde kolay olmayacaktı. Şimdi karşımda öylece izliyordu beni. Aramızdaki bu sessizliğe bir son vermeye karar verdim. Ondan öğreneceğim daha çok şey vardı anlaşılan. Bana beni anlatacaktı.

"Ben... Şaşırdım sadece, özür dilerim."

Kafasını salladı. "Kendini yorma, doktorun dediği gibi her şey zamanla düzene girecek. "

Bir kitap uzattı bana. Bilinmeyen Bir Kadının mektubu. Daha önce hiç okumamıştım. Ya da okumuş muydum? Ortalardan bir sayfa açtı ve içinden çıkan kuru gülü aldı.

"Bu gülü sana lisedeyken vermiştim. Sen kitap okumayı çok severdin, arasına koymuştun hemen." Eski günleri hatırlamak yüzünü gülümsetmişti.

Sormak istediğim milyonlarca soru vardı. Alacağım cevaplardan sonuna kadar korktuğum için ağzımı açmaya cesaret edemiyordum.

"Şey, komik gelebilir gülme ama bir şey soracağım," dedim sevimli bir ses tonuyla.

"Sor bakalım, gamzeli kız."

"Ama gülme tamam mı?"

"Gülersem ne olur?"

"Küserim."

Onur kıkırdadı. "Sen çocuk musun da küsüyorsun?," dedi.

Sahi çocuk muyum ben? Acaba kaç yaşındayım?

"Hıh, sormuyorum işte vazgeçtim," dedim çocukça.

Onur güldü. "Küsme hemen, darılsan da gücensen de dönüp dolaşıp geleceğin yer benim evim," dedi.

Şaşkınlığımı gizlemedim.

"Senin evine neden geliyorum ben?," diye sordum gergince. Gerçekten onun evinde ne işim vardı benim? "Evin yandı Nefes, kalabileceğin en güvenli yer şu anda sadece benim yanım. Seni bu halde yalnız bırakacağımı düşünmüyorsun herhalde."

"Sana nasıl güvenebilirim? Benim için yoldan geçen sıradan bir adamdan farkın yok," deyiverdim çeneme sahip çıkamayarak. Düşünen yerlerim kırık Onur, idare et.

Söylediklerim onu kırmış gibiydi. Sanırım istemeden yarasına tuz basmıştım. Sertçe yutkundu ve cevap vermedi. Gözlerindeki hayal kırıklığını görebiliyordum.

"Özür dilerim, fakat elimde değil. Kızma bana, kendimi güvende hissedemiyorum sadece. Hislerimi kaybetmiş gibiyim hiçbir şey hissetmiyorum," dedim. Stresli bir nefes verdi. "Yine de seni yalnız bırakamam. Nerede olduğunu, nasıl olduğunu bilmem gerekiyor," dedi.

Bana değer verdiği belliydi. Değer görmek nasıl bir histi? Daha önce yaşamış mıydım ben bu hissi?

Kapının tıklatılmasıyla içeriye dün başucumda gördüğüm, orta yaşlardaki, kirli sakallı doktor girdi. Bana ve Onur'a bakarak gülümsedi.

"Nasılsın Nefes? Nasıl hissediyorsun?," diye sordu.

Tekrar düşündüm hislerimi, tekrar sorguladım. Her defasında kendimi bir hiçliğin içinde buluyordum, yine bir hiçlik içerisinde kendimi aradım. Bulamadım, bulamayacaktım.

"Hissedemiyorum, yani duygularımı bulamıyorum. Bir boşluk var asla dolmayan. Normal bir durum mu?," diye sordum.

"Normal, düzeleceğini umuyorum. Başın ağrıyor mu?"

"Hayır, sadece bir şeyleri hatırlamaya çalışıyorum. Gözlerimi kapatıyorum ve ailemi, hikayemi, kendimi hatırlamaya çalışıyorum. İşte o zaman yoğun bir ağrı hissediyorum başımda."

Doktor nefes verdi. "Kendini zorlamaman gerekiyor. Bugün taburcu oluyorsun. Hem patronun da gerçekten çok iyi biri, sana yardımcı olacağından şüphem yok."

Anlaşılan kendini patronum olarak tanıtmıştı. Benim hafıza kaybım ve onun kafasının karışık olma durumu nişanlı olduğumuz gerçeğinin önüne geçmek için yeterliydi. Zaten tanımadığım bir adamla nişanlılık oyunu oynayamayacak kadar yorgun ve hissizdim.

Onur doktora baktı.

"O zaman çıkış işlemlerini yapalım mı?," diye sordu. Doktor gözlerini biraz daha üzerimde gezdirdikten sonra Onur'a bakıp başını olumlu anlamda salladı.

"Gel benimle," diye mırıldandı. Onur ve Doktor taburcu işlemleri için dışarı çıktılar.

Sonunda kendimle baş başa kalabilmiştim. Kendimi bile tanımıyorken, bu hissizlik ile nasıl yaşayacağımı düşünüyordum. Bu sorunun bir cevabı yoktu. Deneyecektim, denemekten zarar gelmezdi. Yaşamaya çalışacaktım.

Çünkü biz insanlar hayata sıkı sıkı tutunmazsak hayat bizim elimizi bırakır, bizi ölüme terk ederdi. Önce kendimi tanımalıydım. Belki bir yabancının ağzından hikâyemi öğrenirdim, belki kendi hikâyemi en başından yazardım. Tek bildiğim bu yolda asla kendimden vazgeçmeyecek olmamdı.

Onur kapıyı hafifçe tıklatıp, bir cevap alma gereği duymadan içeriye daldı.

"Yalnız Onur bey, o kapı süs değil orada," dedim. Onur kaşlarını çatıp ufak bir süre beni inceledi.

"Tıklattığımı hatırlıyorum."

"Ben gel dediğimi hatırlamıyorum."

"Özür dilerim, alışkanlık olmuş."

"Bir süre alışkanlıklarına ara vermeyi dene lütfen."

"Peki."

Sözlerim bazen ağır bile olsa buna alışmalıydı. Benden aşk gibi bir beklentisi olmamalıydı. Kendimi tanımıyorken tanımadığım bir adamı avutmak için çabalayamazdım. Ona ileride aramızda bir şeyler olacağının, bugünlerin telafisini yapacağımın garantisini veremezdim.

İnanıyorum yaşayacaktım, yaşamayı başaracaktım. Mutluluğu, hüznü hatta belki aşkı yaşayacaktım. Belki bana anlatılan hikayeleri tutacak, gerçekliğine inanmadan bırakmayacaktım.

Hastaneden çıkışta lüks siyah bir Doblo araba karşımda duruyor, iki adam kapıları açmış binmemizi bekliyordu. Onur, gözleri ile emir verircesine arabayı işaret etti. Binip binmemek arasında gidip geliyordum. iki gündür tanıdığım adamın evine mi gidecektim? Ne yapabilirdim ki? Siz olsaydınız ne yapardınız?

Dünya üzerinde tanıdığınız tek insanı iki gündür tanıyorsunuz ve gidecek başka yeriniz yok.

Hiç sesim çıkmıyordu, öylece düşünüyordum. Onur, hafifçe belimden tutarak arabaya doğru yönlendirdi. Elini ittirip arabaya bindim. Belki de bu arabaya bindiğim gün, yani bugün değişti kaderim. Tek sorun neydi biliyor musunuz? Ben kaderimin değişmeden önceki halini bile bilmiyordum. Bilseydim böyle bir hata yapar mıydım? İşte asıl konu buydu. Gidecek başka yerim olmaması da beni bu arabaya binmek zorunda bırakan sebeplerden biriydi.

Yalnızlığım bir su olsa,

Boğana kadar akar içime,

Hissizliğim bir ateş olsa,

Cesareti yoktur ruhsuz bir bedeni yakmaya...

Arabanın durmasıyla iki farklı adam, iki farklı kapıyı açarak inmemize yardımcı oldu. Ayağımı yere bastığım an önce başımı kaldırıp şato büyüklüğündeki eve baktım. Ev değildi. Yalı hiç değildi, villa falan da olamazdı. Malikane denilebilecek kadar lüks ve kendi tabirimle abartılı görünen bir yerdi.

“Bu ne? Düğün pastası gibi mübarek uzadıkça uzamış. Kaç dilim çıkar?," diye dalga geçtim kendimce.

Onur'un anlam veremeyen bakışlarıyla karşılaşırken genişçe gülümsedim.

"Şaka ya, valla."

"Nefes, çok konuşuyorsun ve bu durum şimdiden canımı sıkmaya başladı."

Öküz herif iki saat önce beyaz atlı prens gibi davranmıyor muydu? "Ya kızma, hayatımda bu kadar büyük ev mi gördüm sanki?," diye hayıflanınca çocuk gibi baktı bana.

"Hayatında gördüğün evleri hatırlıyor musun?"

"Doğru, hatırlayamıyorum çok sağ ol yüzüme vurduğun için."

"Gördün Nefes, nişanımız arka bahçede oldu, fotoğraflarımızı göstermemi ister misin?" diye sordu.

Hayır, ben bunların bir yalandan ibaret olma ihtimaline sığınmışken gerçekliğine dair bir kanıt görmeye dayanamazdım.

"Aceleye gerek yok bence. Daha sonra bakarız. Olur mu?"

Onur hayal kırıklığına uğramış gibiydi fakat dik duruşundan ödün vermiyordu.

"Sen nasıl istersen," diyerek evin girişine yöneldi.

Bende onu takip ederek içeri girdim.

Evin içi de an az dışı kadar gösterişliydi. Tarihi biblolar, duvarlardaki tablolar ve bir silah koleksiyonu. Şimdi kalkıp mafya mısın diye sorsam beni çekip vurabilirdi, öyle değil mi? Yok canım süs o silahlar yoksa işi gücü yok nişanlısını mı vuracak?

"Nefes!"

Ani sesle irkilip Onur'a baktım.

"Ne bağırıyorsun be hayvan!," diye çığırdım. Adam mafya Nefes...

"Sakin ol, i, ki saattir sesleniyorum dalıp gittin. iyi misin?"

"E- evet."

"Güzel, sana kalacağın odayı göstereyim. İhtiyacın olabilecek her şey odanda mevcut. Eğer ekstra bir ihtiyacın yada isteğin olursa yarın hallederiz," diyerek merdivenleri usul usul çıkmaya başladı. Başka seçeneğim olmamakla beraber merakım da beni peşinden sürükledi.

İnsanın başına ne gelirse meraktan gelirmiş Allah verdi işte belamı.

Merdivenlerin sonunda sağa ve sola uzanan iki geniş koridor ve her koridorda çaprazlama dizilmiş kapılar vardı. Yalnız yaşayan bir adama göre fazla büyük bir evdi.

Sağa dönüp altın sarısı bir kapıdan içeri girdi. Kapının kenarından sempatik bir gülümseme ile bana baktı. "Gel çekinme," deyip tekrar içeri girdi. Bende aralık kapıdan önce başımı uzatıp etrafa bakındım, ardından içeri girdim.

"Burası bir çocuk odasını andırıyor."

"Burası, yaşı büyük ama ruhu küçük bir çocuk için hazırlandı."

Birkaç adım attığımda beni tül perdelerle süslenmiş beyaz ve açık pembe renklerinden oluşan çift kişilik geniş bir yatak bekliyordu. Tam karşısında led ışıklı bir makyaj aynası ve üstünde birbirinden farklı her türde makyaj malzemesi vardı. Yatağın ucunda ve makyaj aynasının önünde açık pembe renkli yuvarlak puflar vardı. Başımı tavana kaldırdığımda kelebek görselli uzun bir avize ile karşılaştım. Fakat tavanın yüksekliği sayesinde yatağın üstündeki tüllere değmiyordu.

Duvarda tatlı bir kız çocuğunun fotoğrafı asılıydı. Odadaki çoğu şeyin kelebek temalı olmasının özel bir sebebi olmalıydı. Bana da hep asil gelirdi kelebekler. Kim bilir neleri sığdırıyorlar üç günlük ömürlerine.

Ömrümün geri kalanını kelebek olarak devam ettirmek isterdim. Sadece üç günde, iyi kötü birçok hatıra ve gerisi uzanıyordu sonsuzluğa...

Yatağın solunda ince bir koridor vardı. Evet odanın içinde bir koridordu fakat kapısı yoktu. Onur'a izin istercesine baktım.

Başını olumlu anlamda salladı. Koridorun çok kısa olmakla beraber, şirin pembe bir halısı vardı. Sonunda ise süslü elbiseler, ayakkabılar, çantalar ve mücevherler dolu bir giyinme odası görünüyordu. İçeri girip çiçekli sarı bir elbiseyi elime aldım. Bedeni bedenime uyuyordu.

"Onur, hangi bedenleri giydiğimi nereden biliyorsun?

"Nefes, sen bana inanmıyor musun? Üzgünüm ama tutunduğun şey sana yalan söyleme ihtimalimse... Yapma bunu bize."

Belki de söylediklerinde haklıydı.

Hâlâ kendime dair yeterli bilgi edinememiştim. Madem bana anlatılan bilgilere muhtaçtım, bana anlatılmak zorundaydı. Bana yabancı gelen fakat ona tanıdık olduğum herkesten dinleyecektim hikayemi. Madem kaderim beni boğmaya çalışıyor, yüzmeyi öğrenecektim o halde. Üzerime taş mı atıyorlar? Hepsini bir kenarda biriktirecek ve zamanı gelince önüme çıkan tüm engelleri ezecektim.

"Sen şimdi sıcak bir duş al, üstünü falan değiştir iyice dinlen. Yemek hazır olduğu zaman hizmetlilerden biri ile haber gönderirim."

Bir şey söylemeye gereği duymadan yalnızca başımı sallamakla yetindim.

"Eğer özellikle bir isteğin olursa ya da konuşmak istersen odam senin odanın çaprazında," diyerek odadan çıkmak için bir adım attı fakat aklıma başka bir şey gelmiş gibi tekrardan bana döndü.

"Ha bu arada, iki saattir baktığın çerçevedeki çocuk sensin," diyerek odadan çıkıp kapıyı yavaşça kapattı.

Duvardaki çerçeveyi çıkartıp elime aldım. Hiç değişmeyen kızıl saçlarım dağınık bir topuzdu ve önümde limonata duruyordu. Oldukça şirin bir fotoğraftı.

Gerçekten bana değer veriyor gibiydi.

Elbette bu kadar kolay inanacak değildim fakat bir süre onunla yaşamak zorundaysam bana olan zaafıyla oynayabilirdim. Bu da onun bana olan davranışlarını olumlu etkilerdi.

Mesela çocuk gibi azarlamayı kesmesi gerekiyordu yoksa ben onu kesecektim. Mafya olan o aslında ama olsun Nefes...

Üstümdeki ağırlıktan kurtulmak için biraz dinlenmeliydim. Kıyafetlerimi çıkarıp banyodaki küveti doldurdum. Oldukça rahat bir duş alıp, tam bedenime göre olan saten pijama takımlarından turuncu olanını giyindim. Neredeyse her şeyden her renk vardı. Saçlarımı kurutup tepeden topladım ve yatağa uzandım.

Saten pijamalarım, saten çarşafta kayıyordu. Hani derler ya ucuz mal zenginde kaşıntı yapar diye, sanırım pahalı mal da fakirde kaşıntı yapıyordu. Başım yine ağrımaya başlamıştı. Bu ağrılardan biraz olsun kurtulmak için uyumaya çalışacaktım. Usulca kapattım gözlerimi karanlığa.

Derin bir uykunun ardından gözlerimi yoğun pembe ışığa araladım.

Tenime hafifçe temas eden ele kaydı aralık gözlerim.

"Nefes Hanım, Onur Bey yemeğe bekliyorlar."

Ellili yaşlarda dinç bir kadındı.

Hafifçe doğruldum. "Teşekkür ederim, geliyorum şimdi." diye mırıldandım.

Hizmetli abla başını aşağı yukarı sallayıp odadan çıktı.

Üstümün bu gösterişli eve uygun olmadığını düşünüp odanın içindeki giyinme odasına girdim. Böyle söyleyince çok tuhaf oldu farkındayım. Fakirliğin gözü kör olsun. Giyinme odasındaki kıyafetleri detaylı inceleme fırsatı bulmuşken hepsine göz gezdirdim. Adam topuklu ayakkabıda otuz yedi, bot ve spor ayakkabılarımda otuz sekiz giydiğimi bile biliyordu. Bu adamla nasıl bir geçmişimiz vardı çok merak ediyordum. Aslında bunları bizi tanıyan insanlardan dinlemek çok mantıklı bir seçenek olabilirdi fakat galiba bunun için erkendi. Öncelikle kafamı toplamam gerekiyordu.

Dolapta, pardon dolaplarda aradığım sadelikte bir şey yoktu. Beyaz ve açık pembe renklerindeki dolaplar dışında en köşede kelebek desenli, çocuk mobilyasına benzeyen bir dolap daha vardı. Merak edip açtığımda askıda sade tek renk elbiseler ve rahat bir şeyler gördüm. Hepsinin üstünde kocaman bir not vardı. Notu elime alıp okumaya başladım.

"Nefes, Nefes'im...

Gül yüzlüm benim. Bugün hastanede geçirdiğim ikinci gün, gözlerini açmayışının ve beni sessizliğine mahkum edişinin ikinci gecesi. Doktor birçok ihtimal saydı bana, her birini sabırla dinledim ama hiçbirine hazır olmadığımı biliyordum. Beyin kanaması, felç, tümör, hafıza kaybı... Altından asla kalkamayacağımı bilsem de hep şükrettim bu ihtimale. Çünkü yaşayacaksın. İyi ya da kötü, yaşayacaksın. Kolay değil. Yemin ederim kolay değil. Onca yaşanmışlık ortasında yalnız kalmak gerçekten hiç kolay değil. Sen beni unuttun belki ama kusura bakma, ben seni unutamam. Bu yüzden anlamaya çalış beni, biraz da sen yakma yüreğimi. Çünkü ben küçükken açıp bakmışlar, bir kalbim varmış. Biliyorum, kaybolmuş hissediyorsun. Eğer izin verirsen birlikte buluruz. Bu arada rahatına düşkünsündür sen, bu kıyafetler daha ideal."

 

Bir kalbinin olup olmadığına ilerleyen zamanlarda karar vereceğiz, Onur Gümüşhan.

Notu okuduktan sonra yerine geri bıraktım. Söylediği gibi kaybolmuş hissediyordum. Kendimi bulabilecek miydim hiç bilmiyordum. Benim tek bildiğim ise Onur'a boş yere ümit vermek istemiyor olmamdı. Gerçekten son birkaç saatim çok yorucu geçmişti. Parçaları birleştirmek işime yarayabilirdi fakat elimde parça yoktu. İşte tam bu yüzden, parçaları bir araya getirebilmek için bir süre burada yaşamalı ve Onur'la aramı iyi tutmalıydım. Kelebek desenli dolaptaki kıyafetleri inceledim.

Altıma siyah bir tayt, üstüne de uzun beyaz bir t-shirt giyinerek rahat spor ayakkabılarımı ayağıma geçirdim. Evde ayakkabı ile gezmek saçma da olsa bir süre bu hayata ayak uydurmam gerekiyordu.

Merdivenleri usul usul inerek salona ulaştım. Onur masadaki sandalyelerden birini çekip bana baktı. Çektiği sandalyeye oturup nazikçe tebessüm ettim.

"Yemekten sonra mı konuşacağız?"

"Büyük ihtimalle öyle olacak," dedi mırıldanarak.

Merdivenlerden siyah saçlı genç bir kadın indi. Tam karşıma oturup genişçe gülümsedi.

"Geçmiş olsun Nefes, nasıl hissediyorsun?" diye sordu. Kadına boş gözlerle bakmaya devam ettim.

Onur araya girme gereksinimi duymuştu ki hemen boğazını temizledi.

"Özge, benim ikizim. Siz bizden önce tanıştınız yakın arkadaştınız."

Sanırım aradığım fırsat ayağıma gelmişti. Eğer Onur doğruyu söylüyorsa ve o kadınla benim arkadaşlığım çok eskiye dayanıyorsa, Özge bana geçmişim konusunda yardımcı olabilirdi. Asla mücadele etmekten vazgeçme, bir umut be Nefes.

"Ben pek hatırlamıyorum ama yine de teşekkür ederim, hislerime gelirsek sanırım hissedemiyorum."

Özge meraklı gözlerle bana baktı.

"Nasıl yani? Hiç mi hissedemiyorsun?”

Tekrar düşündüm hislerimi, tekrar sorguladım kendimi lakin olmuyordu. Bir şeyler o kadar eksikti ki yeri hiçbir şekilde dolmuyordu.

Hani böyle geceleri içimize bir his düşer ama o hissin bir adı yoktur ya,

birileri ya da bir şeyler eksiktir ama eksiğin ne olduğunu çözemeyiz. İşte şu an o geçici hissi ömür boyu yaşayacak gibi hissediyordum. Bunun adı nedir? Hissizlik.

"Eksik bir şeyler var, yeri hiç dolmayan."

Özge, uzanıp elini masadaki elimin üzerine koydu.

"Geçecek bir gün, mutlaka geçecektir. Aramızdaki bağ eskisi kadar güçlü olmasa bile lütfen ara ara konuş benimle olur mu?"

"Peki, teşekkür ederim." Onur kısa bir anlığına bahçeye çıktı. Gözlerimi tekrardan Özge'ye çevirdim. O da ilk defa görmüş gibi beni inceliyordu.

" Ne oldu?" diye fısıldadım.

Yüzümü incelemeye devam ediyordu.

"İki farklı ruh tanıyorum sanki, o yaşam enerjisi hiç sönmeyen kızdan eser yok."

Dalga mı geçiyordu? Onur'un söylediği gibi kimsesiz bir kadının, yaşam enerjisi sönmüyor muydu? Hem de hiç? Buna inanmak zor olsa da sahte bir tebessüm kondurdum yüzüme. "Olsun ya," der gibi.

Onur elinde şirin bir erkek bebekle içeriye girdi.

"Demir Bey teşrif ettiler," diyerek bebeği masanın köşesinde duran mama sandalyesine oturttu. Şimdi bana bu bebek bizim oğlumuz dese ve ben şuracıkta can versem nasıl olurdu? Bence hiç iyi olmazdı.

Onur bir bana bir bebeğe bakarak büyük bir kahkaha attı. Dik dik Onur'a baktım.

"Komik olan nedir acaba?"

Onur hâlâ kahkahalarla gülüyor, gülmekten cevap veremiyordu.

"Ya Onuuuur, gülme," diye mızmızlandım. Onur yanımdaki sandalyeye oturup otuz iki dişiyle bana baktı. Özge Onur'un amacını anlayıp araya girdi.

"Of Onur çok pisliksin. Sakın öyle bir şaka yapıp kızın kalbine indirme."

Onur ölümcül bakışlarını kardeşine yönlendirdi.

"Ya bozdun işte Özge, küçükken de böyleydi bu oyuncak arabalarımın içine Barbielerini bindirip oyunumu bozardı."

Onur'un söyledikleri komik gelmişti. Dudaklarımın arasından kaçan ufak kıkırtıya engel olamadım. Yine de içimiz rahat etsin öyle değil mi?

"Demir, bizim oğlumuz değil?," dedim emin olmak isteyerek.

Onur kalp krizimin önüne geçerek, "sakin ol öyle bir durum söz konusu değil," dediği zaman derin bir nefes verdim. İçimin biraz daha rahat etmesini istemiş olacak ki bir açıklama daha yaparak "Demir benim kardeşim bu arada, oğlum değil yani haberin olsun," dedi. Ya çok sağ ol canım en azından üvey anne olmayacağım. Ne üvey annesi ya ne zamandan beri kendini bu aileden sayıyorsun Nefes? Kendime gelmem ve gerçekleri öğrenmem gerekiyordu en azından ufak bir adım atmam lazımdı. Yarım saat sonra Özge, Demir'i bahçeye çıkarıp oyun halısının üstüne oturttu. Birlikte oyun oynamaya başladılar. Camdan her yerin görünmesi çok gergin bir ortam yaratıyordu. Odanın içini gösteren şeylerden hep nefret etmişimdir.

Odanın dekoruna uygun siyah L şeklindeki koltuğa oturdum.

Onur, elinde orta boylarda kutu gibi bir sandık ile yanıma oturup sandığı ortamıza koydu fakat içini açmadı.

Sandığı biraz inceledikten sonra Onur'a baktım.

"Bu sandıkta ne var?"

"Kafandaki soruların cevapları. Açmak ister misin?," diye sordu.

Önce biraz düşündüm fakat çok geçmeden elindeki anahtarı alıp sandığın kilidini çevirdim.

Korku, insanın yüzleşmeye cesaret edemediği gerçeklerden oluşan bir duyguydu. Gerçeklerin üstüne çekilmiş şeritleri barındırıyordu.

Sandığı açtığımda içinde çeşitli mektup zarfları, fotoğraflar, eskimiş bir defter ve daha nice eşyalar vardı.

"Onur, burada çok şey var ama bunlar nasıl benim sorularımın cevabı olabilir ki?"

"Sen sor, ben anlatayım Nefes Gökçe Yılmaz."

"Babamın öldüğünü söylemiştin, anneminse kayıp olduğunu. Bu zamana kadar hakkında hiçbir bilgiye ulaşılmaması çok tuhaf."

"Aradık taradık bulamadık. Ölüsünden de dirisinden de haber alamıyoruz."

"Nasıl haber alamıyorsunuz? Emniyet müdürlüğünden fazla adamların var istediğin her bilgiye erişebilirsin."

"O iş sandığın kadar kolay değil Nefes, bu bir sır değil anneni uzun zamandır arıyoruz. Sen hastanedeyken çok düşündüm sana güzel cevaplar vermek istedim bu yüzden tekrar annenin peşine düştüm ama Türkiye sınırlarında olsaydı bunu bilirdik. Ölmüş bile olabilir."

"Bunlar duymak istediğim şeyler değildi," diyerek kalkarken elini bileğimde hissettim. Beni koltuğa çekip yerime oturttu.

"Hayat kime istediği cevabı vermiş ki Nefes? Hayat bugün bana en büyük kazığını attı. Düşünsene bir adama yıllardır çok aşıksın ve sonunda bir ilişki yaşamaya başladınız. Evlenme kararı aldınız ve nikahınıza sadece bir buçuk ay var. Bir gün, bir hastane odasında açıyor gözünü, "sen kimsin?," diye soruyor sana. O sana fazlasıyla tanıdık fakat sen ona fazlasıyla yabancısın."

Onun açısından bakmak can yakıcıydı çünkü söylediklerinde yüksek derecede haklılık payı vardı. Peki ben haksız mıydım? Hiç sanmıyorum.

"Seni anlıyorum fakat bir de sen düşün. Gözlerini açıyorsun başında şiddetli bir ağrı var. Bir hastane odasındasın ve o odada sadece yabancı bir kadınla doktor duruyor. Doktor "zamanla" diyor. Kadın nişanlın olduğunu söyleyip seni apar topar evine getiriyor, gitmek zorundasın çünkü gidecek başka bir yerin yok. Başka seçeneklerin olsa bile bunu bilmiyorsun. Kimsesizliğini vuruyorlar yüzüne. Senin aklında milyonlarca soru dolanıyor fakat hiçbirine yeterli cevap bulamıyorsun. Ya düşünsene, koysana kendini benim yerime. Hiçbir şey hissetmediğini, kendini yabancıların arasında bulduğunu, kim olduğunla yüzleşecek cesarete bile sahip olmadığını hayal etsene. Tahmin edebiliyor musun ağırlığını?"

"Haklısın tahmin bile edemem. Peki şimdi sen söyle bana ne yapabilirim senin için?"

Benim için hiçbir şey yapamazdı. Belki beni kendi halime bırakabilirdi fakat bu benim için iyi bir durum olur muydu? İşte onu bilmiyorum.

Sorduğu soruya geçerli bir cevabım olmadığı için sessiz kaldım.

Sandıktan fotoğraf albümü olduğunu düşündüğüm bir şey çıkardı ve içini açtı. İlk sayfada arkadan çekilmiş uzun kızıl saçları olan bir kız vardı. Hafif sararmış, eski bir fotoğraftı. Ben olduğumu tahmin ettiğim kızın üstündeki bir okul formasıydı.

Onur, albümü yavaşça benim dizlerime bıraktı. "Yüzleşecek cesaretin varsa inceleyebilirsin," diye mırıldandı. Ayağa kalktım.

"Ne tuhaf... Seni tanıyalı 24 saat bile olmadı ve buna rağmen sana güvenmek zorundayım. Çünkü; Allah'ın cezası kocaman bir evde, şehirde, Dünya'da tanıdığım başka kimse yok."

Haklı isyanıma rağmen Onur sakince beni izliyordu.

Sakinliğini koruyarak, "bitti mi?" diye sordu.

"Bitti."

Ayağa kalkıp bana doğru bir adım attı. "Evet, senin de söylediğin gibi bana güvenmek zorundasın. Ne kadar erken yüzleşirsen o kadar kolay alışırsın bana, bize. Geleceğimize."

Yere çöküp saatlerce ağlamak istiyordum. Öyle bir çıkmazın içine düşmüştüm ki beni neyin beklediğini bilmiyordum. Canım yanmıyordu çünkü hissizdim. Kaybolmuştu tüm ruhum, aramaya çalışacak cesaretim bile kalmamıştı.

"Peki, ne olacak şimdi?"

"Bir anlaşma yapalım mı?"

"Ne anlaşması?"

"Anlaşma olarak düşünmene gerek yok aslında. Dediğim gibi biz zaten bir buçuk aya evlenecektik ," derken sözünü kestim,.

"Ben sana hislerim yok diyorum, sen daha ilk günden bana nasıl evlilikten bahsedebiliyorsun? Ben, kendimi tanıyamadan seni tanımak zorunda kaldım."

"Sen kendi isteğinle bana evet demeden asla böyle bir şey olmayacak, Nefes. Hafızanın yerine gelmesi de bir ihtimal ayrıca."

"Peki eğer hafızam yerine gelmezse? O zaman ne olacak?"

"Beni tekrardan sevmeni sabırla bekleyeceğim. "

"Özür dilerim Onur, ama ben bunun için sana söz veremem. Seni eskisi kadar mutlu edemem. Bırak beni, ben seni sevmekten bile korkuyorum."

Söyleyeceklerimi bitirir bitirmez koltuktaki albümü de alıp merdivenleri çıkmaya başladım. Duyduğum son sesler Onur ve Özge'ye aitti.

"Nereye gitti?"

"Yüzleşmeye..."

 

Loading...
0%