@selinayeda_x
|
Ertesi sabah, cumartesi olduğundan derse gitmem gerekmiyordu. Gözlerimi açtığımda, pencereden gelen güneş ışıkları odama dolmuştu. Yataktan kalktım ve pencerenin kenarına yürüdüm. Dışarıda insanlar koşturuyor, bir yandan kahkahalar atıyorlardı. Tatil günüydü ve herkesin keyfi yerinde gibiydi. Kendime sade bir kahvaltı hazırladıktan sonra odadan çıktım. Bugün yapacak hiçbir şeyim yoktu. Huzur dolu bir boşluktu bu. O yüzden, biraz kampüs içinde dolanmaya karar verdim. Yavaşça yürürken, kendimi kütüphane yolunda buldum. Kütüphane her zamanki gibi sessiz ve sakindi. Kitap rafları arasında gezinirken, kendi iç dünyamda kaybolmuş gibi hissettim. Bugün sadece kendimle baş başa kalmak istiyordum. Arka koridorda sessizce dolaşırken birden arkamda tanıdık bir ses duydum. “Luna,” dedi Raven’ın soğuk ve karanlık sesi. Ani bir irkilmeyle döndüm. O an kalbim hızlıca atmaya başladı. Raven’ın yüzünde alaycı bir gülümseme vardı. “Ne yapıyorsun burada?” diye sordum, sesim titriyordu. Raven adım adım yaklaştı. “Sadece seni görmek istedim,” dedi, ardından kolumdan tuttu ve beni karanlık bir köşeye sürükledi. “Bu kadar kaçmanın bir anlamı yok, Luna. Bizim yarım kalan bir meselemiz var.” “Bırak beni, Raven!” dedim, kurtulmak için çabalayarak. Ama Raven’ın tutuşu çok sertti. “Archer’ı ararım!” “Ah, Archer... Ona bağımlı olmanı izlemek çok eğlenceli, Luna,” dedi, yüzündeki alaycı gülümseme derinleşirken. “Ama Archer’ın seni her zaman koruyamayacağını anlaman lazım. Bir gün, yanımda olacaksın. O zamana kadar, kendine dikkat et.” Beni bıraktığında, nefes nefeseydim. Arkasından sinirle baktım ama o, karanlığın içinde kaybolurken tekrar Archer’ın sözleri zihnimde yankılandı: “Ne olursa olsun, yanındayım.” Ellerim titrerken bile içimde bir güç hissettim. Archer’ın varlığı, Raven’a karşı beni ayakta tutuyordu. ... Ama korkarım ki... HHepsi basit bir kabustan ibaretti. Gözlerimi açtığımda her şeyin normal olduğunu ve kendimin ise odamda yatağımda olduğumu saatin ise gece yarısı olduğunu fark etmem ile kendimi derin ve yavaş bir şekilde rahatlamaya bırakarak nefes verdim. Evet iyiydim, her şey br kabustu. Her şeyin geçeceği bir kabus! Çünkü yakında bir mentor gelecek ve güçlerim daha da inanılmaz seviyelerde süzülerek ilerleyecekti! ... Ama.... Önce... Önce vizelere girip çıkmam şarttı tabii ki! ... Günler, derslerin ve aktivitelerin yoğunluğu arasında akıp giderken, kendimi kampüsün monoton akışına kaptırmıştım. Her ders, her öğretmen, her konunun altında eziliyor gibi hissediyordum. Aslında öğrenmekten keyif aldığım pek çok şey vardı, ama bazen bu yoğunluk içinde nefes almak zorlaşıyordu. Özellikle de sınav dönemi yaklaştıkça, üzerimde hissettiğim baskı gittikçe artıyordu. Sanki her sabah kalktığımda sırtımda daha da ağırlaşan bir yük taşıyordum. Etkili Konuşma dersi her zaman haftanın ilk dersiydi ve Harper Hoca'nın o sabahki enerjik tavrı, benim gibi uykulu öğrenciler için genellikle çekilmez oluyordu. Daha derse girer girmez sınıfın önünde volta atmaya başlar, bir an bile durmaksızın konuşurdu. O gün de farklı değildi. “İletişim, sadece kelimelerle olmaz!” diye söze başladı, avuçlarını birbirine çarparak. “Beden diliniz, ses tonunuz, hatta gözleriniz bile birer iletişim aracıdır! Peki, bunu doğru kullanabiliyor musunuz?” Sınıf, yine her zamanki gibi sessizdi. Gözlerimizin içine baktı, bir karşılık bekliyordu ama kimse cevap vermeye yeltenmedi. Harper Hoca sabırsızca iç çekti. “Luna, söyle bakalım. Bir konuşmada beden dilini etkili bir şekilde nasıl kullanabiliriz?” Aniden üzerime gelen bu soru beni biraz şaşırttı, ama yüzümü topladım ve düşündüm. “Bence...” dedim yavaşça, kelimelerimi seçerek. “Konuşmanın içeriğine göre hareketlerinizi ayarlamalısınız. Eğer birini ikna etmeye çalışıyorsanız, ellerinizi açık tutmalı ve göz teması kurmalısınız. Ama duygusal bir konuşma yapıyorsanız, jestleriniz daha küçük ve samimi olabilir.” Harper Hoca, sözlerimi başını sallayarak onayladı. “Güzel bir başlangıç, ama yeterli değil. Bunun pratiğini yapmamız gerek. Hepiniz!” dedi aniden, sınıfın geri kalanına dönerek. “Grup çalışması yapacağız. İki kişilik gruplara ayrılın ve beş dakikalık bir konuşma hazırlayın. Konu: ‘İnsanlar neden konuşurken kendilerini savunmaya geçerler?’” Gözlerim sınıfta dolaşırken, yan sıramda oturan kız –Sarah– bana döndü. “Birlikte çalışalım mı?” diye sordu. Başımı sallayarak kabul ettim. İkimiz hemen konuşmanın ana hatlarını belirlemeye koyulduk. Sarah konuşmaya başladığında, yüzünde kararlı bir ifade vardı. “Bence insanlar kendilerini savunmaya geçiyor çünkü yargılanmaktan korkuyorlar. Savunma, aslında bir tür korunma mekanizması.” Onu dikkatle dinledim ve eklemelerde bulundum. “Ayrıca, insan beyninin olumsuz geri bildirimlere daha hızlı tepki verdiğini biliyor muydun? Bu yüzden birisi bize karşıt bir görüş sunduğunda, hemen kendimizi savunma refleksine giriyoruz. Bunu engellemek için de beden dilimizi ve ses tonumuzu bilinçli olarak kontrol etmemiz gerek.” Beş dakika boyunca konuşmamızı düzenledik. Harper Hoca, grupları tek tek dinlerken bizim sıramıza geldi. Sunumumuzu bitirdiğimizde, yüzünde memnun bir ifade vardı. “Güzel bir tartışma çıkardınız. Ama,” diye ekledi parmağını havaya kaldırarak, “konuşurken daha net olmalısınız. Savunduğunuz noktaları daha vurgulu söylemelisiniz. Bu sayede karşı tarafın tepkilerini daha iyi yönetebilirsiniz. Anladınız mı?” Başımızı salladık ve onun yorumlarını not aldık. Dersi bitirdiğimizde, etkili bir konuşmanın nasıl yapılması gerektiğine dair aklımda yeni fikirler oluşmuştu. Ama bu sadece başlangıçtı. Kültür Antropolojisi dersi her zaman yoğun bir bilgi bombardımanı ile geçerdi. Muir Hoca’nın derse giriş cümlesi her zamanki gibiydi: “Antropoloji, insanlığın evrimini ve kültürlerini anlamakla ilgilenir. Peki, siz kültürü nasıl tanımlarsınız?” Sınıfın önünde tahtaya geçip karmaşık şemalar çizmeye başladı. “Kültür,” dedi kalemiyle çizdiği daireleri işaret ederek, “insan davranışlarının toplamıdır. Ama bu sadece bir tanımdır. Asıl soru, bu davranışların neden ve nasıl oluştuğudur. Bugün, bunun üzerinde duracağız.” Hoca’nın konuşmaları sık sık derin tartışmalara yol açardı. Öğrencilerden biri elini kaldırıp sordu: “Hocam, peki kültürlerarası çatışmaları nasıl değerlendirebiliriz?” Muir Hoca, soruyu soran öğrenciye yaklaştı. “Güzel soru, Jared. Kültürlerarası çatışmalar genellikle yanlış anlaşılmalardan kaynaklanır. Bir kültürün değerleri ve inançları, başka bir kültüre tehdit olarak algılanabilir. İşte bu yüzden antropoloji, bu farklılıkları anlamamızda çok önemli bir rol oynar.” Ben de tartışmaya katılmak istedim. “Ama hocam,” dedim tereddütle, “kültürlerarası diyaloglar her zaman başarılı olmayabiliyor. Bazen, kültürel bariyerler o kadar güçlü oluyor ki, insanlar birbirlerini anlamakta zorlanıyorlar. Bu durumda ne yapabiliriz?” Hoca başını sallayarak, bakışlarını bana çevirdi. “Doğru, Luna. Ama bu yüzden sabırlı ve açık fikirli olmalıyız. İnsanlar genellikle kendi kültürlerinin üstün olduğunu düşünürler. Oysa ki, her kültürün kendine has bir değeri ve anlamı vardır. Bunları anlamak ve kabul etmek için önce kendimizi eğitmeliyiz. Antropoloji de işte tam bu noktada devreye giriyor.” Derin bir nefes aldım ve Hoca’nın söylediklerini dikkatle dinlemeye devam ettim. Her yeni kavram, düşüncelerimde yeni kapılar açıyordu. Kendi kültürümü, diğer kültürlerle karşılaştırmak, bu farkları anlamaya çalışmak… Hepsi, zihnimi daha açık hale getiriyordu. Ders bittiğinde, sanki bir bilgi fırtınasının içinde savrulmuş gibiydim. Karol Hoca, mantık dersi boyunca sınıfı adeta bir satranç tahtası gibi kullanırdı. Her adımını, her sorusunu stratejik bir hamle gibi tasarlardı. “Mantık ve zekâ, doğru düşünme sanatıdır,” diye başladığında, sınıf sessizce ona odaklanmıştı. “Bugün, klasik mantık problemlerinden birini çözeceğiz,” dedi tahtaya büyük bir üçgen çizerek. “Bu problemin çözümü, mantık kurallarına ne kadar hakim olduğunuzu gösterecek.” Bir anda kendimi bir bilmece çözer gibi hissettim. Karol Hoca, problemi tahtaya yazdı: “Bir köyde iki tip insan yaşar. Doğruyu söyleyenler ve sürekli yalan söyleyenler. Bu köyde bir kişi ile karşılaştığınızda, sadece bir soru sorarak onun doğruyu söyleyen mi yoksa yalancı mı olduğunu nasıl anlarsınız?” Beynimde şimşekler çaktı. Klasik bir mantık problemi olduğunu biliyordum, ama çözümü bulmak her zaman kolay olmazdı. Sınıf sessizce düşünmeye başladı. Birkaç öğrenci elini kaldırdı ve çözüm önerilerini sundu, ama Hoca hepsini reddetti. Sonunda dayanamayarak elimi kaldırdım. “Soruyu şöyle sormak gerek: ‘Eğer sen yalancı olsaydın, bana bu köyde doğruyu söyleyen birini mi gösterirdin?’ Yalancı biri bu soruya her zaman yalan söylemek zorunda kalır, doğru söyleyen ise kendisine zarar vermeden cevabı verebilir.” Karol Hoca, bir an sessizce yüzüme baktı. Sonra, başını sallayarak gülümsedi. “Doğru, Luna. Mantık, sadece bilmek değil, aynı zamanda düşünce yapınızı da geliştirmektir. İyi bir mantıkçı olabilmek için bu tür soruları çözmekten zevk almalısınız.” Derin bir iç çektim. Karol Hoca'nın mantık derslerinde her zaman bu tür zorlu sorularla karşılaşırdık ve bu soruları çözerken bazen beynimin zorlandığını hissetsem de, sonunda çözümü bulduğumda yaşadığım tatmin hissi her şeye değiyordu. Sınıfın geri kalanıyla birlikte derin bir sessizlik içinde problemleri çözdük, mantık oyunları oynadık ve Karol Hoca’nın her bir stratejik hamlesini dikkatle izledik. “Unutmayın,” diye ekledi Hoca dersin sonunda. “Mantık problemleri çözmek, sadece zekânızı geliştirmenin ötesinde, hayatınızı daha düzenli bir şekilde yönetmenize de yardımcı olur. Bir sorunun çözümü her zaman gözlerinizin önünde olabilir, ama onu görebilmek için doğru bakış açısına ihtiyacınız var.”
Felsefe ve Etik dersine her zaman büyük bir merakla giderdim. Henry Hoca’nın anlatım tarzı, soyut kavramları somut hale getiriyor ve felsefenin karmaşık dünyasını anlaşılır kılıyordu. O gün sınıfa girdiğimizde, tahtaya büyük harflerle “İyi ve Kötü Nedir?” yazılmıştı. Hemen ardından, Hoca’nın derin ve düşünceli sesi yankılandı sınıfta. “İyi ve kötü, objektif bir kavram mıdır yoksa tamamen göreceli mi?” diye sordu, öğrencilerin yüzlerini süzerek. “Toplum, bizi iyi ya da kötü olmaya nasıl yönlendirir? Bu yönlendirme ahlaki midir? Yoksa toplumsal bir baskıdan mı ibarettir?” İlk bakışta basit gibi görünen bu sorular, aslında derin bir düşünce sürecine zorluyordu. Henry Hoca, bu tür sorularla genellikle dersin başında hepimizi sorgulama moduna sokardı. Parmak kaldıran bir öğrenci konuşmaya başladı: “Bence iyi ve kötü tamamen toplum tarafından belirlenen kurallar. Yani, toplumsal normlar olmasa, neyin iyi neyin kötü olduğunu anlayamazdık.” Hoca kaşlarını çattı ve öğrenciye yaklaştı. “Peki,” dedi yavaşça, “bir toplumda hırsızlık kabul ediliyorsa, bu o toplum için iyi mi olurdu?” Öğrenci bir an duraksadı. “Sanırım... Hayır. Yani, o toplumda bile hırsızlık insanlara zarar verirdi. O zaman kötü olurdu.” Henry Hoca, tahtanın önünde durup kollarını göğsünde birleştirdi. “O zaman iyilik ve kötülük, toplumdan bağımsız olarak mı var olur? Eğer hırsızlık doğası gereği kötüyse, bunu belirleyen nedir?” Düşünceler kafamda çalkalanıyordu. Hoca’nın sorularının ardında yatan derin anlamı kavramaya çalışıyordum. Cesaretimi toplayıp elimi kaldırdım. “Belki de iyilik ve kötülük, insanların birbirlerine olan empati seviyesine göre değişiyordur. Empati kuramadığımızda, kötü olan şeyleri yapmamız daha kolay olur. Ama empati geliştirdiğimizde, başkalarının acısını anladığımız için kötülükten uzak dururuz.” Hoca, gözlerini kısarak bana baktı. “İlginç bir bakış açısı, Luna. Yani, kötülüğün kaynağı empati eksikliği mi diyorsun?” “Evet, sanırım öyle,” diye yanıtladım tereddütle. “Eğer bir insan başkasının hissettiklerini gerçekten anlayabilirse, ona zarar vermekten kaçınır. Empati yapabilme yetisi, ahlakın temelinde yer alıyor olabilir.” Bu yorumum sınıfta bir tartışma başlattı. Öğrenciler, empati kavramı üzerine düşüncelerini paylaşmaya başladı. Kimisi empati eksikliğinin kötülüğe neden olduğunu savunurken, kimisi de ahlakın daha derin bir temele dayandığını ve empatiyle sınırlanamayacağını öne sürüyordu. Ders boyunca bu tartışmalar devam etti. Hoca ise arada sırada müdahale ederek düşüncelerimizi daha derinlemesine sorgulamamıza yardımcı oluyordu. Sonunda, ders bittiğinde, kafam hala bu sorularla doluydu. İyi ve kötü nedir? Toplumsal normlar mı belirler bunu, yoksa empati mi? Bu soruların net bir cevabı yoktu, ama felsefenin güzelliği de buradaydı zaten: Cevapları değil, soruları keşfetmek. |
0% |