Yeni Üyelik
17.
Bölüm

15. WİNCHESTERLER

@selinayeda_x

 

 

 

WİNCHESTERLER

Hafta sonunun geçişiyle hafta içi bir kez daha gelmiş ve bir kez daha bir okul haftası başlamıştı. Emery’siz ikinci okul haftasıydı. Aynı şekilde ölen abisinin üzerinden de tam bir hafta geçmişti. Bizim buralarda yas aynen bir hafta sürerdi. En fazla iki. Tabii iş için söylüyorum bunu. Normalde ise bir ay boyunca eğlenceli şeyler olmazdı. Ama ne vardır ki bir ömür sürerdi en yakınının acısı ile hasreti. Ailemi özlemekteydim hala. Çünkü gitmemelerinin ardından geçen süre sadece daha iki yıldı, çok kısacık bir süreydi.

Okulun ilk günü öğleden önce bir saat ders vardı ve aynen öğleden sonra da bir saatti. Sabah on buçuktan tam tamına ikiye kadar.

Salı ise öğleden sonra sadece bir dersim vardı. Gir ve ardındansa çık. Wilhelm ile yüzleştiğim gündü salı günü. Önümüzdeki günlerde ise en rahat edeceğim gün olacak gibi gözüküyordu.

Aksine çarşamba günü ise yoğun günlerdendi. Sabah dokuzdan dört buçuğa kadar dersler vardı. Ertesi gün ise derslerin olduğu son hafta günüydü.

Gardırobumdan bugün giyeceklerimi çıkarıp hızlıca okul yolunu tutmuştum. Üstümde siyah deri ceket ve çizgili bluz altımda ise beyaz bir pantolon vardı.

Okula vardığımda derse on beş dakika vardı. Ders on buçukta başladığından bugün kahvaltım rahatça etmiş ve rahatça hazırlanıp okulun yolunu tutabilmiştim.

Fakültenin içine girdikten hemen sonra kendimi dersliğe atmıştım. Dersliğe geçip cam tarafı bir köşeye oturduktan sonra çantamdan bir defter bir de kalemlik çıkardıktan sonra telefonumu açtım. Camdan tarafın dışarısını çektikten sonra Emery’e onu göndererek Emery’e mesaj atmıştım.

Artık konuşma vaktinin geldiğini düşünüyordum.

‘’Nasıl gidiyor, nasılsın? Sensiz çok sıkıcı.’’ Cevap tabii ki de hızlı bir şekilde gelmemişti. Eminim ki sabaha kadar uyuyamayıp güneşin doğuşuna karşın uykuya dalıyor ve ardındansa öğleden sonra uyanıp ayaklanıyordu. Öyle olduğunu düşünürdüm genelde öyle yapardı.

Bende cevap gelmeyince telefonumu bırakarak etrafıma bakmıştım. O an kapıdan içeriye Thomas girmişti. Bakışlarımız anında birbirini bulduğunda ona gülümsedim.

Bakışları ilk başta bir duvar kadar sert iken sonrasında yumuşamıştı. Yanıma gelerek gülümsedi.

‘’Selam.’’ Ve hızlıca yanıma oturmuştu.

‘’Selam.’’ Diyerek ona karşılık verdim. O ise hızlıca bana dönmüştü.

‘’Bizimkiler çarşamba gününe bir plan yaptılar. Bir mekân varmış Bowling falan oynamalık fastfood dükkânı bulunan.’’ Ah evet!

‘’Max BowFood!’’ Sözlerimle kafasını sallamıştı.

‘’Aynen orası. Akşama doğru saat beş gibi. Takılalım diyorum. Brad’in sevgilisi de gelecek yalnız kalmayacaksın merak etme.’’ Brad’in sevgilisi lafını duyduğumda şaşırmadım değil.

‘’Ah siz daha yeni gelmediniz mi?’’ diye bir soru yönelttiğimde gülmüştü.

‘’Evet, uzak mesafe ilişkisiydi onlarınki şimdi de aynı şehirdeler işte.’’ Onu onaylarca başımı salladım.

‘’İyi madem.’’ Dedim. Düşünülesi bir teklifti. Düşünecektim de.

‘’Düşüneceğim.’’ Thomas bu teklifimi onaylayarak başını salladı.

On beş dakikanın geçmesinin ardından ise dersler bir kez daha başlamış ve öğle araları bir kez daha gelmişti taa ki hafta sonu gelene kadar!

Ama tabii hafta sonundan önce bizi bekleyen bir sürü gün ve bir de Bowling eğlencesi vardı.

Vardı diyorum evet, çünkü kabul etmiştim. Birazcık da okul arkadaşlarımla eğlenebilirdim herhâlde diye düşünüyorum! Hem beki… Bunlar benim unutmamı da sağlardı yaşanan kötü olayları.

Evet kesinlikle buna yarardı!

Ve ben de geri tepmek istememiş ve bu Bowling işini de kabul edivermiştim.

Şimdiyse çarşamba günüydü. Okuldan çıkasıya mekâna gitmiştik. Önce hamburgerlerimizi yemiş sonrasında da Bowling tarafına geçmiştik. Brad’in sevgilisi Lilith idi. Tatlı bir kız sayılırdı. Gerektiği yerde samimi gerektiği yerde ise bakışıyla dağları devirmesini bilen tipteydi.

Thomas bana gülümseyerek, "Hazır mısın, Adelia? Bowlingde seni yeneceğimi umuyorum," dedi.

"Göreceğiz," dedim, göz kırparak.

Buraya annemlerle ve aile dostlarıyla sürekli gelirdim. Aile dostum olan Elizabeth teyze, Mike amca ve yaşıtım oğulları Sky. Bana da zaten tam altı yıl önce Sky öğretmişti Bowling oynamasını.

Sky benim en yakın arkadaşım, çocukluk arkadaşım hatta bir aralar da takıldığım platonik aşkımdı. Hafif uzun boylu. Koyu kumral düz saçlara sahipti. Genelde benimle hep uğraşırdı bir kız kardeş gibi. Ona platonik olduğum dönemler fena üzülürdü buna. Platoniklik sadece iki yıl sürmüştü. İki yıl önce ölen ailemin uğurlama töreninde bana çok destek olmuştu. Benimle birlikte ağlamış ve hiç bırakmayacak gibi sımsıkı sarılmıştı. Önce sımsıkı sarılmış sonrasında ise yurda yerleşmek adına gitmişti.

Şimdiyse o İngiltere’ye okumaya gitmiş, bu şehirdeki izini kendi başına silerek gitmişti. Ve ben ise onun aksine şehrimde kalmıştım onun arkasında bıraktığı ailesi ile birlikte. Bir kız kardeşi vardı İris. Severdi beni ve ben de onu. Bir yıl yardım etmişlerde bana ama sonrasında onlar da beni terk etmişti aile dostluklarını düşünmeden. Çünkü artık ailem ölüp gitmişti değil mi? Kesinlikle o yüzdendi. Sky’a destek için onlar da İngiltere’ye taşınmıştı.

Ve ben ise… Kaldığım bu şehirde, Şehrimde aile geleneğimi sürdürmeye devam ediyordum.

Bu şehir ailemi severdi, bu şehir beni severdi. Burslu okuyordum. Hem okul bedavaydı hem de aylık belli bir miktar para alıyordum ki bu hiç de ucuz bir meblağ değildi. Aslında çalışmadan yaşıyordum sayılırdı. İşte bu paralarla da ev tutabilirdim. Aile evimiz nankör komşular tarafından yıkılmasına sebep olunmuş ve yıkılmıştı. Döküntüler arasında her şey tuz buz olurken anılarım da paramparça olmuştu. Ailem ile kiraya geçişimizin ardından ise üç ay geçtiğinde onlar bir kazaya gitmiş ardından ben ise tek başıma kalakalmıştım. Arsamızın yerine yeni bir ev yapılıp geri verilecekti. Sözde kalmıştı sadece. Başkan arsayı almış üstüne ev dikmişti. Ve ben ise sadece kalakalmıştım. Arsa başkasına aitti. Evin yıkılma kararı çıktığında arsa sahibi karar veriyordu. Arsanın üstüne yapılan ev sahiplerinin olacaktı. Ailemin. Tabii yaşasalardı.

Onlar ölünce benim gibi genç birisinin üstüne tabii ki de ev verilmemişti. Onun yerine ailemin mezarları güzel taşlarla süslenmişti. Başkan ise bana en lüks yurtta bakıyordu. Ben yalnız kalmamak için tercihen iki kişilik bir oda istemiştim ve o zaman en yakın, en iyi arkadaşımla tanışmıştım; Emery ile.

Babam bir avukattı. Başkanın paçalarını birçok kez kurtarmıştı. Annem ise kimyager, genetikçiydi. O ve onun evi patlatacak deneyleri!

Kötü komşularımızın arsa sahibini ikna edişi tam olarak annemin mesleğine dayanmaktaydı işte.

Böyle bir aileden benim gibi bir kız çıkmıştı işte. Biyolojici kız!

Ayrıca bakanın yardımcıları arasında, üye heyetinde yer alıyordu ailem. Başkanın karar vermesinde yardımcı ve oy kullanarak bazı şeylere karar verilen bir heyetin. Şehrin önde gelen insanlarındandı, bağışçılar. Kim bilir bana ne kadar miras kalmıştı da başkan hepsine aç gözlülüğü ile el koymuştu!?

O gizli laboratuvar, laboratuvar eşyaları, annemin araştırma raporları ve dahası. Tek bir ev ile sınırlı kalmamız normal miydi? Veya hiçbir arsa bulunmaması?

Bizim aile sadece başkana yardım adına çalışan iki kişiden mi ibaretlerdi?

Jonathan’ın kaybı bir sürü gizil duygularımı tekrardan açığa çıkarmıştı.

Ve bu gizil duygular biliyordum ki bir daha kolay kolay eskisi gibi dibe batıp yok olup kaybolmayacaktı!

Artık tekrardan aynı şeyleri hissettiğime göre yeniden başlayacaktım her şeye.

İki yıl önce onlar öldüğümde bilgisizdim. Reşit bile olmayabilirdim hatta. Şu an yirmi bir yaşıma girecektim. Reşittim de bilgiliydim de!

Temsil heyeti, seçim heyeti, üye heyeti…

Artık kendilerine her ne diyorlarsa…

Ailemin yerini almaya, şehrin önde gelen soylu kişileri arasında tekrardan yer alıp adlarını yaşatmaya hazırdım işte!

Ailemin izinden gidecektim işte, büyükbabamın ve büyükannemin izinden. Ve de onların mirasını sürdüren anne ve babamın izinden.

Ben Adelia!

Adelia Winchester!

Herhangi bir şehirli kız değilim.

Ben Adelia Winchester’im! Winchester ailesinden geriye kalan tek dal. Ve yeni Winchesterleri yaşatacak kök!

Ailemin ölüm yıl dönümünde yas töreni yapılırdı. İkinci yas törenini de yapmışlardı. Üçüncüsü için ise davet gecikmeyecekti elbet. Törene her bir ay kala bir davetiye gelirdi. Ailemin önemi şehir için büyükken bakalım kaç yıl boyunca bu yas törenleri düzenlenecekti!?

Tam iki ay kadar vardı. Yeni bir törene. Ve tam bir ay kadar vardı. Kendi ailemin yas törenine ait bir davetiye almama!

Bowling salonuna adım attığımızda, gözlerimizi parlak neon ışıklar ve rengarenk tabelalar karşıladı. İçeride çalan enerjik müzik, bizi hemen havaya soktu. Sol tarafta, kasanın önünde sıralanmış insanlar ve çocukların oyun oynadığı arcade alanı vardı. Sağ tarafta ise uzun bowling pistleri sıralanmıştı. Her pistin üzerinde asılı olan büyük ekranlar, puan durumlarını gösteriyordu. Göz alıcı renklerdeki ışıklar, salonun enerjisini artırıyordu. Ayakkabı değişim alanına doğru yürürken, salonun her köşesinden gelen kahkahalar ve tezahüratlar duyuluyordu. Ayakkabılarımızı aldıktan sonra, uygun boyutları bulmak için kısa bir süre arandık. Thomas, kendine uygun ayakkabıları bulduğunda, "İşte hazırım!" diyerek ayakkabılarını giydi.

Brad ve Lilith, yan yana oturmuş, birbirlerine şakalar yapıyordu. Lilith, pembe renkteki bowling ayakkabılarına bakarak.

‘’Buna kadar başka ayakkabı mı yok Brad!?’’ Lilith anlaşılan pembeden pek de hazzetmiyordu.

Brad sırıtarak ona karşılık verdi.

‘’Ne yapabilirim? Erkek ayakkabısı mı getirseydim. Son küçük numarayı az önceki kız almış. Bak Adelia’da da pembe var zaten.’’ Lilith Brad’in bu açıklamasına göz devirerek ayağa kalktığında ben de oturup pembe ayakkabıcıklarımı giydim. Otuz yedi numaraydı, her ne kadar ayağıma bol gelse de.

Jeremy, hemen yanımızdaki bowling toplarını incelerken, "Hangi topun daha iyi olduğunu nasıl anlarsınız?" diye sordu.

Ah bilmiyor olamazdı değil mi?

‘’Yoksa hiç oynamadın mı?’’ diye bir soru yönelttim Jeremy’e. Bir yandan ayakkabılarımın bağcıklarını bağlarken.

Jeremy de biraz tereddüt etmişti.

‘’Ne alakası var canım biliyorum tabii.’’ Sonrasında Lilith omzuna dokunup saçını savurmuştu.

‘’Orası belli canım!’’

Anlaşılan Jeremy oyunu bilmiyor ve onun aksine Lilith oyuna hakimdi.

"Genelde eline en uygun olanı seçersin," dedim, mavi bir topu elime aldım.

"Ama biraz deneme yanılma yaparak kendine en uygun olanı bulabilirsin."

İlk olarak pistimizi seçtik ve ekranlardaki isimlerimizi girdik. "Takım isimlerini belirleyelim mi?" diye önerdi Jeremy.

Gerçekten kim kim olacaktık?

Jeremy ve benim bir takım olmasını önerdim. Onun bilmediğini varsayarak. Ve bize de üçüncü bir kişi gerekmekteydi.

‘’Ben Jeremy’le olabilirim. İyi oynarım tüm çocukluğum burada geçti zaten.’’

Lilith sırıtarak elimde tuttuğum topu aldı.

‘’O halde bende sizin rakibiniz olurum, iyi oynayan bir başkası olarak!’’ Vay rekabet diyoruz. Severim!

‘’Kabul.’’ Dedim elindeki topu umursamayıp bir başkasını alarak.

Sonrasında Thomas araya girivermişti gergin olduğumuzu düşünerek.

‘’Hey pekâlâ. Ben de sevgilileri ayırmayayım ve karşı takıma geçeyim.’’ Sözlerini Lilith’e söylemişti. Ardındansa yanıma gelerek omzuma dokundu. Elimdeki topu alıp yerine koyduktan sonra da omzumdan ittirerek koltuklara yöneltmişti.

Jeremy o an lafa atladı koltukta otururken. ‘’Sarı Fırtınalar ve Siyah Güller nasııl!?’’ O an Jeremy’e kahkaha atmıştım. Ve Thomas tip tip bakmakla meşguldü ona.

‘’Benim nerem sarı lan!?’’ Thomas’ın bariz öfkesi bariz bir şekilde belli olurken sırıttım.

‘’Bakın A takımı ve B takımı gayet hoş duruyor ne dersiniz!?’’ Bu önerim en sonunda kabul olduğunda. Geriye sadece oynamak kalmıştı. Saat beş buçuk olmuşken.

‘’Hazır mısınız kaybetmeye?" diyerek Brad bize meydan okuduğunda sırıttım.

Hiç sanmıyorum.’’ Ve ilk atışı yapmak için piste çıktım. Ayaklarımı dikkatlice yerleştirip topu elime aldım. Topun soğuk ve pürüzsüz yüzeyini hissetmek, beni daha da heyecanlandırdı. Derin bir nefes alıp konsantre oldum. Ardından, tüm gücümle topu fırlattım. Top, pisti hızla ilerledi ve tüm labutları devirdiğinde, takım arkadaşlarım tezahürat yaptı.

"Oley! Strike!" diye bağırdım, sevinçle kollarımı havaya kaldırarak. Thomas da beni tebrik etti. "Harika atış, Adalia!"

Sıra rakip takıma geçtiğinde Lilith elinde tuttuğu topla alana ilerledi ve nefesin ayarlayarak topunu attı.

Bana dönüp saçını savurduğundaysa ağzından şu sözler dökülmüştü:

‘’Strike!’’

Ah berabere!

Bizim takımdan Thomas’ı arkasında bırakıp koşar adım Jeremy çıktığında Thomas geride bıkkınlıkla onu izlemeye başlamıştı.

Jeremy… Umarım birkaçını da olsa devirebilirdin.

‘’Evet yavrum hadi bakalım!’’ Jeremy topu labutlara doğru fırlattığında nefesimi tutarak izlemiştim. Kenardan iki tanesi zar zor düşmüştü.

Az kalsın yan tarafa gidip boşa sallayacaktı.

Ama neyse ki iki labut devrilmişti, neyse ki!

Brad, sıra kendisine geldiğinde, topu eline alıp Jeremy’e döndü.

‘’Bu iş böyle yapılır izle de gör, belki bir şeyler öğrenirsin.’’ Brad bu sözlerinin ardından göz kırpmış ve atışını yapmıştı. Kenardaki üçü dışında sağ tarafın hepsini düşürmüştü.

Brad tekrardan bize döndüğünde "Bir dahaki sefere artık" diyerek kendini avuttu, gülümseyerek.

Sırada son kez Thomas kalmıştı.

İlk turun sonuncusu Thomas!

Ve şu an onlar öndeydi. Thomas her şeyi değiştirecek olandı.

Yani öyle umuyordum.

Umarım oynamasını sen biliyorsundur bari Thomas!

Oyun ilerledikçe, puanlar birbirine çok yakındı. Herkes elinden gelenin en iyisini yapıyor, fakat eğlenmeyi de ihmal etmiyordu. Sıralar birbirine geçtiğinde o belirleyici son tur da en sonunda gelmişti.

Thomas her atışında odaklanmıştı.

Kazanmak için!

Jeremy’in yerini doldurmak için!

Ben ise bir tanesi dışında hepsini Strike atmıştım. Tıpkı Lilith gibi!

Bizim ikimizin de dikkatini dağıtan şey ise aynı kişiydi.

Jeremy!

Son turda topu alana fırlattığımda biraz heyecanlıydım.

Kalbim yerinden çıkacak gibi olmuştu. Üç kişilik takımdık ve buna rağmen kaybetmek aptallık olurdu değil mi?

Devrilen labutlara baktığımda rahatlayarak nefesimi verdim.

Strike!

Eh tabii tecrübe konuşuyordu sonuçta!

Lilith de topu labutlara salladığında o da Strike atmıştı. Belirleyici kişiler ise sadece üç kişiydi.

Nefesler tutuldu ve Jeremy alana doğru yürüdü.

Tam atışına hazırlanmış ve atacakken bir anda ayağa kalkarak bağırdım.

‘’Dur!’’ Böyle atarsa anca iki tanesini vururdu eğer o da şanslıysa!

Jeremy ve diğer herkes şaşkınca bana bakarken Jeremy’in yanına gittim.

‘’Kazanmak istiyorsan beni dinle! Bu pozisyon pek iç açıcı durmuyor.’’ Jeremy sırıtmıştı sözlerime.

‘’Peki nasıl durmam gerekiyor bowling master?’’ Ona gülümseyerek tam da yanında durdum.

‘’Böyle işte!’’ diyerek atış pozisyonunu gösterdim. Benim gibi hizaya geçtiğinde elini tuttum. Topu tutan elini.

Bir anda stres yapmıştı ki elinin sıcaklığını hissettim.

‘’Geriye doğru yavaşça.’’ Dedim sonrasında.

Jeremy şaşkınca beni izlerken sözlerimi sürdürdüm. ‘’İleriye doğru atarken ise var gücünle ama yavaş. Nazikçe alana bırak.’’

Bu süre boyunca herkes sessizdi. Jeremy ise her şeyi eksiksizce yapıp tamamen emir uygulayan bir asker eri olmuştu.

Ben yanından bir iki adım çekildiğimde Jeremy tekrardan pozisyon aldı e dediğim gibi attı tıpkı.

Top elinden fırlayıp labutlara doğru hızla uçtuğunda şaşıp kalmıştım.

Yuvarlanma alanına hiç değmeden tüm hızıyla labutların en ortasına fırlamış ve hepsi devrilmişti.

Strike.

Ama çok değişik, çok şans eseri, belki de çok güç gerektiren bir tarzda.

Şaşıp kaldığımda diğerleri de en az benim kadar şaşkındı. Brad elleri kolları dolaşmış şekilde Jeremy’in yanına gelip onu ittirdiğinde Jeremy ondan da şaşkın bir şekilde yanımıza geldi. Brad hiç vakit kaybetmeden topu aldığı gibi fırlattığında kenardan sadece üçü devrilmişti.

Sıra ise Thomas’taydı. Bitirici o atışta.

Eğer en az iki tane labut ayakta kalacak şekilde atarsa… Kazanırdık!

Thomas derin nefesler alarak ayağa kalktığında tüm merakımla ona bakmaktaydım.

Başarırdı inanıyordum ben ona.

‘’Hadi Thomas.’’ Dedim büyük bir umutla. Ve Thomas bana gülümseyerek toplara yöneldi. Topu eline alıp biraz salladıktan sonra alana ilerleyip yerleşti.

Yaklaşık beş saniye içinde de atışını yapmıştı.

Son atış, son şans.

Ve de son Strike!

Evet işte Strike atmıştı.

Evet işte sonunda kazanmıştık!

Oyunun ardından kendimi koltuklara bırakmıştık. Saate baktığımda yedi buçuk olduğunu ve bir buçuk saattir oynadığımızı fark etmiştim. Biraz dinlendikten sonra ayakkabıları geri bırakıp kendi ayakkabılarımızı giydikten sonra tekrar kafeterya tarafına ilerlemiştik.

Soğuk soğuk yatıştırıcı içecekler içmemizin ve dinlenmemizin ardından saat sekiz olmuştu. Hava ise çoktan kararmıştı.

Ortamdaki sohbet daha da koyulaşırken ve kendilerini daha da yakından tanırken aslında gitme vakti geldiğinin herkes farkında sayılırdı. En azından ben farkındaydım ve onlardan ayrılıp yurda dönmeliydim.

Hem gerçekten çok yorgundum hem de gerçekten biraz geç olmuştu. Yarınki dersler için dinlenmem de gerekmekteydi.

O yüzden bir yarım saat daha durduktan sonra konuşmanın ortasında ayağa kalktım.

‘’Ben biraz yorgunum. Dersler de yormuştu zaten sabahtan. Erken gidip dinlenmem lazım biraz.’’ Dedim. Thomas anlayışla bakıyordu bana. Çünkü aynı derslere o da girmişti benimle. Lilith de başını sallamıştı.

‘’Ben gideyim öyleyse, size iyi eğlenceler.’’ Diyerek masanın arkasındaki ceketimi giyerek çantamı omzuma taktık.

‘’Görüşürüz.’’

Kendimi dışarıdaki serin havaya bıraktığımda oksijeni rahatça içime çekmiş ve yürümeye başlamıştım.

Esen rüzgârın yatıştırıcı sesi…

Eve gittiğimde bir güzel dinlenecektim.

Otobüs durağına geçmek adına bir ara sokağa kendimi attığımda önümde bir silüet fark etmiştim. Sonrasında önümde beliren silüetin hemen ardından burnuma dayatılan bir mendilin ıslaklığını hissettim. Elimle kurtulmaya çalışırken aldığım tek bir nefes gözlerimin kararmasına hayatımın kayıp gidişine yetmişti bile.

Zaten bunu hazırlamış ve beklemede olan iki yabancı tarafından…

Kaçırılmıştım!

Loading...
0%