@selinayeda_x
|
İlk hafta, yeni derslerin ve arkadaşlarla geçirilen zamanların karmaşası içinde hızla geçti. Ders kayıtları tamamlandıktan sonra baş döndüren bir tempoya kapılmıştım. Geceleri geç saatlere kadar ders notlarını gözden geçirmek, okuma ödevleri yapmak ve haftasonu için hazırlık yapmak derken, günler hızla birbirini kovaladı. Sabah erkenden kalkmak, kalabalık sınıflara girmek ve dikkatimi sürekli derslerde tutmaya çalışmak yorucuydu. Ama bir yandan da heyecan vericiydi. Yeni konular, yeni tartışmalar ve her gün bir şeyler öğrenmenin getirdiği tatmin, bu yorgunluğu hafifletiyordu. Eva ve Archer ile aramızdaki sohbetler, haftanın stresini hafifletiyordu. Eva, her zamanki neşesiyle sık sık yanıma geliyor, Archer da koruyucu tavırlarıyla etrafımda dolanıyordu. Ancak Nova… Nova’nın davranışlarında bir tuhaflık vardı. Sanki uzaklaşmıştı, sanki eskisi kadar samimi değildi. İlk başta bunu fark etmemiştim, ama hafta ilerledikçe aramızdaki mesafenin büyüdüğünü hissetmeye başladım. Pazartesi sabahı yemekhanede onlarla oturmadığımdan beri Nova'nın bana karşı biraz daha mesafeli olduğunu anlamıştım. Her zamanki sıcaklığını kaybetmiş, yüzünde daha ciddi bir ifade belirmişti. Ne olduysa, onu bu kadar sessiz ve içine kapanık hale getiren bir şey vardı, ama ben bunun ne olduğunu anlayamıyordum. Salı günü, derslerim fazlasıyla yoğun olduğundan tüm günüm okulda geçmişti. Sabah Mantık ve Zeka ile Felsefe ve Etik öğleden önce, sonra öğle arası ve ardından son ders de Fiziki Coğrafya idi. Neyse ki çarşamba günü dersim yoktu da rahat bir nefes alabilecektim günün ortasında. Salı sabahı, üzerimde bir önceki günün yorgunluğu olsa da yoğun bir ders günü beni bekliyordu. Kahvaltımı hızlıca yapıp kampüste sınıflara doğru yol aldım. İlk dersim Mantık ve Zeka’ydı ve bu derse olan merakım, beni uyanık tutmaya yetiyordu. Mantık, zekânın sistematik kullanımı, analiz etme yeteneği gibi şeyleri içeren bir alan olduğundan, öğrendiklerimin ileride çok işime yarayacağını hissediyordum. Mantık ve Zeka dersi için sınıfa girdiğimde, öğretmenimiz Profesör Karol çoktan tahtanın önünde duruyordu. Kısa boylu, ince yapılı, kır saçlı bir adamdı. Yüzünde sürekli bir ciddiyet vardı ama gözlerindeki parıltı, bilginin ağırlığını taşıyan biri olduğunun işaretiydi. Dersin başında, herkes yerlerine oturduğunda bir süre sessizce sınıfı gözlemledi. "Bu ders," dedi, kalemini tahtaya sert bir şekilde vurarak, "düşünce yapınızı yeniden şekillendirecek. Mantık, doğru düşünmenin sanatıdır. Zeka ise bu sanatın en iyi aracıdır. Bu dönemde zihninizin sınırlarını zorlayacağız. Amacım size bir düşünceyi analiz etmeyi, parçalarına ayırmayı ve doğruluk ya da yanlışlık açısından değerlendirmeyi öğretmek." Sınıfın içine bir dalga yayıldı. Herkes sessizdi ama Profesör Karol'ın sözleri, hepimizi derin bir dikkatle dinlemeye zorlamıştı. Tahtaya birkaç mantıksal sembol çizdi ve ardından bu sembollerin ne anlama geldiğini anlatmaya başladı. Basit bir örnekle mantıksal önermelerin nasıl kurulduğunu gösterdi. "Örneğin," dedi, tahtaya "P ve Q" yazarken, "P bir önermedir, Q ise başka bir önerme. Eğer P doğruysa, ve Q da doğruysa, o zaman P ve Q’nun doğru olduğunu söyleyebiliriz. Ancak bir tanesi yanlışsa, sonuç yanlış olur. Mantık, hayatın her alanında karşınıza çıkar." Dersin sonunda, hepimizden bir mantıksal önerme kurmamızı ve bunu adım adım analiz etmemizi istedi. İlk ders olduğu için konuya yavaşça girmiştik, ama işin derinlerine indikçe beynimizin nasıl zorlanacağını şimdiden hissetmiştim. Sonraki dersim Felsefe ve Etik’ti. Profesör Henry, uzun boylu, genç sayılabilecek bir kadındı. Hafif dalgalı kahverengi saçlarını omzuna salmış, yüzünde daima bir tebessüm vardı. Ancak bu tebessümün ardında ciddi bir derinlik olduğunu ilk andan fark etmiştim. "Felsefe, insanın kendisini sorgulamasıdır," diyerek derse başladı. "Etik ise bu sorgulama sırasında doğru ve yanlışı nasıl ayırt edebileceğiniz üzerine düşünmektir. Bu derste ahlak ve etik kuramlarını inceleyeceğiz. Ama unutmayın, sizin ahlak anlayışınız bir başkasınınkinden çok farklı olabilir. Bu yüzden tartışmalarımızda açık fikirli olmalısınız." Profesör Henry, bizden bir düşünce deneyi yapmamızı istedi. "Haydi," dedi, "bir an için dünyada hiçbir kuralın olmadığını hayal edin. İnsanlar neyi doğru, neyi yanlış kabul ederdi? Kendi ahlakınızı nasıl kurardınız?" Bu soru üzerine sınıfta kısa bir süre sessizlik oldu. Herkes derin düşüncelere dalmıştı. Benim aklıma ilk gelen, insanların çıkarları doğrultusunda hareket edecekleri oldu. Cevabımı dile getirdiğimde Profesör Henry, "İlginç bir bakış açısı, ama çıkarlar her zaman ahlakın temelini oluşturmaz. Düşüncenizi geliştirin ve diğer arkadaşlarınızın bakış açılarını dinleyin," dedi. Ders bitiminde, beynim fazlasıyla meşguldü. Etik ve ahlak üzerine düşünmek, her şeyin doğru ya da yanlış olmadığını anlamak için uzun bir yolculuk gerektiriyordu. Öğle arası için kısa bir mola verdik. Kantine gidip hızlı bir şekilde atıştırdıktan sonra, son dersim olan Fiziki Coğrafya için dersliğe yöneldim. Profesör Dane, kısa saçlı, güçlü yapılı bir adamdı. Sınıfa girer girmez, "Bu ders kolay olmayacak," diyerek herkesi uyardı. "Fiziki Coğrafya," dedi, tahtaya büyük harflerle yazarak, "dünyanın fiziki yapısını anlamamızı sağlar. Dağlar, nehirler, okyanuslar… Bunlar sadece gezegenimizin yüzeyi değil, aynı zamanda onun ruhudur. Her biri bizi etkiler, şekillendirir. Bu dönemde yeryüzü şekillerini, iklimleri ve doğal süreçleri inceleyeceğiz." Ders ilerledikçe, dünyanın jeolojik süreçleri hakkında detaylara girdik. "Depremler, volkanlar, iklim değişiklikleri… Bunlar sadece fiziksel olaylar değil, aynı zamanda insanlık tarihini değiştiren güçlerdir," dedi Profesör Dane. "Bu dersin sonunda, sadece dünya hakkında değil, üzerinde yaşayan biz insanlar hakkında da çok şey öğreneceksiniz." Dersin sonunda hepimizden, farklı bölgelerdeki yeryüzü şekillerini incelememizi ve bu şekillerin nasıl oluştuğunu araştırmamızı istedi. Ders bitiminde sınıftan çıktığımızda, beynim yine dolmuştu. Tüm gün boyunca öğrendiklerimi sindirmem zaman alacaktı. Çarşamba sabahına yorgun ama huzurlu bir şekilde uyandım. Günler hızla akıp giderken, her sabah kendimi biraz daha alışmış hissediyordum. Salı günü dolu dolu geçtiği için zihnimde hâlâ derslerin yankıları vardı. Bir yandan mantık ve etik üzerine düşünürken, diğer yandan dünyanın jeolojik süreçlerini ve insanlık üzerindeki etkilerini sindirmeye çalışıyordum. Çarşamba günkü derslerimin daha hafif geçeceğini umarak güne başladım. Çarşamba günüm, bir önceki günün yorgunluğunu atmakla geçmişti. Sabah erkenden kalkıp biraz yürüyüş yaptım. Kampüsün etrafındaki ağaçlar, yavaşça dökülen yapraklar ve hafif rüzgarın sesleri arasında kendimi doğanın bir parçası gibi hissettim. Koşunun ardından duş alıp hazırlandım, sonra derslere gitmeden önce kütüphaneye uğradım. Araştırmam gereken birkaç konu vardı; özellikle fiziki coğrafya üzerine okuma yapmam gerekiyordu. Kitaplar arasında kaybolmak her zaman hoşuma gitmiştir, ama bu defa kafamda sadece dersler yoktu. Nova, Eva, Archer, Raven… Her birinin kafamı kurcalayan küçük detayları vardı. Nova’yla olan gerginlik hâlâ üstümdeydi ve aramızdaki soğukluk her geçen gün daha da belirgin hale geliyordu. Perşembe sabahı, uyanır uyanmaz günün getireceği zorlukların farkındaydım. Bugün, bir süre önce adını duyduğum ve fazlasıyla merak ettiğim iki önemli ders vardı: Gelişmiş Proje Yönetimi ve Bilimsel Araştırma Yöntemleri ve Problem Çözme. Hızlıca kahvaltımı yapıp yurt odasından çıktım. Kafamın içi doluydu ama adımlarım netti. Kampüsün taş yollarında yürürken etrafıma baktım; kar hâlâ ince bir örtü gibi yerde duruyordu. Hava soğuktu, ama bu beni rahatsız etmiyordu. İlk dersim olan Gelişmiş Proje Yönetimi için sınıfa girdiğimde, hocaların dersin ne kadar yoğun geçeceği hakkında uyarılarda bulunduğunu anımsadım. Öğretmenimiz Profesör Alya, enerjik, dinamik ve oldukça karizmatik bir kadındı. Uzun boylu, düzgün hatlara sahipti ve sınıfa her girdiğinde dikkatleri üzerine çekmeyi başarıyordu. Odaya adım attığında tüm öğrencilere kısa bir bakış attı ve ardından bilgisayarını açıp projeksiyona bağladı. “Proje yönetimi, sadece bir planlama işi değildir,” diyerek başladı. “Bir fikrin hayata geçirilmesi, bir problemin çözümü, bir krizin üstesinden gelmek… Bunların hepsi proje yönetiminin içinde yer alır. Ama bu ders, işin temelinden daha ötesine geçecek. Biz burada strateji konuşacağız. Kriz yönetimini, takım liderliğini, risk analizini ve en önemlisi zaman yönetimini öğreneceğiz.” Tahtaya büyük harflerle “Risk Yönetimi” yazdı. Sınıftaki herkes sessizce not alıyordu. Profesör Alya, projelerde karşılaşılan belirsizliklerin nasıl yönetileceğini ve olası kriz anlarında nasıl stratejiler geliştirileceğini anlatıyordu. Her kelimesi bir ders gibiydi, sanki yılların birikimiyle konuşuyordu. “Bir proje yöneticisinin en büyük düşmanı belirsizliktir,” dedi, gözlerini sınıfta dolaştırarak. “Bu yüzden, projelerinizdeki belirsizlikleri en aza indirgeyecek önlemler almalısınız. B planınız, C planınız her zaman olmalı. Aksi takdirde, işlerin kötüye gitmesi an meselesidir.” Bir proje örneği verip sınıfı gruplara böldü. Her grup, verilen krizi çözmek için stratejiler geliştirecekti. Benim grubumda Eva da vardı, ama aramızda fazla konuşmadan çalışmaya başladık. Proje yönetimi dersinde sürekli takım çalışması yapılıyor olması bir yandan zorlayıcı, bir yandan da geliştiriciydi. Dersin sonunda, hepimiz daha planlı düşünmenin yollarını öğrenmiştik. Ders çıkışı hızlı bir öğle yemeği molası verdik. Eva ile yemekhanede bir masada oturup laflamış ve hafta kritiği yapmıştık. Öğleden sonraki ders ise Bilimsel Araştırma Yöntemleri ve Problem Çözme idi. Bu derse her zaman ayrı bir ilgi duymuşumdur. Çünkü sorun çözme yeteneklerimi geliştirmek, savcılık kariyerimde büyük bir avantaj olacaktı. Profesör Hovard, bu dersin hocasıydı. Onun tarzı, diğer hocalardan çok farklıydı. Orta yaşlı, gözlük takan ve her zaman sakin bir tavrı olan bir adamdı. Ders boyunca sanki hiç acele etmiyormuş gibi konuşurdu ama söylediği her şey mühimdi. Dersin başında tahtaya birkaç karmaşık matematiksel denklem yazdı. “Bilimsel araştırma, sorun çözmekle başlar,” dedi, tahtanın önüne geçerek. “Elinizde bir problem varsa, onu çözmek için belirli bir yöntem kullanmanız gerekir. İşte bilimsel araştırmanın özü budur. Soru sormak ve bu soruya yanıt aramak. Ancak bu yanıtı ararken doğru yöntemleri kullanmazsanız, sonuçlar da yanlış olacaktır.” Ders boyunca araştırma yöntemlerinin temellerini işledik. Hipotez nasıl kurulur, veri nasıl toplanır, nasıl analiz edilir? Bu soruların cevabını adım adım öğrendik. Her şey fazlasıyla sistematikti. Bilimsel araştırmanın katı kuralları ve disiplinli yapısı, bir yandan güven verici, bir yandan da yorucuydu. Ama dersin sonlarına doğru, problem çözme yeteneklerimizi geliştirmek için birkaç küçük görev verdiler. Bu görevlerde sorunları analiz etme, doğru soruları sorma ve çözüme ulaşma yollarını deneyecektik. Profesör Hovard’ın söylediği bir şey aklıma kazındı: “Bilimsel araştırma, asla tek başına yapılan bir şey değildir. Ekibinizle birlikte çalışmayı, onların fikirlerini dinlemeyi öğrenmelisiniz. Sorun çözme sürecinde yalnız olmak, sizi hata yapmaya zorlar.” Ders bitiminde herkes derin bir nefes aldı. Belli ki hepimizin beyni dolmuştu. Dışarı çıktığımızda hava kararmaya başlamıştı ve kar, ince bir şekilde çisiliyordu. Bahçede biraz oturmak istedim, bu anları kaçırmak istemiyordum. Karın sessizliği ve soğuk havanın tazeleyici etkisi beni hep huzura kavuşturmuştur. Eva da yanıma oturdu ve bir süre sessizce kar tanelerini izledik. "Bu havalara pek alışkın değilim," dedi Eva, aniden sessizliği bozarak. "Kışı pek sevmem, ama abim bayılır. Şubat doğumlu, tam kışın ortasında." Onunla konuşurken, bir yandan Archer ve Raven’i düşündüm. Nova ile aramdaki soğukluk da aklımın bir köşesindeydi. Bu karmaşık duygular içinde kaybolmuş gibiydim, ama en azından o an, karın yumuşak dokunuşu ve sessizlik bana iyi geliyordu. Ve Cuma günümüz ise bol bol atölye kokuyordu, atölye günü! İkinci dönem her zaman seçmeli olarak atölye dersleri seçilirmiş ve bir gün her öğrenci için atölye günü olurmuş. Bu dönem Cuma günü ise her bir öğrencinin atölye güncesi vardı. Ben ise atölyelerden önce Yaratıcı Ressamlık ve sonra da Sanat Psikolojisi atölyesine girecektim. … Cuma sabahı, havada taze bir başlangıcın enerjisi vardı. Kampüs, diğer günlere göre daha sessizdi ama bir o kadar da doluydu. Herkesin atölye derslerine gireceği belliydi. Cuma günleri, diğer günlerden farklıydı; daha yaratıcı, daha özgür ve daha bireysel. Sabahın ilk ışıklarıyla yataktan kalktığımda aklımda sadece atölyeler vardı. Bugün uzun zamandır beklediğim Yaratıcı Ressamlık ve Sanat Psikolojisi atölyelerine girecektim. Duyduğuma göre bu dersler, öğrencilerin hayal gücünü zorlayacak ve sınırlarını keşfetmelerini sağlayacakmış. Heyecanım tavan yapmıştı. Yurdun yemekhanesinde kahvaltımı yaparken, atölye derslerine dair beklentilerim aklımın bir köşesindeydi. Nova’yı etrafta görmedim, yine erkenden gitmiş olmalıydı. Açıkçası onunla aramızdaki o garip soğukluk hala devam ediyordu, ama bu sabah her şeyden çok, derslere odaklanmak istiyordum. Yaratıcı Ressamlık Atölyesi, sanatla iç içe olmayı seven herkes için idealdi. Resim yapmayı her zaman sevmişimdir ama hiçbir zaman profesyonel bir ressam olma niyetim olmadı. Yine de bu atölye, kendimi ifade etmenin yeni yollarını öğrenmem için büyük bir fırsattı. Sınıfa adım attığımda içimi bir huzur kapladı. Oda, büyük pencereleriyle gün ışığını içeri alıyordu. Duvarda ise çeşitli ressamların eserleri asılıydı. Fırçalar, boyalar, tuvalleri ile tam anlamıyla bir sanat stüdyosu gibi görünüyordu. Dersin hocası Ms. Olivia Homary, uzun boylu, sarışın ve göz alıcı bir kadındı. Sanat dünyasının tüm zarafetini taşıyan bir havası vardı. Elleriyle sınıfın ortasında durdu, gözlerinde hepimizdeki heyecanı görebiliyordum. “Bugün burada olmak demek, sadece bir tablo yaratmak değil. Kendinizi keşfetmek için buradasınız,” dedi gülümseyerek. “Ressamlık, duyguların fırça darbeleriyle kağıda dökülmesidir. Bugün herkesin içindeki sanatçıyı ortaya çıkaracağız. Ama bunu yaparken tekniklerden ziyade hislerinizi kullanacağız. Bazen en yaratıcı işler, en plansız olanlardır.” Bu sözler beni derin bir düşünceye itti. Sanatla ilgili bir plan yapmadan doğrudan tuvale dökmek… Bu, benim için yeni bir deneyim olacaktı. Ms. Homary birkaç öğrenciyi sırayla tahtaya çağırdı ve ellerine büyük fırçalar verdi. İlk görevimiz, fırçaları rastgele hareket ettirerek bir desen oluşturmaktı. Hiçbir şey düşünmeden, sadece duygularımızla hareket edecektik. Sıram geldiğinde, büyük bir tuvalin önüne geçtim. Ellerimde fırça, kalbimde bir heyecan vardı. Hiçbir şey düşünmeden fırçayı tuvale vurdum. İlk başta biraz zorlandım ama sonrasında kendimi akışa bıraktım. Fırçanın tuval üzerindeki hareketiyle hislerim özgürleşti, sanki içimde biriken tüm karmaşayı dışa vuruyordum. Her fırça darbesi bir duyguyu temsil ediyordu; bazısı öfke, bazısı huzur… Ms. Homary’in gözlerinin üzerimde olduğunu hissediyordum ama bu beni rahatsız etmiyordu. Aksine, kendimi onun rehberliğinde daha özgür hissettim. Atölye boyunca herkesin kendine özgü tarzı ortaya çıktı. Kimileri minimalist çalışırken, bazıları karmaşık ve yoğun desenlerle dolu resimler yaptı. “Sanat, bir yarışma değildir,” diye belirtti Ms. Homary. “Herkesin yolu farklıdır ve her yolculuk değerlidir.” İlk atölye dersi bittiğinde, içimde bir rahatlama hissettim. Kendimi ifade etmenin bu kadar özgür ve rahatlatıcı bir yolunu keşfetmek, beni heyecanlandırmıştı. Ama günün ikinci dersi olan Sanat Psikolojisi Atölyesi de en az ilki kadar dikkatimi çekiyordu. Sanat Psikolojisi dersi, sanatın psikolojik yönlerini ve insanlar üzerindeki etkilerini keşfetmeyi amaçlıyordu. Bu dersi daha önce okumuş birkaç öğrenciden duymuştum; herkes dersin derinliği ve etkileyiciliği hakkında konuşuyordu. Hoca, Dr. Marcus Ellison, ünlü bir sanat psikoloğuydu. Kıvırcık saçları, sürekli giydiği uzun paltosu ve hafif Fransız aksanıyla dikkat çekiyordu. Onun derslerinde, sanatı sadece estetik bir nesne olarak değil, insan psikolojisinin derinliklerine inen bir araç olarak inceleyecektik. “Sanat, insanların bilinçaltında neler olduğunu ortaya çıkaran en güçlü araçlardan biridir,” dedi Dr. Ellison, sınıfa ilk girişinde. “Her birinizin yaptığı çizim, fırça darbesi, renk seçimi bile bilinçaltınızda yatan duygulara birer pencere açar. Bugünkü dersimizde, sanatın bu yönünü inceleyeceğiz. Renklerin, şekillerin, kompozisyonun insan zihni üzerindeki etkilerini anlamaya çalışacağız.” Derin bir nefes alıp sınıftaki herkese baktı. “Peki, sizce neden bazı insanlar karanlık renklerle, bazıları ise parlak renklerle çalışmayı tercih eder? Bu tercihler, aslında duygusal dünyamızın bir yansıması değil midir?” Sınıfta birkaç öğrenci cevap vermek için ellerini kaldırdı. Dr. Ellison, her birine söz hakkı vererek fikirlerini aldı. Ardından birkaç örnek tablo gösterdi. Her bir tabloda kullanılan renklerin ve kompozisyonların insanların psikolojisi üzerindeki etkilerini anlattı. Daha sonra bizi, kendi iç dünyamızı keşfetmeye teşvik etti. “Şimdi, kendinizi en huzurlu hissettiğiniz bir anı düşünün,” dedi. “O anı bir kağıda dökün. Renklerle, şekillerle, belki de sadece çizgilerle… Ama kağıda döktüğünüz şeyin, sizin için ne anlama geldiğini anlamaya çalışın.” Bu egzersiz, derin bir içsel yolculuğa çıkmamı sağladı. Hangi renkleri seçtiğime, çizgilerimi nasıl kullandığıma dikkat ettim. Kağıda döktüğüm şey, aslında sadece bir resim değil, o anki ruh halimin, düşüncelerimin ve hislerimin bir yansımasıydı. Bu süreç, hem zorlayıcı hem de aydınlatıcıydı. Dersin sonunda Dr. Ellison, her birimizin çalışmasını inceleyip yorum yaptı. Renklerin ve çizgilerin, nasıl bilinçaltındaki duygu ve düşünceleri ortaya çıkardığını anlattı. Sınıfta büyük bir sessizlik vardı, herkes kendi içsel yolculuğunu derinlemesine düşünüyordu. Dr. Ellison’ın sözleri kulağımda yankılandı: “Sanat, sadece bir ifade biçimi değil. Sanat, insan zihninin en derin köşelerine inen bir keşif aracıdır.” Gün sonunda, atölye dersleri beni fazlasıyla düşündürmüş ve yaratıcı bir şekilde tatmin etmişti. Kampüs bahçesinde yavaşça yürürken, günün tüm ağırlığını hissettim ama aynı zamanda bir tür hafifleme de vardı. Karın hafif çiselediği, serin bir kış akşamında, kafamın içinde sanatı ve psikolojiyi düşünerek yoluma devam ettim. Okulumun ilk haftası işte böyle geçerken yarın ise güzel bir göl kenarı aktivitesi bizi beklemekteydi, piknik ve buz pateni! Hem de başka bir yerlerde yine gizli partiler olurken! … Cumartesi sabahı, göle gitmek için hazırlandık. Hava buz gibi soğuktu, ama gölün üzerindeki buzun kalın ve sağlam olduğu söylenmişti. Üst üste giydiğim kazaklar ve atkı beni soğuktan koruyordu, ama içimdeki heyecan, soğuktan daha fazla içimi ısıtıyordu. Buz pateni yapmayalı epey zaman olmuştu, ama becerilerimin körelmediğini umuyordum. Kayak yapmayı da az çok bilirdim, ama burada daha çok patenle ilgileniyordum. Archer, Eva, Ethan ve ben hep birlikte kasabaya indik. Kasaba merkezinde küçük bir dükkan vardı; paten ve kayak kiralayan bir yer. İçeri girdiğimizde dükkanın içi sıcaktı ve dükkan sahibi bize gülümseyerek yaklaşmıştı. "Ne alırdınız?" diye sordu, gözleriyle bizi süzerken. "Buz pateni," dedim ve diğerlerine dönerek onaylarını aldım. Herkes aynı fikirdeydi. Buz pateni yapmak daha eğlenceli görünüyordu. Hepimiz patenlerimizi seçtik ve ayağımıza uygun olanları aldık. Patenlerimizi giyip dışarı çıktığımızda kasabanın sokakları sessizdi. Hızlı adımlarla göle doğru yürümeye başladık. Gölün kenarına vardığımızda, buzun üzerindeki parlak güneş ışığı gözlerimi kamaştırdı. Buz kalın ve sağlam görünüyordu, neredeyse cam gibi pürüzsüzdü. Hafif bir rüzgar esiyordu, ama fazla üşütmüyordu. Gölün çevresindeki ağaçlar, çıplak dallarıyla kışın soğuk havasını hatırlatıyordu. Eva ve Ethan patenlerini giymek için hemen yere oturdular. Archer ise buzun kenarında durdu, elleri ceplerindeydi ve gözleri buzun yüzeyine sabitlenmişti. Yüzünde yine o ciddi, gergin ifade vardı. Onun paten yapma konusunda pek hevesli olmadığını fark ettim, ama yine de bizimle gelmişti. "Piknik malzemelerini şuraya bırakabiliriz," dedi Ethan, arkamızdaki banklara işaret ederek. "Biraz kaydıktan sonra yemek yeriz." "İyi fikir," dedim, patenlerimi giyerken. "Ama önce şu buzun üstünde ne kadar iyiyiz görelim." Herkes patenlerini giydiğinde, Ethan ilk adımı attı ve buzun üzerine çıktı. Oldukça dengeli ve kendine güvenen bir şekilde kaymaya başladı. Eva da hemen peşinden gitti, ikisi birlikte buzun üzerinde dönerken kahkahalar atıyorlardı. Archer, hâlâ kenarda duruyordu. Ben patenlerimin bağlarını sıkarken ona yaklaştım. "Sen neden bu kadar gerginsin?" diye sordum, bakışlarımı buzdan çekmeden. "Buz pateni konusunda iyi olduğunu duymuştum aslında Eva’dan?" Gülümsemesini zorlayarak çıkardı. "Eva mı?..’’ Sustu bir süre. Ardından ekledi. ‘’Doğrudur, severim.’’ "Madem öyle sorun ne? Burada senin kadar ciddi birine ihtiyaç yok. Rahatla." Bir süre bana baktı, sanki söylediklerimi gerçekten anlamaya çalışıyormuş gibi. Sonra derin bir nefes alıp patenlerini giydi. Buzun kenarına geldiğinde, dikkatlice adım attı. İlk adımında sendelemeden dosdoğru çıktı buza. Peşinden ben de yavaşça adımladım. "Evet," dedim gülerek. "İşte bu kadar basit." O sırada Ethan ve Eva yanımıza geldi. Ethan bir yandan kayarken diğer yandan Archer’a dönerek, "Eğlenceyi kaçırıyorsun dostum," dedi. "Buz pateni yaparken biraz daha neşeli olmalısın." Archer ona sert bir bakış attı ama bir şey söylemedi. Ethan her zamanki gibi rahat tavırlarıyla Archer’ın üstüne gitmeyi seviyordu, ama bu durum beni biraz rahatsız etmeye başlamıştı. Eva ise aralarındaki bu tuhaf gerginliği görmezden gelmeye çalışıyordu. Bir süre daha kaydıktan sonra, hepimiz banklara oturup getirdiğimiz atıştırmalıkları çıkardık. Termostaki sıcak çikolata, soğuk havada içimizi ısıttı. Ethan ve Eva, karşılıklı şakalaşıp gülüyorlardı. Onların bu rahat halleri bana biraz olsun huzur verdi ama Archer’ın hâlâ gergin olduğunu fark ettim. Sessizce oturuyordu, elindeki sıcak çikolatayı içerken yüzünde düşünceli bir ifade vardı. "Archer," dedim sessizce, yanına oturup ona döndüm. "Bir sorun mu var? Neden bu kadar gerginsin?" Archer bir süre sustu, sonra derin bir nefes aldı. "Ethan… O her zaman böyleydi." "Ne demek istiyorsun?" dedim, kaşlarımı çatarak. ‘’Neden bu kadar büyük bir mesele yapıyorsun?" Archer bana doğru eğilip alçak bir sesle konuştu. "Onu kardeşim gibi severdim ama... Onunla ilgili bir şeyler var, Luna. Kaç kere uyardım onu, ‘kardeşimle uğraşma’ dedim, ama dinlemiyor. Belki de onunla adam akıllı konuşup, üstüne yürümem lazım. Anlayacağı dilden konuşmak gerek." Sözleri beni şaşırttı. Archer’ın bu kadar sert bir şekilde konuştuğunu nadiren görürdüm. Ethan ve onun arasında bir şeyler olmuştu, bu çok belliydi. "Archer, bu kadar ciddi bir şey varsa neden Eva’ya açıklamıyorsun?" "Çünkü…" dedi, gözlerini kaçırarak. "Çünkü... Mutlu görünüyor ve Eva’ya mevzuyu açsam ilk saniyesinde reddederek çok korumacısın ayrıca senin arkadaşın diyerek karşı çıkacak." Bir süre sessiz kaldık. İçimde Archer’ın ne demek istediğini anlamaya çalışıyordum. Ethan’ın gerçekten bir şeyler sakladığını mı düşünüyordu, yoksa bu sadece gereksiz bir kıskançlık mıydı? Eva ve Archer İkisi de bana yakın insanlardı ve bu durum beni ikisinin arasında bırakıyordu. "Archer, ne olursa olsun bunu çözüme kavuşturmak lazım," dedim sonunda. "Eğer ciddi bir sorun varsa anlattığında Eva anlayış gösterir ve kendini geri çeker zaten.’’ Archer başını salladı. "Biliyorum," dedi. "Ama bazen insanlar sınırlarını bilmezler. Bunu ona hatırlatmam gerekiyor." Archer’ın bu kararlı tavrı beni biraz daha huzursuz etti, ama onu daha fazla zorlamak istemedim. Onunla daha sonra tekrar konuşmak için uygun bir zaman bulmalıydım. Ama şimdilik, buz pateni yapmaya geri dönmek istiyordum. Hep birlikte tekrar buzun üstüne çıktık. Archer, bu sefer biraz daha rahatlamış gibi görünüyordu. Eva ve Ethan’ın kahkahaları hâlâ yankılanırken, ben de kendimi biraz daha rahat hissetmeye başladım. Gölün üzerindeki buzda kaymak, bir süreliğine tüm sorunları unutmama yardımcı oluyordu. Kaymaya devam ederken buzun üstünde zamanın nasıl geçtiğinin bile farkına varamamıştık. Öğleden sonra geçmiş hava ikindiye çalınmıştı. Rahat rahat buzun üstünde kayarken bir şeyler oldu. Tam o an, bir anlık dalgınlıkla buzun üstünde dengesiz bir hareket yaptım. Ayaklarım altımdan kaydı ve ne olduğunu anlamadan kendimi yere doğru düşerken buldum. Kollarımı savurmaya çalıştım ama hiçbir şey beni kurtaramadı. Sert bir şekilde buzun üzerine düştüm ve canım aniden yandı. "Ah!" diye bir çığlık attım, kalçamın üzerine sertçe düşerken dirseklerimin buza çarptığını hissettim, elim de buza sürtmüştü. Sanki bir şey kırılmış gibi bir acı yayıldı kollarımdan. Archer, Eva ve Ethan’ın kahkahaları birden kesildi. Hemen yanıma koştular. Archer her zamanki gibi herkesten önce yanımdaydı. Diz çöküp bana baktı, gözlerinde endişe vardı. “Luna, iyi misin?” Elimi tutarak acıyla başımı salladım. “Sanırım parmağımı çarptım… Çok canım yanıyor.” Eva hemen yanıma çömeldi, gözleri genişlemişti. “Aman Tanrım, gerçekten kötü mü? Hareket ettirebiliyor musun?” Elimi oynatmayı denedim, ama parmağım hareket ettikçe daha da fazla acı veriyordu. Gözlerim acıyla sulandı ve kafamı tekrar salladım. "Pek değil." Archer elini omzuma koyarak beni ayağa kaldırmaya çalıştı. “Buzdan kalkmalısın, gel buraya,” dedi kararlı bir sesle. "Düşerken kötü vurmuşsun, ama daha fazla soğukta kalma." Ayağa kalkmama yardım ettiğinde, acı hafifçe dinmiş gibiydi, ama serçe parmağım hâlâ zonkluyordu. Archer’ın kolunu tuttum, dengemi sağladım ve derin bir nefes aldım. "Off dikkatsiz davrandım," dedim utanarak. Herkesin ne kadar eğlendiğini görmek beni mahcup etmişti. "Saçmalama," dedi Archer. "Düşmek bu işin bir parçası. Önemli olan senin iyi olman." Ama gözlerindeki gerginlik hâlâ gitmemişti. Archer’ın bana böyle bakması her zaman bir şeylerin yolunda gitmediğini hissettirirdi. Ethan ise bu durumu hafifletmeye çalışıyordu. "Luna, neyse ki sadece parmağın… Daha kötü olabilirdi. Bunu da başarı sayalım." Gülerek omuz silkti, ama Archer ona yine o sert bakışlarından birini attı. Aralarında geçen bu sessiz gerginlik o kadar belirgindi ki, buz gibi havada bile atmosfer daha da soğuklaşmış gibiydi. Eva, Ethan’ın omzuna vurup gülümsemeye çalıştı. “Tamam, Luna’yı daha fazla güldürmeye çalışma. Gelin, biraz dinlenelim. Piknik yaparken belki de acısı biraz hafifler.” Yavaşça banklara doğru ilerledik. Archer bana yaklaştı, alçak bir sesle sordu, "Gerçekten iyi misin?" “Evet, sanırım.” dedim hafifçe gülümseyerek. “Ama yine de buza tekrar çıkmamı bekleme. Yeterince heyecan yaşadım bugün.” Archer, küçük bir tebessümle başını salladı. "Tamam, seni zorlamayacağım. Ama dikkatli olsan iyi olur. Buzun üstünde kaymak hiç de basit bir şey değil." O akşam göl kenarından ayrıldığımızda, içimde karmaşık duygular vardı. Archer’ın korumacı tavırları ile Ethan’ın rahat tavırları arasında kalmıştım. Buz gibi soğuk göl üzerinde kayarken yaşadığım düşüş gibi, bu durumun da bir çözümü olmalıydı. Ama bunu nasıl çözeceğimi hâlâ bilmiyordum. Göl kenarındaki pikniğimizden sonra akşam karanlığı yavaş yavaş çökerken, hepimiz toparlanıp geri dönmeye hazırlanıyorduk. Archer, hala buz pateni sahasında Ethan'la aramızdaki gerginliği üzerinden atamamış gibiydi, ama ben ona olan güvenimle biraz daha rahatlamıştım. Yol boyu sessizce yan yana yürüdük, soğuk hava nefeslerimizi buğulandırıyordu. Archer’ın sessizliği sonunda bozulmaya ihtiyaç duyuyordu, o yüzden sordum: "Bu hafta sonu bir parti olacaktı, değil mi? Herkes oraya gitmeyi planlıyordu." Archer derin bir nefes aldı ve ellerini ceplerine sokarak bana döndü. Yüzünde hafif bir gülümseme belirdi, ama o gülümsemenin ardında bir şeyler gizliydi. "Evet, vardı," dedi sakin bir sesle. "Yurdun arka tarafındaki ormandaydı. Eski bir saat evinin kalıntılarında." Bir an duraksadım, saat evi kalıntısı mı? O bölgeyi biliyordum, ama hiç dikkatimi çekmemişti. "Gerçekten mi? O bina hakkında pek bir şey duymamıştım," dedim, şaşkınlıkla. "Eski bir saat evi, yani?" Archer başını sallayarak açıklamaya devam etti. "Evet. Karemsi bir yapı. Kapısının üstünde hâlâ eski bir saat asılı ama çalışmıyor. Saat kulesi değil, daha küçük ve sıradan bir yer. Yıllardır orada duruyor ve pek kullanılmıyor." İlgimi çekmişti. Eski binalara karşı bir ilgim vardı, özellikle tarih kokan yerlere. "Peki ya parti? Ne oldu?" Archer omuz silkti. "Gitmedik. Sıkıcı olurdu. Hem…" Bir an duraksadı, sonra bana döndü, gözlerinde hafif bir ışıltıyla, "Kardeşim ve senle eğlenmek, yüzünüzü güldürmek daha eğlenceliydi." Sözlerinin beni nasıl etkilediğini saklayamadım. Archer’ın, her zamanki gibi koruyucu ve aynı zamanda duygusal olan bu sözleri, içimde bir sıcaklık hissettirdi. Gözlerim ona takıldı ve hafifçe gülümsedim. "Ciddi misin? Benimle daha çok mu eğlendin?" Başını yavaşça salladı. "Tabii ki. O partilere katılmak sadece vakit kaybı olurdu. Orada olup boş boş etrafa bakmaktansa burada seninle bu anı paylaşmak çok daha anlamlıydı." Bir an için durduk, yürümeyi bırakıp birbirimize baktık. Archer’ın gözlerinde her zamanki o derinlik vardı. Onun bu tavırlarını hep anlamaya çalışmıştım. Gerçekten ne hissettiğini çözmek, onun her zaman başardığı bir şey değildi. Ama bu sefer, söyledikleri netti. İçtenlikle konuşuyordu. "Teşekkür ederim," dedim sessizce. "Benimle vakit geçirmeyi tercih ettiğin için. Bazen anlamıyorum… Senin gibi birinin neden benimle bu kadar ilgilendiğini." Archer gülümseyip başını olumsuzca salladı, ‘’Ne bu kendini değersiz görme çabası Ay’ın ta kendisi iken.’’ bu sefer gözlerinde daha yumuşak bir ifade vardı. Şaşkınlıkla yüzüne bakmaya başlamış iken Archer bir kere daha konuştu sakin bir ses konuyla gözlerimin en içine bakarken. "Luna, her şey bu kadar karmaşık olmak zorunda değil. Sadece seninle olmak… bu yeterli. İhtiyacın olduğunda yanında olmak istiyorum. Bu kadar basit." Bu sözler içimdeki düğümleri biraz çözdü. Archer her zaman böyleydi, karmaşık duygularla boğuşurdu, ama içindeki gerçek niyetleri anlamak, ona yaklaşmak zordu. Ama şimdi, ona karşı biraz daha net hissediyordum. İlişkimiz belki de düşündüğümden daha derindi. Yavaşça tekrar yürümeye başladık. Gözlerimi yere diktim. Sonunda yurda vardığımızda, Archer’a teşekkür ettim. Onunla bu kısa yürüyüş ve sohbet, içimdeki birçok soruyu aydınlatmıştı. Onun desteği ve varlığı, hayatımda değerini yeni yeni anladığım bir şeydi. Partilere gitmek, eğlenmek ya da başka şeyler… bunlar anlık mutluluklar verebilirdi. Ama Archer’ın dediği gibi, gerçek eğlence ve mutluluk, sevdiğin insanlarla vakit geçirirken geliyordu. Archer beni kapıya kadar uğurladı ve ardından vedalaşıp erkek yurdundaki odasına yöneldi. Eva ve Ethan ise… Onlar bizden ayrılmıştı. … |
0% |