@selinayeda_x
|
Fiziki Coğrafya dersi, genellikle sınıfın derin bir uykuya dalma mücadelesi verdiği bir dersti. Dane Hoca’nın sakin ve monoton sesi, bazen dersin başından itibaren göz kapaklarımızı ağırlaştırırdı. Ama o gün, Hoca’nın derse giriş yaparken gösterdiği haritalar ve fotoğraflar, dikkatimizi çekmeyi başardı. “Bugün, dünyanın fiziki yapısına ve bunun insan yaşamını nasıl etkilediğine dair bir çalışma yapacağız,” dedi. Tahtaya büyük bir dünya haritası astı ve parmağıyla çeşitli bölgeleri işaret etmeye başladı. “Bakın burası… Himalayalar. Buradaki coğrafi yapı, sadece insanları değil, hayvanları, bitkileri ve hatta hava durumunu bile etkiler. Fiziki coğrafya, sadece dağlar ve ovalar demek değildir. Aynı zamanda bu yapıların insan davranışlarına olan etkisini de inceleriz.” Sınıfın ilgisini çektiğini fark edince, daha da coşkulu bir şekilde anlatmaya devam etti. “Peki, bu dağların oluşumu nasıl gerçekleşti? Tektonik plakalar… Bunu biliyor musunuz? Yer kabuğunun hareketleri sonucu oluşan bu devasa yapılar, aslında gezegenimizin nefes alışverişine benzer. Plakalar hareket ettikçe, dünya değişir ve biz de bu değişime ayak uydurmak zorunda kalırız.” Öğrencilerden biri elini kaldırarak sordu: “Peki, tektonik hareketler insan göçlerini nasıl etkiler?” Dane Hoca, soruyu yanıtlamadan önce bir an duraksadı. “Çok iyi bir soru. Tektonik hareketler, sadece doğal afetlere değil, aynı zamanda tarım alanlarının kaybına, yeni yerleşim alanlarının oluşmasına ve hatta toplumların yok olmasına bile neden olabilir. İnsanlar, güvenli alanlara göç etmek zorunda kaldıkça kültürel ve sosyal değişimler de yaşanır.” Derin bir sessizlik içinde Hoca’nın anlattıklarını dinlerken, dünyanın bu kadar karmaşık ve birbiriyle bağlantılı bir yapıda olduğunu yeniden fark ettim. Fiziki coğrafya, sadece haritalar üzerinde yer şekillerini öğrenmek değil, aynı zamanda bu yapıların insanlık tarihini nasıl şekillendirdiğini anlamaktı. Ders bittiğinde, zihnimde bu bilgilerin nasıl birbirine bağlandığını düşünerek sınıftan ayrıldım. Proje Yönetimi dersi, haftanın en aktif derslerinden biriydi. Alya Hoca, sınıfa her zaman enerjik bir giriş yapar ve hemen konuyu pratiğe dökmemiz için bizleri teşvik ederdi. O gün de derse başladığımızda, bizi gruplara ayırdı ve bir proje senaryosu dağıttı. “Bugün, bir yazılım geliştirme projesi planlayacaksınız,” dedi heyecanla. “Her grup, bir müşteri talepleri doğrultusunda proje yönetim planı oluşturacak. Kim ne görev alacak, bütçe nasıl ayarlanacak, riskler nasıl belirlenecek ve süreç nasıl izlenecek, bunları planlamanız gerekiyor.” Benimle aynı grupta olan Jared ve Nora ile hemen çalışmaya başladık. Jared, proje yöneticisi rolünü üstlenmek istediğini söyledi. “Luna, sen analist ol. Müşteri taleplerini belirleyip gereksinimleri yazarsın. Nora, sen de bütçeyi yönet ve kaynakları planla.” Jared’ın bu kadar hızlıca liderliği ele almasına şaşırmadım. O, genellikle her grupta lider olmayı severdi. Görevleri dağıttıktan sonra çalışmamız hızla başladı. Müşteri taleplerini inceleyip, bunları gereksinimlere dönüştürmeye koyuldum. Her bir talebi dikkatle inceliyor ve detaylandırıyordum. Projenin gereksinimleri, yalnızca müşteri isteklerini karşılamakla kalmamalı, aynı zamanda gelecekte karşılaşabileceğimiz olası sorunlara da çözüm olabilecek kadar esnek olmalıydı. Nora, yanımda hesap makinesiyle bütçeyi ve kaynak dağılımını yaparken bir yandan da Jared’ın liderliğinde proje planını çizmeye çalışıyorduk. “Peki, bir sorunla karşılaştığımızda süreç nasıl işleyecek?” diye sordu Jared, projenin risk yönetimi kısmına geldiğimizde. “Öncelikle, risklerin ne olduğunu belirlememiz lazım,” dedim. “Mesela, yazılım geliştirme sırasında teknik sorunlar yaşanabilir, müşteri taleplerinde değişiklik olabilir ya da proje süresinde gecikmeler yaşanabilir. Tüm bu riskleri öngörüp bir çözüm planı yapmalıyız.” Jared, kaşlarını çatarak bir süre düşündü. “Doğru, ama risklerin tümünü öngörmek zor. Ya bir riskle karşılaştığımızda plan dışına çıkmak zorunda kalırsak?” “Bu yüzden alternatif planlarımız olmalı,” diye cevap verdi Nora, gözlerini hesaplamalardan ayırmadan. “B Planı, C Planı… Hepsini baştan yapalım. Eğer teknik bir sorunla karşılaşırsak fazladan bir hafta ekleyebiliriz mesela. Ya da bütçemizde bir miktar sapma olursa, bu sapmayı dengeleyecek ek kaynaklar bulabiliriz.” Alya Hoca, grupların yanına gelerek nasıl ilerlediğimize baktı ve memnuniyetle başını salladı. “Harika, risk yönetimine başlamışsınız bile. Unutmayın, bir proje yöneticisi her zaman beklenmedik durumlara karşı hazırlıklı olmalıdır. İyi bir planlama yaparsanız, projenizin başarısız olma olasılığı çok düşük olur.” Hoca’nın söyledikleri kafamda yankılandı. Proje yönetimi, aslında hayatta karşılaştığımız zorluklara da benziyordu. Her zaman beklenmedik sorunlarla karşılaşabiliriz, ama önemli olan bu sorunlara karşı nasıl hazırlandığımızdı. Proje planlamamız ilerledikçe, görev dağılımımızı netleştirdik ve çalışma takvimini hazırladık. Jared, haftalık toplantılar düzenleyeceğimizi ve her birimizin görev ilerlemesini bu toplantılarda değerlendireceğimizi belirtti. Çalışmanın sonunda elimizde oldukça kapsamlı bir proje planı vardı. “İyi iş çıkardık,” dedi Nora, kağıtlarımızı toplarken. “Ama işimiz burada bitmiyor. Projeyi uygulama kısmında her şeyin bu kadar sorunsuz gideceğini sanmıyorum.” “Endişelenme,” dedim gülümseyerek. “Planımız var. Gerektiğinde değiştiririz ve sorunlarla başa çıkarız.” Ders bittiğinde hepimiz yorgunduk ama aynı zamanda tatmin olmuştuk. Bir proje oluşturmak, yalnızca teknik bilgi gerektirmiyor, aynı zamanda ekip çalışması, iletişim ve sorun çözme yeteneklerimizi de geliştirmemizi sağlıyordu. Vize haftası yaklaşırken kütüphane, kampüsün en yoğun ve hareketli yerlerinden biri haline gelmişti. Normalde sessiz olan bu yer, şimdi öğrencilerin ders notlarıyla, kitaplarla ve bilgisayarlarla dolup taşan bir çalışma ortamına dönüşmüştü. Kütüphaneye girdiğimde, neredeyse boş masa bulmak imkansızdı. Herkes, sanki bütün dönem boyunca çalışmadığı derslere bu hafta içinde çalışmaya karar vermiş gibiydi. Üst kata çıktım ve her zaman çalıştığım köşe masama doğru ilerledim. Neyse ki orası boştu. Kitaplarımı ve notlarımı masaya yerleştirdikt en sonra, ders çalışmaya başladım. Vize haftası demek, yalnızca derslere çalışmak değil, aynı zamanda projelerimizi tamamlamak ve grup ödevlerini de bitirmek demekti. Bu yüzden hem felsefe ve etik dersine çalışmak hem de proje yönetimi dersi için yapmamız gerekenleri organize etmek zorundaydım. Masaya yerleştiğimde, derin bir nefes aldım ve defterlerimin arasına gömüldüm. İlk olarak, Henry Hoca’nın sorduğu o karmaşık ahlaki sorulara çalışmaya başladım. İyi ve kötüyü belirleyen nedir? İnsanlar ahlaki davranışlarda bulunurken gerçekten kendi içlerinden mi geliyor, yoksa toplumun baskısıyla mı hareket ediyorlar? Bu sorulara verilecek cevapları düşündükçe, zihnimde bir yandan geçmiş derslerde tartıştığımız konular dönüp duruyordu. Yarım saat kadar çalıştıktan sonra sınıf arkadaşlarım Eva ve Jared da geldiler. Ellerinde kahve bardakları ve bir yığın kitapla masama oturdular. Eva yorgun bir ifadeyle kahvesini masaya koyup koltuğa yaslandı. “Luna, biz de proje yönetimi kısmını gözden geçirecektik, değil mi?” diye sordu. “Müşteri taleplerinde bazı değişiklikler var, bunları güncellememiz gerekiyor.” Başımı salladım. “Evet, tam olarak nasıl değişiklikler var?” “Projenin teslim tarihi öne alındı,” dedi Jared, iç çekerek. “Bu yüzden planımızı da yeniden gözden geçirmemiz lazım. Ekstra kaynak ayırmak zorunda kalacağız ve süreci hızlandırmalıyız.” Bu, hiç beklemediğimiz bir gelişmeydi. Planımızı değiştirmek, ekstra mesai harcamamız ve daha yoğun bir şekilde çalışmamız anlamına geliyordu. Ama proje yönetiminin en temel kurallarından biri, esnek olabilmekti. Bu yüzden hemen çalışmaya koyulduk ve proje planını güncelleyip yeni teslim tarihine uyacak şekilde tekrar düzenledik. Bu arada, kütüphanede etrafımıza baktığımda diğer öğrencilerin de aynı yoğunlukla çalıştığını gördüm. Herkesin yüzünde bir ciddiyet ve odaklanma vardı. Arada sırada bazıları mırıldanarak notlarını okuyor, kimisi ise bilgisayar ekranına boş gözlerle bakıp düşüncelere dalmış gibi görünüyordu. “Bu vize haftası tam bir kabus,” dedi Eva. ders kitaplarının arasında kaybolurken. “Sanki tüm hocalar bu haftada ne kadar çok iş verirse o kadar mutlu olacaklar gibi.” “Bu sadece vize haftası değil, final haftası da böyle olacak,” diye ekledi Jared. “Şu an yalnızca başlangıç.” Gülümseyerek başımı salladım. “Ama en azından bu hafta bittiğinde, kısa bir tatil yapacağız. Biraz kafa dağıtmak herkese iyi gelir.” Bu sözlerimle Eva ve Jared’ın yüzü biraz olsun aydınlandı. Vize haftası her ne kadar zor olsa da, ardından gelen o kısa tatil, tüm yorgunluğumuzu unutturmaya yetiyordu. Tatil boyunca hiçbir ödev ya da proje düşünmeden rahatlayacağımızı bilmek, bizi motive eden yegâne şeydi. Kütüphanenin loş ışıkları altında, sayfa hışırtıları ve klavye tıkırtıları eşliğinde vakit su gibi akıp gidiyordu. Eva, Jared ve ben, aynı masaya toplanıp vize haftası için yapmamız gerekenlere odaklanmıştık. Etrafımızdaki diğer öğrenciler de bizim gibi derslere yoğunlaşmışlardı. Kütüphane, adeta bir kovan gibi uğulduyor, herkes ders notları ve kitaplarla boğuşuyordu. Masamızın üzeri tamamen dağınık durumdaydı. Jared’ın geniş defteri, yapışkan notlarla dolu. Felsefe ve Etik dersi için ana başlıklar, alttaki sorular ve çeşitli alt metinler özenle işaretlenmişti. Eva, ders notlarımızı düzenli bir şekilde kategorize ediyor, konuları öncelik sırasına göre ayırıyordu. Ben ise Etkili Konuşma dersinde Harper Hoca’nın üzerinde durduğu önemli konuşma tekniklerini gözden geçiriyordum. “Tamam, ‘ikna edici konuşma’ tekniğini ve temel ilkelerini anladım,” dedim, defterimdeki notların altını çizerken. “Ama bu konuda vereceğimiz mini sunum nasıl olacak? Sadece teknik bilgileri mi vermeliyiz, yoksa örnek konuşmalar mı yapmalıyız?” Eva, gözlerini benden ayırmadan hafifçe gülümsedi. “Bence her ikisi de olmalı. Teknik bilgileri verdikten sonra, herkes belirlediği bir konu hakkında kısa bir konuşma yapabilir. Bu şekilde hem teoriyi hem de pratiği göstermiş oluruz.” Jared da başını salladı. “Evet, Harper Hoca bu tarz şeylerden hoşlanıyor. Pratik uygulamayı da görmeyi seviyor. O zaman ne yapalım? Konu başlıklarını belirleyelim mi?” Üçümüz, masanın üzerine eğilip defterlerimize göz attık. Hangi konuların ilgi çekici ve aynı zamanda bilgi verici olabileceğini tartışmaya başladık. Eva, etikle ilgili toplumsal bir konu önerdi: “Toplumsal ahlak kurallarının bireysel özgürlüğü kısıtlayıp kısıtlamadığı” üzerine konuşabilirdik. Jared ise daha çok kişisel gelişim ve iletişim konularına odaklanmak istiyordu. Onun önerisi, “İkna tekniklerinin profesyonel hayatta kullanımı” oldu. Ben de kendi konumu belirledim: “Duygusal manipülasyonun iletişim üzerindeki etkileri.” Başlangıçta konu seçimi yaparken biraz zorlandık ama sonunda herkesin ilgi alanına uygun bir başlık belirlemeyi başardık. Böylelikle sunumumuzu hazırlamaya başlayabilirdik. Defterlerimize aldığımız notlar arasında kaybolmuşken, yan taraftaki masadan tanıdık birkaç yüz gördüm. Nova ve arkadaşları, kütüphanede sık sık karşılaştığımız insanlardı. Özellikle Nova, büyük gruplarla çalışmayı severdi. Göz ucuyla bizi fark ettiğinde, selam vermek için masamıza doğru yürüdü. “Hey, çocuklar! Uzun zamandır böyle yoğun çalışırken görmemiştim sizi,” dedi gülümseyerek. “Bize katılmak ister misiniz? Bizim masada yer var.” Eva, Jared ve ben göz göze geldik. Dürüst olmak gerekirse, kütüphanede birkaç kişiyle daha çalışmak motivasyonumuzu artırabilirdi. Jared, hafifçe omuz silkti. “Neden olmasın? Bu vize haftasında hepimizin biraz daha sosyal desteğe ihtiyacı var sanırım.” Masamızı toparlayıp Nova ve grubunun yanına geçtik. Masaları oldukça büyüktü ve herkesin rahatça sığabileceği kadar geniş bir alanları vardı. Nova’nın yanında onun birkaç arkadaşı daha vardı; hepsi ellerinde notlar ve kalemlerle ders çalışıyordu. Bizi gördüklerinde sıcak bir şekilde gülümsediler ve bizi gruplarına dahil etmekten mutluluk duyduklarını belirttiler. “Burada daha verimli çalışabileceğimizi düşünüyoruz,” dedi Nova, yanımızdaki sandalyeyi çekerek. “Hadi, neler yapıyoruz bakalım?” Oturur oturmaz tekrar notlarımıza döndük. Jared, sunum başlıklarımızı onlara anlattı ve Nova ile arkadaşları da fikirlerini sundular. Onların da farklı derslerden ödevleri ve projeleri vardı. Herkes sırayla kendi konularını anlatıyor, karşılıklı olarak birbirimize önerilerde bulunuyorduk. “Bu vize dönemi hepimiz için oldukça yoğun geçiyor, değil mi?” dedi Nova’nın yanında oturan kısa saçlı kız, derin bir iç çekerek. “Bir yandan Mantık ve Zeka dersine çalışırken bir yandan da Felsefe ve Etik ödevini yetiştirmeye çalışıyorum. Sanırım, geceleri uyumak diye bir şey kalmadı.” “Haklısın,” dedim başımı sallayarak. “Hele şu hafta bitsin, küçük de olsa bir tatil yapacağız. Sanırım o tatil sırasında uykumu fazlasıyla almayı planlıyorum.” “Yoksa benim mi haberim yok? Tatil falan mı var?” diye araya girdi Jared, şaşkın bir ifadeyle. Gülerek kafamı iki yana salladım. “Yok, sadece vize haftasının sonunda iki gün tatil var. Hocalar yeni bir şey eklemezse elbette.” Kısa bir kahkaha tufanı koptu ve masanın etrafı kısa süreliğine neşeli bir sohbet ortamına dönüştü. Hepimizin yüzlerinde yorgunluk olsa da, aramızda bu küçük sohbet bile moralimizi yükseltmeye yetmişti. Ardından, tekrar derslerimize dönüp çalışmaya koyulduk. Herkes kendi ders notlarına gömülmüştü. Jared ve Nova, Etik dersine çalışıyor, Eva ise Kültür Antropolojisi notlarını gözden geçiriyordu. Ben de Etkili Konuşma ve Mantık ve Zeka dersi için hazırlık yapıyordum. Zaman zaman çalışmayı bırakıp birbirimize sorular sormaya başladık. “Bu argüman doğrulaması mantıksal olarak geçerli mi?” ya da “Harper Hoca bu sunumlarda en çok hangi konuya dikkat ediyor?” gibi sorular birbirini kovalıyordu. Jared, her zamanki gibi pratik çözüm önerileri sunarken, Eva konuları daha teorik bir yaklaşımla ele alıyordu. Nova’nın grubu ise kendi aralarında sürekli tartışmalar yapıyordu; her biri diğerinin fikirlerine itiraz ediyor ve daha derinlemesine anlamaya çalışıyorlardı. Saatler boyunca bu şekilde çalıştık. Çalışma sürecimiz yalnızca not okumak ya da ödevleri tamamlamakla sınırlı değildi; aynı zamanda fikir alışverişi yapmak, birbirimize destek olmak ve konular üzerinde düşüncelerimizi geliştirmekle geçiyordu. Bu süreç, kütüphanedeki o gergin atmosferi biraz olsun yumuşatmıştı. Artık yalnızca koca bir yığın ödevle boğuşan öğrenciler değildik; birbirimize yardım eden, motive eden ve destek olan bir ekip gibiydik. Gece ilerledikçe, yorgunluk belirtileri daha belirgin hale gelmeye başladı. Kimi gözlerini ovuşturuyor, kimi ise derin nefesler alarak uyanık kalmaya çalışıyordu. Nova, saatine bir göz atıp gülümsedi. “Artık kütüphaneyi kapatacaklar sanırım. Bugünlük bu kadar yeter mi?” “Evet, sanırım yarına kadar enerjimi biriktirmem gerekiyor,” dedim gülümseyerek. “Yoksa yarın sınıfta uyuyakalırım.” Eşyalarımızı toparlayıp kütüphaneden çıkarken, hepimizin yüzünde hafif bir memnuniyet vardı. Çok çalışmıştık ama bir o kadar da verimli bir gün geçirmiştik. Dışarıdaki soğuk hava, yüzümüze çarparken hep birlikte yurda doğru yürüdük. Çalışma grubu olarak bu süreci birlikte atlatmak, yalnız olmadığımızı hissetmemizi sağlamıştı. Yurdun kapısından girerken Jared, son bir kez hepimize dönüp göz kırptı. “Yarın da aynı saat burada buluşuyor muyuz?” diye sordu. “Tabii ki,” dedim. “Bu sınavları birlikte atlatacağız.” Ardından, hepimiz gülümseyerek yurtlarımızın yolunu tuttuk. Yatakta gözlerimi kapatırken, vize haftasının sonunda gelen kısa tatili düşündüm. O tatil, gerçekten de hepimizin fazlasıyla hak ettiği bir ödüldü. Tatil boyunca biraz nefes alıp dinlendikten sonra, finallere daha güçlü bir şekilde hazırlanabileceğimi biliyordum. |
0% |