Yeni Üyelik
4.
Bölüm

4. Bölüm

@sedeffa

 

RESİTAL

 

22 Kasım, gecenin özünü içime işleyen bir zaman dilimiydi.

Elâ'nın piyanosu ile bütünleştiği o karanlık mekândan yansıyan beyaz spot ışığı, adeta bir masalın içindeki aydınlığı yarattı.

Elâ, dizlerine kadar uzanan dantel işlemeli beyaz elbisesi ve altın sarısı örgülü uzun saçlarıyla oradaydı.

O an, anıların ötesine geçen bir büyüye dönüşüyordu.

Anılarım, tıpkı Elâ'nın piyanoda gezinen parmakları gibi dans ediyordu.

Elâ'nın aksine siyah bir elbise tercih etmiştim bu gece için. Siyah saçlarıma hafif bir dalga verip mini sade kombinimi, kırmızı rujum ve kırmızı topuklu ayakkabılarım ile tamamlamıştım. Bu özel gece için özenmiştim; tıpkı Savaş gibi...

Savaş, siyah bir takım elbise giymiş, kırmızı bir kravat takmış, kahverengi saçları özenle taranıp geriye yatırılmış, oldukça şık gözüküyordu. Girişte, ışıklar kararmadan önce bulmuştu gözlerimiz birbirimizi. Selamlaşmamız sadece başımızı sallamaktan ibaretti ve ardından suskun bir anın içine gömülmüştük; melodiler duyulana kadar...

...

Melodilerin büyüsü içinde, anılarım dans eder gibi can buluyordu.

Lise yıllarıma, havuzda geçen pazar sabahlarına, Savaş ile paylaştığımız ilk dansa geri dönüyorduk. Zamanın durduğu o güzel anlar tekrar ve tekrar oynuyordu zihnimde.

Ardından...

Timuçin ile yaşadığımız hızlı anıları anımsadım.

Koşu,nefes kesen bir çatışma ve sonunda zaferin getirdiği o adrenalin…

Bir yanda gündüz, bir yanda gece…
Bir yanda aydınlık bir yanda karanlık…

Her bir detay, halâ canlı ve taze bir şekilde belleğimde duruyordu.

Alkış sesleri ile çıkıyorum daldığım zihnimden.

Işıklar tüm sahneyi aydınlatmış. Elâ kuğu gibi zarif...

Sahnenin önünde izleyicilerini selamlıyor. Hafif eğilirken bakışlarımız buluşuyor. Alkışlamaya başlıyorum içtenlikle. Gülümsüyor, gülümsüyorum.

"Muhteşemdin."

Elini kalbinin üstüne koyup içten bir teşekkür yolluyor.

...

Mekân Armeda'dayız. Elâ yanımda, Savaş ise karşımda oturuyor.

Elâ hafif bir sesle gitariste eşlik ederken, Savaş'ın eli sürekli telefonuna gidiyor.
Bense bardağımda ki son yudumu içip dördüncüyü dolduruyorum.

"Yavaş git." Sert sesiyle uyarıyor beni. Bıkkın bir tavırla gözlerimi çevirdiğimde Elâ'yı buldu gözlerim.

"Sahnede muhteşemdin."

"Her zaman ki gibi…" diye eklerken Savaş gülümsedik.

"Teşekkür ederim. Utandırmayın beni artık."

Elâ eğdiği başını kaldırıp bana bakıyor.

"Size ne oldu?"

Bir bana bir Savaş'a bakıyor bir cevap ararcasına.

"Bir şey yok."

"Var." dedi Savaş, bıkkın bir nefes verip bana bulaştı.

"Her zaman ki Güneş işte…"

"Her zaman ki Savaş işte…"

Tıpkı onun gibi sinir bozucu bir şekilde dökülüyor kelimeler dudaklarımdan.

"Arayı düzeltmeden bu masadan kalkmıyoruz değil mi?" diye sordu ikimize bakarak. Cevapsız kaldım. Tartışmak istemiyordum çünkü. Bu gecenin sorunsuz bir şekilde bitmesini istedim. O yüzden sakin kalmalıydım.

Uzun zamandır uğramamıştım Elâ'lara. Eski evimin etkisi, babamın etkisi bahane olmamalıydı ama ben güzel kaçardım.

"Nihat dede ve Ferhunde teyzemle kısa bir sohbet ettik. İyi bir azar çektiler tabi. Gelemedim, görmedim onları da."

"Hakları da var. Gittin, ne arar ne sorar oldun."

"Savaş,"diye uyaran sesi kavga çıkmaması için yalvarır gibiydi.

Ellerimi masaya sakince koyup Savaş'a doğru eğildim. Bal rengi gözleri alaylı bakıyordu bana.

"O lanet çeneni kapatacak mısın? Yoksa benim mi kapatmamı istersin?"

Tam cevap verecekken odağından çıktım.

"Bir sen eksiktin."

Bakışlarının sabitlendiği yöne çevirdim bakışlarımı. Gelen Timuçin'di.

Sende mi buradasın bakışı attığında bana göz kırparak selam verdi. Bende aynı içtenlikle karşılık verip ardından önüme döndüm.

Savaş'ın gözleri ateş saçarken, telefonunu sert bir şekilde çarptı masaya. Elâ gerilirken ben derin bir nefes verdim.

"Nereye baksam oradan çıkıyor, sürekli senin etrafında."

"Yapma Savaş."

"Hadi ama sen nerede o orada."

Ağzımdan çıkacak kelimeyi sözleriyle kesti. Arkasına yaslanıp kollarını bağladı ve Timuçin'e odaklandı.

"Şunlara baksana. Serserilikleri yüzlerinden okunuyor."

Geriye döndüm. Gözlerim Timi ve tayfasını buldu. Vega'nın sağlam adamları köşe koltuklarda yerini almışlar ve oldukça keyifli bir sohbete dalmışlardı.

Yargı, ön yargı lanet bir şeydi.

Geriye dönüp masadaki bardağımı aldım ve hızla kafaya diktim. Boş bardağı sert bir şekilde masaya çarparken aynı şekilde Savaş'a bakıyordum. Kaşınıyordu. Fena halde kaşınıyordu.

"Bunlar beladan başka bir şey getirmez. Biz iyi adamlar değiliz diye açık açık bağırıyorlar. Hırsızlık, kaçakçılık, adam yaralama, uyuşturucu,hatta cinayet..."

"Sen ne dediğinin farkında mısın?"

Sözünü sertçe kestim.

"Senin gibi İstanbul beyefendisi değiller tabi. Ön yargılı davranıyorsun Savaş. İçlerini biliyorum oğlum ben, içlerini!"

Ayağa kalktım.

"Bir insanı görünüşüne göre yargılamak aşağılayıcı bir davranış. Giyimine bakıp serseri diyorsun, hareketlerine bakıp çirkin imalarda bulunuyorsun. Bana bak Savaş, ben de onlardanım. O dünyaya aitim artık. Söylesene, beni de az önce ima ettiğin şeylere yakıştırıyor musun?"

Yavaşça ayağa kalkarken göz temasını bir an olsun bile kesmedi. Hemen önümde durdu. Aramızdaki masaya rağmen oldukça yakındık.

"Ben artık ne düşüneceğimi bilmiyorum. Seni tanımıyorum. Seni artık tanıyamıyorum. İstesem de izin vermiyorsun."

Kısa bir sessizlik. Sonra yeni bir melodi duyuldu.

Savaş devam etti.

"Her şey o hergelenin hayatına girmesi ile değişti, seni değiştirdi."

Hayal kırıklığıydı tam da bu an.

"Ben değişmedim Savaş. Ben kendimi buldum. Ben, beni anlayanı buldum. Sen beni hiç anlamadın ki..."

"Anlayamadım öyle mi? Çünkü sen kendini hiç açmadın. Kapalı bir kutu gibiydin. İzin vermedin. Bu konuşmalar geç kalınmış konuşmalar."

"Ah tabii suç yine bende! Hep bende. Belki de yeterince istemeyen sendin. Her kapalı kutunun bir anahtarı vardır. O bulundu ama bulan sen olmadın. Açan da olamayacaksın."

Öyle soğuk bir şekilde döküldü ki kelimeler dudaklarımdan ben bile buz kestim. Canım yanıyordu. Canım yanarken can yakıyordum. Sözlerimiz bir iğne gibi saplanıyordu birbirimize ve kan akıtıyorduk.

Dudağımın bir kenarı alayla yukarı kıvrıldı.

"Ne oldu, canını mı sıktım?"

Dişlerini sıktığı çenesinin gerginliğinden anlaşılıyordu. Hırsla çenemi kavradı ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Tutuşu sertti.

"Artık umurumda değil her ne bok yediğin kiminle düşüp kalktığın. Sen başına gelecek her şeyi hak ediyorsun."

Eli uzaklaştı. Gözlerim dolu doluydu. İçimde kaynamaya başlayan öfke taşmadan çıkıp gitti. Çıkıp gitti...
Gitmese, o an yüzüne sert bir yumruk geçirip onu delice hırpalayabilirdim.

Ellerimi masaya koyup derin bir nefes alırken gözlerimi kapattım. Derin nefesler...

Anlaşılmamak insana koyuyordu.
Bir yabancı gibi, sanki eski günler hiç yaşanmamış gibi. Sırf onun istediği gibi olmadım diye...

Gözlerimi açtığımda Elâ ile göz göze geldim.

"Öyle bakma bana."

"Nasıl bakıyorum?"

"Acıyormuş gibi."

"Hayır." derken ayağa kalktı. Belimi doğrulttum. Elimi kavradı.

"Sadece korkuyorum. İlerlediğin bu yolda canın yanacak diye ödüm kopuyor."

Ellerimi çektiğimde karşı karşıyaydık.

"Canım yanacaksa bırak yansın. Ne olacaksa olsun. Geriye dönmeyeceğim."

Babamla yolları ayırmıştım. O büyülü dünyadan da ayrıldım.

Çantamı elime aldım.

"Her fırsatta bunu yapmaktan vazgeçin."

Sesim yumuşaktı ama hayal kırıklığı içindeydim.

"Hoşça kal."

Arkamı dönüp çıkışa doğru yöneldim.

"Güneş?"

Dönüp bakmadım. Onu ardımda bırakıp gitmesem daha çok kıracakmışım gibiydi.

Gözlerimden süzülen yaşları kimseye belli etmek istemedim o an ama kalbim paramparçaydı.

Dışarı adım attığımda şehrin gürültüsü ve ışıkları ile karşılaştım. Kalbim içsel bir fırtına gibi çarpmaya devam ederken düşüncelerim karmaşık bir labirente dönüşmüştü. Geçmişimle bugünüm arasındaki uçurum daha da derinleşiyordu.
Armeda'nın kapısı önünde dururken, içimdeki karmaşa ve acı şehrin sesleri arasında kaybolsun istedim.

"Güneş?"

Arkamdaki sesin sahibi Timuçin'di.

Gözlerimden süzülen bir damla yaşın ardındaki hüznü hızla sildim elimle.
Savaş'ın aracı önümden usul usul geçerken bakışlarım düzdü. Yanıma ulaşan Timuçin sessizliğini korurken, sağ elimi koluna doladım. Savaş, gaza basıp hızla uzaklaştığında içimde buruk, acı bir tat bıraktı.
O benden sadece hayallerimi değil çocukluğumuzun masum anılarını da çalmıştı.

...

Kafa dinlemek istediğimiz zaman hep burada buluyoruz kendimizi.
Terasta, bizim mekanımızda.

Hava soğuk...

Hemen ortamızda yanan ateş içimizi ısıtıyor. Karşılıklı oturmuş etrafımızda dans eden alevleri izliyoruz. Gece, şehrin ışıkları, ayaklarımızın altına serilmiş gibi.

Üzerimdeki battaniyeye sıkıca sarılıyorum. Timuçin sessizce ateşe odun atarken içimdeki hüzün , yanan odun çıtırtısıyla bir nebze olsun yatışıyor.

Anı bozan çalan telefon oluyor. Timuçin çalan telefonu kapatıp gözlerini tekrar yanan ateşe dikiyor.

"Niye açmadın?"

"Bizim Sarp, sonra dönerim."

İçkisinden bir yudum alıp arkasına yaslandığında bu sefer benim telefonum çalıyor.

"Sarp."

İçimden heyecanlı bir ürperti geçiyor. Timi ile göz göze geliyoruz.

Sanki ne isteyeceğini biliyor, bakışlarından anlıyorum.

"Güneş, geç oldu biliyorum ama şansımı denemek istedim."

"Dökül Sarp."

Hızla konuya girerken sesi stresli geliyor.

"İki saate yarış var, katılımcılardan biri eksik neyse bu uzun bir hikâye. Para büyük, organizasyon tamam ama bu kadar kısa zaman içinde katılımcı bulmam zor,bilindik birilerine ihtiyacım var yani ben riske giremem..."

"Tamam, konum at."

"Yani, eee, Güneş ben çok..."

"Görüşürüz Sarp."

Telefonu kapattığımda dudaklarımı ısırdım. Bu gece ihtiyacım olan şey tam da buydu.

"Gün ışığı sahalardan bayadır uzaktı."

Dedim ya kaçmak...

Zihnen de bedenende, eziyet yokken, her şey daha kolay.

...

 

Loading...
0%