@seleneisadark
|
İnsan.
Çok garip bir tanımı vardı insanın benim nazarımda. Memelilerden diye başlıyordu cümle, aklı ve düşünme yeteneği olan en gelişmiş varlık diyerek noktalandırıyordu açıklamasını. Gerçekten en gelişmiş varlık biz insanlar mıydı? Koca evren ve galakside düşünebilen tek varlık olarak tanımı yapılan insanlar en gelişmiş kategorisine mi giriyordu?
Dünya, nüfusu çoğaltmak adına yapılan bir çok konuşmasının ve baskısının ardından, genç kızları evlerinden ansızın götürdüklerinde de düşünebilen varlıklar olarak tanımlanıyor muydu , merak ettim.
Bu evrene geldiğim andan itibaren, içimi delik deşik eden bir his vardı. Tırnaklarıyla göğüs kafemi tırmalayıp soluğumu kesen his, acıyla yutkunmamı sağlıyordu. Korkuyordum. Belki de bu evrene geldiğim ilk andan itibaren beynimde dönüp dolaşan, hissettiğim hissin tanımı buydu. Ben aptal değildim, çevremde benim fark etmediğim, belki de Gonca'nın, Dila'nın ya da Nisa'nın fark etmediği, hissettiği ancak bu kasaba sakinlerinin en baştan beri bildikleri, sahip oldukları bir şey olduğunu düşünüyordum.
Düşüncelerim, biz sohbet ederken ve kapı çalınırken de devam etti. Bir adam koca cüssesiyle, kapının önüne doğru dört adım atarak, bir çok yemek kazanını taşıyan bedeni ile içeriye girmeden kapıya bırakmıştı. Biz, elimize tabaklarımızı alarak o koca kazandan istediğimiz yemeklerden, yiyeceğimiz kadarını almıştık. Yemeğimizi alıp yedikten sonra,odalara geçmiş ve ben Gonca ile kalmak istediğimi söylemiştim. Bunu söylediğim ilk an, Gonca irileştirmiş ve açılmış ağzıyla bana şaşkınlıkla bakmıştı. Buna kısa bir an gülmüştüm. Neden onunla kaldığımı kafasının içinde düşündüğünü biliyordum ama benim ihtiyacım olan şey onun sessizliğiydi.
Gonca karşımdaki yatağa kurulmuş ve siyah saçları yastığa dağılmışken, çoktan uyuduğunu nefes alışverişinin düzene binmesinden anlamıştım. Gözlerim cama çevrilmişken, bende uykunun sıcak kollarına bırakmak istiyordum zihnimi. Tüm gün oradan oraya savrulmamın etkisiyle, hem zihnim hem de bedenim yorulmuştu. Bende bunun sayesinde uykunun sıcaklığına çabucak kavuştum.
Sabahın erken saatlerinde gözlerimi aralayarak uyanmış ve sıcak bir kahve yapmıştım. Dışarıdaki koltuğa otururken, gözlerim ormanlık alandaydı. Aslında, Cephe'deyken hiç sahip olamadığım bir rahatlığa sahiptim burada. İstediğim zaman dışarı çıkabiliyor, kahve yapabiliyor ve doyasıya yemek yiyebiliyordum. Belki de bu yüzden, burada, bu dünyada, bu evrende neler olduğunu öğrenmek istemiyordum.
Gözlerim halen oradayken duyduğum sesle, oraya doğru baktım. Hard, gözlerine takmış olduğu yüzünün neredeyse tamamını kaplayan siyah gözlüklerle bana doğru adımlıyordu. Ona doğru bakarken, daha güneşin tamamen kendini göstermemiş olduğunu ancak ışıklarını saçtığını biliyordum. Ama bu o gözlüğü takmak için yeterli bir ışık değildi. Karşıma doğru çömelirken, dizleri yüzünün hizasında duruyor ve güneş gözlükleriyle bana bakıyordu.
"Nasılsın?" Gözlerimi kırpıştırarak ona bakıyorken, "İyi, sen?" diye mırıldandım. Bana kafasını bende iyiyim dermişçesine sallarken, neden yanıma gelip oturmadığını sorgulamayı bırakmıştım. Gözlerimi ondan ayırıp ormana doğru çevirdim. Ormanda olan yeşillikle kaplı huzura doğru bakarken, sabahın erken saatleri olduğundan, yüzümü yalayan bir serinlik vardı. "Ormanda yürüyebilir miyim?"
Derin bir nefes aldığını duydum ama gözlerimi ormandan ayırıp da ona doğru bakmadım. "Yürüyebilirsin, benimle. Gel beraber gidelim." Hızlı hızlı konuştuğu kelimelerle ayağa doğru kalkarken, bende ayaklarımı zeminle buluşturdum. Çıplak ayaklarım verandadaki zeminle buluşurken, ayak tabanımdan tüm vücuduma yayılan soğukluğu iliklerime kadar hissediyordum.
"Sen ayakkabı almadın mı daha?" Gözlerimi kaldırarak Hard'a doğru bakarken, onun kafasını eğip ayaklarıma baktığını görmemle parmaklarımı içeri doğru kıvırdım. "Ben, nereden alırım bilmiyorum ki." Gözlerim hala onun yüzendeyken, boğazından bir yutkunma geçti. Ben, şuanda, bir ayakkabıya bile sahip olamayan ancak dün akşam sıcak bir yatakta yattığı için mutluluk duyan o kızdım.
"Ben sana getireceğim hemen bekle." Ona kafamı sallayarak bakarken, sırtını bana doğru dönmüş ve koşarcasına hızlı adımlar atmaya başlamıştı. Kafamı eğip ayaklarıma doğru baktım, beyaz ayaklarım soğuktan kızarmıştı ama ben o soğuğu bile hissetmemiştim. Belki de, alışıktım.
Önümde beliren bedenle kafamı kaldırırken Hard olduğunu görmemle, gözlerimi kırpıştırdım. "Nasıl bu kadar çabuk geldin?" Gözlerindeki gözlüğü çıkarmamış, ayakta duran bedeniyle elinde tuttuğu beyaz spor ayakkabıları bana doğru uzatırken konuştu. "Zaten çok yakındı." Ellerinin arasında tuttuğu beyaz ayakkabılara bakarken, boğazıma bir yumru oturdu.
Bir çift beyaz ayakkabı.
"Lena, kurabiyem gel bak baban ne aldı sana." Küçük Lena, duyduğu sesle kafasını çizdiği resimden kaldırırken kapıyı açmış bedene, babasına doğru bakmıştı. Küçük yüzünde, iki büyük kurabiye gibi duran gözleriyle merakla babasına bakarken ayağa kalkarak neşeyle babasının etrafında döndü. "Ne getirdin, ne getirdin bana?"
Babamın yüzünde kocaman bir gülümseme varken, yüzünde kömür isinin yaptığı bir kararma ve bedeninin üzerinden yükselen bir is kokusu vardı. Ama ben, küçük Lena bunu hiç bilmezdik. Onlar, babamın emeğinin karşılığıydı, bunu ona babası söylemişti. Babam, siyah poşete koyduğu bir çift ayakkabıyı gözlerimin önüne doğru kaldırırken dudaklarımın arasından küçük bir şaşkınlık nidası firar etmişti.
Ayakkabının bazı yerlerinde yırtıklar vardı, bazı yerleri siyaha boyanmış ve bazı yerleri olduğu gibi beyaz kalmıştı. Ancak bu göğüs kafesimin içinde neşeyle titreşen kalbimin heyecanla atmasını engellememişti. "Ayakkabı aldım ben kızıma." O zaman o ayakkabının sadece benim için özel olarak yapıldığını düşünmüştüm, babam bunu benim için özel olarak yapmış ya da bulmuştu.
"Baba, ayakkabım mı olacak benim?" Gözlerini kaldırarak önünde duran büyük bedene doğru bakarken, babam eğilerek bedenimi kollarının arasına alarak mindere doğru oturtmuştu. Önümde eğilerek küçük ayaklarıma o ayakkabıyı giydirince, gözlerim mutlulukla ışıldıyordu. Ayağımda biraz büyük gelen, ayakkabıların bağcıklarını sıkıca bağlamış ve kafasını kaldırarak inci gibi gözleriyle yüzüme bakmıştı. "Kalk bakalım nasıl oldu?"
Heyecanla zıplayıp, minderden kalkarken o an ayağıma büyük geldiğini bilmiyordum o ayakkabının. Ya da ne kadar yıpranmış olduğunu. Kahverengi bukleli saçlarım, zıplamamın etkisiyle dalgalanırken neşeyle bağırıyor ve gülerek konuşuyordum. Babam da bana yüzünde büyük bir gülümseme ile bakıyor ve beni mutlu etmenin mutluluğunu yaşıyordu.
"Artık benim de bir ayakkabım var." diye mırıldanarak bütün gün ayağımdan çıkarmadığım ayakkabılarla, tahta zeminde zıplamış ve babamın yüzünde sayısız öpücüğün izlerini bırakmıştım.
Aklıma gelen anıyla gözlerimi kapatıp açarken, kahve gözlerimde tekrardan hissizliğin ele geçirilmesini bekledim. Duygular Lena, bu duygular kimsenin bilmemesi gereken şeyler.
Hard'a gözlerimi çevirirken, o yumruyu yok etmek adına sayısızca yutkundum. Bana uzatılan beyaz ayakkabıları tutarak ellerinin arasından alırken, yeni olduğu belli olan ayakkabının içinde bir çift beyaz çorap da vardı.
Göğüs kafesimin içinde titreşen his, çocukluğumda olan hissin aynısıydı. Verandaya tekrardan otururken ilk önce beyaz çorapları ayağıma geçirdim, daha sonra yavaşça beyaz ayakkabıları giymeye başladım. Bağcıklarını bağlamayı da bitirince ayağa tekrardan kalktım. Güneş artık daha parlak doğmuştu ve bedenimi daha çok ısıtıyordu. Gözlerim ayakkabıdayken, ayaklarıma tam olan ayakkabının mutluluğunu yaşıyordum.
"Teşekkür ederim Hard." Gözlerim ayakkabıdan ayrılmazken, kelimelerimin arasında büyük bir minnet vardı. "Bu herkese yaptığımız bir şey." Sözlerine karşı acı ve kırık yarım bir gülümseme oluştu dudaklarımda. "Herkes için teşekkür ederim." Sözlerimle adım adım ormana yaklaşırken, beyaz ayakkabılarımı zemin kirletiyordu ama bunu önemsemedim.
Yırtılsın, çamura bulansın ve kömür isi ile lekelensin istedim. Tıpkı çocukluğumdaki ve babamın bana getirdiği ve sahip olduğum ilk ayakkabım gibi, burada da sahip olduğum ilk ayakkabımın böyle olmasını içten içe umut ettim ya da arzuladım.
Ormanın içine doğru girerken, yanımda koca koca ağaçların yaydığı kokuyla ciğerlerime derin bir nefes yolladım. Her adımında, ormanın derinliklerine yaklaşırken, bulduğum açıklıkla bedenimi toprakla buluşturdum. İçime dolan kokuyla huzurla gözlerim kapanırken, duyduğum çıtırtı sesiyle hızla yan tarafıma döndüm. Sadece ağaçlar görüş alanımdaydı. "Burada çok fazla hayvan var, onların çıkardığı seslerden bazılarıdır."
Gözlerim Hard'a dönerken o gözlerini çatırtının olduğu yerden çekmemişti. "Merak etme zararsızlardır." Ben de gözlerimi ağaçların arasındaki yere doğru çevirirken , ayaklanmış bedenimle ona doğru birkaç adım attım. "Sevebiliyor muyuz? Ben Cephe'deyken çok fazla hayvan görmemiştim, burada bazılarını sahiplenmek ve sevmek istiyorum aslında."
Dün Gonca ve Dila'nın sözlerinden sonra, gerçekten de böyle düşünmüştüm. Belki de onları sevdiğim gibi onlar da beni severdi. Hard, hızla kafasını bana doğru çevirirken beklemediğim bir şey yaparak koca bir kahkahayı dudaklarının arasından serbest bıraktı. O gür sesiyle kahkaha atarak gülmeye devam ederken, ellerini dizlerine vurarak gülmeye devam ediyor ve ben de ona bakmaya devam ediyordum. Omuzlarım içe doğru bükülürken öfkeyle mırıldandım. "Niye gülüyorsun ki, sevemez miyim?"
Kahkahasını zar zor durdurken aldığı hızlı solukların arasından konuşmaya çalıştı. "Sev.. seversin de." derken, bir anda gülerken eğilmiş bedenini dikleştirerek gözlüklerini düzelterek, tekrardan o ifadesiz yüzüne büründü. Bir saniye içinde büründüğü yüze şaşkınlıkla bakarken hızlıca kelimelerini sıraladı. "Sahip olabilir ve sevebilirsin tabi ki de. Ama burada çoğu hayvan yırtıcı hayvanlardır o yüzden de evde beslenmesi mümkün değil. Hem çoğu da devletin hayvanı."
"O zaman ben de ormana gelirim, severim biraz. Hem ses çıkaran var ya o gelsin, ısınmazsak birbirimize sen alırsın onu, devlettensin sen de" diye söyledim umutlu gözlerle ona bakarken. Kafasını ağaçların arasındaki bölgeye doğru çevirirken, düşünür gibi bir kaç saniye duraksadı. "Korkarsın sen yok olmaz." diye söylendi kendi kendine.
"Yok korkmam, hem değilim ben korkak, hem küçük kız da kaplanın sırtına binmişti gördüm ben yoldan geçerken. Ben niye korkayayım?"
Bu ısrarın sebebini ben de bilmiyordum, o hayvanı neden görmek istiyordum? Neden içimi tırmalayıp duran o hissi tamamen ele geçirmek istiyordum?
"Tamam ama korkarsan söyle tamam mı?" Sözlerine büyük bir heyecanla kafamı sallarken, çoktan ayaklanmış bedenimle gözlerimi çatırtının olduğu yere çevirdim. Uzun süren bir kaç saniyenin ardından kafamı Hard'e çevirirken konuştum. "Çağırsana, nasıl gelsin hayvan?" O da çatırtının olduğu yere bakarken yüzü ifadesiz duruyordu ancak dudaklarının kenarında oluşmak isteyen kıvrımı yok etmek için verdiği çabayı görüyordum.
"Hayvancık, hadi gel seveyim seni biraz." Sözlerimle, yanımda tekleyen derin bir nefes işittim ancak gözlerimi ona çevirmeden ağaçların arasından ayırmadım. Kahve gözlerimle oraya doğru bakarken, kalbim şiddetle çarpıyor ve hızlı nefesler almamı sağlıyordu. Gözlerimin önüne serilen görüntüyle, bir an için göğüs kafesimin içindeki kalbimin durduğunu düşündüm.
Karşımda, buraya, bu evrene geldiğimde gördüğüm kurt vardı. Kocaman bedeniyle karşımda dururken o gün fark etmediğim ancak şimdi gördüğüm sağ gözünün üzerinde olan, büyük ihtimalle başka bir kurtun yapmış olduğu bir yara izi vardı. Bu onun bedenine bir iz bırakırken, belki de içine de yaralar açılmasını sağlamıştı.
Gözlerim irileşirken, ağzımdan istemsizce dökülen kelimelerle karşımdaki kurdun bedeni de duraksadı. |
0% |