@selinayeda_x
|
Pazartesi sabahı gözlerimi açtığımda, oda alışılmadık bir şekilde sessizdi. Yatakta doğruldum ve Nova’nın yatağının boş olduğunu fark ettim. Yorganı düzensizce kenara itilmiş, odada onun sabah hazırlıklarına dair hiçbir iz yoktu. Normalde benden önce uyanmazdı; her sabah, güneş ışınları odaya süzülürken biraz daha uyuyup beni beklerdi. Ama bugün… Gitmişti. Kafamda bir sürü soru vardı. Bu, Nova’nın tarzı değildi. Aceleyle yataktan kalktım, üstümü değiştirip aynada kendime şöyle bir göz attım. Saçlarım dağınıktı ama bunlarla uğraşacak sabrım yoktu. Düşüncelerim hâlâ Nova’ya odaklanmıştı. Neden haber vermemişti? Nereye gitmişti? Hazırlanıp koridora çıktığımda hâlâ endişeliydim. Sessizlik etrafımı sardı; diğer odalardan gelen hafif sesler dışında kimseyle karşılaşmadım. Merdivenleri hızla inip yemekhaneye doğru ilerledim. Belki kahvaltı yapmak için erken kalkmıştır, diye düşündüm. Ama bu yine de tuhaftı. Nova, her zaman birlikte kahvaltı yapmamız gerektiğini söylerdi; buna özen gösterirdi. Yemekhaneye girer girmez, etrafı dikkatlice taradım. İnsanlar masalarında oturmuş konuşuyor, kahvaltılarını yapıyordu. Gözlerim Nova’yı aradı. Sonunda onu gördüğümde, kalbim aniden garip bir şekilde sıkıştı. Nova, bir masada oturmuş, Alice, Eva, Sarah ve Chloe ile kahkahalar eşliğinde sohbet ediyordu. Masada bir de tanımadığım bir kişi vardı. Altılı bir grup olmuşlardı ve ben… dışarıda kalmıştım. Bir an için duraksadım, gözlerim Nova’nın bana bakıp bakmadığını kontrol etmek için onu taradı. Ama hayır, o bana bakmıyordu bile. Sanki burada hiç var olmamışım gibi, sohbetlerine devam ediyordu. İçimde bir şeyler kırıldı. Nova, neden bana haber vermemişti? Niye birlikte gitmemiştik? Hem de… Alice ve diğerleriyle mi kahvaltı yapıyordu? Onlarla ne zamandan beri bu kadar yakınlaşmıştı? Bir an yerimde donup kaldım. O masaya gidip onlara katılmak istedim, ama istemediğimi fark ettim. Bozulmuştum, evet, ama aynı zamanda rahatsız da olmuştum. Bir şeyler yanlış gidiyordu ve bu sabah beni huzursuz eden tam olarak buydu. Nova’nın bu kadar rahat bir şekilde benden uzaklaşmış olması… Kendi kendime mırıldandım, "Ne oluyor burada?" Yavaşça ilerleyip yemekhanenin köşesinde boş bir masa buldum ve kahvaltımı almak için sıraya girdim. Tabağıma bir şeyler koyarken aklım sürekli o masadaydı. Alice ve Eva’nın aralarında bir şeyler konuşup gülüşmeleri, Nova’nın onlarla birlikte böylesine rahat olması kafamı karıştırıyordu. Tabağımı aldım ve tekrar masaya yöneldim. Tam oturduğumda, uzaktan Nova’nın kahkahası bir kez daha yankılandı. İçimde bir şeyler kaynıyordu. Bir problem vardı. İkimiz de bunu biliyorduk. Bu sadece bir kahvaltı meselesi değildi. İçimde büyüyen o rahatsızlık, Nova’nın benden bir şeyler sakladığını hissettiren o karanlık gölge, beni daha da endişelendiriyordu. Ve şimdi, ona güvenim sarsılmıştı. Bir süre daha sessizce ona baktım. Sonra başımı hafifçe sallayıp, "Pekâlâ," dedim. Önüme ona son kez bakarak döndüm. İçimdeki ağırlık daha da artmıştı, ama daha fazla tartışmanın bir anlamı yoktu. Bu anı kendi içimde çözmem gerekiyordu. Yemekhanede kendi başıma oturmuş, tabağımdaki yemeği karıştırıyordum. Ne yediğimi bile fark etmiyordum; aklım hâlâ Nova ve onun bu sabahki tavırlarıyla meşguldü. İçimde garip bir boşluk vardı, sanki her şey yavaş yavaş benden uzaklaşıyormuş gibi. İnsanların masalarında yaptığı kahkahalar, çatal-bıçak sesleri ve hafif mırıltılar yemekhaneyi dolduruyordu, ama ben tüm bu gürültünün ortasında yalnız hissediyordum. Bir an gözlerimi tavana dikmiş, içimdeki bu garip hisle boğuşurken nefesimi yavaşça verdim. Önüme döndüğümde ilk gördüğüm şey karşıdaki sandalyenin çekilişi olmuştu. Ardından Archer’ı gördüm karşımda Gözlerinde her zamanki gibi ciddi bir ifade vardı ama bu kez biraz daha yumuşak görünüyordu. Sanki bir şey söylemek istiyormuş ama nereden başlayacağını bilemiyormuş gibiydi. ‘’Günaydın.’’ Diyerek karşımdaki sandalyeye oturdu. Ardından sözlerini sürdürdü. ‘’Yalnızsın?’’ diye sordu. Başımı öylesine rastgele sallarken tebessüm ederek başını salladı. Ardından sözleri konuyu bir anda değiştirmişti. ‘’Raven ile nasıl geçti?’’ Raven ile dün buluştuğuma nasıl bu kadar emindi? Bunu zihnimde düşünürken bir yandan da Archer’a cevap verdim. ‘’Exten next olmayacağını yüzüne söyledim. Umarım peşimi bırakır.’’ Archer güldü. ‘’Başa dönüyoruz desene!’’ Ufak bir tebessüm ettim sözlerine. Archer Raven’i belalım diye dövmüştü. Ve Raven hala belalı bir şekilde bana yanaşıyordu. Ve bu sefer iyi birisiymiş gibi tam da istenilesi bir erkek özellikleri göstererek yapıyordu. İyi biriymiş gibi hareketleri, samimi davranışları… Elde etmek için kullandığı bilinmeyen maskelerinden kaçıncısıydı acaba!? Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bu sefer de konuyu ben değiştirdim. “Nova’ya ne oldu?” diye sordum, gözlerimi masadan ayırmadan. “Bana söylemediği bir şey mi var?” Archer omuzlarını silkti, ama yüzünde hafif bir gerginlik belirdi. “Bilmiyorum Luna, ama… belki de onun da kendi sorunları vardır. Herkesin zaman zaman böyle anları olur.” “Evet,” dedim, derin bir nefes alarak. “Ama bu… farklı. Nova hep açık bir insandı, bu sabahki davranışı ise tuhaf. Sanki aramızda bir mesafe var.” Archer, bir süre sessiz kaldıktan sonra gözlerini bana dikti. “Belki de kendine zaman tanımalısın. Herkesin bazen böyle şeylere ihtiyacı olur. Ona güvenmen gerektiğini düşünüyorum.” Bir an duraksadım, Archer’ın söylediklerini düşündüm. Ona güvenmek istiyordum, ama içimdeki bu rahatsızlık hissi beni rahat bırakmıyordu. Sonunda derin bir nefes alarak, "Haklı olabilirsin," dedim. "Ama yine de… bir şeylerin yanlış olduğunu hissediyorum." Archer, yavaşça başını salladı. "Belki de her şeyi fazla düşünüyorsundur," diye fısıldadı. "Ama zamanla her şey yerine oturur, Luna." Konuşmamızın ardından yemekhanede biraz daha oturduk, ama ikimizin de başka bir şey söylemeye niyeti yoktu. Sessizliğimizin içinde bir tür anlaşma vardı sanki. Sonra Archer, hafifçe gülümseyerek, "Derse geç kalmayalım," dedi. Başımı salladım ve birlikte yemekhaneden çıktık. Derin bir nefes aldım, etrafımıza yayılan hafif soğuk havayı içime çekerek. Yürürken Archer’la konuşmamız kafamda yankılanıyordu. Nova’ya güvenmem gerektiğini biliyordum ama yine de endişelerim vardı. Zaman her şeyi gösterecekti, belki de Archer haklıydı. Derslikler kısmına doğru yürürken etrafımızda yoğun bir öğrenci kalabalığı vardı. Herkes ilk günün heyecanıyla bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibiydi. Dersliklerin yer aldığı bina, geniş koridorları ve yüksek tavanlarıyla oldukça etkileyiciydi. Burada kaybolmak neredeyse imkânsızdı çünkü her şey mükemmel bir düzen içinde yerleştirilmişti. İlk dersim “Etkili Konuşma ve İletişim” idi. Bu dersi uzun zamandır merak ediyordum. Kapıdan içeri girdiğimde, sınıf dolmaya başlamıştı. Birkaç tanıdık yüz arasından Eva’yı fark ettim. Onun yanındaki sıralardan birine geçip çantamı çıkardım, Archer ise kendi dersine gitmek için bana başıyla selam verip ayrılıp gitmişti daha ben sınıftan içeriye adım atmamışken. Eva bana dönüp selam verdiğinde ilk sorduğu soru abisi olmuştu. ‘’Archer’la mıydın bu sabah?’’ Başımı cevap vermeye tenezzül etmeyerek salladım. Ardından defterimi çıkararak kalemlerimle masaya koydum. Dersin hocası, Profesör Harper, kürsüde sessizce sınıfa girdiğimizde konuşmamız bu sayede kısa sürmüş ve kesilmişti. Harper; kısa, gri saçlı ve oldukça ciddi bir adamdı. Gözlüklerinin ardından sınıfa bakarken her hareketi dikkatle izlediği belli oluyordu. Ders başladığında profesör ayağa kalktı ve sınıfa doğru yürümeye başladı. “İletişim… hayatımızın her anında var olan bir beceridir,” dedi güçlü bir ses tonuyla. “Ama etkili iletişim, sadece konuşmakla ilgili değildir. Duygularınızı, düşüncelerinizi nasıl ifade ettiğiniz ve karşınızdaki kişiyi nasıl anladığınız da bir o kadar önemlidir.” Sınıfta hafif bir uğultu yükseldi ama herkes Profesör Harper’ı dikkatle dinliyordu. Sözlerine devam ederken sınıfın dört bir yanına yürüyerek bizlere çeşitli örnekler verdi. “Etkili bir konuşma yapabilmek için, önce neyi söylemek istediğinizi bilmeniz gerekir. Ama sadece kelimeler yetmez; beden diliniz, ses tonunuz, hatta suskunluğunuz bile mesajınızın bir parçasıdır.” Bu sözler beni derin bir düşünceye itti. Gerçekten de, çoğu zaman iletişimde kelimelerin ötesine bakmak gerekiyordu. Özellikle de arkadaşlarım ve Raven ile olan son konuşmalarda… Söylenmeyenlerin ötesine gerçekten de bakmak gerekiyordu. Hele ki gözlere… Gözlere derinden bakmalıydı, eğer profesyonel bir yalancı değilse… Gözler her şeyi ele verirdi! Profesör Harper, derste beklentilerini de açıkladı. Bizden etkili bir sunum hazırlamamızı ve bunu sınıf önünde gerçekleştirmemizi istiyordu. Aynı zamanda grup çalışmaları ve bireysel projelerle, birbirimizi daha iyi anlamayı ve etkili iletişim kurmayı öğrenecektik. Dersin ilerleyen kısımlarında, çeşitli örnekler ve pratiklerle bu yeteneğimizi geliştirmeyi hedeflediğini söyledi. Dersin sonunda, öğrenciler dersin ne kadar zor olacağını konuşmaya başladı. Ama benim aklımda hâlâ Nova vardı. Belki de gerçekten ona güvenmeliydim. Ama bu hissi kafamdan atmak, sandığımdan çok daha zor olacaktı. Öğle arası yaklaştığında, sınıftan çıktığımda Eva’nın bana doğru yaklaştığını fark ettim. Hafif bir gülümseme ile yanıma geldi ve koluma hafifçe dokundu. "Birlikte öğle yemeği yiyelim mi?" diye sordu. Başımı salladım. "Tabii ki, iyi olur." Birlikte kampüsün yemekhane kısmına doğru yürümeye başladık. Etrafımızda öğrenciler koşuşturuyor, gruplar hâlinde kahkahalar atarak bir yerlere yetişiyorlardı. Ama ben, Eva ile sessizliğin tadını çıkarıyordum. Onun yanında olduğumda genelde kelimeler gereksizdi. Zihnimde hâlâ sabah Nova'nın tuhaf davranışları dolanıyordu, ama bu anın tadını çıkarmak istedim. Yemekhaneye vardığımızda, herkesin hâlâ yemek almak için sırada olduğunu fark ettik. Neyse ki, biz hızlıca yiyeceklerimizi aldık ve köşede boş bir masa bulduk. Sessiz bir köşe, kalabalıktan biraz uzakta… Tam da ihtiyacım olan şey. Eva tepsisini masaya koyarken, "Sabah nasıl geçti?’’ diye sordu bakışlarını bana çevirmeden önce sandalyeye yerleşti. "Fena değildi," diyerek kısa kestim. Yemeklerimizi yerken bir süre sessiz kaldık. Eva'nın sakinliği bana her zaman iyi gelirdi. Birbirimizin yanında olduğumuzda konuşmak zorunda kalmamamız, aramızdaki o güveni gösteriyordu. Birkaç lokma aldıktan sonra, aklımdaki soruyu sormadan edemedim. "Nova bu sabah biraz garip davrandı, fark ettin mi?" dedim, gözlerimi Eva'ya çevirerek. Eva kaşlarını hafifçe çattı. "Evet, fark ettim. Sabah kahvaltısında da çok konuşkan değildi. Sanki bir şeyler onu rahatsız ediyor gibi ama ne olduğunu anlayamadım." Derin bir nefes aldım. Nova ile aramda olan şeyleri anlatmak istiyordum ama kelimeleri bulmakta zorlanıyordum. Onunla ne zamandır böyle mesafeli olduğumuzu düşündüm. "Belki de sadece streslidir," dedim sonunda, konuyu çok uzatmamaya çalışarak. Ama Eva, gözlerinin derinliklerinde bir şeylerin farkına varmış gibi göründü. Tam o sırada, Ethan’ın bize doğru yürüdüğünü fark ettim. Eliyle hafif bir selam verip gülümseyerek masamıza yaklaştı. Eva'nın yanındaki sandalyeyi çekip oturdu. Onun bu rahat tavrı her zaman dikkatimi çekerdi. Etrafındaki atmosferi değiştirebilecek kadar güçlü bir enerjisi vardı. Ama aynı zamanda Eva'nın yanına bu kadar hızlı yerleşmesi içimde hafif bir rahatsızlık yaratmıştı. "Selam kızlar," dedi neşeyle. "Güzel bir gün, değil mi? Dersler nasıl gidiyor?" Eva hafifçe gülümsedi. "Fena değil. Şimdi de öğle arasında dinleniyoruz işte." Ethan başını salladı ve bakışlarını bana çevirdi. "Luna, sen nasılsın? Sabaha karşı seni pek göremedim." "Ehh, işte," dedim omuz silkerek. "Sabah biraz yoğun geçti ama idare ederim." Ethan'ın gözlerinde bir kıvılcım belirdi, her zamanki şakacı haliyle. "Derslerin yoğun geçmesi normal ama arada bir kafanı dağıtmayı da unutma. Mesela, bu hafta sonu bir şeyler yapmayı planlıyor musunuz?" Tam o sırada, Archer’ın yemekhanenin kapısından içeri girdiğini gördüm. Etrafı tarıyordu ve gözleri bir anda bizim masaya kilitlendi. Ethan’ın Eva’nın yanında oturduğunu görünce yüzündeki ifade hafifçe değişti. Gözlerinde beliren o korumacı bakış, her zamanki gibi dikkatimi çekti. Archer, her zaman böyleydi; özellikle de Eva söz konusu olduğunda. Bir süre göz göze geldik ve Archer, başıyla hafif bir selam verip yanımıza doğru yürüdü. "Merhaba," dedi sakin bir sesle. Gözleri bir an için Ethan’da durdu, sonra tekrar bana döndü. ‘’Yorucu bir sabahtı değil mi?’’ "Oldukça," diye yanıtladım. "Senin nasıl geçti?" "Fena değildi," dedi Archer, ama gözleri hâlâ Ethan’a odaklanmış gibiydi. Archer’ın bu korumacı tavrı, beni hem güvende hissettiriyor hem de biraz rahatsız ediyordu. Eva ile Ethan’ın yan yana oturmasından mı rahatsız olmuştu, yoksa Ethan’ı mı gözlemliyordu, emin değildim. Ethan, Archer’ın bu bakışlarını fark etti ve hafif bir gülümsemeyle geri yaslandı. "Sakin ol, dostum. Sadece sohbet ediyoruz." Archer, gergin bir gülümseme ile karşılık verdi. "Tabii ki," dedi. "Sadece sohbet." Bu kısa diyalogda havada garip bir elektrik vardı. Eva durumu hafifletmek istercesine araya girip, "Bu hafta sonu hep birlikte bir şeyler yapabiliriz belki," dedi. "Biraz dışarı çıkmak hepimize iyi gelir." Ethan başını sallayarak onayladı. "Kesinlikle. Uzun zamandır böyle bir şey yapmadık. Hem Luna, sen de biraz kafanı dağıtırsın." Bir an sustum, aslında Ethan’ın ne kadar haklı olduğunu düşündüm. Nova ile olan belirsizlikler, Archer’ın sürekli endişesi ve aramızdaki mesafeler… Hepsinden uzaklaşıp, bir hafta sonu kaçamağı yapmak gerçekten iyi gelebilirdi. "Belki de," dedim sonunda. "Biraz eğlence fena olmaz." Archer, bu konuşmayı izlerken bir şeyler söyleyecek gibi duruyordu ama sustu. İçinde bir şeyleri tutuyormuş gibi görünüyordu; belki de Eva ile Ethan’ın yan yana oturması onu bu kadar huzursuz ediyordu. Ama sonunda, sadece başını sallayıp, "Tamam, ben de varım," dedi. Masada kısa bir süre sessizlik oldu. Hepimiz kendi düşüncelerimize dalmışken, Archer’ın bu kadar sessiz kalması alışılmadık bir şeydi. Onun her zaman kontrolü elinde tutma çabasını bilirdim ama bu defa farklıydı. Ethan’la olan bu rekabet ya da gerilim, açıkça ortadaydı. "Sanırım derslere gitme vakti geldi," dedim, saati kontrol ederek. Ayağa kalktım ve tepsimi aldım. Eva ve Ethan da aynı anda kalktılar. Archer ise biraz daha duraksadı, sanki bir şey söyleyecekmiş gibi durdu, ama sonra vazgeçti. Hep birlikte yemekhaneden çıktık. İçimdeki bu karmaşık hislerle baş etmeye çalışırken, bir yandan da hafta sonu için gerçekten bir plan yapmanın iyi olacağını düşündüm. Günün öğleden sonraki ikinci dersi ise Kültürel Antropolojiydi. Eva ile birlikte dersliğe doğru yürürken, aramızdaki sessizlik dikkatimi çekiyordu. Genelde konuşkan olan Eva, bugün fazlasıyla düşünceliydi. İkimiz de karnımızda düğümlerle, Kültürel Antropoloji dersi için derin nefesler alarak ilerledik. Binanın merdivenlerine vardığımızda, gözlerim gökyüzündeki bulutlara kaydı. Kışın griliği sanki üzerimize bir ağırlık bırakıyordu. "Dersin nasıl olacağını merak ediyorum," dedim, sessizliği bozmak için. "Ben de," diye karşılık verdi Eva, hafif bir gülümsemeyle. "Ama kafam başka yerde." "Belli oluyor," dedim yumuşakça. "Bir şey mi oldu?" Eva omuzlarını silkti, ama cevap vermek yerine dersliğe doğru adımlarını hızlandırdı. Kapıdan içeri girdiğimizde, sınıfın soğuk havası yüzüme çarptı. Kışın ortasında olmamıza rağmen içerisi hiç de sıcak değildi. Ahşap sıralara oturduğumuzda, diğer öğrenciler de sınıfa dolmaya başlamıştı. Dersin öğretmeni, Profesör Muir, oldukça ciddi biriydi. Uzun boylu, beyaz saçlı ve ince çerçeveli gözlükleriyle tipik bir akademisyen görüntüsü vardı. Masasının arkasına geçtiğinde sessizlik anında çöktü. Bir an için sınıfı süzdü, ardından derin bir nefes alarak konuşmaya başladı. "Bu dönem Kültürel Antropoloji dersinde, farklı toplumların yapısını, inanç sistemlerini ve kültürel uygulamalarını detaylı bir şekilde inceleyeceğiz," dedi sakin ama otoriter bir ses tonuyla. "Amacım, sizi dünyadaki farklı kültürler hakkında yalnızca bilgilendirmek değil, aynı zamanda onları anlamanızı sağlamak." Sözleri oldukça netti. Bu dersi hafife almanın hata olacağını anladım. Kafamda, bu dersin beni nasıl şekillendirebileceğini düşünmeye başladım. Düşüncelerim Eva’nın fısıltısıyla bölündü. "İlginç bir ders olacak," dedi, gözlerini bana kaydırarak. "Ama biraz fazla ağır olabilir." "Kesinlikle," dedim başımla onaylayarak. Profesör Muir tahtaya büyük harflerle "Toplum ve Birey" yazdı ve konuşmaya devam etti: "Bu hafta, toplumu oluşturan bireylerin rollerini ve bu rollerin kültürel yapılar üzerindeki etkilerini konuşacağız. Hepinizden katılım bekliyorum. Sadece dinlemek yetmez, düşüncelerinizi paylaşmak da önemli." Gözlerim tahtadaki yazıya kayarken, Eva’nın birden düşüncelere daldığını fark ettim. Kendisi de toplumsal yapı ve bireyler konusunda düşünceliydi, çünkü bu konular aramızda da sıkça konuşulurdu. Profesörün derin açıklamaları ve kültürel örnekleriyle ders devam ederken, sınıfın havası yavaş yavaş açıldı. Herkesin bu dersten çok şey öğreneceği kesindi, ama aynı zamanda herkesin üzerinde biraz baskı hissettiği de belliydi. Dersin sonunda, Profesör Muir bir süre daha tahtada yazılı kalan cümleye bakmamızı isteyerek, "Hepinizden bireysel araştırmalar yapmanızı ve kendi kültürel deneyimlerinizi yazıya dökmenizi istiyorum," dedi. "Bunlar, dönem sonu projenizin temelini oluşturacak." Ders bittiğinde, sınıfın çıkışına doğru yöneldik. Benim aklım hala derste konuşulanlardaydı. Kültürel kimlikler ve toplumsal roller, bizim kendi hayatımızda da önemli bir yer tutuyordu. Bahçeye çıktığımızda, havanın soğukluğu yüzüme çarptı. Kar ince ince yağıyordu, adeta büyülü bir ortam yaratıyordu. Her adımda ayaklarımızın altında karın hafif çıtırtısını duyuyordum. Bu sessizliğin ve huzurun tadını çıkarırken, birden Eva'nın konuşmasıyla irkildim. "Kışı sevmem aslında," dedi ansızın, gözlerini kar tanelerine dikerek. "Gerçekten mi? Bunu hiç bilmiyordum," dedim şaşkınlıkla. Eva genelde kış aktivitelerine bayılır gibi görünürdü. Eva hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme biraz zoraki gibiydi. "Ama abim tam bir kış insanıdır. 25 Şubat doğumlu, tam da kışın ortasında." Şaşırmıştım. Eva’nın abisinden pek fazla bahsettiğini hatırlamıyordum. "Bunu hiç bilmiyordum," dedim, başımı eğerek. "Kış doğumlu olmak ona nasıl bir etki yapmış?" Eva, gözlerinde hafif bir hüzünle başını salladı. "Her zaman soğuk havaları severdi. Buz pateni, kayak, hatta karda yürüyüş… Ama ben onun aksine sıcak havaları tercih ederim." Sözleri arasındaki hüzün, beni bir süre düşündürdü. Eva’nın abisi hakkında daha fazla şey öğrenmek istiyordum, ama sormak için doğru an bu değildi. Kar taneleri saçlarımızın üstüne konarken, ikimiz de bir süre sessiz kaldık. Kışın ortasında, buz gibi havada birbirimize dayanarak bu soğuk anları atlatıyorduk. Karın hafif çiselerken çevremizi sarması, her ne kadar soğuk olsa da içimi bir huzurla doldurdu. "Belki de kışı sevmememin sebebi, bazı anılar…" dedi Eva, biraz düşünceli bir şekilde. Ne demek istediğini tam anlamadım, ama onu zorlamak istemedim. İçimde büyüyen merakla, "İstersen bir gün abini daha çok anlatırsın," dedim. Eva hafifçe gülümsedi ama cevap vermedi. Karın altında, sessizce yürüyüşümüze devam ettik. 25 Şubat ha!.. Şu an on yedi şubat iken… Doğum gününe sekiz gün var demek… … Yürüyüşümüz bittiğinde Eva ile kendimizi yurda atmıştık. Dışarısı biraz soğuktu. Yakında kış bitecekti ama soğukluğu hala eskisi kadar yüksekti, fazlasıyla soğuktu hala! |
0% |