Yeni Üyelik
34.
Bölüm

BÖLÜM 3: YENİ HAYATA

@selinayeda_x

Kelime Sayısı: 4453

Desteklerinizi bekliyorum.

 

YENİ HAYATA MERHABA

Yaz tatili devam ediyordu. Okuldan uzak, yoğun bir yılın ardından nihayet biraz rahatlayabileceğim zaman gelmişti. Ama içimdeki fırtınayı dindirmek o kadar kolay değildi. Güçlerimi kontrol etmek için haftalarca çalışmıştım, denemiş ve çoğu kez başarısız olmuştum. Yazın başında her şey o kadar karmaşıktı ki, kendimi güçlerime tamamen teslim olmamak için sürekli bir savaşın içinde bulmuştum. Ama bu yaz, her şeyi değiştirecekti.

Doğanın içinde, deniz kenarında, ailemle birlikte geçirdiğim günler belki de hayatımın en öğretici ve sakin anları olmuştu. Güçlerimi kontrol altına almayı gerçekten başarmaya başladığımı hissettiğim o anlar, tatil boyunca yaşadıklarımın bir parçasıydı. Her gün biraz daha fazla kendimi, içimdeki enerjiyi anlamaya çalışıyordum.

Tatilin başında, anne ve babamla yazlığa gitmek için arabayla yola çıktık. Büyük şehirden uzaklaşıp doğanın kalbine adım attıkça, etrafımda yeşilin her tonunu görmeye başladım. Ormanın kokusu, kuşların cıvıltısı ve ağaçların altında esen hafif rüzgar beni kendime getiriyordu. Doğayla iç içe olmak, güçlerimi kontrol etmek için ihtiyacım olan sükûneti bana sunuyordu. Her sabah erkenden kalkıp doğada yürüyüşlere çıkmaya başladım. Ayaklarım toprağa bastıkça, içimdeki enerjiyle bağlantıya geçtiğimi hissettim. Güçlerimle baş başa kalmak, onların ne olduğunu ve nasıl çalıştıklarını anlamak için bir fırsat haline geldi.

Günler ilerledikçe, güneşin doğuşunu izlemek ve meditasyon yapmak bir rutin haline geldi. Babam, nefes teknikleri üzerinde çalışmamı önerdi ve annem ise zihinsel dengeyi korumanın önemini vurguladı. İlk başlarda bu tekniklerin bir işe yarayıp yaramadığından emin değildim, ama zamanla her bir nefes alış verişimde enerjimin nasıl aktığını hissetmeye başladım. Bazen içimdeki güçlerin yoğunluğunu hissediyor, onları kontrol etmekte zorlanıyordum. Ama her seferinde doğaya dönmek, toprağa basmak, suyla temas etmek bana iyi geliyordu.

Yazlığa gittiğimizde, ailemle deniz kenarındaki bir sahil kasabasına gitmeye karar verdik. Otelimiz denize sıfırdı, balkonumuzdan her sabah dalgaların sahile vurduğunu görebiliyordum. Deniz, beni çağırıyordu. Su, güçlerimi sakinleştiren, içimdeki enerjiyi dengeleyen bir unsur olmuştu. İlk gün denize girdiğimde, suyun bedenime temas ettiği an içimde bir huzur dalgası hissettim. Her ne kadar yüzme konusunda profesyonel olmasam da suyu seviyordum işte. Atabildiğim birkaç kulaç, su üstünde durabilme sayesinde boyumun biraz uzağı kısımlarda rahattım. Ayaklarım yere değmese de batmamayı ve su üstünde kalmayı biliyordum. Bu temel yüzme becerileri bana şu anlık yetmekte ve hatta artmaktaydı bilr.

Dalgalara karşı yüzmek, güçlerimin derinliklerini keşfetmek için bana bir fırsat sunuyordu. Usul usul göğsümü okşayan dalgalardan bahsediyordum tabii ki de.

Bir sörfçü gibi dalga kovalamaktan asla bahsetmiyordum. Öyle bir şey yapsam büyük ihtimal boğulur ve sağ çıkamazdım. Tabii artık doğaüstü güçlerim vardı. Belki de sağ çıkabilirdim, bir ihtimal!

Su, kontrolsüz enerjimi yavaşça dağıtıyor ve bana kontrolü geri veriyordu. Her gün sahilde yürüyüş yaparken, denizin ritmik sesiyle meditasyon yapıyordum. Dalgaların kıyıya vuruşu, içimdeki güçlerin de yavaşça dengelenmesine yardımcı oluyordu.

Bir gün, sahilde oturmuş gün batımını izlerken ellerimde bir sıcaklık hissettim. İçimdeki enerji parmaklarımdan dışarı taşmaya başlıyordu. Önce panikledim, ama sonra derin bir nefes alıp içimdeki bu enerjiyi nasıl yönlendirebileceğimi düşündüm. Güçlerimin kontrolünü ele almak için o an bir fırsat yakalamıştım. Ellerimi suya soktum ve yavaşça enerjimi suyun içine doğru yönlendirdim. Su, gücümü alıyor ve dengeliyordu. Bu, belki de güçlerimi kontrol edebileceğimi gösteren ilk anımdı. İçimdeki enerji suya karışıyor, denizin sakinliği beni de sakinleştiriyordu.

Yaz tatili boyunca, ailemle sık sık şehir dışına gezilere çıktık. Tarihi yerleri ziyaret ettik, doğayla iç içe olan mekanlarda vakit geçirdik. Her bir ortam değişikliği bana iyi geliyordu. Farklı yerler, farklı atmosferler güçlerimle olan bağımı güçlendiriyordu. Tarihi yerlerde yürürken, binlerce yıl öncesine ait kalıntılara dokunduğumda, geçmişle olan bir bağlantı hissettim. Güçlerimin kökenlerinin belki de çok eski zamanlara dayandığını düşündüm. Belki de atalarımın izlerini bu eski yapılarda bulabilirdim.

Yazın sonlarına yaklaştığımızda, on sekizinci yaş günüm geldi çattı. Ailem, bana küçük ama anlamlı bir kutlama düzenledi. Masada sadece ailem vardı ama bu bile yetmişti.

O sabah, yataktan kalktığımda evde farklı bir atmosfer vardı. Hava, yaz sabahının o mis gibi kokusunu taşıyordu. Hafif bir esinti penceremden içeri girerken, güneşin ilk ışıkları odama dolmuştu. İçimde garip bir heyecan vardı; bugün, on sekiz yaşına girdiğim gündü. Artık resmi olarak yetişkin sayılıyordum, ama içimde hâlâ çocukça bir heyecan ve merak vardı. Önümde yeni bir hayat, bilmediğim bir dünya açılacaktı; Eryndor Akademisi’ne gitmeme iki aydan az kalmıştı.

Bir yandan büyümek, güçlü olmak, hayatıma yön vermek istiyordum. Diğer yandan, çocukluğumu bırakmak bana biraz korkutucu geliyordu. Annem ve babamla geçirdiğim her anın kıymetini daha çok anlamaya başlamıştım. Onlarla olan anılarımın giderek daha da değerli hale geldiğini hissediyordum, çünkü yakında onları geride bırakıp kendi yoluma çıkacaktım.

Yatakta bir süre oturdum, elimle saçlarımı tarayıp pencereden dışarıya baktım. Bahçede babamı uzaktan gördüm; masayı düzenliyordu. Annem ise bir şeyler taşıyordu. Bugün ailemle geçireceğim son doğum günüm olabileceği fikri, içimi hafifçe burktu. Ama aynı zamanda da bu günü unutulmaz kılmak istiyordum.

Yavaşça kalkıp aynanın karşısına geçtim. Kendime baktım; bir parçam hâlâ o küçük kız gibi görünüyordu, ama gözlerimdeki ifadede bir değişim vardı. Artık daha olgun, daha bilinçli bir Luna’ya bakıyordum. Yüzümdeki bu yeni ifadeyi garip bir memnuniyetle karşıladım.

Üzerimi giyinip aşağıya indiğimde, bahçede annemin beni beklediğini gördüm. Annem her zamanki gibi içten bir gülümsemeyle bana bakıyordu. "Doğum günün kutlu olsun, tatlım!" dedi, bana doğru yaklaşarak sıkıca sarıldı. O an sarılmamızda bir farklılık vardı, sanki bu sarılma, geçmişin tüm güzel anılarının bir teşekkür ifadesi gibiydi.

"Teşekkür ederim, anne," dedim. Gözlerim hafifçe dolmuştu ama ağlamamak için kendimi tuttum. Babam da hemen yanıma geldi, elinde büyük bir çiçek demetiyle. "Bugün senin günün, Luna. Her şey senin için hazır," dedi babam, çiçekleri bana uzatırken.

Bahçeye doğru adım attığımda, masanın üzerinde rengârenk bir doğum günü pastası duruyordu. Pastanın üzerine özenle yapılmış bir ay figürü vardı, bana özel olarak hazırlanmıştı. Pastayı gördüğümde gülümsemeden edemedim. Annem her zamanki gibi her şeyi mükemmel bir şekilde organize etmişti. "Bu, senin yeni yolculuğunun bir sembolü," dedi annem, pastaya bakarken. "Ay, senin gücün ve ışığın olacak."

O an, pastadaki sembolün anlamı içimde yankı buldu. Ay, gerçekten de beni yansıtan bir şeydi. Gücümün kökenini ve doğamı simgeliyordu. Kendimi bir an için çok özel hissettim, sanki kaderimde büyük bir şeylerin olduğunu hissettiğim bir andı bu.

Hep birlikte masaya oturduk, kahvaltı ve doğum günü kutlaması bir arada yapılacaktı. "On sekiz yıl... Nasıl da hızlı geçti," dedi babam, derin bir nefes alarak. "Daha dün seni kucağımızda tutuyorduk, şimdi ise yeni bir hayata adım atıyorsun."

Annem de içtenlikle ekledi: "Sen her zaman bizim küçük kızımız olarak kalacaksın ama artık güçlü bir genç kadınsın, Luna. Kendine inanmayı sakın bırakma."

O an ailemle olmak, bu sıcak ortamda onlarla vakit geçirmek bana tarifsiz bir huzur verdi. Her zamanki gibi güvende hissediyordum, ama aynı zamanda içimde büyük bir boşluk vardı. Eryndor’a gitmek fikri heyecan verici olsa da, ailemden uzaklaşacak olmak beni ürkütüyordu. Gözlerimi masaya indirdim ve bir süre hiçbir şey söylemedim. Annem ve babam, sessizliğimi fark ettiler. Babam, elini omzuma koydu ve nazik bir sesle, "Biliyoruz, tatlım. Hayatının yeni bir evresine geçiyorsun, bu kolay değil," dedi.

Başımı kaldırıp onlara baktım. "Sizi özleyeceğim," dedim. Sesim titremişti. "Ama aynı zamanda gitmek de istiyorum. Güçlerimi kontrol etmeyi öğrenmek zorundayım. Her şeyin bir anlamı olmalı, değil mi?"

Annem gözyaşlarını tutmaya çalışıyordu. Elini uzatıp elimi tuttu. "Tabii ki, Luna. Bu güçler sana verilmişse, bir amacı vardır. Sen de bu amacı keşfedeceksin. Ama şunu unutma, her ne olursa olsun biz hep senin yanında olacağız."

Gözlerimi kırpıştırarak, duygularımı bastırmaya çalıştım. İçimdeki bu derin sevgiyi ve aynı zamanda büyük bir sorumluluğu taşıdığımı hissettim. Pastayı kestikten sonra, hep birlikte kahvaltımızı yaptık. Ailem bana birkaç hediye verdi; küçük ama anlamlı şeylerdi. Annem, büyükannesinden kalan eski bir kolyeyi bana uzattığında, gözlerim doldu. “Bu, kuşaklardır ailemizde. Şimdi senin sırrını taşımasını istiyoruz.” dedi.

O an, kolyenin boynuma takılmasıyla birlikte bir sıcaklık hissettim. Bu, sadece bir mücevher değildi; ailemin bana olan inancını, sevgisini ve beni koruma arzusunu simgeliyordu. İçimden bir söz verdim: Ne olursa olsun, bu kolyeyi hep yanımda taşıyacak ve onların bana olan güvenini asla boşa çıkarmayacaktım.

Yemekten sonra bahçeye yayıldık, günün geri kalanını keyifle geçiriyorduk. Annem ve babamla daha fazla zaman geçirmek, bir yandan beni mutlu ediyor, diğer yandan da içimdeki burukluğu artırıyordu. Bu, benim eski hayatımdaki son doğum günümdü belki de. Birkaç hafta içinde, Eryndor’da bambaşka bir hayata adım atacaktım.

Akşamüstü, güneş batarken annem yanıma oturdu. “Her zaman burada olmayacağım, Luna, ama bilmeni isterim ki, seni seviyorum ve seninle gurur duyuyorum. Sen, güçlü bir kadınsın. Kendi yolunu bulacaksın,” dedi.

Gözlerim doldu ama annemin sözleri içime bir cesaret verdi. Bir kez daha sarıldım ona ve babama. Gece olup herkes yatmaya hazırlanırken, bir an için yıldızlara baktım. Hayatımın değişeceği günlere hazırlanıyordum. Bugün, bu küçük kutlama, bir dönemin kapanışı ve yeni bir dönemin başlangıcıydı.

Yaz tatili son bulmanın eğişindeyken bu bana şunu hatırlatmaktaydı:

‘’Arkadaşlarına veda et Luna!’’

Arkadaşlarımla vedalaşma zamanım yaklaşıyordu. Bir sabah, son bir kez daha hep birlikte toplanmak için erkenden kalktım. Gözlerimde hafif bir ağırlık vardı ama içimdeki heyecan bu ağırlığı hafifletiyordu. O gün, resim yapmak için buluşacaktık; belki de hepimizin bir arada geçireceği son zamanlar olacaktı. Tüm enerjimi topladım, hızlıca hazırlandım ve elime fırçamı aldım. Fırça, her zamanki gibi içimdeki enerjiyi hissediyordu; onu avucumda tutarken sanki tüm dünyaya hükmedebilirmişim gibi bir his yayılıyordu damarlarıma.

Sanat, benim için her zaman bir kaçış olmuştu ama artık resimlerim de güçlerimin bir parçasıydı.. Her bir çizgi, her bir renk, güçlerimin yavaşça şekil bulduğu bir yolculuk gibiydi. Bu sefer, resim yaparken içimdeki enerjiyi kontrol etmeye çalıştım. Ama farkında olmadan çizimim güçlerimle bütünleşmişti. Tuvaldeki renkler daha canlıydı, çizgiler daha belirgindi. Resim, adeta içimdeki enerjinin bir yansıması haline gelmişti.

Güçlerim, yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştı. Yaz tatili boyunca içimdeki enerjiyi keşfetmek ve kontrol etmek için çaba sarf ettim. Her gün biraz daha ilerleme kaydettim, ama hâlâ öğrenecek çok şeyim vardı. Güçlerim, sadece fiziksel değil, zihinsel ve duygusal bir boyut taşıyordu. Kendimi kontrol etmeyi öğrendikçe, güçlerimin de kontrol altına girdiğini fark ettim. Fakat bu yolculuk zorlu ve uzun bir süreçti. Henüz tam anlamıyla ustalaşamamıştım, ama en azından kontrol edemediğim o kaotik güçten uzaklaşıyordum.

Atölyede profesyonelce çalışırdık.

Ama bizim bir buluşma yerimiz daha vardı ki o da… Bize ait ve sessiz, sakin bir yerdi.

Sadece bizim olduğumuz ve bize düşüncelerimizin eşlik ettiği bir yer.

İşte bugün de buradaydık.

Vedalaşma anısına burada!..

Buluşma yeri, bizim için özel bir anlamı olan orman kenarındaki o açık alandı. Yıllardır buraya gelip resim yapar, sohbet eder, dertlerimizi paylaşırdık. Hava oldukça sıcaktı, güneş ışınları ağaçların arasından süzülüp yere vuruyor, etrafa huzur verici bir ışıltı yayıyordu. Adımlarımı hızlandırdım ve sonunda açık alana vardım. Şimdi önümde uzanan manzara, her zamankinden daha canlı ve daha etkileyiciydi. Belki de içimdeki bu vedanın yaklaşması hissi her şeyi daha anlamlı kılıyordu.

Oraya vardığımda, arkadaşlarımın şen kahkahaları çoktan alana yayılmıştı. "İşte orada!" diye bağırdı Elyssa, beni gördüğünde. Yüzünde her zamanki gibi neşeli bir ifade vardı. Yanında Jenny derin düşüncelere dalmış bir şekilde tuvaline bakıyordu. Farah ise tuvaline başlamış, fırçasını hızlı ve özgürce hareket ettiriyordu. İyi ki Farah vardı; onun enerjisi her zaman ortamı canlandırırdı.

"Ah, sonunda geldin!" dedi Jenny. "Biraz daha gecikseydin, Elyssa seni resminde yaşlı bir kadına çevirecekti."

"Saçmalama Jenny" diye karşılık verdi Elyssa, gülerek. "Luna, seni gördüğüme sevindim."

"Ben de sizi gördüğüme çok sevindim," dedim, içten bir gülümsemeyle. "Hadi, başlayalım mı?"

Hepimiz kendi tuvallerimizin başına geçtik. Fırçayı elime aldığımda, içimdeki enerjiyi kontrol etmeye çalışarak ilk darbeyi vurdum. Renkler... Her biri içimdeki duyguları, güçlerimi yansıtıyordu. Her bir çizgi, her bir renk, güçlerimin yavaşça şekil bulduğu bir yolculuk gibiydi. Ama bu sefer, kontrolü elden bırakmamaya kararlıydım. Derin bir nefes aldım ve zihnimdeki düşünceleri tuvallerden uzaklaştırmaya çalıştım.

Bir süre sonra, hava daha da ısındı ve ortam sessizliğe büründü. Herkes kendi dünyasına dalmıştı. Tam bu sırada, yeni biri daha aramıza katıldı. Bu kişi, çok yakından tanıdığım biri, Joseph’ti. Joseph lisenin ilk döneminden beri tanıdığım, her zaman arkamda duran, beni her halimle kabul eden nadir insanlardan biriydi. Onun orada olması beni hem şaşırtmış hem de mutlu etmişti. Çünkü kendisi… Bu işte pek bir becerikli değildir, o genelde bizim aksimize müzikseverdi.

"Luna!" diye bağırdı Joseph, beni görünce. Hızlıca yanıma gelip beni kucakladı. Sarılırken içimde garip bir sıcaklık hissettim. Bir yandan onunla yeniden bir arada olmanın mutluluğunu yaşıyordum, diğer yandan bu vedanın gerçekliği içimi sızlatıyordu.

"Joseph!" dedim gülümseyerek, "Seni burada görmek ne güzel!"

"Biliyordum, burada olacağınızı tahmin ettim," dedi, hafif bir gülümsemeyle. "Ve tabii, bu anı kaçıramazdım."

Diğerleri de Joseph’i sevinçle karşıladı. Hep birlikte, Joseph'in bizimle resim yapmasını izledik. Joseph her zamanki gibi kendinden emin ve huzurluydu. Beceriksiz olduğunu bildiğinden kötü bir eser çıkaracağına emindi yani!

O an, etrafımızda her şey durmuş gibiydi. Joseph yanımda otururken, hep birlikte sohbet etmeye başladık. Elyssa ve Jenny, Joseph’e son zamanlarda yaşadıklarımızdan bahsederken, Farah ise arada sırada kendi yaptığı çılgınca şeylerden bahsedip herkesi güldürüyordu.

"Hatırlıyor musunuz," dedi Joseph, hafifçe başını yana eğip bana baktığında, "bir keresinde yine burada, böyle bir gün geçirmiştik. Tam şu ağacın altında..."

"Evet!" diye atıldı Farah. "Ve sen Luna'yı yanlışlıkla boyaya bulamıştın!"

Herkes kahkahalarla gülmeye başladı. Ne yapabilirdi ki , beceriksizin önde gideniydi kendisi.

Ama şakacı ve de komikti. İyi bir arkadaştı, samimiydi. Lisede yardımcı olmuş ve de değer vermişti.

Ama benim aptal kafam gitmiş cool takılan Raven’e vermişti kalbini, kırması için!

Tüm kızların gözdesi ve arzulanan, cool olduğu için, ve bu çocuk gidip bana pas verdiği için… Bir anda duvarlar paramparça olmuştu işte.

Ve Raven ile yanlış bir yola girmemiş işte o zaman başlamıştı. İki yıl önce o son sınıfında iken.

Kim bilir kaçıncı kızıydım ama!

Düşlerime dalıp giderken fırçayı nasıl sıktığımı bilememiştim.

Joseph bana doğru eğildi, "Tıpkı o gün gibi hatırlıyorum. Yüzündeki boya izleri bile güzeldi."

Bir an için gözlerimizin buluşması, içimde garip bir titreşime neden oldu. Joseph'in yanında olmak her zaman bana güven vermişti. Ama bu güven, artık başka bir anlam da taşıyordu sanki. O sırada, farkında olmadan fırçamı tekrar tuvale doğru götürdüm. Renkler yine o büyülü canlılıkla tuvalde dans etmeye başladı. Ancak bu sefer farkındaydım; bu, içimdeki enerjinin bir yansımasıydı. Her fırça darbesi, bir duygu, bir düşünce, bir gücün tezahürüydü.

Bir süre daha böyle devam ettik. Elyssa, tuvalinin başında yeni bir şey denediğini söyledi ve hepimiz onun yapıtını izlemek için bir araya geldik. Ardından, Farah ve Jenny kendi resimlerini gösterdiler. Gülüşmeler, neşeli sohbetler ve anılarla dolu birkaç saat geçirdik. Joseph'le ara ara göz göze geliyorduk ve her bakış, bana içimdeki karmaşayı daha da belirgin hale getiriyordu. Bunu onun fark edip etmediğini merak ettim ama Joseph, her zaman olduğu gibi sakindi.

"Tamam," dedi Elyssasonunda, "Sanırım hepimizin işi bitti. Ne dersiniz, eserlerimizi sergileyelim mi?"

Hepimiz tuvallerimizi yan yana dizdik. Her biri, bizim o anki ruh halimizi, düşüncelerimizi ve duygularımızı yansıtıyordu. Ama benim resmim... Onun diğerlerinden farklı olduğunu fark ettim. Renkler, çizgiler... Adeta canlıydı. İçimdeki enerjinin yansımasıydı.

"Bu... harika," dedi Joseph, benim resmime bakarken. "Bu gerçekten senin gibi. İçindeki güç, kendini gösteriyor."

Sözleriyle hafifçe irkildim. İçimdeki gücün farkında mıydı? O an, kendimi ele vermemek için bir adım geri attım. "Sadece... hissettiğim gibi çizdim," dedim, başımı öne eğerek.

"Bu yüzden bu kadar etkileyici," dedi Joseph gülümseyerek. Açık açık bana itiraf ediyor ve yürümekten alı koymuyordu kendini!

Sonra hafifçe elini omzuma koydu. "Unutma, Luna. Ne olursa olsun, seni sen yapan şey bu."

Bu sözleri duyduğumda, içimde bir sıcaklık yayıldı. Güçlerimin bir parçası olduğunu kabul etmek, her zaman zordu. Ama Joseph’in bu sözleri, bana bu gücün bir yük olmadığını, aksine beni ben yapan bir parça olduğunu hatırlattı. Ona teşekkür eder gibi baktım. Joseph her zaman benim için özel biriydi, ama şimdi... belki de bu özel duygular daha da derinleşiyordu.

Gün batımına doğru, oradan ayrılma vakti geldi. Hepimiz birbirimize sıkı sıkı sarıldık. Elyssa "Bu son buluşmamız değil," dedi, gözlerinde bir parıltıyla. "Her zaman görüşeceğiz."

"Kesinlikle," dedi Jenny bana bakarak. "Bu sadece bir ara."

Farah ise şakacı bir şekilde elini havaya kaldırdı. "Bir sonraki resim seansında kim boya banyosu yapacak, sizce?"

Hepimiz kahkahalarla güldük. Ancak, içimde bir burukluk vardı. Onlara sıkıca sarıldım ve her birinin kulağına, onları ne kadar sevdiğimi fısıldadım. Joseph’e geldiğimde, onunla biraz daha uzun süre sarıldık. Vedalaşmak, onun için her zaman zor olmuştu. Bu kez benim için de öyleydi.

"Seninle gurur duyuyorum, Luna," dedi, beni bırakmadan önce. "Ve ne olursa olsun, buradayım."

"Teşekkür ederim, Joseph," dedim. "Senin varlığın... benim için çok şey ifade ediyor."

O an, gerçekten de bu son buluşmamızın olmadığını umarak, oradan ayrıldım. Geriye dönüp baktığımda, onların orada duruşlarını, gülüşlerini bir kez daha gördüm. Ve biliyordum ki, bu anı sonsuza kadar kalbimde taşıyacaktım.

Orman kenarındaki patikada, hep birlikte dolaşıyorduk. Hava hafif rüzgarlıydı, ağaç dalları hışırdayarak birbirine çarpıyordu. Elyssa, Jenny, Farah ve Joseph ile günümüzün sonunu eğlenceli bir doğa yürüyüşü yaparak geçirmeye karar vermiştik. Kendi aramızda şakalaşıyor, ara sıra yere düşen kuru yapraklara basarak çıtırdayan sesler çıkartıyorduk. Joseph her zamanki gibi yanımda yürüyordu, diğer kızlar ise arkamızda konuşup gülüşüyorlardı.

"İşte şu kuşları görüyor musun?" dedi Joseph, yukarıya işaret ederek. Birkaç kuş, rüzgarla birlikte uçarak dalların arasında süzülüyordu.

"Evet," diye cevap verdim, gülümseyerek. "Ne kadar özgürler değil mi?"

"Biraz senin gibi," dedi, hafifçe omzuma dokunarak. "Özgür ve sınır tanımaz."

O an gözlerim istemsizce yere kaydı. Joseph’in bu sözleri her zamanki nazik ve koruyucu tavrının bir yansımasıydı. İçten içe beni anladığını biliyordum. Ancak, Joseph'le olan bu yakınlık bazen beni rahatsız ediyordu.

Raven’le bittiğini biliyordu. Raven ile yaz tatilinden önce bitmişti, birkaç ay önce!

"Teşekkür ederim," diye mırıldandım. "Ama bazen özgür olmak bile zor." Dedim. Joseph kafasını salladı.

Tam o sırada, arkamızdan yankılanan ayak seslerini duydum. Adımlar sert ve kararlıydı. Bu sesin kime ait olduğunu bilmem fazla uzun sürmedi; içimde soğuk bir titreme hissettim. Kafamı çevirdiğimde, Raven'ın karanlık ve tehditkar siluetini gördüm. Kalbim hızla atmaya başladı. Diğerleri de aynı anda dönüp Raven’a baktılar.

“Bu hiç iyi değil,” diye fısıldadı Jenny, yüzündeki korku ifadesiyle. Elyssa ve Farah bir adım geri çekildiler, her zamanki neşelerinin yerini endişe almıştı.

Raven, gözlerinde öfkeyle bana doğru ilerledi. Onun bu sert yüz ifadesini, öfkesini daha önce de görmüştüm ama bu sefer bambaşka bir şey vardı. Joseph’e doğru adım attığında nefesimi tuttum.

"Raven, dur," dedim, sesimdeki panik duygusu belli oluyordu. Güçlerimden korkup kaçan çocuk bu olamazdı!

Ancak Raven, bana aldırış etmeden Joseph’in karşısında durdu. İkisi de birbirine meydan okurcasına gözlerini dikti. Raven’ın yumrukları sımsıkıydı ve vücudundaki kaslar öfkeyle gerilmişti.

"Sen," dedi Raven, sesi buz gibi soğuktu. "Neyin peşindesin, ha? Luna'nın peşini bırak."

Joseph bir adım geri çekilmeden, yüzünde sakin ama kararlı bir ifade vardı. "Luna benim arkadaşım, ve senin onu korkutmana izin vermeyeceğim."

Raven'ın gözlerindeki öfke daha da arttı. "Arkadaş? Arkadaş öyle mi? Senden nefret ediyorum," diye hırladı. "Sen onun etrafında dolandıkça deliye dönüyorum, anlıyor musun?!"

"Raven, yapma!" diye bağırdım. Ona doğru bir adım attım ama Joseph kolunu açarak beni geri çekti.

"Hayır, Luna. Bu benim meselem," dedi Joseph, gözlerini Raven’dan ayırmadan. "Raven, eğer ona bir zarar verirsen—"

Raven, Joseph'in cümlesini tamamlamasına izin vermeden, aniden yumruğunu savurdu. Her şey bir anda oldu. Raven'ın yumruğu, Joseph'in yüzüne çarptığında tok bir ses yankılandı. Joseph yere sendeledi, ama hemen toparlandı. Burnundan kan sızıyordu ama yine de gözlerinde korku ya da pişmanlık yoktu.

"Hayır! Raven, dur!" diye çığlık attım ama Raven çoktan tekrar harekete geçmişti.

Endişelerim giderek artarken nefes alıp vermeye çalıştım.

Arkadaşlarımın yanında olmaz!

Elyssa, Jenny ve Farah şok içinde dondular. Jenny, "Bir şey yapmalıyız!" diye bağırdı ama kimse harekete geçemedi. Her şey o kadar hızlı gelişiyordu ki, olayları kavramak bile güçtü.

Raven, tekrar saldırıya geçti ama bu sefer Joseph hazırdı. Raven’ın yumruğunu engelledi ve onu iterek kendinden uzaklaştırdı. "Beni dinle, Raven!" diye hırladı Joseph. "Luna’yı kontrol etmeyi bırak. O senin sahip olduğun bir eşya değil!"

Raven öfkeyle kükrerken, "O benim sevgilim!" diye bağırdı. "Ve senin etrafında olması benim kabul edebileceğim bir şey değil!"

Bu sırada ben araya girmeye çalışıyordum ama ikisi de kontrolünü kaybetmişti. Raven, tekrar Joseph’e saldırdı, bu sefer yumruklarını peş peşe savuruyordu. Joseph, onu savunmaya çalışırken birkaç darbeye maruz kaldı, yere düştü. Kanayan dudağı ve şişmeye başlayan gözleri ile yerde yatıyordu. Gözlerim dolmuştu, onları ayırmak için hiçbir şey yapamıyordum. Raven’ın bu hali beni korkutuyordu.

‘’Raven! Sana onu bırak dedim, biz ayrıldık! Daha fazla bana karışamazsın! Tıpkı ben gibi sen de istediğini yapmakta özgürsün, o baloda yaptığın gibi beni terk et ve başka kızlara yürü Raven!’’ diye bağırdım. Sesimdeki kararlılığı fark ettiğini umuyordum. Ama Raven’ın gözleri kararmıştı. Öfke tüm benliğini ele geçirmişti.

“Bırakmamı mı istiyorsun?” diye homurdandı Raven, Joseph’in yakasını tutarak onu yerden kaldırdı. Yüzü Joseph’in yüzüne tehlikeli derecede yakındı. "O zaman söyle, Luna! Onun senin yanında olmasını istemediğini söyle! Ona asla yaklaşmayacağını söyle!"

Joseph acıyla yüzünü buruşturdu ama hala direniyordu. ‘’Delirmişsin! Kız bitti diyorsa bitmiştir, sen de şerefsizliğinle oturmayı öğren. Baloda ya en özel günde onu nasıl bırakıp gidebildin!?’’ diye inledi kararlılıkla.

Raven onun yakasına daha da yapışırken bağırdı. ‘’Ben onu bırakmadım!’’

"Raven," dedim, gözlerim yaşlarla dolmuştu. Öfkedendi, öfkelenmiştim. Giderayak böyle bir sorun çıktığı için ayrıca üzülmüştüm.

"Bu yaptığın şey… Senden daha fazla nefret etmemden başka bir şeye yaramayacak Raven. Onu bırak ve git! En azından balo öncesi hatırladığım Raven olarak kalabilirsin belki zihnimde. Üniversite için giderken… Böyle şeyleri bana yaşatmaya hiç hakkın yoktu Raven. Oturup neden diye bir düşün… Hayatımı mahvederken ki kontrolsüzlüğünü düşün, düşün ki belki akıllanır ve anlarsın!’’

Raven, sözlerimi duyunca bir an için duraksadı. Gözleri bir an için eski haline dönmüş gibiydi ama öfkesinin altında ezilen bir parıltıydı bu sadece. Ellerini sıktı, sonra Joseph’i yere bıraktı. Joseph sendeleyerek düştü, acıyla yüzünü tuttu.

Raven, derin nefesler alarak bana döndü. "Luna," dedi, sesi bu sefer daha kırılmıştı. "Seni kaybetmekten korkuyorum."

O an ona ne diyeceğimi bilemedim. Raven’ı sevdiğimi biliyordum, ama bu sevgi böyle bir öfkeyle, böyle bir kontrolle harmanlanmış olmamalıydı. "Raven," dedim, sesim titriyordu. "Beni seviyorsun ama bu yaptığın... bu sevgi değil."

Elyssa, Jenny ve Farah, hemen Joseph’in yanına koştular. Elyssa elini Joseph’in omzuna koydu. "İyi misin?" diye sordu endişeyle.

Joseph acıyla inledi ama yine de hafif bir gülümseme ile başını salladı. "Merak etmeyin, iyiyim. Ama Luna... Luna iyi mi?"

Ben gözlerimle Raven’a bakarken, içimde bir boşluk hissettim. "Raven, kendini kontrol etmeyi öğrenmelisin," dedim, neredeyse fısıldayarak. "Yoksa bizi gerçekten kaybedeceksin."

Raven, ellerini saçlarına götürdü ve geri çekildi. O karanlık bakışı yerini pişmanlığa bırakıyordu, ama bu pişmanlık yaşananları geri alamazdı. Bir an için göz göze geldik ve sonra Raven, tek kelime etmeden oradan uzaklaştı. Kalbimde koca bir ağırlık hissettim. O an, her şeyin değiştiğini biliyordum.

Joseph’e dönüp ellerimi ona uzattım. "Özür dilerim," dedim. "Raven... O... Onun böyle biri olduğunu bilseydim asla bulaşmazdım.’’

Joseph, kanayan dudağına rağmen zorlukla gülümsedi. "Biliyorum," dedi. ‘’Ama ona şans verircesine konuşmaların onu sadece daha da hırslandırır.’’

Bir şey diyemedim. İçimdeki karmaşa ve suçluluk duygusu, kelimelerimi boğazıma tıkıyordu. Elyssa, Jenny ve Farah bana destek olmak için yanımdaydı, ama o an hiçbir şeyin bu hisleri hafifletemeyeceğini biliyordum.

Raven’ın öfkesinin yankıları, o sessiz ormanın içinde yankılanarak son bulduğunda ardında büyük bir enkaz bırakmıştı, bir kez daha!

Joseph'in yanına çömeldim, yüzündeki yaralara dikkatlice baktım. Kırık bir dudağı ve sağ gözünün altında hızla moraran bir şişlik vardı. Yüreğim acıyla burkuldu. "Bunu hak etmedin," dedim, neredeyse fısıldarcasına.

Elyssa ve Jenny de ardımdan hemen Joseph’in yanına eğildiler. Farah ise sırt çantasında ilk yardım malzemesi arıyordu, belki bir peçete, veyahut bir kolonya?..

Korkuyla birbirimize bakıyorduk. Ormanın serin havası, yaşananların ardından bir an için boğucu gelmeye başladı. Ben hala olduğum yerde, sanki bir heykel gibi donup kalmıştım. İçimdeki suçluluk ve karmaşa o kadar yoğundu ki, ayaklarım yerinden kıpırdayamıyordu.

Farah çantasından bir mendil çıkartıp Joseph'in yüzündeki kanı nazikçe silmeye başladı. "Seni tedavi etmek için yakındaki eczaneye gitmeliyiz," dedi. "Bu şekilde yürüyemezsin."

Joseph hafifçe güldü, yüzündeki acı dolu gülümseme beni daha da üzdü. "Beni merak etmeyin. Bu ilk kavgam değil," dedi. "Ama Raven... o gerçekten biraz sorunlu bir tip.’’ Ah bilmez miyim!?

Bu sözler içimdeki suçluluk hissini daha da derinleştirdi. Raven'ın hislerini ve davranışlarını anlamaya çalışsam da, bu tür bir sevgiyle nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum. "Sevgi bu değil," diye mırıldandım. Bu sahiplenmek, kontrol etmek...

"Üzgünüm, gerçekten üzgünüm," dedim, gözlerim yaşlarla doldu. Raven’ın bu hale gelmesinden kendimi sorumlu hissediyordum.

Joseph, yavaşça başını kaldırdı. Yüzü kanla kaplıydı ve gözünün kenarı şişmişti. Yine de bana doğru zayıf bir gülümseme gönderdi. "Bu senin suçun değil, Luna," dedi. "O... O kontrolünü kaybetti. Beni düşündüğün için teşekkür ederim."

Farah, dikkatlice yaraları sarmaya devam etti. "Hadi buradan çıkalım," dedi. "Bu orman artık kendini rahat hissettiğimiz yer değil."

Hepimiz başımızı salladık. Ormanın gölgeleri sanki daha da kararmıştı, sessizlik artık huzurdan çok tehditkardı. Farah, Joseph’in kolunu omzuna alarak ona destek oldu. "Hadi, yavaşça kalk," dedi. Joseph, Farah’ın yardımıyla ayağa kalktı. Elyssa ve Jenny de Joseph’in yanında yer aldılar, ben ise biraz geride kalıyordum. Sanki aramızda görünmez bir duvar vardı. Bu duvarı ben mi örmüştüm, Raven mı bilmiyorum.

Yavaş adımlarla ormandan çıkmaya başladık. Yavaş ve dikkatli yürüyorduk, Joseph’in canı daha fazla acımasın diye.

Ayaklarımızın altındaki kuru dallar çıtırdıyordu. Kimse konuşmuyordu. Sadece ormanın derinliklerinden gelen uğultuları, arada bir esen rüzgarın ağaçlarda yarattığı sesleri duyabiliyorduk. Bu sessizlik ağırdı.

Patikadan ana yola çıktığımızda, herkes derin bir nefes aldı. Gözlerimle Joseph’in yüzündeki yaraları inceledim; kan artık durmuştu ama yine de kötü görünüyordu.

“Daha fazla dayanabilecek misin?” diye sordum, sesim titriyordu.

Joseph, hafifçe başını salladı. “Merak etme, Luna. Böyle şeyler beni kolay kolay yıkmaz.” Yine de yüzünde hafif bir acı ifadesi vardı.

Sokağa indiğimizde, ilk olarak Joseph’in evinin önüne geldik. Arabalar yavaşça geçiyor, sokak lambaları göz kamaştırıcı bir ışıkla parlıyordu. O an, bu normal sokak görüntüsü bile bana yabancı geliyordu.

“Yaralarına daha iyi bak,” dedi Elyssa, Joseph’e sarılarak. “Yarın gelip kontrol ederiz.”

Joseph eve girmeden önce yanımda durdu. Gözlerinde hala acı vardı ama bu sadece fiziksel değil, duygusaldı da. "Luna," dedi, gözlerini kaçırmadan bana bakarak. "Raven'la ne yapacağını bilmiyorum ama seni her koşulda destekleyeceğim. Sadece kendini korumayı unutma, tamam mı?"

Gözlerim doldu ama ağlamamak için kendimi tuttum. "Teşekkür ederim, Joseph. Sen gerçekten... çok iyi bir dostsun."

Joseph hafifçe başını salladı ve dudaklarında hafif bir gülümsemeyle, diğer kızlara da veda etti. Sonra yavaşça evine doğru yürümeye başladı. Elyssa, Jenny ve Farah ile kaldırımda yalnız kalmıştık. Onlar da birer birer bana sarıldılar.

"Eve git ve biraz dinlen," dedi Elyssa, yumuşak bir sesle. "Biliyoruz ki, bugün senin için zor geçti."

"Ne olursa olsun, biz buradayız," dedi Jenny, yüzünde samimi bir ifadeyle. "Unutma, her zaman senin yanındayız."

Farah da bana sıkıca sarıldı. "Yarın her şey daha iyi olacak," dedi. "Bir şekilde bunu aşacaksınız."

Onlara minnetle gülümsedim. "Teşekkür ederim," dedim. "Sizler harikasınız."

Kızlar bir süre daha benimle kaldı, ardından hepimiz vedalaşarak evlerimize dağıldık. Yavaşça kendi evime doğru yürüdüm, ayaklarım beton zemine değdikçe her adımda biraz daha ağırlaştığımı hissediyordum. Eve vardığımda, kapıyı açtım ve içeri girdim. Annem mutfakta yemek hazırlıyordu, babam ise salonda gazete okuyordu. Bana baktılar, yüzlerindeki ifadeler endişeliydi.

"Luna, geç kaldın," dedi annem, kaşlarını çatarak. "Bir şey mi oldu?"

Başımı salladım. "Hayır, sadece... biraz dışarıda takıldık," dedim, sesimdeki yorgunluğu gizlemeye çalışarak.

Annem bana dikkatle baktı, ardından iç çekerek omuz silkti. "Peki, yemek hazır," dedi. "Hadi, sofraya oturalım."

Mutfak masasının başına oturduğumuzda, babam da yanımıza geldi. Yemek boyunca aramızda fazla konuşma olmadı. Annem ve babam, ara sıra bana bakıyorlardı ama ben gözlerimi tabakta tuttuğum için hiçbir şey demiyorlardı. Zihnim hala ormanda olanlarla meşguldü. Raven’ın öfkesi, Joseph’in yaraları, arkadaşlarımın yüz ifadeleri... Her şey zihnimde dönüp duruyordu.

Yemekten sonra odama çekildim. Yatağıma oturdum ve bir süre pencereden dışarıya baktım. Gözlerim ağırlaşıyordu ama uyumaktan da korkuyordum. Çünkü gözlerimi kapattığımda, Raven’ın öfkeli yüzü, Joseph’in acı dolu bakışları yeniden gözümün önüne gelecekti. Ama ne kadar dirensem de, yorgunluk beni ele geçirdi.

Yorganı üzerime çektim, gözlerimi kapattım ve karanlığın içine daldım. O an, yaşananları zihnimde tekrar tekrar canlandırdım. Raven’ın Joseph’e saldırışı, benim ona engel olamayışım... Kanlı vedanın ağırlığı içimde yankılandı. Bu karmaşanın içinde, yavaşça uykuya daldım. Belki de bu, her şeyin başladığı yerdi ve sona erecek olan yer de burası olacaktı. Ama şimdilik, sadece uykuya ihtiyacım vardı.

Bu kanlı veda gününün geçip gitmesi ile yeni bir dönem başlıyordu.

Şehre veda, ve Eryndor’a merhaba!

Loading...
0%