Yeni Üyelik
2.
Bölüm

Bir Tosbağayla Tanışıyorum Birkaç Kişi Daha

@selin_12

2.bölüm

"Bir tosbağa ile tanışıyorum Birkaç kişi daha"

Devasa çam ağaçları ile kaplı tepeleri aşıp, kuzey kutup ışıklarının muhteşem danslarını seyrederek Ormanın içinde yükselen Sarp kayalığın gövdesindeki sığınak mağarayı görünce kanat çırpmayı bıraktım. Burası İnsanların tırmanmaya cesaret edemeyecekleri kadar yükseklikte, siyah kanatlarını ise tahmin edemeyeceği kadar gizli bir yerdeydi.

Mağaraya doğru süzülüp usulca kapının önündeki çıkıntıya kondum. Bir elimle Lusi'yi kavrarken diğer elimle kapıya uzandım. Kapı elime tanır tanımaz kenarına sıkışan küçük kaya parçalarını tuz buz edip gürültü çıkararak açılmaya başladı. El tanıma sistemi gerçekten de harika çalışıyordu. Yalnızca kendisi için tasarlanmış şeyler insanın nasıl da hoşuna gidiyor.

Kapı açıldıktan sonra arkamı dönüp Lusi'nin koltuk altlarından tutarak geri geri mağaraya girdim.

"Öhü, öhü... Sanki bin yıldır havalanmadı. En fazla 3-5 yıl..."

Rutubet burnumu geçip ciğerlerime işlemişti. Lusi'yi yere bıraktıktan sonra doğruldum. Karanlıktan hiçbir şey görünmüyordu ama yine de: "Vay be! Her şeye rağmen çok özlemişim." dedim.

"Ah!"

O sırada birden belime Ağrı saplandı. Sanki Dünyayı sırtımda taşımışım gibi felaket bir şekilde ağrıyordu. Bir an önce Lusi'yi rahat edebileceği bir yere yatırıp sonra da kendi yatağıma uzanmak istiyordum ama bunun için önümü görebilmem gerekirdi.

Mumyalar gibi Kollarımı öne doğru uzatıp, Etraftaki eşyalara dokunarak yolumu bulmayı denedim. Aynanın altındaki tarih öncesinden kalma masayı bulmam kolay olmadı. Masanın üstünde elimi gezdirip sonunda çekmecenin kulpunu yakalayabildim. Elimi çekmecenin içine daldırarak mumu ve kibriti saklandıkları yerde nihayet bulabilmiştim. Tam kibriti çıkarıp yaktım sırada ortalık Dalga Dalga aydınlanırken sanki fare gibi bir şey iki katlı ranzanın altına doğru kaçtı.

"Heyyyy!" diye bağırdım. "Canına susamadıysan dostum, hemen burayı terk et!.."

"Ih!"

Sanki birisi iş çekti. Ya da bana öyle geldi. Peşinden de bir sürtünme sesi duyuldu. Biraz korkmuştum 'Umarım bir sıçandır' diye dua edip yavaşça yere doğru çöktükten sonra mumu ranzanın altına doğru tuttum. Yana yatmış, tabanı gözüken bir ayakkabı kımıldamadan ranzanın altında duruyordu. Eğer üst kısmını görebilseydim benim ayakkabım olup olmadığını kolaylıkla anlayabilirdim. Yavaşça doğrulup ranzaya iyice yaklaştıktan sonra eğildim. Bu da tam olarak bir işe yaramayınca ne kadar ürkütücü gelse de başka bir çarem olmadığı için ayakkabıyı işaret parmağımla yitirip hızlı kendimi geriye çektim.

"Hİ!"

Neyse ki ayakkabı ileri doğru kayarak gözden kayboldu. Bunun üzerine derin bir oh çekip alnımın terliğini sildikten sonra sol yanıma doğru dönüyordum ki olan oldu.

"VAAAAA!" diye çığlık atıp elimdeki mumu havaya fırlattım.

Ranzanın kenarındaki duvara kollarını açarak dayanmış duran, tombul yanaklı, kırmızı suratlı çocuk canavar görmüş gibi gözlerini belirtip: "Anneciiiiiim!" diye feryat koparınca az daha aklıma oynatıyordum.

Osırada havaya fırlattığım mum yere düştükten sonra sönmüştü ve bu yüzden tehlikenin tam olarak ne boyutta olduğunu bilmiyordum.

Ellerin zangır zangır titrerken bunu nasıl yapacağımı bilmiyorum ama en son gördüğüm yere doğru: "Seniiii......gebeeer .........teceğiiiiim!" diye yalancıktan bağırmaya başladım.

Beni çok ciddiye almış olacak ki: "Hayırrrrr!" diye karşılık verip bir şeylere çarparak göremediğim yere doğru kaçmaya başladı.

Birden Lusi aklıma geldi

"Sakın kapıya doğru kaçayım deme, yerde bir canavar yatıyor"dedim.Yine "Annecim!" diye bağırdıktan sonra birdenbire başımı bowling topu gibi bir şey çarptı; "Ah, bu da ne böyle?"

Onu göremiyordum ama soluk alışları yakınlardan geliyordu. Başımı tutup: "Seni aptal şey, başıma neyle vurdun öyle?" diye haykırdım.

Peşinden hiç çekip ağlamaya ve onu zarar vermemem için yalvarmaya başladı. "Iııı, lütfen bana zarar verme! Lütfen!" Onun artık zararsız biri olduğunu anlamıştım.

"Tamam dostum, her neredeysen orada dur ve sakın kımıldama. Yerde bir kız yatıyor, onu çiğnemeni istemiyorum." dedim "Şimdi yerden mumu alıp etrafa aydınlatacağım."

"Kafamı ranzaya kaç kez çarptığımı bilmiyorum ama sonunda mumu bulabilmiştim. Kibrit de masanın üzerindeydi. Mumu yakttığımda bu korkak çocuk etrafta gözükmüyordu. Ta ki tutunduğu yerden:

"Aaaa, BAM!"

Üzerime düşünceye kadar.... üzerime yetişkin kambur balina düştü sanki. Resmen soluk alamıyordum, güçlükle: "Dostu m, o koca poponla baş ı mı ez i yor sun!" diyebildim.

"Affedersin, üzgünüm!" dedi ama en önemli şeyi unuttu.

Yine güçlükle: "E, peki sonra..." dedim.

"Ooo, bir an unuttum dostum! Tamam, şimdi kalkıyorum."

Ikınarak, güçlükle kalktı ve ve ben de işkenceden kurtuldum. Yine birbirimizi görmeden konuşuyorduk.

"Eğil ve şu mumu Bu kez de sen bul!" dedim.

"Peki deneyeceğim!" deyip aramaya başladı.

A şey sanırım arıyordur.

Buraya nasıl girdiğini, kim olduğunu gerçekten çok merak ediyordum ve bir an önce oturup onu sorguya çekmeye can atıyordum.

"Ne durumdasın dostum, Bulabildin mi?"

"Küflenmiş ve kayaya dönmüş çorap Sence mumun yerine tutar mı? Ya da bir erkek iç çamaşırı!.."

Ranzanın altında olmalı...

Öfkeyle: "bu kadar özelime girmeni kim söyledi sana? Hemen oradan çık!" diye bağırdım.

"Aa tamam buldum."

Mumu yakıp masanın ortasına diktim. Etraf mum ışığıyla aydınlanınca zeminden öylece yatan Lusi'yi görüp: "Senin yüzünden Lusi'yi yerde unuttum. " dedim.

Lusi'yi kucaklayarak ranzanın alt katına yatırdım. Yüzü buz kesmişti ve yavaş yavaş ten rengi açılıyordu. Bir süre Lusi'yi seyrettikten sonra masayı geçip oturdum. Korkak çocuk Ses çıkarmadan ayakta dikilip beni izliyordu.

"Kız kaçırmanın bir suç olduğunu biliyor musun?" dedi.

"Gel otur şöyle!" dedim. "Sen neden bahsediyorsun? Onu kaçırdığım falan yok!"

Kanatlarını toplayıp sırtına gizledikten sonra sandalyeye çekerek oturdu. Tombul bir suratı ve ona uygun bir cüssesi vardı. En çok dikkatimi çeken şeyse asker tıraşı kırmızı saçlarıydı. Sanki boyalı gibi duruyordu.

Biraz olsun ciddi şeyler konuşmanın vakti gelmişti. "Anlat bakalım, Buraya nasıl geldin?" diye sordum.

Siyah kanatlarını saldırısına uğradığını ve daha önceden kendisine acil durumlarda sınacağı yer olarak burayı söylediklerini anlattı. Oysa bu mağaranın kapısı bir tek bana açılıyor sanıyordum.

Sanırım, bizi idare eden büyüklere güven olmayacağını öğrenmeliydim. Ama öncesinde bu çocukla başlamalıydım işe. Kanatlarını uzatmasını istedim. Ellerimi kanatlarımın derisinde gezdirip parmaklarımla baktığımda kaygan maddeyi mangır işareti yapıyormuş gibi ezdim. Sorun yoktu, boya veya renk açıcı kullanmamıştı. Peşinden pantolonun paçalarını kaldırmasını istedim. Bacağına uzanıp beyaz renkli tüyleri Parmağımın arasına kıstırarak birden çektim.

"AAV!"

Evet biraz acıtmış olabilirim ama içim rahatladı. En azından Kafamdaki soru işareti cevaplandı. Sorun yok, temiz...

Saldırı anında 'nerede' olduğunu sordum. Başkent Oslo'daki bir Ortaokulda olduğunu söyledi. Sığınak küçük gelince bunu kapı dışarı etmişler. 'Ben ne yapardım' diye düşündüm de sanırım atılmayı beklemek yerine gönüllü olarak kendimi çıkardım. Erken önlem sayesinde bir kayıp olmadığından bahsetti. Sadece siyah kanatlı çocuklar bunu kovalamış. "Yakalanmadığın için şanslısın." dedim.

"Acemilerdi...." dedi. "Yeterince güçlü oldukları söylenemez."

"Burayı başka kim biliyor?" diye sordum.

"Bundan tam olarak haberim yok ama kuzenime de buradan bahsetmişler." dedi.

"Ah işte, şimdi hapı yuttuk." dedim. "Bu hiç iyi bir haber değil..."

Sığınağa başka birilerin daha gelme ihtimalini beni tedirgin etmişti.

"Söyle bakalım, ne türden tılsımların var?" diye sordum.

Utandıracak bir şey sormamıştım ama yüzü kızararak yere baktı.

"Önemli şeyler değil." dedi. "Çok sıradan şeyler işte..."

Bu beni daha da meraklandırmıştı. Sevimli bir kıza falan dönüşüyor olmalıydı.

"Söyle bakalım, hünerlerini bilmem gerekiyor." dedim, hem de beş defa.

Sonra inatçı biri olduğumu fark etmiş olmalı ki birden ayağa kalkıp: "Tamam!" dedi. "Beni izle!"

Gözlerini kapatıp kollarını açtıktan sonra parmaklarını şaklattı: "Şimdi..." dedi ve birdenbire tosbağaya dönüştü, hem de koca bir tosbağa...

İlk başta bir tür illüzyonist numarası sanmıştım.

"Vay be! Harika numaraydı." falan dedim. Sonra tekrar eski haline döndüğünde suratıma şaşkın şaşkın bakıp: "Gülmeyecek misin?" diye sordu.

" Hadi canım sende, bunu tılsım olduğunu söyleyemeyeceksin ya..."dedim. "Tılsımım gerçekten bu..." deyince, işte o zaman kahkahayı patlattım.

"Ah, ha ha , sanmıştım ki, pıııııııııp, a ha ha!.."

Yüzünün girdiği şekli görünce: "Tamam." dedim."Tamam, Sakın Ağlama!"

Derken daha derin konular konuşmaya başladık, biraz ailesinden bahsetti. O henüz 2 yaşındayken ailesi kaybolmuş bunun üzerine onu yaşlı dedesi büyütmüş. Dedesi ölünce devlet onu alıp bir yatılı okula göndermiş. Burada vampirlerle ilgili ortalıkta dolanan bilgilerden haberdar olarak araştırma yapmaya başlamış. Sonra gittiği okulu terk edip ailesini bulmak için bizim okullardan birine sığınmış. Nedenini bilmiyorum ama belki komik oluşu belki de temiz sıradan bir çocuk oluşu, hoşuma gitmişti. Daha önce hiç onun gibi bir arkadaşım olmamıştı. Elimi uzatıp: "Çak dostum, artık arkadaşız ."dedim .

Bunun üzerine yerde duran koyu yeşil renkteki sırt çantasını açıp içinden iki tane soğuk sandviç çıkardı. Tam bir ısırık alıyordum ki kapının önüne, dışarıdaki kayalara bir şey çarptı. Ve peşinden bir çığlık sesi koptu.

"AHHH, lanet olsun!"

Sanki bir kız çığlığı...

"Sen kal Tosbağa!" deyip hemen kapıya koştum.

Birkaç basamak çıkıp boynumu dışarıya uzatarak baktım. İki eliyle kocaman, eski bir bavul taşıyan Beyaz Kanatlı bir kız gökyüzünde güçlükle kanat çırpıyordu. Bana doğru manevra yaparak üzerime doğru uçmaya başladı. Aslında durabilir sanmıştım bir an için...

"Çekiiiiil önümdeeeeen kaaaaç, AAAA!" "Bam!"

Kapının tam karşısındaki ahşap raflara tostlayıp rafata dizili ne kadar tabak çanak varsa hepsini büyük bir gürültüyle alt üst etti.

Son anda kendimi kurtarabilmiştim. Yavaşça dizlerinin üzerine doğrulup arkasına dönünce sırtındaki porselen tabak da yere düşüp: "Şangır!" diye parçalandı.

"Ah!" dedim. "İşte sonuncusunu da kırdın, yüz puan senin..."

Suçlulukla avuç içlerini göğüs hizasında birbirine yapıştırdı, dudaklarını geriye doğru çekerek kaşlarını yere doğru indirdikten sonra af dilemeye başladı. Ben o sırada bavulundan yere saçılan kıyafetleri, birkaç makyaj malzemesini topluyordum.

"Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, beni affedin!.."

Kaç defa özür dilediğini hatırlamıyorum ama 'iyi misin' diye sormama bir türlü müsaade etmiyordu.

"İyi m... "diyecekken. "Özür dilerim." dedi.

"İyi mi...." demeye çalıştım. "Özür dilerim." dedi.

"İyi mis..." derken vazgeçtim.

Bir Siyah Kanatlı'nın kanat rengi gibi kömür karası saçlara ve aynı tonda siyah, çok biçimli kaşlara sahipti. Süt gibi beyaz ten rengi bile dişlerinin ışıltısını geride bırakmaya yetmiyordu. Şunu İtiraf etmeliyim ki hayatımda gördüğüm en tatlı kız oydu. Gerçi bunu söylerken Lusi'nin son halini görmeden konuşuyorum tabii... Elimi uzatıp: "Tamam." dedim. "Yeter artık, hadi kalk!"

Ayağa kalkmış olmasına rağmen hala 'özür dilerim' demeye devam ediyordu. Önce sakince: "Tamam!" dedim. "Sorun değil!" Sonra: "Tamam tamam, sorun yok!" dedim. En sonunda da: "Yeter artık, kes şunu!" diye bağırdım.

Ne yapabilirim, Çok öfkelenmiştim ama... Nihayet bu, işe yaradı ve sustu fakat hemen peşinden başka bir şeye başladı. Yüzünü göğsüme dayayıp titreyerek hüngür hüngür ağlamaya...

Tosbağa yerinden fırlayıp üzerinde 'Şok hapı' yazılı kutuyu, kutusuyla birlikte gözümün içine sokmaya çalışarak: "Al bunu ver, sakinleşecektir." dedi.

" Çek şunu gözümün önünden!" dedim. Sonra biraz dikkatlice bakınca: "Bunu nereden aldın?" diye sordum.

Suçluluk duygusuyla boynuna büktü "Şey..." diyerek kaldı.

"Soğuk sandviçleri de mi?" diye sordum. "Evet." dedi.

Tatlı kıza şok ilacını içerip ranzanın üstüne yatırdıktan sonra acil durumlar için hazır tuttuğum, kilerdeki erzaklara bir bakayım dedim de tam manasıyla elde avuçtu hiçbir şey bırakmamış Tosbağa.

"Neyse..." dedim. "Eğer burada kısılıp kalırsak seni yeriz Tosbağa."

O sırada Lusi "Anne, baba, cennet..." diye sayıklamaya başladı.

O an neler gördüğünü tahmin edebiliyordum, hatta fazlasını...

Başına dikilip elimi alnına koydum ateşler içinde kavruluyordu. Tosbağa'ya: "Çabuk su ver!"dedim.

Tosbağa isteksizce arakladığı sulardan birini çantasından çıkardı.

"Tam 12 tane vardı." dedim. "Tosbağa hepsini çıkar ve kilere koy!" Çarşaftan bir parça koparıp suyla ıslattıktan sonra Lusi'nin alnına koydum. İki saniye bile geçmeden bezin ıslaklığı buhar olup uçtu. Bakır tencerelerin içine dört şişe su boşalttıktan sonra ardı ardına Lusi'nin alnına ıslak bez koydum. Neredeyse tencerenin içindeki su bitecekti ama Lusi'nin ateşi bir türlü düşmüyordu. Onun için endişelenmeye başlamıştım.

O sırada ismini hala bilmediğim tatlı kız kendine gelip yatağın ortasına oturduktan sonra: "Neyi var?" diye sordu.

"Yeni ısırık..." dedim. "Dönüşüm başladı." Sıçrayıp birden kendini geriye attı.

" Korkma, ben ısırdım."dedim.

Derin bir iş çekti: "Bende..." dedikten sonra ranzadan indi. Önce geçip: "Bana bırakın." dedi.

Gözlerini yumarak dua eder gibi ellerini açtı, başını yukarıya kaldırınca avuç içinde havaya doğru soğuk buharlar kıvrılarak yükselmeye başladı. Soğuk buharlar iyice çoğaldıktan sonra Lusi'nin başına eğilip yavaşça avucunu Lusi'nin alnına kapattı. Lusi birden irkilip, omuzunu seğirti. Peşinden ellerini, kollarını birbirlerine dolayıp titremeye başladı. Sanırım tatlı kızın yaptığı şey işe yarıyordu. Lusi artık üşüyordu. Tatlı kız yavaşça ellerini Lusi'nin alnından çekip doğruldu. Biraz sonra bitkin bir sesle: "Bakın bakalım?" deyip güçlükle kendini sandalyeye zor attı.

Ateşine baktım, alnı buz gibiydi.

"Aferin, iyi işti." dedim. "Tılsımın bu olmalı..."

Başını yavaşça masadan kaldırıp: "Evet!" dedikten sonra tekrar masaya bıraktı.

O sırada Tılsım lafını duyan Tosbağa kederlenip yanımızdan uzaklaştı. Sanırım kızın ' Senin Tılsımın ne?' diye soracağını sanmıştı. Tatlı kız bir süre sonra kendine geldi.

Birden ayağa dikilip dikkatlice bana baktıktan sonra gözleriyle Lusi'yi işaret ederek: "Ondan hoşlanıyorsun." dedi.

Size yemin ederim, böyle bir intiba bırakacak hiçbir şey yapmamıştım. Kendimden emice: "Tabii ki hayır." dedim. "Hem o daha küçük..."

Manalı bir gülücüğün ardından: "Bunu sen de çok iyi biliyorsun; uyandığında en az bizim boylarımızda olacak. Ayrıca aynı yaşlarda olduğumuzu düşünüyorum." diye karşılık verdi.

Doğru Lusi uyandığında nasıl bir şeye benzeyeceğini gerçekten çok merak ediyordum. Konuyu dağıtmak için: "İsmin ne?" diye sordum.

"Alâ!" dedi. "14 yaşındayım ve babamı arıyorum. İyi bir eğitim aldığımı söyleyemem ama ama güçlü bir savaşçı tarafından ısırıldım."

"Seni ısıran güçlü Savaşçının sana bir faydası olmayacağını bilmeni isterim." dedim.

"Ben böyle inanmıyorum." dedi.

"O hâlde devam et ama söylediklerimi de dikkate al!" dedim. "Siyah Kanatlı görünce arkana bile bakmadan kaç."

Ağır adımlarla etrafımda dolanıp hiç de normal olmayan bakışlarla beni baştan tırnağa göz hapsine aldı: "Senin yanına koşarım!" dedi.

Yutkundum. Onun böyle lafları edebileceği ilk başlarda düşünmemiştim. Kız birdenbire çok değişti.

"Korumam gereken hali hazırda biri zaten var." dedim. "Her neyse benim çıkmam gerek."

Tosbağa çöktü yerden doğrulup: "Nereye?" diye sordu.

"Okula gitmeliyim." dedim. "Belki yardıma ihtiyacı olan birileri vardır."

"Ben de geleyim..." diye atıldı.

"Tam da senin gibi kişilerden bahsediyordum." diye karşılık verdim. "Lusi sana emanet, ben gelinceye kadar ona iyi bak ve ben çıkınca arkamdan kapıyı kapatmayı sakın unutma!"

Yine kederlenip o boyun bükme hareketini çekti. Alâyı işaret ederek: "Yeni misafirimiz de sana emanet!" deyip mağaradan ayrıldım.

Okul 10 dakikalık uçuş mesafesindeydi. Gecenin karanlığını yararak kırpışan şehir ışıklarının üstesinden geçip sessizce okulun bahçesine indim. Her yer harabeye dönmüştü. Eğitim aletleri Paramparça edilip bir köşeye savrulmuş, atlama direkleri yerlerinden sökülüp ortadan ikiye bölünmüştü. Etrafı derin bir ölüm sessizliği sarmıştı. Sanki dev bir hortum gelip yalnızca okulun tepesinden döndükten sonra yıkarak gitmişti. Yerdeki kiremit parçalarının üzerine basarak binanın kapısından içeri girdim. Manzara korkunçtu yer minderleri parçalanmış, içindeki tüyler etrafa saçılmış, bazıları hâlâ tavada uçuyordu. Merdivenlerden dersliklerin bulunduğu katlara çıktım. Koridorlar bomboş, bir tek benim ayak seslerimle yankılanıyordu:

" Tok tak tok!"

Bir siyah kanatlının üzerime çullanmasını göze alıyordum. Ne kadar içim ürperse de: "Kimse var mıııı?" diye titrek sesle bağırdım. "Kimse var mıııı?"

Norveç'in havasını yumuşatan ılık deniz esintisi okulun içinde esip, bazı kapıları hışımla: "BAM" diye yerimden hoplamama neden oluyordu ama yine de: "Kimse var mı?" diye bağırarak hiç bir sınıfa atlamadan dolaştım.

Hiç kimse yoktu. "Belki kazan dairesine sığınmışlardır." diye düşündüm. Zifiri karanlığa aldırmadan kazan dairesine indim. Orada da kimsecikler yoktu.

Girmediğim tek bir sınıf, tek bir tuvalet ya da öğretmenler odası kalmadı. En son Bay Bnil'in ile odasına göz attım büyük bir boğuşmanın yaşandığı apaçık ortadaydı. Duvardaki aile fotoğrafı yere düşmüş, çerçevesi paramparça olmuştu. Fotoğrafı çıkarıp baktım. Bay Bnil, eşi ve ikiz kız çocuğu ile birlikte gülümsüyordu. Çok duygulandım. Başımı iki yana savurup kederle; "Böyle olmamalıydı." diyerek ağladım. Bir süre sonra kimsenin olmadığından emin olunca fotoğrafı koynuma koyup pencereden çıkarak mağaraya doğru, eli boş ve üzgün bir vaziyette uçtum.

Mağaraya vardığımda: "Bugünlük bu kadar sürpriz yeterli." demediğim aklıma geldi. 60 yaşlarında, beyaz kanatlı bir adam solgun ve yorgun yaşlı kanatlarını açmış Alâ ve Tosbağa'yı karşısına almış, heyecanla bir şeyler anlatıyordu. "Dur!" dedim. "Şimdi olmaz, biraz uyumalıyım. A ha ha! Sonra şimşek tılsımı yapıp kuzey kutbuna yolladım o Siyah Kanatlı'yı a ha ha!" falan diyordu.

Bana göre tamamen düzmece bir hikayeyi anlatıyordu. Yanlış görmediysem eğer elinde bir şarap şişesi vardı. Birkaç adım ileri atılıp: "Burada neler oluyor?" dedim.

Adam arkasını dönerek bana baktı. Ayakta durmakta dahi güçlük çekiyordu. Sallanarak: "Aramıza hoş geldin evlat!" dedi.

" Siz de hoş geldiniz ama burda içki içmemelisiniz." dedim.

Elindeki şişeye baktı: "Ben ağzıma içki sürmem." dedi.

Elindekinin bir şaşırıp şişesi olduğuna ikna yedinceye kadar neredeyse sabah olacaktı. Neyse ki bir daha ağzına sürmeyeceğine dair söz aldım. Daha sonra kendisinden bahsetti, çok da siyah kanatlarla girdiği eski düzmece savaşlardan... O gecenin sonucuna gelecek olursak eğer, artık ihtiyar adam da bizim de kalacaktı ve bu sayede sayımız dört oldu...

Loading...
0%